Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

353

 

024 - NÛR SÛRESİ

 

CÜZ :

18

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

32

İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer Fakir olurlarsa, Allah onları lütfundan zengin eder. Allah geniştir, hakkıyle bilendir.

"Bekârları evlendirin": Onlar eşleri olmayan erkekler ve kadınlardır. Recülün eyyimün vemreetün eyyimün, ve recülün ermilün vemreetün ermiletün, ve recülün bikrün vemreetün bikrün, denir, evlenmemişlerse. Vemreetün seyyibün ve recülün seyyibün denir, evlenmişlerse (dul).

"Kölelerinizden iyileri": Abd, ibad ve abîd denir, kelb, kilâb ve kelîb denildiği gibi. Hasen ile Muaz el - Kari,

"min abîdiküm” okumuşlardır.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Buradaki emir menduptur. Burada iyiliğin manası da imandır. İbad da kölelerdir.

Mana da şöyledir: Köle ve cariyelerinizden mü’min olanları evlendirin. Sonra hürlere dönüp şöyle dedi:

"Eğer fakir olurlarsa, Allah onları kendi lütfundan zengin eder": Onlara evlenmenin fakirliği kovacağını haber verdi.

33

Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah’ın, kendilerini lütfundan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin sahip oldukları kölelerden (azat olmak için) yazışmak isteyenlere, eğer onlarda bir hayır olduğunu bilirseniz, onlarla yazışın. Allah’ın size verdiği malından onlara verin. Genç cariyelerinizi, eğer namuslarını korumak isterlerse, dünya hayatının metaını istemeniz için fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından (o cariyeleri) çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

"Evlenme imkânı bulamayanlar iffetlerini korusunlar": Yani kim mehir ve nafaka gibi imkân bulamazsa, zinadan ve haramdan iffetini korusun, demektir. İbn Mes’ûd, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ey gençler, evlenin, kim de imkân bulamazsa, oruç tutsun, çünkü oruç onun için bir enemedir (hadım edilme).

"Yazışmak isteyenler": Yani ve köle ve cariyelerden yazışmak isteyenler

"onlarla yazışın":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, menduptur, bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: O, vaciptir, bunu da Atâ’ ile Amr b. Dinar, demişlerdir.

Müfessirler şöyle zikretmişler: Bu âyet Huveytıb b. Abdüluzza’nın Subeyh adında bir kölesi hakkında indi; efendisinden yazışmak istedi, o da kabul etmedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Huveytıb da onunla yüz dinara yazıştı, içinden onunu bağışladı.

"Eğer onlarda bir hayır bilirseniz":

Bunda da altı görüş vardır:

Birincisi: Onlarda mal olduğunu bilirseniz, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Atâ’ ve Dahhâk da böyle demişlerdir.

İkincisi: Onlarda bir çare yani kazanç bilirseniz. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Onlarda din olduğunu bilirseniz, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Onların bundan hayır istediğini bilirseniz, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Beşincisi: Namazı kılarlarsa, bunu da Ubeyde es - Selmani, demiştir.

Altıncısı: Onlarda doğruluk ve vefakârlık bilirseniz, bunu da İbrahim, demiştir.

"Onlara Allah’ın size verdiği malından verin":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, üzerlerine zekât farz olan zenginlere hitaptır, yazışan kölelere köle hissesinden vermeleri emredildi.

Atâ’ bu âyette İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: O köleler hissesi (fonu)dur, ondan yazışan kölelere verilir.

İkincisi: O, köle sahiplerine hitaptır, yazışan kölelerine bir şeyler vermeleri emredildi. Ahmed ile Şâfiî: Vermek vaciptir, demişlerdir. Ahmed onu yazışma bedelinin dörtte biriyle sınırlamıştır.

Şâfiî ise belli bir sınır yoktur, demiştir. Ebû Hanife ile Malik de: Vermek vacip değildir, demişlerdir. Rivayete göre Ömer b. Hattab’ın Ebû Ümeyye adında bir kölesi onunla yazıştı; va’desi gelince ona taksitini getirdi, o da: Ey Ebû Ümeyye, git bununla yazışman (bedelin) için yararlan, dedi (taksiti almadı, ikram etti). O da: Ey Mü’minlerin Emiri, bunu taksitlerin sonuna koysaydın, dedi. O da: Ey Ebû Ümeyye, o zamana çıkamayacağımdan korkuyorum, dedi, sonra da: Onlara

"Allah’ın size verdiği malından verin” âyetini okudu.

İkrime de: İslâm’da ilk yatırılan taksit bu idi, dedi.

"Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın": Müslim, Sahih’inde Ebû Süfyan’ın Cabir’den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: Abdullah b. Übey’in bir cariyesi vardı, ona: Git, fuhuş yap, bize ücret getir, derdi. Âyet bunun üzerine indi.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Onun Muaze ile Müseyke adlarında iki cariyesi vardı, onları zinaya zorlar ve onlardan vergi alırdı. Cahiliyette böyle yaparlardı, cariyelerini kiraya verirlerdi. İslâm gelince, Muaze, Müseyke’ye: İçinde bulunduğumuz bu durum eğer hayır ise onu çok yaptık, eğer şer ise onu bırakma zamanımız geldi, dedi. Âyet de bunun üzerine indi.

Mukâtil de şöyle demiştir: Abdullah b. Übey’in Muaze, Müseyke, Ümeyme, Kuteyle, Amre ve Erva adlarında altı cariyesi vardı. Feteyat: Cariyeler demektir. Biğa da: Zinadır. Tahassun ise: İffetini korumaktır.

"Eğer namuslarını korumak isterlerse"nin manasında dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Kelâm bir sebep üzerine söylenmiştir, o da zikrettiğimiz şeydir. Yasak o sebebi niteleyerek gelmiştir, yoksa bu, şart değildir.

İkincisi: Namusunu koruma istemek şunun için şart kılınmıştır; çünkü zorlama ancak koruma isteği olduğu zaman düşünülür. Eğer kadın namusunu korumak istemezse, tabiatıyla fuhuş yapar.

Üçüncüsü:

"İn” "iz” manasınadır, şuralarda olduğu gibi:

"Ve zeru ma bekıye miner riba in küntüm mü'minin” (Bakara: 278);

"veentümül a’levne in küntüm mü’minin” (Al-i İmran: 139).

Dördüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır, takdiri şöyledir: "Ve enkihul eyama... imaiküm in eredne tahassuna". Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın

"dünya metaını istemeniz için": O da kazançları ve doğurdukları çocukları satmadır.

"Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından çok bağışlayıcıdır” zorlanan cariyeleri

"çok merhamet edendir": İbn Abbâs, Ebû İmran el-Cevni ve Cafer b. Muhammed: Min ba’di ikrahihinne lehünne ğafurur rahim” okumuşlardır.

34

Yemin olsun, gerçekten size apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden bir misal ve müttakiler için bir öğüt indirdik.

"Ayatin mübeyyinatin": İbn Âmir, Ebû Bekir dışında Küfe halkı ve Eban, iki yerde de (Nûr: 34, 46 ve Talâk: 11) yenin kesresi ile okumuşlardır.

"Ve geçenlerden bir misal": Yani ey yalanlayanlar, onların hali de sizinkine benzer. Bu da öncekilerin başlarına gelen şeylerin bunların da başlarına gelmesiyle onları korkutmadır.

35

Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nurunun misali, içinde kandil bulunan duvarda bir oyuk (taka) gibidir. O kandilde cam (fanus) içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. (O kandil), ne doğulu ne de batılı olmayan, yağı, neredeyse ateş dokunmadan yanacak mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi çok iyi bilendir.

"Allah göklerin ve yerin nûrudur":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Göklerde ve yerdekilere hidayet edendir. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Enes b. Malik de böyle demiştir. Bu nurun lügattaki açıklaması ziya (ışık)tır. Gözlerin görmesini sağlayan odur. Nûr Allahü teâlâ'ya nisbet edilmiştir, çünkü mü’minlere hidayet eden ve onlara hidâyeti bulacakları şeyleri açıklayan O’dur. Mahlukat O’nun nûru ile yollarını bulurlar.

İkincisi: Gökleri ve yeri idare edendir, bunu da Mücâhid ile Zeccâc, demişlerdir. Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn Semeyfa, nun ile vavın fethi ve şeddesi, ranın da nasbi ile

"Allah nevvere", cer ile "semavati", nasb ile de

"elarda” okumuşlardır.

"Meselü nurihi":

“He” zamirinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’a râcîdir.

İbn Abbâs: Meselü hüdahu fi kalbil mü’mini (mü’minin kalbindeki hidâyetinin misali) demiştir.

İkincisi: O mü’mine râcîdir, takdiri şöyledir: Meselü nuril mü’mini. Bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. Übey ile İbn Mes’ûd:

"Meselü nuri men amene bihi” okurlardı.

Üçüncüsü: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu da Ka’b, demiştir.

Dördüncüsü: O, Kur’ân’a râcîdir, bunu da Süfyan, demiştir.

Mişkâta gelince, onda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, kandilin fitil konan hortum gibi yeridir. Mısbah ise: Işıktır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: O, kandildir, mısbah ise: Fitildir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: O, tavana yakın kapalı küçük penceredir. Mısbah da kandildir. Bunu Ka’b, demiştir. Ferrâ’ da böyle: Mişkat: Kapalı penceredir, demiştir.

İbn Kuteybe de: Mişkat: Habeş dilinde perceredir, demiştir.

Zeccâc da: O Arapça’dır, demiştir. Mısbah da: Kandildir. Cam fanusun zikredilmesi, şunun içindir; çünkü camın içindeki şey başkasından daha çok ışık verir. Ebû Recâ’ el - Utaridi ile İbn Ebi Able, ikisinde de ze’nin fethası ile "fi zecacetin ezzecacetü” okumuşlardır. Muaz el - Kari, Âsım el - Cahderi ve İbn Ya’mur, ikisinde de ze’nin kesri ile okumuşlardır. Bazı maani Âlimleri de, âyetin manası: Kemeseli mısbahin fi mişkatin, demişlerdir ki, maklub (yerleri değiştirilmiş) olur.

Dürriy: Ebû Amr, Kisâi ve Eban da Âsım’dan rivayet ederek meksur dal, şeddesiz ye, med ve hemze ile

"Dirriyün” okumuşlardır.

İbn Kuteybe de buna göre mana: O doğan yıldızlardan gelir, demiştir.

Zeccâc da: Deree yedreü’den gelir ki, yıldız kayıp ışığı artmaktır, demiştir. Tedareer recülani: İki adam itiştiler, demektir. Mufaddal da Âsım’dan dalın kesri, ye şeddeli, hemzesiz ve medsiz rivayet etmiştir.

Abdullah b. Ömer ile Zührî’nin kıraati da böyledir. İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir, Hafs da Âsım'dan rivayet ederek dalın zammı, ranın kesri, yenin şeddesi, medsiz ve hemzesiz

"dürriyyün” okumuşlardır. Osman b. Affan, İbn Abbâs ve Âsım el - Cahderi de dalın fethi, ranın kesri, medli ve hemzeli okumuşlardır.

Übey b. Ka’b, Said b. Müseyyeb ve Katâde, dalın fethi, ranın ve ya’nın şeddesi ile medsiz ve hemzesiz okumuşlardır.

İbn Mes’ûd, Said b. Cübeyr, İkrime, Katâde ve İbn Ya’mur, daim fethi, ranın kesri ile hemze-i maksura ile okumuşlardır.

Zeccâc da: Dürriy: Saflıkta ve güzellikte inciye benzer, demiştir.

Kisâi de: Dürriy’: İnciye benzer, dirriy': Akan, derriy’ de: Parlayan, demiştir.

Hamze, Ebû Bekir de Âsım’dan, Velid, Utbe’den, o da Amir’den rivayet ederek, dalın zammı, şeddesiz ye, medli hemze ile okumuşlardır.

Zeccâc: Nahivciler, bu izahı bilmezler, demiştir.

Ferrâ’ da: Bu, Arapça’da câiz değildir, demiştir. Çünkü dilde "fu'iyl” vezninde bir şey yoktur, ancak mürriyk vb. gibi birkaç yabancı kelime vardır. Ben de şeyhimiz dilci Ebû Mansur'dan şöyle okudum: Mürrik: Aspur demektir, yabancıdır, sonradan Arapçalaşmıştır. Arapların dilinde fu’iyl vezninde bir isim yoktur.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Sibeveyh, Ebû’l - Hattab’tan şöyle nakletmiştir: Kevkebün dürriy: Sıfattır, isimlerden de bu vezinde mürriyk vardır ki, o da aspur, demektir.

"Tevekkade": İbn Kesir ile Ebû Amr, meftuh te, şeddeli kaf ve mensûb dal ile okumuşlardır ki, kandili kastetmişlerdir; çünkü yanan odur. Nâfi, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek mazmum ye ve mazmum dal ile

"yukadu” okumuşlar, onlar da kandili kastetmişlerdir. Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, tenin ve dalın zammesiyle

"tukadu” okumuşlar ve camı kastetmişlerdir.

Zeccâc da: Maksat: Camın kandilidir, muzaf atılmıştır, demiştir.

"Min şeceretin": Yani Min zeyti şeceretin, demektir ki, muzaf atılmıştır. Bunu da

"yekâdu zeytüha yudıyü” kavli gösterir. Burada ağaçtan maksat zeytin ağacıdır. Bereketi de birkaç yöndendir: O, hem katık hem yağ hem de yakıttır. Zeytinin odunu yakılır, külü ile ibrişim yıkanır ve yağı çok kolay çıkarılır. Dalı da başından sonuna kadar yaprak verir. Burada başkası değil de sadece onun zikredilmesi, yağının daha saf ve daha çok aydınlatıcı olmasındandır.

"Ne doğulu ne de batılı değildir":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, ağaçlar arasında olduğu için yeşil ve tazedir, ona güneş değmez. Bunu da Übey b. Ka’b, demiştir. Bunu Said b. Cübeyr de İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: O çöldedir, ne dağ ne de mağara onu gölgelemez, onu hiçbir şey kapatmaz. Bu, yağı en kaliteli olandır. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid ile Zeccâc da böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: O, cennet ağacındandır, dünya ağacından değildir, bunu da Hasen, demiştir.

"Yağı neredeyse ışık verecek": Yani o kadar saftır ki, ateş değmeden de yanacak gibidir. "Nûr üstüne nûr":

Mücâhid: Ateş zeytinyağının üstündedir, demiştir. İbn Saib de: Kandil nûr, cam da nurdur, demiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de: Ateşin nûru, zeytinyağının nûru ve fanusun nûru, demiştir.

"Allah nuruna hidayet eder":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Kur’ân’ın nuruna.

İkincisi: îmanın nuruna.

Üçüncüsü: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in nuruna.

Dördüncüsü: İslâm dinine.

Bu teşbihteki benzeşme noktasına gelince, bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in nurunu ışık saçan kandile benzetmiştir. Buna göre mişkât Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in içidir, kandil de onun kalbindeki nurdur. Fanus da onun kalbidir. O, mübarek bir ağaçtandır; o da İbrahim aleyhisselam’dır. Ona mübarek ağaç, demiştir; çünkü peygamberlerin çoğu onun sulbünden gelmiştir. "Ne doğulu ne de batılı değildir": Ne Yahudidir ne de Hıristiyandır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de konuşmasa bile insanlar neredeyse onun peygamber olduğunu anlayacaklardır. Kurtubi de şöyle demiştir: Mişkat: İbrahim, Zücace: İsmail, Mıbsah da: Muhammed’dir. Allah hepsine salat ve selam etsin.

Dahhâk şöyle demiştir: Abdülmuttalib mişkâta, Abdullah fanusa, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de kandile benzetilmiştir.

İkincisi: Mü’minin kalbindeki iman nûru kandile benzetilmiştir, mişkât da kalbidir, kandil de ondaki iman nûrudur. Mişkât onun göğsü, kandil de: Göğsündeki Kur’ân ve imandır. Fanus da kalbidir, denilmiştir. Sanki ondaki Kur’ân ile iman bir ağaçtan tutuşan ve ışık saçan bir yıldızdır ki, o da ihlastır. Ondaki ihlas güneşin değmediği ağaç gibidir. O mü’min de öyledir ki, fitnelerin dokunmasından korunmuştur; eğer bir şey verilirse şükreder, eğer derde mübtela olursa, sabreder, eğer konuşursa doğru söyler ve eğer karar verirse adil verir. Buna göre mü’minin kalbi ona hidayet gelmeden de hidayetle amel eder; ona ilim gelince de hidâyeti artar, tıpkı bu zeytinyağının ateş dokunmadan önce neredeyse yanacak olması gibi. Ateş dokunursa ışığı daha da artar. Binaenaleyh mü’minin sözü nûr, ameli nûr, girişi nûr, çıkışı nûr ve kıyamet gününde gidecek yeri de nurdur.

Üçüncüsü: Kur’ân ışık saçan ve ışığı azalmayan kandile benzetilmiştir. Fanus da mü’minin kalbidir, mişkât da dili ve ağzıdır. Mübarek ağaç ise vahiy ağacıdır. Kur’ân’ın delilleri neredeyse okunmadan da açığa çıkacaktır. Şöyle de denilmiştir: Düşünen ve tefekkür eden için Kur’ân’ın delilleri neredeyse Kur’ân inmese de ışık verecektir. "Nûr üstüne nûr": Yani Kur’ân Allah’tan halkına bir nurdur, üstelik Kur’ân inmeden önce daha birçok delil ve alâmetler sunmuştur.

"Allah misaller getirir": Yani fehimlere yaklaştırmak ve idrak yollarını kolaylaştırmak için insanlara açıklama yapar demektir.

36

(O kandil) öyle evlerde yakılır ki, Allah, onların yüceltilmesine izin vermiştir. O’nu orada sabah akşam tesbih eder.

"Fi buyutin":

Zeccâc şöyle demiştir: "Fi”

"kemişkatin” kavline bağlıdır, mana da: Evlerdeki mişkat gibidir, olur.

"O’nu orada tesbih eder” kavline bağlı olması da câizdir ki, tekit üstüne tekit olur.

Mana da şöyledir: Allah’ı birtakım kimseler bazı evlerde tesbih ederler.

Eğer:

"Mişkat ancak bir tek evde olur, nasıl

"evlerde” dedi?” denilirse.

Buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: O tekille başlayıp çoğulla sona eren sanatlı hitaplardandır, meselâ:

"Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman” (Talâk: 1) âyetinde olduğu gibi.

İkincisi: O, evlerden her birine râcîdir, mana da: Her evde mişkat vardır, olur.

Evlerden ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır:

Birincisi: Onlar mescitlerdir, bunu da İbn Abbâs ile cumhûr, demiştir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in eşlerinin evleridir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Beytü’l - Mukaddes’tir. Bunu da Hasen, demiştir.

"Ezine": Emretti manasınadır.

"Yüceltilmesine":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Tazim edilmesine, demektir. Bunu da Hasen ile Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: Yapılmasına, demektir ki, bunu da Mücâhid ile Katâde, demişlerdir.

"Orada isminin anılmasına":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O’nun tevhidi (birlenmesi)dir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Orada kitabının okunmasıdır. Bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"Yüsebbihü": İbn Kesir, Hafs da Âsım'dan, Nâfi, Ebû Amr, Hemze ve Kisâi, be’nin kesri ile

"yüsebbihü” okumuşlar; İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek be’nin fethi ile okumuşlardır. Muaz el - Kari ile Ebû Hayve de, merfu te, meksur be ve merfu ha ile

"tüsebbihu” okumuşlardır.

"O’nu orada tesbih eder

"in manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, namazdır,

sonra ğuduv namazında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, sabah namazıdır, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Kuşluk namazıdır. İbn Ebi Müleyke, İbn Abbâs’tan: Şüphesiz kuşluk namazı Allah’ın kitabında vardır, ona ancak dalgıçlar dalar, dediğini ve sonra da

"yüsebbihü lehu fiha bilğuduvvi velâsal” âyetini okuduğunu rivayet etmiştir.

Asâl namazında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bunu da İbn Saib, demiştir.

İkincisi: İkindi namazıdır, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İkincisi: O, bilinen tesbihattır, bunu bazı müfessirler demişlerdir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1201  H : 597)

 

EZ-ZÂDU'L-MESÎR TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANBELÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç