Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

377

 

027 - NEML' SÛRESİ

 

CÜZ :

19

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

14

Kalpleri onlara İnandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

Bundan dolayı da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları İnkâr ettiler." Yani onlar bu âyetlerin Allah'tan geldiğine ve büyü olmadıklarına kesinlikle inanıyorlardı, fakat Mûsa'ya îman etmeyi büyüklüklerine yedirmediler ve kâfir oldular. Bu onların inad eden kimseler olduklarım göstermektedir. Buradaki; Cult) ile(mealde: zulümle büyüklenmeleri sebebiyle) lâfızları hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olarak nasbedilmişlerdir.Yani "Onlar âyetlerimizi büyüklenerek ve zulüm ile inkâr ettiler." "Onları (âyetleri)"lâfzındaki "be" zaiddir ve bu; "Onları inkar ettiler" anlamındadır. Bu açıklamayıEbû Ubeyde yapmıştır.

Ey Muhammed

"bozguncuların" kâfir ve azgınların işlerinin

"sonunun nasıl olduğuna bir bak!"Yani sen buna kalp gözünle bir bak ve üzerinde düşün! Burada hîtab ona olmakla birlikte, maksat ondan başkalarıdır.

15

Yemin olsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir İlim verdik. İkisi de: "Bizi mü’min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler.

"Yemin olsun Biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim" yani Katâde'ye göre bir kavrayış

"verdik." Bunun din, hüküm vermek ve bunların dışındaki hususlara dair bilgi demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve Biz ona sizin faydanıza.,. giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80) Bunun kimya sanatı olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür. Yüce Allah'ın onlara verdiği ise peygamberlik, yeryüzünde halifelik ve Zebur'dur.

"Bizi mü’min kullarının pek çoğuna üstün kılan Allah'a hamd olsun, dediler."Bu âyet-i kerimede ilmin şerefine, konumunun üstünlüğüne ve ilim ehli kimselerin önderliklerine, ilim nimetinin en değerli nimetlerden ve en büyük kısmetlerden birisi olduğuna, kendisine ilim verilen kimseye yüce Allah'ın diğer mü’min kullarına göre pek büyük bir üstünlük vermiş olduğuna delil teşkil etmektedir.

"Allah sizden îman edenleri ve(özellikle) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin." (el-Mücadele, 68/11) Bu hususa daha önceden bir kaç yerde de değinilmiş bulunmaktadır.

16

Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi. Muhakkak ki bu apaçık üstünlüğün tâ kendisidir."

"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi, herşeyden bize verildi..."el-Kelbî dedi ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'ın ondokuz çocuğu vardı. Aralarından onun peygamberliğine ve mülküne Süleyman mirasçı oldu, Eğer bu mirasçılık bir mal mirasçılığı olsaydı, onun bütün evlatlarının bu hususta eşit olmaları gerekirdi. İbnu'l-Arabî de böyle demiştir.(İbnu'l-Arabî devamla) dedi ki: Eğer bu, mala bir mirasçılık olsaydı, bu malın sayılarına göre paylaştırılması gerekirdi.Yüce Allah Dâvûd(aleyhisselâm)'ın sahip olduğu hikmet ve nübüvveti (diğer kardeşleri arasından) özellikle Süleyman (aleyhisselâm)'a verdi. Ayrıca lütuf ve kereminden de kendisinden sonra hiçbir kimseye verilmemiş büyük bir mülk de verdi.

İbn Atiyye dedi ki: Dâvûd İsrailoğullarından idi. O bir hükümdar idi. Süleyman da onun hükümdarlığına ve peygamberlik mevkiine mirasçı oldu. Yani babasının vefatından sonra bunlar ona verildi. Dolayısıyla bunlara mecazi olarak "miras" dendi. Bu da Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "İlim adamları,peygamberlerin mirasçılarıdır."Buhârî, I, 37 -bab başlığında-; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 289, 290; Tirmizî, V, 48;Dârimî, I, 110; Ebû Dâvûd, 111, 317; İbn Mâce, I, 81;Müsned, V, 196. âyetine benzer. Ayrıca Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Muhakkak bizpeygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz."Müslim, III, 1378-1381;Buhârî, III, 1126, 1127, 1360, IV, 1479, 1481; Tirmizî, II, 15ü;Ebû Dâvûd, III, 139, 142, 144, 145;Nesâî, VII, 132, 136;Muvatta’, II, 993;Müsned, I, 4, 6, 9, 10..., II, 463, VI, 145, 242. âyeti ile de şunu kastetmiş olabilir: Böyle bir durum peygamberlerin işi ve yaşayışının bir gereğidir. Her ne kadar aralarında bu husustaki en meşhur görüşe göre Zekeriya gibi malı mirasçı alınmış kimse bulunsa da bu böyledir. Bu da -müslümanların çoğunlukla davranışlarını gözönünde bulundurup-; biz müslümanlar topluluğunu ibadet yeteri kadar meşgul etmektedir, demeye benzer. İşteSîbeveyh'in naklettiği şu; Biz Araplar topluluğu insanlar arasında misafirlere en çok ikramda bulunanlarız, ifadeleri de bu kabildendir.

Derim ki: Bu husus daha önceden Meryem Sûresi'nde (19/6. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ancak sahih olan birinci görüştür. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz"diye buyurmuştur ve bu âyet umumidir. Herhangi bir delil ile olmadığı sürece kimse bunun kapsamı dışında tutulamaz.

Mukâtil dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkü (hükümdarlığı) Davud'dan daha büyük ve hüküm vermesi, hakimliği ondan daha ileri derecede idi. Dâvûd da, Süleyman (aleyhisselâm)'dan ibadete daha düşkün birisi idi.

Başkası da şöyle demiştir: Hiçbir peygamberin mülkü ve hükümdarlığı onun mülkü ve hükümdarlığının ulaştığı seviyeye ulaşmamıştır. Çünkü yüce Allah insanları, cinleri, kuşları, yabani hayvanları onun emrine verdiği gibi, âlemlerden hiçbir kimseye vermediği şeyleri ona vermiştir. Süleyman hükümdarlık ve peygamberlik bakımından babasına mirasçı olmuştur. Ondan sonra onun şeriatı ile hükmetmiştir. Mûsa'dan sonra peygamber olarak gelen herkes, ister ayrıca risalet verilmiş olsun, ister verilmemiş olsun Mûsa (aleyhisselâm)’ın şeriati ile hükmetmiştir ve bu yüce Allah'ın Mesih Îsa'yı peygamber gönderip onun şeriatını neshettiği vakte kadar böylece sürmüştür. Süleyman(aleyhisselâm) ile hicret arasında yaklaşık 1800 yıllık bir süre vardır. Yahudiler ise 1302 yıl vardır, derler. Gerek bu rivâyetlere gerekse bundan sonra gelecek olan kuşların neler söylediklerine dair Süleyman(aleyhisselâm)'ın açıklamalarını ihtiva eden rivâyetlere -Peygamber Efendimize kadar ulaşan sahih bir senetleri bulunmadığından- itibar etmek söz konusu değildir.

Yine denildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm)'ın vefatı ile Peygamberimizin doğumu arasında yaklaşık 1700 yıl vardır. Yahudiler ise bundan üçyüz yıl eksik bir tarih verirler. Süleyman, elli küsur yıl yaşamıştır.

Yüce Allah’ın:

"Dedi ki: Ey İnsanlar" âyeti şu demektir: Süleyman, İsrailoğullarına yüce Allah'ın nimetlerine şükürünü ifade etmek üzere "bize kuşların dili öğretildi" dedi. Yaniyüce Allah, Dâvûd(aleyhisselâm)'dan miras olarak aldığımız ilim,peygamberlik ve yeryüzünde halifeliğine mirasçı oluşumuzdan ayrı olarak, bizlere kuşların çıkardığı seslerden içlerindeki manaları kavrama lütfunu da ihsan etmiştir.

Mukâtil bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (aleyhisselâm) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara: Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israifoğullarının peygamberi selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim. O biraz sonra bize ikinci defa gelecek derken kuş döndü, Süleyman (aleyhisselâm) dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Ey saltanat sahibi hükümdar selam sana. Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım taki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim o vakit bana istediğini yap. Süleyman onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.

Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına bu: Bülbülün ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır ey Allah'ın peygamberi dediler. Süleyman dedi ki: Bu bülbül şöyle diyor: Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil. Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: Ey hüdhüd dikkat et dedi, kuş: Ey Allah'ın peygamberi bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum, dedi.

Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. Ey hüdhüd bu da ne? dedi. Hüdhüd: Ey Allah'ın peygamberi ben o tuzağı göremedim ve nihayet ona düştüm dedi. Süleyman: Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun? Hüdhüd dedi ki; Ey Allah'ın peygamberi tedbirin takdire karşı faydası yoktur.

Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler, dedi ki; Bu kuş diyor ki: Ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina yapınız.

Bir üveyik kuşu Öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş şöyle diyor: Keşke bu mahlukat yaratılmamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsalardı.

Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu ne şekilde davranırsan sana öyle muamele yapılır demektedir. Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu: Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz dedi.

Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Ey günahkârlar Allah'tan mağfiret dileyin. İşte bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)o kuşun öldürülmesini yasaklamıştır.

Denildiğine göre göçeğen kuşu Evin(Kabe'nin) mekânını Âdem'e gösteren kuştur. İlk oruç tutan kuş odur. Bundan dolayı bu kuşa "es-sallallahü aleyhi ve sellemvâm" denilmiştir. Bu da Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir.

Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu diyor ki: Her yaşayan ölür, her yeni eskir.

Yanında dişi bir kırlangıç öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş diyor ki: Önden hayır gönderiniz, onu bulacaksınızdır. Bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.

Denildiğine göre; Âdem cennetten çıktı, yüce Allah'a yalnızlıktan şikayet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde barınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdem oğullarından ayrılmazlar.

Bu kuş yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik..." âyetinden sûrenin sonuna kadar bilir ve yüce Allah'ın:

"O Azizdir, Hakimdir." (el-Haşr, 59/21-24) âyetini da okurken sesini uzatır.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın huzurunda bir güvercin öttü. Ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki: Semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ.

Yine Süleyman (aleyhisselâm)'ın yanında bir kumru Öttü. Bunun ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: Subhane rabbiye’l-aziym el-Müheymin(pek büyük ve herşeye mutlak egemen olan Rabbimin şanı ne yücedir) demektedir.

Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: Karga şöyle diyor: Allah'ım gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle! Çaylak da şöyle diyor: "O'nun zatı müstesna herşey helâk olacaktır." Keklik: Susan esenliğe kavuşur der. Papağan: Bütün çabası dünya için olanın vay haline! Kurbağa: Subhane Rabbiye'l-Kuddus. Kartal: Subhane Rabbiy ve bi hamdihi. Yengeç; Her mekanda her dil ile ismi anılanın şanı ne yücedir, diyor dedi.

Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. Bu ne diyor biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: hayır dediler. Dedi ki: Bu kuş: "Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti" diyor.

el-Hasen dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ey gafiller Allah'ı anın der."el-Munâvî, Feydu'l-Kadîr, I, 380

el-Hasen b.Ali b. Ebî Tâlib dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kerkez öttüğünde der ki: Ey Âdemoğlu istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin. Tavşancıl kuşu da öttü mü der ki: İnsanlardan uzak kalmak rahattır. Kamber kuşu öttü mü şöyle der; Allah'ım, Muhammed soyundan gelenlere buğzedenlere lanet et. Kırlangıç kuşu öttü mü: "Elhamdu lillahi Rabbi’l-alemiyn"i sonuna kadar okur ve "vele'd-dalliyn" diyerek Kur'ân okuyan kimsenin yaptığı gibi sesini uzatır.' 

Katâde ve en-Nehaî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm); "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir varlıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir.en-Nehaî dedi ki: İşte bu karınca da iki kanatlı bir karınca idi.

Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman(aleyhisselâm)'a bütün hayvanların dili öğretilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman(aleyhisselâm)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokça müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğe; hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tekrarlanmaz.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık (dil) bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen yüce Allah'tır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) için o sadece kuşların dilini biliyordu diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hatta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti :halk edilirdi. Herbir bitki ona; Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır, derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne denilir!

17

Süleyman'ın cin, İnsan ve kuşlardan orduları huzuruna toplandı. Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı.

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Süleyman'ın Orduları:

Şanı yüce Allah'ın:

"Süleyman'ın... huzuruna toplandı"âyetindeki; "Toplandı" demektir. Hasretmek, toplamak demektir. Yüce Allah'ın:

"Onları da hiçbirini bırakmaksızın mahşerde hasretmiş (toplamış) olacağız" (el-Kehf, 18/47) âyetinde de bu manadadır.

İnsanlar Süleyman (aleyhisselâm)'ın ordusunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Onun kışlasının yüze yüz fersah olduğu söylenmiştir. Bunun yirmibeşi cinlere, yirmibeşi insanlara, yirmibeşi kuşlara, yirmi beşi de vahşi hayvanlara aitti. Tahtalar üzerinde sırçadan bin odası vardı. Bunlarda da üçyüzü nikâhlı, yediyüzü de cariye olmak üzere toplam bin hanımı vardı. (En doğrusunu Allah bilir).

İbn Atiyye dedi ki: Onun kışlası ve askerlerinin miktarı hususunda çokça ihtilaf edilmiştir. Ancak doğrusu şu ki; onun hükümdarlığı pek büyüktü, yeryüzünü doldurmuştu. Yeryüzünün bütün sakin bölgeleri ona boyun eğmişti.

"Onlar topluca yol alır ve idare olunurlardı." Yani öndekileri, sondakilere göre yürütülür ve ileri gitmekten alıkonulurlardı.

Katâde dedi ki: Herbir sınıfın rütbeleri, oturacakları yerler ve yürüdükleri vakitde yeryüzünde belirli amirleri vardı.

"Yol alır ve idare olunurlardı"kökünden olmak üzere; "Onu alıkoydum, önledim" demektir. Savaşta (.........) ise, ileri gidenleri hizaya sokan saflarla görevli kimse demektir.

Muhammed b. İshak, Ebubekir (radıyallahü anh)'ın kızı Esma (radıyallahü anha)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) -Mekke'nin fethedildiği günü- Zû Tava'da vakfe yaptığında Ebû Kuhafe -ki o sıralarda gözleri kör olmuştu- kızına dedi ki: Beni Ebû Kubeys tepesine çıkar. Esma dedi ki: Onu tepeye çıkardı, Ne görüyorsun? diye sordu. Ona: Bir araya toplanmış büyük bir kalabalık görüyorum dedi. O: O gördüklerin atlılardır dedi. Devamla dedi ki: O kalabalık arasından bir adamın bir öne, bir arkaya doğru gidip geldiğini görüyorum dedi. Ebû Kuhafe dedi ki: İşte o Vazî'dir, onların dağılmalarını önlemektedir.,, diye haberin geri kalan bölümlerini aktardı.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Şeytan Arafe gününde görüldüğünden daha küçük, daha zelil, daha hakir ve daha öfkeli hiçbir günde görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağanak sağanak indiğini, yüce Allah'ın pek büyük günahları bağışlamış olduğunu görmesidir. Ancak Bedir günü gördükleri bundan müstesnadır." Ey Allah'ın Rasûlü! Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca, şöyle buyurdu:"OCebrâîl'i, melekleri disiplinli bir şekilde yürütürken gördü." Bu hadisiMuvatta’' rivâyet etmiştir. Muvatta’, I, 422; Abdurrezzak, Mûsannaf, IV, 378; İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, I, 115

en-Nâbiğa'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Ağaran saçlarıma, çocukluk etmek istediği için sitem ettiğim,

Ve: Şu yaşlılık (veya ağaran saçlar) bu hususta engelleyici iken, artık ayıkmadın mı dediğim bir zamanda..."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Karşılaştığımızda göz kapaklarımızdan aktı yaşlarımız,

Onun kovalarını parmaklarımızla sildik."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"O coşan nefsi hevâdan kimse alıkoyamaz,

İnsanlar arasında; aklı tam ve eksiksiz olandan başka."

Şöyle de açıklanmıştır: Bu kelime dağıtmak anlamına gelen "tevzi"'den gelmiştir. (........) ifadesi o kavim taife taifedir, anlamındadır.

Kıssada nakledildiğine göre şeytanlar ona boyu bir fersah, eni bir fersah altın ve ibrişimden bir kilim dokudu. Onun için altından bir taht kurulurdu. O tahtın etrafında da altın ve gümüşten olmak üzere üçbin taht daha kurulurdu. Peygamber olanlar altın tahtlar üzerinde, ilim adamları da gümüş tahtlar üzerinde otururlardı.

2- Yönetici ve Hakimlerin Disiplini Sağlamakla Görevli Memurlar Görevlendirmeleri:

Âyet-i kerimede yönetici ve hakimlerin insanların birbirlerine haksızlık etmelerini önlemekle görevli memurlar(âyet-i kerimedeki aynı kökten gelen engelleyiciler, disipline sokucular anlamında: vezea) edinebileceklerine dair delil vardır. Çünkü yöneticiler bunu bizzat kendileri yapamazlar. İbn Avn dedi ki: Benel-Hasen'i -insanların neler yaptıklarını görünce- yargı meclisinde bulunurken şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim ki; bu insanları ancak bu maksatla görevli kimseler (vezea) ıslah edebilir,

Yine el-Hasen dedi ki: İnsanlar için bir engelleyici (vâzi') mutlaka gereklidir. Yani onları alıkoyacak bir otorite kaçınılmazdır,

İbnu'l-Kasım dedi ki: Bize Malik'in anlattığına göre Osman b. Affan şöyle derdi: "İmâmın alıkoyduğu, Kur'ân'ın alıkoyduğundan daha çoktur." İnsanları kötülükten alıkoymayı kastetmektedir.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Ben Malik'e; "Alıkoyar" ne demektir? O: Engeller diye açıkladı.

Kadı Ebubekr İbnu’l-Arabî dedi ki: Bazı kimseler bu ifadelerden kastın ne olduğunu anlayamamışlardır. Onlar bundan maksadın sultanın (devlet otoritesinin) yetkisinin insanları Kuran-ı Kerîm'in hadlerinden daha fazla alıkoyup, engellediğini zannetmişlerdir. Ancak bu yüce Allah'ı ve O'nun hikmetini bilmemektir. Çünkü yüce Allah hadleri ancak umumi bir maslahat, kötülüklerden alıkoyan ve insanları doğruluk üzere tutmak için göndermiştir. Bunlara bir fazlalık söz konusu olmaz, bunların eksiltilmeleri de mümkün değildir. Bunun dışındaki hükümler de elverişli olamaz. Fakat zâlimler bu hükümleri gereği gibi uygulamadılar, bu hükümleri uygulamakta kusurlu hareket ettiler ve ne yaptılarsa herhangi bir niyet taşımadan yaptılar, ilahi hükümlerin gereğini uygularken Allah'ın rızasını da gözetmediler. Bundan dolayı insanlar bu hükümler sebebiyle suçlardan geri durmadılar. Şayet adaletle hükmedip, niyetleri ihlaslı olmuş olsaydı, elbetteki bütün işler dosdoğru olur ve büyük çoğunluk ıslah olurdu.

18

Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve askerleri farkında olmadan, sizi çiğnemesin.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Seslenen Karınca ve Bu Karıncanın Söyledikleri:

"Nihayet karıncalar vadisine geldiklerinde" âyeti hakkında Katide dedi ki: Bize nakledildiğine göre bu Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif dedir demiştir.

"Bir karınca dedi ki: Ey karıncalar"en-Nehaî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Süleyman (aleyhisselâm) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun dilini anlayamazdı. Buna dair açıklamalar az önce geçtiği gibi ileride de gelecektir.

Süleyman et-Teymî Mekke'de "karınca" anlamındaki kelimeyi; şeklinde; "Karıncalar" anlamındaki kelimeyi de şeklinde "nun" harfini üstün ve "mim" harfini de ötreli olarak okumuştur. Yine ondan hepsini ötreli olarak okuduğu da rivâyet edilmiştir.

Karıncaya "nemle" adının verilmesi, çokça hareket edip, az duraklamasından dolayıdır. Ka'b dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm) Taif vadilerinden es-Sedîr vadisinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt kadar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "ey karıncalar" diye (âyet-i kerimede belirtildiği şekilde) seslendi.

ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesafeden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. Denildiğine göre bu karıncanın ismi Tâhiye imiş.

es-Süheylî dedi ki: Süleyman (aleyhisselâm)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın ismini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir. Karıncalar biribirlerine isim vermedikleri, insanların da karıncaları birbirlerinden ayırdedemediklerinden ötürü onlara özel isim vermeleri imkansız olduğundan, insanların da onlara isim vermeleri söz konusu değilken, bir karıncanın özel isminin olduğu nasıl düşünülebilir? Ayrıca karıncalar, atlar, köpekler ve benzeri hayvanlar gibi Âdemoğullarının mülkiyeti altında da değillerdir. Çünkü Özel isim bu şekildeki hayvanlar hakkında Araplar arasında görülen bir uygulama idi. Eğer özel isimler -sırtlan hakkında söz konusu olduğu gibi- Suâle, Üsâme, Caârî, Kasamı gibi cins isimler hakkında söz konusudur denilecek olursa, şunu belirtelim ki; karıncanın isminin olması bu kabilden değildir. Zira onun ismini verenler bu ismin diğer karıncalar arasından muayyen bir karıncanın özel ismi olduğunu iddia ederler. Suâle ve benzeri isimler ise cins arasından tek bir kimsenin özel ismi değildir. Aksine o cinsten gördüğümüz herbir tanesine Suâle denilebilir. Üsâme, İbn Âvi, İbn Us ve benzeri(hayvan isimleri) de bu kabildedir. Şayet dedikleri sahih ise bunu şöylece açıklamak mümkündür: Bu konuşan karınca Tevrat'ta, Zebur'da ya da bazı semavi sahifelerde yüce Allah tarafından bu isim ile adlandırılmış ve Süleyman'dan önce ya dapeygamberlerden birisi bu karıncayı bu ismiyle tanımış, konuşması ve imanı dolayısı ile ona özel olarak isim vermiştir. Bu bir açıklamadır, bizim bu karıncanın îman ettiğini söylememizin anlamı ise onun sair karıncalara söylediği şu sözlerde ortaya çıkmaktadır:

"Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi çiğnemesin." Bu karıncanın

"farkında olmadan" şeklindeki ifadesi mü’mince kullanılmış incelikli bir ifadedir. Yani Süleyman'ın adaleti ve fazileti ayrıca askerlerinin de fazileti dolayısıyla onlar bir karıncayı olsun daha büyük olsun, ancak farketmeyecek olurlarsa çiğneyebilirler.

Şöyle de denilmiştir: Süleyman'ın tebessüm etmesi, karıncanın söylediği bu sözlere sevinmesinden dolayıdır, Bundan dolayı onun tebessümü "gülercesine" âyeti ile te'kid edilmiştir. Zira tebessüm gülmeksizin ve razı olunmaksızın da olabilir. Nitekim Arapların; O öfkeli birisi gibi tebessüm etti, yahut alay edenler gibi tebessüm etti, dedikleri bilinen bir husustur. Gülercesine tebessüm etmek ise ancak sevinçten ötürü olur. Hiçbir peygamber ise dünyevi bir iş dolayısıyla sevinmez. Onun sevinci ancak âhîret ve din bakımından meydana gelen iş dolayısıyla olmuştu.

Karıncanın:

"Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözleri dindarlığa, adalete ve merhamete işarettir. Karıncanın, Süleyman (aleyhisselâm.)'ın askerleri hakkında: "Onlar farkında olmadan" şeklindeki sözlerinin bir benzeri de yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem.v)in askerleri hakkındaki:

"...ve size onlardan dolayı bir keder ve üzüntü dokunmayacak olsaydı..." (el-Feth, 48/25) âyetidir. Bununla onların hiçbir mü’minin kanını boşuna akıtmak istemediklerine işaret etmektedir. Ancak Süleyman (aleyhisselâm.)'dan Övgü ile söz eden Allah'ın izni ile bir karıncadır.Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in askerlerinden sözeden ise bizzat yüce Allah'tır. Çünkü Muhammed(aleyhisselâm.) bütün peygamberlerden daha faziletli olduğu gibi, onun askerleri de onun dışındaki peygamberlerin askerlerinden daha faziletlidir.

Şehr b. Havşeb, "yuvalarınıza" âyetini tekil olarak; "Yuvanıza" diye okumuştur. Ubeyy'in mushafında: "Yuvalarınıza... sizi çiğnemesinler..." şeklindedir. Süleyman et-Teymi de; "...yuvalarınıza..." sizi çiğnemesinler.,." diye okumuştur. Ubeyy'in Mushafında kayıtlı olduğu bildirilen şekil ile Süleyman et-Teymi'nifi kıraati arasındaki fark; birincisinde dişi-çoğul-hitap zamiri "yuvalar" anlamındaki lâfza tir; ikincisinde ise aynı zamir, fiilin sonuna bitirmiştir

Âyet; onlar sizi fark etmeyerek sizi çiğneyip kırıp dökmesinler, anlamındadır.

el-Mehdevi dedi ki; Yüce Allah'ın bu hususu karıncanın kavramasını sağlaması, Süleyman (aleyhisselâm.)'a mucize olması içindir.

Vehb(b. Münebbih) dedi ki: Yüce Allah rüzgara, kim ne söylerse söylesin onu mutlaka Süleyman (aleyhisselâm)'a uluştarmasını ve duyurmasını söylmeşti. Çünkü şeytanlar ona kötülük yapmak istemişlerdi.

Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi, Yemen'de idi, Bu sözleri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir.

Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt kadar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, koyun kadardılar, demiştir:

Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Eğer karınca bu kadar büyük idiyse, bunun sesi de vardı, demektir. Ancak karıncanın şasinin duyulmaması hacim itibariyle küçük olduğundandır. Çünk"ü kuşların ve diğer hayvanların seslerinin olduğu bir gerçektir. Onların konuşmaları da budur. Onlar bu konuşma kabiliyetleriyle teşbih eder ve diğer şeyleri söylerler. İşte yüce Allah'ın:

"O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." (el-İsra, 17/74) âyeti bunu anlatmaktadır.

Derim ki: Yüce Allah'ın:

"...Sizi çiğnemesin..." âyeti, el-Kelbî'nin sözlerinin doğru olduğuna delildir. Çünkü bu karıncalar kurt veya koyun büyüklüğünde olsa idi, çiğnenerek ezilmeleri söz konusu olmazdı. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Yuvalarınıza girin" âyetinde hitab insanlar için kullanılan zamirlerle olmuştur. Çünkü burada karınca insanlar gibi konuşunca, insanlar gibi değerlendirilmiştir. Ebû İshak es-Sa'lebî dedi ki: Ben Süleyman'a nisbet edilen kitaplardan birisinde şunu gördüm: O, bu karıncaya: Diğer karıncaları ne diye sakındırdın? Benim zulmedeceğimden mi korktun? Benim adaletli bir peygamber olduğumu bilmiyor muydun? Neden: "Süleyman ve askerleri... sizi çiğnemesin" dedin, diye sordu. Karınca şu cevabı verdi: Sen benim: "farketmeyip" dediğimi de duymadın mı? Hem ben onları bedenlerini çiğnemeyi kastetmedim. Ben bunun yerine kalplerinin çiğnenmesini kastetmiştim. Çünkü sana verilenlerin bir benzerini temenni edeceklerinden, yahut dünya fitnesine kapılarak senin mülküne bakıp seyrederken, teşbih ve zikirden uzak kalacaklarından korktum, Süleyman ona: Bana öğüt ver dedi. Karınca dedi ki: Babana niye Dâvûd adının verildiğini bilmiyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü o kalbinin yarasını tedavi etmişti. Sana niye Süleyman adının verildiğini biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Çünkü sen kalbinin temizliği dolayısıyla sana verilenlerden ötürü sair organlarınla da selamete eren bir kimsesin. Babana yetişmek de senin bir hakkındır. Daha sonra şöyle dedi: Allah'ın sana rüzgarı niye müsahhar kıldığını biliyor musun? Süleyman: Hayır deyince, karınca dedi ki: Böylelikle sana dünyanın tamamının bir rüzgar olduğunu haber vermiş oldu.

19

Sözünden dolayı gülercesine tebessüm edip dedi ki: "Rabbim! Bana ve ana-babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi ilham et. Razı olacağın salih amel işlemeye de muvaffak kıl. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat."

"Sözünden dolayı gülercesine tebessüm etti." Bu tebessümü hayretle olmuştu. Daha sonra karınca hızlıca hemcinslerinin yanına gidip, dedi ki: Yanınızda yüce Allah'ın şu peygamberine takdim edeceğiniz bir hediye var mı? Onlar: Bizim ona vereceğimiz hediyenin kıymeti ne olur ki? Allah'a yemin ederiz ki yanımızda bir tek köknar yemişinden başka bir şey yok. Karınca: Güzel, onu bana getirin, dedi. O yemişi ona götürdüler, ağzıyla o yemişi taşıyıp onu çekmeye koyuldu. Yüce Allah rüzgara emir vererek onu taşıdı. Kilimin üzerinde insanların, cinlerin, ilim adamlarının, peygamberlerin arasından -onları yara yara- geçti ve nihayet önünde düştü. Sonra ağzındaki bu köknar yemişini onun avucuna bıraktı ve şunları söylemeye koyuldu:

"Bizim yüce Allah'a kendi malını hediye verdiğimizi görmez misin?

Her ne kadar O'nun ona ihtiyacı yoksa da O bunu kabul eder.

Eğer üstün ve değerli olana kadrine göre hediye verilecek olsaydı,

Bir gün gelir deniz de, sahili de buna güç yetiremezdi.

Bununla birlikte biz sevdiğimiz kimseye hediye takdim ederiz.

O da bununla bizden hoşnut olur ve bu işi yapanın davranışını güzel karşılar

Elbetteki bu onun soylu davranışlarındandır.

Yoksa bizim mülkümüzde ona lâyık hiçbir şey yoktur,"

Süleyman (aleyhisselâm) ona dedi ki: Allah sizi mübarek kılsın. İşte karıncalar bu dua sayesinde yüce Allah'ın yaratıkları arasında O'na en çok şükreden ve sayıca en kalabalık olanlarıdır.

İbn Abbâs dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dört canlının öldürülmesini yasaklamıştır: Hüdhüd, göçeyen kuşu, karınca ve arı. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiş olup İbn Mâce, II, 1074'te hem İbn Abbâs'ın, hem işaret edilen Ebû Hüreyre'nin rivâyeti yer almaktadır.  

Ebû Muhammed Abdu’l-Hak sahih olduğunu belirtmiştir. AyrıcaEbû Hüreyre yoluyla da bu hadis rivâyet edilmiştir. Daha önce de el-A'raf Sûresi'nde (7/133. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Karınca Süleyman (aleyhisselâm)'ı övmüş ve gücünün yettiği en güzel şekilde; onlar sizi çiğneyecek olurlarsa, farkında olmadan çiğneyeceklerini, bu işi kasten yapmayacaklarını belirtmiş ve ifade etmişti. Böylelikle onların zulmeden kimseler olmadıklarını dile getirmişti. Bundan dolayı öldürülmesini nehyetmiştir. Hüdhüd'ün de öldürülmesini nehyetmiştir, çünkü hüdhüd Süleyman (aleyhisselâm)'a suyun bulunduğu yerleri gösteriyor ve Belkıs'a onun gönderdiği elçi idi.

İkrime dedi ki: Yüce Allah'ın Süleyman'ın hüdhüd kuşuna vereceği zararı önlemesi anne babasına İyilik yapan birisi olmasından ötürüdür. Göçeğen kuşuna gelince, ona çok oruç tutan (sallallahü aleyhi ve sellemvâm) denilir.

Bu Ebû Hüreyre'den de rivâyet edilmiştir. O dedi ki: İlk oruç tutan kişi göçeğen kuşudur. İbrahim(aleyhisselâm) Şam'dan, Harem bölgesine Beytullah'ı bina etmek üzere çıkıp gittiğinde beraberinde Sekine ile göçeğen kuşu vardı. Göçeğen kuşu ona gideceği yerin kılavuzluğunu yapıyordu. Sekine ise bina edeceği ev miktarında idi. O evi yapacağı yere ulaşınca, bu sefer Sekine(gölge bırakan bulut) evin yerine düştü ve seslenerek dedi ki: Ey İbrahim gölgem miktarınca evi inşa et. Yine el-A'raf Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) kurbağanın öldürülüşünün yasaklanma sebebi zikredilmişti. en-Nahl Sûresi'nde ise(16/68. âyet, 1. başlıkta) arının öldürülmesinin yasaklanışının sebebi de açıklanmış bulunmaktadır. Eh doğrusunu bilen Allah'a hamdolsun,

2- Farkedemeyenler’in Kimlikleri:

el-Hasen yüce Allah'ın:

"Sizi çiğnemesin" âyetini şeklinde okumuştur. Yine ondan gelen bir rivâyete göre dîye okumuştur. Ondan ve Ebû Recâ'dan nakledildiğine göre diye okumuşlardır. ise "kırmak, geçirmek" demektir. "Onu paramparça etti" anlamındadır, "Paramparça oldu, kırıldı, döküldü" demektir. da kırıp, dökmek, paramparça etmek anlamındadır.

"Onlar farkında olmadan 'in Süleyman ve askerlerinin hali olması mümkündür. Bu durumda halde amel eden "sizi çiğnemesin" âyetidir. Yahutta karıncanın halini ifade eden bir lâfız olabilir, o takdirde âmil "dedi ki" âyetidir. Karınca askerlerin farkında olmadıkları bir halde iken bu sözleri söyledi, demek olur. Bu da: " İnsanlar gafil iken ben ayağa kalktım" demeye benzer. Yahut yine "karınca"dan hal olabilir. Âmil de "dedi ki" olup: Karıncalar Süleyman'ın o karıncanın söylediği sözleri anladığının farkında değilken... dedi ki... demek olur. Ancak böyle bir mana uzak bir ihtimaldir, ileride gelecektir.

3- Hayvanları Cezalandırmanın Hükmü:

Müslim'in kaydettiği rivâyete göre Ebû Hüreyre: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir:"Bir karıncapeygamberlerden birisini ısırdı.Peygamber oradaki karınca yuvalarının yakılmasını emretti. Yüce Allah ona: Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden bir topluluğu helâk ettin."diye vahyetti. Bir başka rivâyetinde: "Niye (sen de) tek bir karıncayı cezalandırmadın?..."şeklindedir. Müslim, IV, 1759; Buhari, III, 1099; Ebû Dâvûd, IV, 367; İbn Mâce, II, 1075;Müsned, II, 402.

İlim adamlarımız dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberin Mûsa(aleyhisselâm) olduğu söylenmektedir. O şöyle sormuştu: Sen de bir kasaba halkını masiyetleri sebebiyle -aralarında itaatkar kimseler olduğu halde- helâk ediyorsun? Sanki Yüce Allah ona bunun hikmetini göstermeyi dilediği için ona aşırı bir sıcak yaptı. Nihayet dinlenmek üzere bir ağacın gölgesine çekildi. Yakınında da karınca yuvaları vardı. Ağacın gölgesinde uyuya kaldı. Tam uykunun tadına varmışken bir karınca onu ısırıp rahatsız etti. Bu karıncaları ayaklarıyla ezdi ve öldürdü. Yuvalarının yakınında bulunan o ağacı da yaktı. Yüce Allah da bu hususta ona ibret yönünü gösterdi: Çünkü o da kendisini bir karınca ısırdığı halde, o karıncaya verilmesi gereken cezayı diğerlerine de vermişti.

Bununla şuna dikkatini çekmek istemişti: Allah'ın verdiği(dünyevi) azap, geneli kapsar. Bu cezalar itaatkarlar için bir rahmet, bir bereket olur. İsyankarlar için de bir kötülük ve intikam olur. Buna göre Hadîs-i şerîfte karıncaları öldürmenin mekruh ya da yasak olduğuna delalet edecek bir taraf olmaz. Çünkü sana eziyet veren herbir şeyi kendinden uzaklaştırmak senin için mubahtır. Yüce Allah'ın yarattıkları arasında ise mü’minlerden daha üstün ve değerli bir kimse de yoktur. Âdemoğlunun dahi gerektiğinde belirtilen ölçüler çerçevesinde kendisini savunmak kastı ile saldıranı öldürmek ya da dövmekle bertaraf etmesi mubah kılınmıştır. Âdemoğlu için müsahhar kılınmış ve insanların emrine verilmiş olan haşerat ve canlıların durumu ya nasıl olacak? Bu gibi canlılar insana eziyet vericek olurlarsa, onları öldürmek mubah olur.

Buna göre, hadis, karıncaların öldürülmesi yasakya da mekruh bir iş olduğuna delil teşkil etmez. Çünkü kişiye eziyet veren varlığı, kişinin kendisinden uzaklaştırması helaldir. Allah'ın yaratıkları arasında mü’min kadar hürmete değer ve eziyete uğratılması yasak bir yaratık yoktur. Böyle eziyet veren bir varlığı, -boyutuna göre- öldürmek ya da vurmak suretiyle defetmek, mubahtır. Hele insanlara müsahhar kılınmış ve emrine verilmiş hayvanlar ve haşerat hakkında daha ne söylenebilir? Bunlar kişiye eziyet verecek olurlarsa, öldürülmeleri mubah olur.

İbrahim (en-Nehaî)'den: Seni rahatsız eden karıncayı öldür, dediği rivâyet edilmiştir.

Hadîs-i şerîfteki: "Niye tek bir karıncayı cezalandırmadın?" ifadesi eziyet verene eziyet edilebileceğine ve öldürülebileceğine delildir. Öldürmek, bir fayda sağlamakya da bir zararı önlemek için olduğu sürece ilim adamlarınca sakıncalı görülmemiştir.

O'na, "Herhangi bir karınca" öldürebileceği söylenmiş ve bizzat onu ısıran karınca diğerleri arasından tahsis edilmemiştir. Çünkü bundan kasıt kısas değildi, zira kısası kast etmiş olsaydı, ona: Niye seni ısıran karıncayı öldürmekle yetinmedin, denilecekti. Ancak böyle denilmeyip ona;(Eziyet veren) bir karıncanın yerine, neden bir karıncayı cezalandırmakla yetinmedin, denildi. Bu ifade ile cinayeti işleyeni de, suçsuzu da genel olarak kapsadı. Böylece onun Rabbine sorduğu "aralarında itaatkar ve isyankar insanlar bulunduğu halde bir kasaba halkına ne diye azâb ettiği?" sorusunun cevabına dikkatini çekmek istemişti.

Şöyle de açıklanmıştır; Sözü edilen peygamberin şeriatinde hayvanları yakmak suretiyle cezalandırmak câiz idi. Bundan dolayı yüce Allah bizzat yaktığı için değil de pek çok karıncayı yaktığı için ona sitemde bulunmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "Niye bir tek karıncaya değil de..."diye sorulduğunu belirttiğini görüyoruz. Yani sen niçin sadece bir karınca yakmakla yetinmedin? Bu ise bizim şeriatimize uygun değildir. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ateşle yakmak suretiyle azaplandırmayı yasaklamış ve: "Allah'tan başka hiçbir kimse ateş ile azaplandırmaz." Ebû Dâvûd, IH, 54, 55, IV, 367; İbnul-Cârûd, el-Munteka, I, 365; Dârimi, II, 293; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ. IX, 71, 72; Müsned, II, 307, 338, 453. diye buyurmuştur.

Aynı şekilde o peygamberin şeriatinde de karıncaları öldürmek mubah idi. O bakımdan yüce Allah bizzat karıncalan öldürdü diye ona sitem etmemiştir. Bizim şeriatimizde ise İbn Abbâs ve Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadislerde bu hususun nehyedildiği bilinmektedir 18. ve 19. ayetlerin tefsiri 1.. başlık'ın sonlarında hadis geçmişti. Oradaki nota ve el-Araf, 7/133- ayet ve 5. başlığa bakınız

İmâm Mâlik, karıncanın zarar vermesi ve bu zararın ancak öldürmek ile önlenebilmesi hali dışında, karıncaların öldürülmesini mekruh kabul etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Sözü geçen peygambere yüce Allah, bir tanenin eziyet etmesine rağmen büyük bir topluluğu helâk etmek suretiyle nefsi için intikam alması dolayısıyla sitem etmiştir. Oysa uygun olanı onun sabredip affetmesi idi. Fakat peygamber bu türün Âdemoğullarına eziyet verdiğini tesbit etmiştir. Âdemoğlunun saygınlığı ise nâük olmayan diğer canlıların saygınlığından çok daha büyüktür, Şayet sadece bu mantıkla hareket edip tabiî olarak intikam alıp içini soğutma arzusu buna katılmamış olsaydı, bundan dolayı da ona sitem edilmezdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Fakat hadisin ifadelerinin delâlet ettiği şekilde; intikamını susturma arzusu buna eklenince, bu davranışı dolayısıyla ona sitem olundu.

4- Canlı Varlıkların Teşbihi Nasıldır:

Hadîs-i şerîfte geçen: "Seni ısıran bir karınca sebebiyle mi teşbih eden ümmetlerden bir ümmeti helâk ettin.?" sözü onların teşbihinin sözlü ve nutk ile yapılmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da karıncaların kendi aralarında konuştuklarını, Süleyman (aleyhisselâm)'ın da -bir mucize olmak üzere- bunu anladığını ve karıncanın sözleri dolayısıyla tebessüm ettiğini haber vermektedir.

İşte bu çok açık bir şekilde karıncaların bir konuşmalarının olduğunu, fakat herkesin de bu konuşmayı duyamadığını göstermektedir. Yüce Allah'ın olağanüstü olarak işitmesini istediği herhangi bir peygamber ya da bir veli dışında kimse onların konuşmalarını duyamaz. Biz kendimiz böyle bir konuşma sesini duymuyoruz diye bunu inkâr etmeyiz. Çünkü idrâk edememek, idrâk olunan bir şeyin bizatihi olmamasını gerektirmez. Diğer taraftan insan bazen içinden bir takım söz ve konuşmaları geçirdiği halde, ancak diliyle söyledikleri işitilir.

Şanı yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de olağanüstü bir hadise olmak üzere kendi kendilerine konuşan bir topluluğun içinden konuştukları sözleri ona işittirmiş, o da onlara içinden geçirdiklerini haber vermiştir. Nitekim bir çok İmâmımız Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a mucizelere dair yazılmış kitaplarda bu kabilden bir çok rivâyet nakletmelerdir. Aynı şekilde yüce Allah'ın keramet ihsan ettiği velilerin bir çoğu da bir çok vesile ile benzeri şeyler göstermişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Benim ümmetim arasında özel ilhama mazhar kimseler vardır. Şüphesiz ki Ömer de bunlardandır"İbn Kuteybe, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 162 hadisinde kastettiği de budur.

Cansız varlıkların tesibihi ile ilgili açıklamalar ise daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bunun delâlet-i hal yolu ile bir teşbih olmayıp, dille ve sözle yapılan bir teşbih olduğu da orada açıklanmıştır. Yüce Allah'a hamdolsun.

5- Gülümsemek ve Gütmek:

Yüce Allah'ın:

"Sözünden dolayı gülercesîne tebessüm edip, dedi ki..." âyetinde "gülercesine" anlamındaki; kelimesini İbn es-Sümeyka' elifsiz olarak diye okumuştur. Bu kelime "tebessüm"ün delalet ettiği hazfedilmiş bir fiilin masdarı olarak nasbedilmiştır, Sanki; bir şekilde güldü, demiş gibidir.Sîbeveyh'in görüşü budur.Sîbeveyh'in dışındaki ilim adamlarına göre ise; bu bizzat "tebessüm edip" fiili ile nasbedilmiştir, çünkü bu da "güldü" anlamındadır.

Bunu elifle okuyanların kıraatine göre ise "tebessüm edip'deki zamirden hal olmak üzere nasbedilmiştir. Anlamı ise gülmek kadar tebessüm etti, şeklindedir. Çünkü gülmek tebessümü kapsar, tebessüm ise gülmekten aşağıdır ve gülmenin başlangıcıdır.

"Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" denilir. İsm-i faili şeklinde gelir. Fiil; "Gülümsedi, gülümser, gülümsemek" şeklinde de kullanılır. ise ağız (gülümseme yeri) demektir. Bu da; Oturma yeri" meclis lâfzının den gelmesine benzer.

Çokça gülümseyen adam" demektir. Kısacası gülümsemek(tebessüm) gülmenin başlangıcıdır. "Gülmek" ise başlangıcı ve sonu ifade eder. Şu kadar var ki gülmek gülümsemeden daha ileri olmayı gerektirir. Eğer kişi gülümsemeden ileriye gidip de kendisini zaptetmeyecek olursa, bu sefer; "Kahkaha ile güldü" denilir.

Tebessüm, peygamberlerin çoğunlukla gülmelerini teşkil eder. Sahih hadiste yer alan rivâyete göre Cabir b. Semura'ya şöyle sorulmuş: Sen Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte aynı mecliste oturur kalkar miydin? o; Evet pek çok diye cevap verdi. Sabah namazını kıldığı yerinden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Güneş doğduktan sonra yerinden kalkardı. Bu arada (ashab) birbirleriyle konuşup, cahiliye dönemindeki hallerinden sözederler gülerlerdi, o da tebessüm ederdi Müslim, I, 463, 1810;Müsned, V, 91

Yine Sahih'teki rivâyete göre Sa'd şöyle demiş: Müşriklerden müslümanlara pek çok zarar vermiş bir kişi vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Sa'd'a: "Anam babam sana feda olsun! Ok at"diye buyurdu. Sa'd dedi ki: Temreni bulunmayan bir ok çektim. O oku böğrüne isabet ettirdim. Yere düştü, avreti açıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, ben onun azı dişlerini görünceye kadar güldü. Müslim, IV, 1876.

Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) çoğunlukla tebessüm ederdi. Bazı hallerde de tebessümden daha ileri ve küçük dilin görüldüğü aşırı derecedeki gülmekten daha aşağı derecede gülerdi. Aşın derecede bir İşi beğendiğinde nadiren büyük azı dişleri görülünceye kadar da güldüğü olurdu.

İlim adamları bu türden çokça gülmeyi mekruh görmüşlerdir. Nitekim Lukman oğluna şöyle demiştir: Oğulcağızım! Çokça gülmekten sakın, çünkü o kalbi söndürür.

Bu ifade Ebû Zerr ve başkaları yoluyla merfu bir hadis olarak da nakledilmiştir. el-Heysem i, Mecmau'z-Zevâid, IV, 216Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Sa'd (radıyallahü anh) sözü edilen adama ok atıp, isabet ettirince azı dişleri görününceye kadar güldü. Buna sebeb ise adamın avretinin açılması değil, isabet alması dolayısıyla sevinmesi idi. Çünkü Peygamber böyle bir şeye gülmekten münezzehtir.

6- Hayvanların Akılları ve Kavrayışları:

İlim adamlarına göre bütün hayvanların kavrayışları ve akılları vardır. Bunda görüş ayrılığı yoktur. Şâfiî de: Güvercin kuşların en akıllılarıdır, demiştir. İbn Atiyye dedi ki; Karınca da uyanık, güçlü, koku alma duyusu son derece kuvvetli, bir takım şeyleri saklayan, yuvalar yapan, yeşermesin diye taneyi iki parçaya, kişnişi dördü bölen bir hayvandır. Çünkü kişniş iki parçaya bölündü mü yeşerir. Bir yıl boyunca topladıklarının yarısını yer, geri kalanını ise yedek olarak bırakır.

İbnu'l-Arabî der ki: bize göre bu özel ilimlerdendir. Karınca ise yüce Allah'ın onun yaratılışında verdiği özellikleriyle bunları kavrayabilmiştir. Üstad Ebû'l-Muzaffer Şah Nûr el-İsferayinî der ki: Hayvanların, alemin ve yaratılmışların hadis olduklarını(sonradan yaratılmış olduklarını) ve yüce Allah'ın vahdaniyetini idrak etmeleri de uzak bir ihtimal değildir. Şu kadar var ki; biz onların dillerini anlayamadığımız gibi, onlar da bizim dilimizi anlamazlar. Bizim bu hayvanların peşinden koşmamız, onların da bizden kaçmalarına gelince; bu da cinslerin ayrılıklarının bir gereğidir.

"Rabbim bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetine şükür etmeyi İlham et!" Buyrukdaki; (........) mastar manası verir.(........) da

"bana bunu ilham et" demektir. Aslıda; den gelmektedir. O: Seni gazaplandıran işlerden beni uzak tut, demiş gibidir.

Muhammed b. İshak dedi ki: Kitap ehlinin iddiasına göre Süleyman'ın annesi yüce Allah'ın Dâvûd(aleyhisselâm)'ı kendisiyle imtihan ettiği Orya denilen (kumandanının) hanımı idi. Yahutta kocası vefat ettikten sonra Dâvûd (aleyhisselâm) onunla evlenmiş ve ona Süleyman (aleyhisselâm)'ı doğurmuştu. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Sa'd Sûresi'nde (38/21-25. âyetler, 18. başlıkta) gelecektir.

"Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat!" İbn Zeyd'den rivâyete göre beni onlarla birlikte kıl, demektir. Manası: Beni de salih kullarının arasına kat, demek olduğu da söylenmiştir.(Mealdeki gibi).

20

Bir de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyorum, Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?

Bu âyete dair açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Süleyman'ın Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:

"Bir de kuşları araştırdı" âyeti ile yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı söz konusu etmektedir.

"(........): Araştırmak, gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bulmak istemek" demektir. Tayr(kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili dır. Burada kuşlardan kasıt, kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge yaparlardı.

Süleyman (aleyhisselâm)’ın kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesime göre bu yönelim işlerine gösterilen itinanın ve yönetim işlerinin herbirisine gereken ihtİmâmı göstermenin bir gereğidir. Âyetin zahirinden de anlaşılan budur.

Bir başka kesimin görüşü de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebebi, hüdhüd kuşunun kaybolması üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güneşin nereden girdiğini tesbit etmiş olacaktı.

Abdullah b. Selam da dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm) su bulunmayan bir yerde konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dışını da görürdü. Süleyman'a da suyun nerede bulunduğunu haber verirdi. Daha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyunun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Selam'dan gelen rivâyete göre İbn Abbâs yapmıştır.

Ebû Miclez dedi ki; İbn Abbâs, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen Kur'ân okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince,İbn Abbâs: Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve suyun ne kadar derinlikte olduğunu -ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu. Hüdhüd ise diğer kuşlar arasından bunu bilebîliyordu, onu araştırmasının sebebi budur.

en-Nekkaş'ın kitabında da şöyle denilmektedir; Hüdhüd mühendis idi.

Rivâyete göre Nafî' b. el-Ezrak, İbn Abbâs'ın hüdhüd ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey (delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir?İbn Abbâs ona; Kader geldi mi göz kör olur, diye cevap verdi.

Mücahid dedi ki:İbn Abbâs'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? diye soruldu, şu cevabı verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu, Hüdhüd ise bunu bitebiliyordu, ona sormak istedi.

Mücahid dedi ki: Küçük çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Nasıl bunları bulabilir?İbn Abbâs dedi ki: Kader geldi mi göz kor olur.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Kur'ân'ı iyice bilen bir kimseden başka böyle bir cevap veremez.

Derim ki: Bu cevabı daha önceden de belirttiğimiz gibi hüdhüdün kendisi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir şiir söylenmiştir:

"Yüce Allah bir kişi hakkında bir işi murad ederse,

Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi olsa dahi,

Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri,

Kaderin hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsa,

Yüce Allah onun kulaklarını, aklını kapatır.

Ve aklını kafasından kılın çekilmesi gibi sıyırır, çeker,

Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi

İbret alsın diye aklını ona geri verir,"

el-Kelbî dedi ki: Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu almıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- Yöneticinin Yönettiklerinin İşleri İle İlgilenmesi:

Bu âyet-i kerimede İmâmın (İslâm devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün durumu Süleyman (aleyhisselâm)'a gizli kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünülür?Yüce Allah Ömer (radıyallahü anh)'a rahmetini İhsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında bir kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır. Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yönettiklerinin zayi olduğu, çobanların kaybolduğu bir yönetici hakkında ne düşünürsünüz?

Sahih'teki rivâyete göre Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattâb, Şam'a gitmek üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde ordu kumandanları onu karşılamaya geldi: Ebû Ubeyde ve arkadaşlan, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini verdiler... İlim adamlarımız dediler ki:Ömer(radıyallahü anh)'ın Şam'a gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol ettiğine işaret vardır). -Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'ân, sünnet, yöneticinin yönettiği kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğrudan kendisinin yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapmasına açıkça delalet etmekte ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İbnu’l-Mübarek'in Allah'ın rahmetine nâil olmasını dileriz:

"Zaten dîni kim bozdu ki hükümdarlardan,

Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?"

3- "Hüdhüdü Neden Göremiyorum?"

Yüce Allah'ın Neden hüdhüdü göremiyorum" âyeti "Hüdhüde ne oldu ki ben onu göremiyorum?" anlamındadır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb (ifadelerin yer değiştirmesi) kabilindendir. Yine bir kimsenin diğerine; "Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var (kederlisin)" demeye benzer.

Hüdhüd bilinen bir kuştur. Onun sesine de hedhede denilir.

İbn Atiyye der ki: Bu ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat Süleyman (aleyhisselâm) hüdhüdün kayboluşunun gereği olan onu görmeyişini esas alarak, bu gereklilik konusunda kendisine bilgi verilmesi için soru sorma cihetine gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz(veciz) konuşmaktır. Onun "Neden... um?" şeklindeki sorusu; edatının soru cümlesinin başında ayrıca gelmesi gereken) elif(soru hemzesi)nin yerini tutmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Süleyman (aleyhisselâm): "Neden hüdhüdü göremiyorum" derken, kendisinin halini gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini, mahlukatın emrine müsahhar kılındığını biliyordu. İşte şükür etme gereği onun itaatkâr olmasını, adaleti de sürekli kılmasını gerektirmişti, Hüdhüd nimetini bulamayınca şükür bakımından bir kusur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan kendi halini araştırmaya koyuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum" dedi.

İbnu'l-Arabî der ki: Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yaptıkları budur, onlar da kendi amellerini araştırırlar. Bu ise adab ile alakalı hususlarda böyle olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu hareket ederken, ne yapmalıyız?

İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Âsım, el-Kisaî, Hişam ve Eyyub "neden... um" anlamındaki soruyu; şeklinde 'ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şekilde Yâsîn Sûresi'nde:

"Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek mişim?" (Yâsîn, 36/22) âyetinde de böyle okumuşlardır. AncakHamza ile Yakub bunu sakin okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat âlimleri ile Ebû Amr ise Yâsîn Sûresi'ndekini üstün ile bunu ise sakin (yani harfi med olarak) okumuşlardır.

Ebû Amr dedi ki: Çünkü bu Neml Sûresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğeri ise intifa(nefyetmek)dir. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "(........): Dedi ki: Neden... um?" diye okumuştur. Ebû Cafer en-Nehhâs: Bazıları mübteda olan ile kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasında fark gözetmek istemişlerdir. Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Buradaki "ya" nefs-i miitekellim "ya"sidir. Araplar arasından bunu üstün ile okuyanlar olduğu gibi, sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat âlimleri her iki şekilde de okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyleyiş ise onun meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harftir. Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık edilmemiş olur.

"Yoksa o kayıplara karışanlardan mı oldu?" âyetindeki;

"Yoksa"; "(Hayır)" anlamındadır.

21

"Ben onu elbette ya şiddetli bir azâb ile azaplandırırımveya muhakkak onu kestiririmya da bana apaçık bir delil getirir."

4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:

Yüce Allah’ın:

"Ben onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm..." âyeti uygulanacak olan cezanın bedene göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte cezalandırılacak olan şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumuşaklık gösterilebilir.

İbn Abbâs,Mücahid ve İbn Cüreyc'den rivâyete göre onun kuşu azaplandırması tüyünü yolması suretinde idi İbn Cüreyc de tüyünün tamamen yolunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman da kanatlarının yolunması diye açıklamıştır.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu ihlal eden tulumu dolayısıyla Hüdhüdü cezalandırmak istemişti. Yüce Allah hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı mubah kıldığı gibi ona da bunu mubah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Nevâdiru'l-Usul'de (et-Tirmizîel-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Humeyd Ebû'r-Rabi' el-İyadî anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfî'den anlattı, el-Huseyn, ez-Zübeyr b. el-Hırrîd'den, o İkrime'den naklen dedi ki:Yüce Allah'ın, Süleyman'ın hüdhüde vermek istediği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına karşı itaatkâr olmasından dolayı idi. İleride de gelecektir.

Yine denildiğine göre, hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı kimselerle birlikte bulunmaktır.

Bir diğer açıklamaya göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet etmek zorunda bırakacağım anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese koyacağım, bir başka açıklama: Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bırakacaktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin birlikte olmaya alıştığı kimseleri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler.

"Ben onu ya şiddetli bir azâb ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm..."âyetinde fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir "nun" ya şeddeli veya seddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir. Ebû Halim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azâb ile azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa bu da caizdir.

"Ya da bana apaçık bir delil getirir" âyetindeki

"Bana... getirir" lâfzındaki lâm, lâm-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün yapacağı bir iş için kasem etmez. Ancak bu âyet "Onu elbette... azaplandırırım'ın akabinde geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin câiz olduğu hususlardandır- sonraki bu fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadeceİbn Kesîr "bana... getirir" anlamındaki fiili, iki "nûn" ile; diye okumuştur.

22

Çok eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim.

5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd:

"Çok eğlenmeden geldi" âyetinde kasıt hüdhüddür. Kıraat âlimlerinin büyük çoğunluğu; "(.......): Geç...ti", fiilinin "kep harfini ötreli okumuşlardır. Yalnızca Âsım bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı ı:vakit geçirdi, kaldı" şeklindedir. Sîbeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır, kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur, oturmak" gibidir, şekli ise benzer.

Başkaları da şöyle demektedir: Bunun üstün okunması yüce Allah'ın:

"Kalıcılar" (el-Kehf, 18/3) âyeti dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu den gelmektedir. "Kaldı, kalır" denilir ism-i faili de; diye getir, kullanımı, gibidir. İsm-i faili şeklinde, gibi gelir. (.........)'den ism-i fail ise şeklinde gelir. "Ekşidi, ekşir" fiilinin ism-i failinin şeklinde gelmesi gibi.

"Çok eğlenmeden geldi" deki zamirin Süleyman (aleyhisselâm)'a ait olma ihtimali vardır. Anlamı şöyle olur: Süleyman(aleyhisselâm) kuştan araştırıp tehdidinde bulunduktan sonra aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Buradaki zamirin hüdhüde ait olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli İhtimal budur, daha sonra da hüdhüd gelip;

"Senin bilmediğin şeyi ben gördüm"dedi. Bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.

6- Hüdhüdün Getirdiği Haber:

Yani ben senin bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir.

el-Ferrâ' "Gördüm" fiilinin "te" ve "ti" harfleri birbirine idgam edilerek; diye okunduğunu naklettiği gibi "ti" harfi, te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; diye okunduğunu da nakletmiştir.

7- Sebe' İle İlgili Gelen Haber:

"Ve Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" âyeti ile onun Süleyman(aleyhisselâm)'a bilmediği şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süleyman (aleyhisselâm)'ın kendisini tehdit etmiş olduğu azâb ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhûr

"Sebe’" kelimesini; şeklinde tenvinli olarak munsarıf bir kelime gibi okumuştur.İbn Kesîr ve Ebû Amr ise munsarıf olmayan bir kelime olarak, hemzeyi üstünle; diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göredir. Şairin şu mısraı da buna göredir:

"Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teyinlilerin,

Boyunlarında iz bırakmıştır, camışların derileri."

ez-Zeccâc, Sebe'in bir adam ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiştir: Sebe', Yemen'in Me'rib denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir şehirdir,

Derim ki: el-Gaznevî'nin "Uyunu'l-Meanî" adlı eserinde üç millik mesafe denilmektedir. Katâde ve es-Süddî dedi ki: Oraya oniki peygamber gönderilmiştir.

(ez-Zeccâc, görüşüne delil olarak) en-Nâbiğa el-Ca'dî'nin şu beyitini zikretmektedir:

"Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den,

Onların selinin önünde Arim'i (seddi) bina ettiklerinde,"

(ez-Zeccâc devamla) dedi ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler. Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunluğu teşkil ederler- buranın bir şehir ismi olması dolayısıyla müzekker ismi verilmiş, müzekker bir yer kabul ederler.

Sebe'in şehire ad olarak verilen bir kadın ismi olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bunun bir erkek ismi olduğudur.Tirmizî nin kitabında(Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradî'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği ve yüce Allah'ın izniyle(Sebe', 34/15- ayetin tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şekildedir.

İbn Atiyye dedi ki:ez-Zeccâc bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigüzel açıklamalarda bulunmuştur. el-Ferrâ''nın iddiasına göre de er-Ruâsî, Ebû Amr b. el-Alâ'ya, Sebe'e dair soru sormuş, o da ben onun ne olduğunu bilmiyorum, demiş.

en-Nehhâs dedi ki:el-Ferrâ', Ebû Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meghul olduğu için bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek olursa gayr-ı munsarıf olur.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Ebû Amr gibi birisi böyle bir söz söylemez. er-Ruâsî den yapılan nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayr-ı munsarıf kabul ettiğine dair de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul ettiğine delil teşkil etmez. Aksine hak bunun dı-ı eladır. Bu durumda eğer onu bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde aslolan munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir ek sebep dolayısıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun açıklamalar naklettikten sonra sonunda şunları söyler: Sebe' hakkında kabul edilen görüş bu hususta gelen rivâyet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir adam ismi olduğudur. Eğer bunu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta olan birisinin ismi olduğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile ismi olarak kabul ederiz. Şu kadar var ki Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki delili de kat'îdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira aslolan ve daha hafif olan da odur.

8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:

Ben Senin Bilmediğini Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu âyet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin hocaya -kesinlikle bu hususu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey biliyorum diyebileceğine delil vardır.

İşte Ömer b. el-Hattâb(radıyallahü anh) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin istendikten sonra cevap alınmazsa, geri dönülebileceğini bitmiyordu. Teyemmümü Ammar ve başkaları biliyordu. HalbukiÖmer ve İbn Mes'ûd bu konuda bilgileri etraflı olmadığından cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı.

İbn Abbâs ay hali olan kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bildiği halde,Ömer de, Zeyd b. Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimsenin başını yıkayabileceğini İbn Abbâs bilmekle birlikte el-Misver b. Mahreme bunu bilmiyordu. Bunun benzeri daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç