14Ve nefisleri yakîn hasıl ettiği halde mücerred zulm-ü kibirden onlara cehudluk ettiler, fakat bak o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu? (.......) sonra bak o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu? - Yukarıda geçtiği ve Sûre-i Kasasta da geleceği vechile batırıldılar, mel'un oldular, işte bu müsfid zalimlerin uğradıkları akıbet bu günkü zalimlerin uğrıyacağı inkılâb için de bir misali ıbrettir. Zira Musâya öyle bir ateş hissettirerek her şeyden geçirip o kelâmını söyliyen ve o mu'cizelerle risalet verip Fir'avn ve kavmına gönderen o azîz hakîm Allah rabbül'âlemînin ledünnünden veriliyor bu Kur’ân, bu ledünnünî ılm-ü hikmetten diğer bir misal ile mü'minlere olan tebşirâttan bir nümune de şudur: 15Şanım hakkı için Davûda ve Süleymana bir ılim verdik, ikisi de hamd o Allah’a ki,, dediler: bizi mü'min kullarından bir çoğunun üzerine tafdıyl buyurdu (.......) Kur’ân’ın alîm bir hakîm ledünnünden verildiği tefrıyk için iyrad buyurulan ikinci kıssa olup müfsidlerin zulm-ü inkâr ile uğradıkları fena akıbetlerine mukabil muslihlerin ılm-ü fazıletle irdikleri harikul'âde muvaffakıyyetlere misal ve Enbiyanın mu'cizesi zımnında Evliyanın kerametine bir nümune gösteriyor. Acaib olan mazmununun tahkıkına ı'tina için de bilhassa kasem ile başlanmıştır. Ya'ni şani ülûhiyyetime kasem ederim ki, Davud ile Süleymana (.......) bir ılim verdik (.......) mantukunca mülk ve hükûmet ile meşhur ve mümtaz olan Davud ve Süleyman aleyhimesselâma verilen fadlı ilâhî cümlesinden evvelemirde yalnız ılmin zikrolunması ılmin şan-ü ehemmiyyeti hepsinden yüksek olmasındandır. «Ilmen» de tenkır bunun fevkal'âde bir ılmolduğunu iş'ar içindir. Şehristanînin Milel-ü nihaldeki beyanı vechile tarihin şehadetine nazaran Anadolu ve Yunanîlerde Felsefenin zuhuru Süleyman aleyhisselâm zamanında parlayan ılm-ü hikmetin in'ıkâsından olmuştur. (.......) İkisi de dediler: (.......) hamd, yalnız o Allah’ındır ki, fadliyle bize mü'min kullarının bir çoğundan fazla fazılet verdi -ya'ni mülk ü devletle değil, fadl ü fazıletle mütehassis olarak tahdîsi ni'met ettiler ve nâil oldukları fadl-ü fazıleti, Hukûmet ve Devleti Allahdan bildiler ve ondan dolayı medh-u ta'zîm ile hamd-ü senâ ancak onu veren Allah’ın hakkı ve Hukûmet-ü hâkimiyyet münhasıran onun şanı olduğunu bilerek hareket ve şükrünü iyfaya gayret eylediler. Ki, bu onlara verilen ılmin asârından biri oluyordu. Fir'avn Hukûmetine tekabül eden fazıletkâr bir Hukûmetin ruhunu gösteren bu (.......) fıkrasının derin zevkını duyabilenler ne mes'uddurlar. Allahü teâlâ o zâlim, cehûd, mağrur, müfsid Fir'avn Hukûmetini batırdıktan sonra Davud ve Süleymana verdiği ılm ile böyle Allah’ı bilip hamdeden bir Hukûmet fadıla yetiştirmişti. 16Ve Süleyman Davûda varis olup ey nâs, didi: bize mantıkuttayr (kuş dili) ta'lim buyuruldu, hem bize her şeyden verildi, şübhesiz ki, bu her halde o fazlı mübîn (.......) Hem Süleyman, Davuda vâris oldu - onun makamına kaim oldu (.......)Peygamberler altın ve gümüş mirası bırakmadılar, ancak ılim, miras bıraktılar» Hadîs-i şerifi mantukunca bu miras, mal mirası değil (.......) buyurulduğu üzere nâs beyninde hakk ile icrayi ahkâm etmek hususunda makamına geçmek,ya'ni zikrolunan ılm-ü fadılda, nübüvvet-ü mülk ve siyasette yerini tutmaktır ki, bu makama Hazret-i Davudun on dokuz oğlundan Süleyman aleyhisselâm geçti(.......) ve - Allah’ın ni'metini mu'cizatı tasdık için halkı da'vet etmek üzere (.......) ey, insanlar dedi (.......) bize mantıkı tayr öğretildi - mantıkuttayr, kuş mantıkı, yâhud kuş dili. MANTIK, esasen nutuk demektir. Maamafih mantıkın men'şei olan kuvvei ruhiyyede ıstılâh olmuştur. Ma'ruf olan nutk ise zamirdekini ifade için seslenilen ve ekserisi dil ile çıkarıldığından dolayı dil, lisan ve lügat dahi denilen müfred ve mürekkeb elfazı mev'zuadır. Ve (.......) misdakınca insana mahsustur. Nutukta delâleti akliyye veya tabiıyye dahi bulunabilse de asıl olan delâleti vaz'ıyyedir.(Konventionel). Onun için delâleti vaz'ıyyesi bulunmıyan bir sesle tabiî ve aklî bir münasebetle bir ma'nâ ifade edilecek olursa ona hakıkî olarak nutuk denmez. Demek ki, nutkun hakıkatinde biri cins biri fasıl iki vasfi bâriz vardır. Biri lâfız (velevbilkuvve), biri delâleti vaz'ıyye. Bu sebeble bu ikiden yalnız birisi mülâhaza olunarak teşbihen veya mecazen nutuk ta'bir olunduğu da çoktur. Meselâ hiç bir ses çıkarılmaksızın yazı ve saire gibi işarâtı mahsusa vaz'ıyle bir şey anlatmak bâtınî bir nutkun ifadesi olmak üzere mecazen nutuk addolunduğu gibi (.......) vaz'î bir delâleti bulunmıyan her hangi bir sesle seslenişe dahi aklî veya tabiî bir delâleti bulunmak veya mutlak sükûtun zıddı bir ses olmak hasebiyle teşbihen veya müşakele tarikıle nutuk ıtlak edildiği de vakı'dir. Meselâ güvercinin ötmesine(.......) ûdün çalmasına(.......) denilmiştir. Şu halde nutuk mefhumunda en ehemmiyyetli rükün, ma'nâya delâlet olmak haysiyyetiyle mühmel olan sesler bertaraf olunup delâletin vaz'ıyyeti kaydinden dahi sarfı nazar edilir de gerek vaz'î, gerek aklî, gerek tabiî her hangi bir delâletle bir ma'nâ iş'ar edebilen sesler mülâhaza olunursa nutkun insana mahsus olmıyan bir mefhumu elde edilmiş olur ki, işte mantıkuttayrda da mülâhaza olunacak ma'nâ budur. Binaenaleyh kuşun muhtelif hisleri arasındaki münasebatı idare eden hassasiyyet kuvvesi kuş mantıkı ve hislerini izhar için çıkardığı sesler de kuş dili demek olur. Meselâ horozun yem aramak için deşinmesinde bir mantık vardır. Yemi bulduğu zaman «dık, dık» diye tavukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir. Gerek kuşların ve gerek sâir hayvanların böyle sesleriyle yekdiğerine bir şeyler tanıttıklarında şübhe yoktur. Lâkin bu ma'nâca kuş dilini bir dereceye kadar her kesin anlayabileceğine nazaran Hazret-i Süleymanın mu'cizesinde daha derin bir ma'nâ ile anlaşılmak lâzım gelmez mi diye bir suâl hatıra gelir. Bundan dolayı müşarünileyhe mu'cize olarak kuşlar bervechi âtî hüdhüdün söylediği gibi hakıkaten kelâm söylediler demişler, netekim Resulullaha ağaçlar taşlar söylemişti, fakat bu ma'nâca da Süleymana kuş dili değil, kuşa insan dili bildirilmiş olur. Halbu ki,(.......) buyurulmuştur. Binaenaleyh ehemmiyyet kuşun söylemesinden ziyade Süleymanın anlamasında ve anlayışının derinliğindedir. Hem de Kur’ân’ın ta'birine nazaran sâde kuşun dilinde, lügatinde değil, mantıkındadır. O yalnız kuşların sesleri veya hareketleri ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor o hisleri idare eden mantıkı, ledünniyyatı biliyordu. Bu suretle onların terennümatındaki tesbihat ve takdisatı anladığı gibi onları zabt-u idare ederek teşkilâtı mahsusasiyle ordusunda istıhdam da ediyordu, cüz'iyyati eşyaya tealluk eden ihsasat, mantıkın mebadii zaruriyyesinden olduğu cihetle hissiyyatın nazariyyat ile irilemiyen zarurî bir mantıkı vardır. Tesavvuratı külliyyenin teşekkül etmesi için cüz'îden cüz'îye intikal (temsil) bu mantıkla başlar. İdare ve siyaset adamlarının umurı cüz'iyyeye müteallık reiylerde isabet edebilmeleri bu mantıkın fıtratlarında ki, kuvvetiyle mütenasib olur. Kuşların elfazı amme vaz' edebilecek tesavvurati külliyyeye malik olduklarını bilmiyor isek de hassasiyyetlerinin yüksekliği ma'lûmdur. Kuşun mahiyyeti yüksek bir hassasiyyetle uçmak hasletini tecelli ettiren bir hayat mefhumundadır. Bunun için «mantıkuttayr» ta'liminden bizim zihnimize tebâdür eden ma'nâ, kuşların hissiyyatındaki münasebatı sezecek kadar derin ve uzaklardaki cüziyyata nüfuz edecek kadar yüksek bir his ve idrâk ile beraber ayni zamanda kuşların tabiati olan tayeranın ılmi dahi öğretilmiş olmasıdır. Filhakıka(.......) ve (.......) buyurulduğu üzere hevanın müşarünileyh emrine müsahhar olması bu ılmile alâkadar olduğu gibi tarfetül'aynde bir tahtın getirilivermesi kazıyyesindeki (.......) da bu ılmolmak gerektir. Hasılı mantıkı tayrde kuş dilinden ziyade bir mazmun vardır.(.......) diyen Keşfül'esrar sahibile beraber biz de buna meşhur olduğu üzere yalnız «kuş dili» demeyi kâfi görmeyip Kur’ân’ın lâfzını muhafaza ederek kuş mantıkı demeyi tercih ediyoruz. Süleymanaleyhisselâm (.......) demekle Nübüvvetini anlatmış olduğu gibi mülkünü anlatarak da şöyle demiştir: (.......) ve bize her şeyden verildi - her şey değil, her şeyden - müfessirîn bu ta'birin kesretten kinaye olduğunu söylüyorlar, bununla Devlette servetin ehemmiyyetine işaret olunmuştur. (.......) Şübhesiz ki, bu - mezkûr öğretilen ılmile verilen servet(.......) her halde o fadlı mübîndir. - Allahü teâlânın hamd-ü senaya lâyık olan ve mü'min kullarından bir çoğuna bile nasîb olmamış bulunan o açık fadl-ü ihsanıdır ki, bunun şükrünü eda etmek için ıbadullahı bu ni'metten istifadeye da'vet etmek bir vazife teşkil eder. 17Hem Süleymana Cinn-ü İns ve tuyurdan orduları toplandı, hep bunlar zabt-u idare olunuyorlardı (.......) HAŞİR; esasen halkı yerlerinden çıkararak nefîri amm suretinde celb-ü ıhzar edip bir yere toplamaktır. Bunun için kesret ve izdiham ifade eder. Maamafih mutlaka toplamak ma'nâsına da gelir. Bu surette hazarî vaz'ıyyeti de ifade edebilirse de asker toplanmanın seferberliği ifade etmesi daha zâhirdir. Sözün gidişi de bunu anlatıyor. (.......) Cinn-ü İns ve Tayrden askerleri toplanmıştı - Sûre-i En'amda (.......) tefsirine bak (.......) da hep bunlar baştan âhire zabt ve mertebelerine göre zâbıtlarıyle sevk-u idare olunuyorlardı 18Hattâ karınca deresi üzerine vardıklarında bir karınca şöyle dedi: ey karıncalar, haydin meskenlerinize girin, Süleyman ve ordusu sizi farketmiyerek kırıp geçirmesin (.......) hatta karınca vâdîsi üzerine vardıklarında - hattâ ibtidaiyyedir. Bir kelâmın başladığını göstermekle beraber ayni zemanda onun evvelki kelâma bir nihayet de olduğunu gösterir. Hayli gittiler hattâ Vâdîi neml üzerine vardılar demek olur. «Üzerine» denilmesi de inmek üzere yüksekten geldiğini iş'ar eder. Vâdîi neml Şamda veya Taifde veya Yemende karıncası çok derenin ismi olduğu söyleniyor. Maamafih Karınca vadisi, karınca sahası gibi küçük hayvanat alemini tebadür ettiriyor. Karınca, küçük hayvanatta mesel olageldiği gibi kanatlı kısmı bulunmak i'tibariyle uçanlar cümlesindendir. Ve burada bu münasebetle zikr olunduğu söylenmiştir. Bu i'tibar ile hattâ, mantıkı tayre vukufun da bir gayesini ifade etmiş oluyor. Karıncalar bir çok hayvanat meraklıları tarafından tedkık olunmuş ve bir çok garaib, hikâye olunmuştur. Cem'ıyyetle yaşadıkları herkesin ma'lûmu olduğu gibi kuvvetleri ve mesâıyleri de ma'lûmdur. Kumanda ile hareket ettikleri ve yekdiğerine tebliğat yaptıkları ve postacıları ve müfettişleri bulunduğu kayd edilmiştir. Nasıl söylediklerini bilemezsek de her halde bir şey anlattıklarını biliyoruz. Burada şunu kayd edelim; karıncaları tedkık eden bir mütehassıs yuvalarının önüne bir şeker koyuyor, bir takımları bunu haber alıp yemeğe başlıyorlar, derken şekerin üzerine biraz arakı döküyor, bir kısmı kaçıyor bir kısmı yiyor, serhoş oluyor, kaçanlara da yiyenlere de birer boya ile işaret ediyor, kaçanlar yuvaya haber veriyorlar, bir müddet sonra bir galebelikle gelip serhoş olanları öldürüyorlar. (.......) Bir karınca dedi ki, - hem (.......) denilmesine nazaran dişi bir karınca (.......) ey karıncalar giriniz meskenlerinize - yerlerinize çekilin yoldan(.......) sakının Süleyman ve askerleri şuurları olmıyarak sizi kırmasınlar ya'ni bile bile bir karıncaya sebebsiz öldürmezler amma farkında olmazlar da kırar geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmağa sebeb olmayın diye edeb-ü nezahet dairesinde hakîmâne bir surette ma'ıyyetini korudu ki, burada ince bir karınca siyaseti vardır. Fahruddîni Razî der ki, ba'zı kitablarda gördüğüme göre o karıncanın diğerlerine duhulü emretmesi şunun içindir ki, kavmı, Süleyman aleyhisselâmın celâletini görürler de Allahü teâlânın kendilerine olan ni'meti hakkında küfrana düşerler diye korktu «sakının sizi kırmasınlar» demekten muradı bu idi,ya'ni kuvvei ma'neviyyenin kırılması idi. Bu suretle bunda erbabı Dünya ile oturup kalkmanın mahzuruna bir tenbih vardır. 19O da bunun sözünden gülercesine tebessüm etti de ya rabb! Dedi: beni nefsime zâbıt kıl ki, bana ve valideynime in'am buyurduğun ni'metine şükredeyim ve razı olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle salih kulların miyanına idhal buyur (.......) Binaenaleyh onun sözünden gülercesine tebessüm etti - karıncanın kavmı hakkındaki tedbir ve siyaseti ve kendi askeri hakkındaki husni nazarı hoşuna gitti. Ve ihtimal ki, bir karıncanın bunları makamı medihte şuursuzlukla ma'zur görmesi de tuhafina geldi. Ve onun bütün bu duygularını Allahü teâlânın kendisine bildirmesinden de memnuniyyetle mütehasssis oldu da(.......) dedi: (.......) böyle duâ etti: rabbından iki şey istedi. Evvelâ kendini nefsine bırakmayıp doğrudan doğru idare ederek nefsine vâz-ü zâbıt kılmasını istedi, ve bunda bilhassa iki maksad gözetti: birisi (.......) diye gerek kendini ve gerek vâlideynine olan ni'meti sabikaya şükür, diğeri de(.......) diye âtî için rızaya muvafık olacak vechile iyi hizmetler yapmağa muvaffak olmak, ki, bunun ikisi Dünyada Âhıret sevabının vesilesini taleb, ikincisi de(.......) salih kulların içinde rahmetine idhal buyur - diye Âhıret sevabının kendisidir. Burada salâhtan murad, salâhı kâmildir ki, hiç bir günah lekesi olmıyarak rahmeti rahmâna kavuşmaktır. Saltanat tecelliyatının harikaengiz bir deminde Hazret-i Süleymanın bu duâsı ile ibraz ettiği kudsî ruh fazılet hislerinin pîşvası olmak lâzım gelen. Devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar verecek dersleri ihtivâ eder. Öyle dedi 20Bir de kuşları teftiş etti de bana dedi: ne oluyor hüdhüdü görmüyorum? Yoksa gaiblere mi karıştı? (.......) ve tayrı(kuşları yâhud uçar kuvvetleri) teftiş etti - demek ki, cüz'iyyatına varıncaya kadar Devletin kuvvetlerini ve umurunu teftiş ve tetkık etmek Devlet adamının vazıfesidir. Araştırdı (.......) da neye dedi: ben hüdhüdü görmüyorum? - Kamus tercemesinde der ki, «hüdhüd» (.......) ların zammile mutlaka karkara eden, ya'ni elhan ve negamat ile öten kuşa denir. Ve hassaten ma'ruf kuşun ismidir ki, çavuş kuşu ve ibibik ta'bir ettikleridir. «Hedhede» den me'huzdur kemâ seyüzker. «Ve ana «hüdehid» dahi denir ulebıt vezninde. Ve hüdahid denir ulabıt vezninde ve hüdhüd kesirül'hedhede olan güvercin kuşuna dahi denir. (.......) Demek ki, çavuş kuşunda isim, diğerlerinde vasıftır. Müfessirîn, ma'ruf olan çavuş kuşu ile tefsir etmişler. Âlûsî şöyle der: ma'ruf kokar kuş ki, denildiğine göre kan yer ve Demîrînin zikrettiği vechile Ebül'ahbar ve Ebürrebi' ve Ebû sümame ve sair künyelerle künyelenir. Ba'zıları mısraında hüdâhid, hüdhüdün tasgıyri olduğuna kail olmuşlardır. Düveybbe ve şüveybbede ve şüvabbe gibi. (.......) Kâdî Beydâvînin naklettiği vechile rivayet olunuyor ki, Süleyman aleyhisselâm Beyti makdisin binasını itmam edince hacc için hazırlanıp Haremi şerife gitti, burada dilediği kadar ikamet ettikten sonra Yemene teveccüh etti. Sabahleyin Mekkeden çıkıp öğleyin San'aya vardı. Arazısi hoşuna gitti, oraya kondu fakat su bulamadı. Hüdhüd ise râidi (keşşafı) idi. Suyu iyi bulurdu, bunun üzerine araştırdı bulamadı, çünkü Süleyman aleyhisselâm indiği sırada o havada bir devir yapmış diğer bir hüdhüdün durduğunu görmüş yanına inmişti, ikisi anlaşmışlar, bunun üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş ba'dehu İkindiden sonra gelip anlatmıştı» Beyzavî bunu naklettikten sonra «Allahü teâlânın acâib kudretinde ve has kullarına bahşettiği hasaısta belki bundan daha büyük şeyler vardır. Onları tanıyanlar tasdık ve tebcil eyler, îman şanından olmıyan münkirler dahi inkâr ederler» diye bir ıhtar yapmıştır. Burada tayrın bir posta veya keşif tayyaresi gibi mülâhaza edilmesi de mümkindir. Tayyareyi idrâk eden zamanımız münkirlerinin bunları inkâr etmesi ise büsbütün ma'nâsızdır. 21Elbette ona şiddetli bir azâb ederim veya boynunu keserim,yâhud da bana her halde açık, kuvvetli bir bürhan getirir (.......) Bir sültanı mübîn ile - ya'ni ma'ziretini beyan eden açık ve kat'î bir huccet ve bürhan ile 22Derken bekledi çok geçmeden geldi, ben, dedi: senin ihata etmediğin bir şey ihata eyledim ve sana Sebe'den sağlam bir haber getirdim (.......) de dedi: ben senin ihata etmediğini ihata ettim - henüz varamadığın yere vardım, dolaştım keşfiyyatta bulundum. Sence tamam olmıyan ma'lûmatı etrafiyle kavradım. İyfa ettiği hizmetin zevkıle neş'enâk olan hüdhüdün bu suretle söze başlamasından Süleyman aleyhisselâma karşı min tarafillâh bir cilvei iykaz vardır. (.......) sana Sebe'den ehemmiyyetli, yakîn bir haber getirdim - bunda deri Devlete arz olunacak haberlerin iyi tahkık olunarak şübheden sâlim olması lüzumuna işaret vardır. SEBE', esasen bir hanedan veya kabîle ismi olup sonradan Yemende meskenleri olan Me'rib şehrine dahi ıtlak edilmiştir. Sebe' Sûresine bak. |