32
İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri
evlendirin. Eğer Fakir olurlarsa, Allah onları lütfundan zengin eder. Allah
geniştir, hakkıyle bilendir.
"Bekârları evlendirin": Onlar eşleri olmayan
erkekler ve kadınlardır. Recülün eyyimün vemreetün eyyimün, ve recülün ermilün
vemreetün ermiletün, ve recülün bikrün vemreetün bikrün, denir, evlenmemişlerse.
Vemreetün seyyibün ve recülün seyyibün denir, evlenmişlerse (dul).
"Kölelerinizden iyileri": Abd, ibad ve abîd
denir, kelb, kilâb ve kelîb denildiği gibi. Hasen
ile Muaz el - Kari,
"min abîdiküm”
okumuşlardır.
Müfessirler
şöyle demişlerdir: Buradaki emir menduptur. Burada iyiliğin manası da
imandır. İbad da kölelerdir.
Mana da şöyledir: Köle ve cariyelerinizden
mü’min olanları evlendirin. Sonra hürlere dönüp şöyle
dedi:
"Eğer fakir olurlarsa, Allah onları kendi lütfundan
zengin eder": Onlara evlenmenin fakirliği kovacağını haber verdi.
33
Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah’ın, kendilerini
lütfundan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin sahip
oldukları kölelerden (azat olmak için) yazışmak isteyenlere, eğer onlarda bir
hayır olduğunu bilirseniz, onlarla yazışın. Allah’ın size verdiği malından
onlara verin. Genç cariyelerinizi, eğer namuslarını korumak isterlerse, dünya
hayatının metaını istemeniz için fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz
Allah, onları zorlamanın ardından (o cariyeleri) çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.
"Evlenme imkânı bulamayanlar iffetlerini korusunlar":
Yani kim mehir ve nafaka gibi imkân bulamazsa, zinadan ve haramdan iffetini
korusun, demektir. İbn Mes’ûd,
Resûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Ey gençler, evlenin, kim de imkân bulamazsa, oruç
tutsun, çünkü oruç onun için bir enemedir (hadım edilme).
"Yazışmak isteyenler": Yani ve köle ve
cariyelerden yazışmak isteyenler
"onlarla yazışın":
Bunda da
iki görüş vardır:
Birincisi: O, menduptur, bunu da
cumhûr, demiştir.
İkincisi: O, vaciptir, bunu da
Atâ’ ile
Amr b. Dinar, demişlerdir.
Müfessirler
şöyle zikretmişler: Bu âyet Huveytıb b. Abdüluzza’nın Subeyh adında bir
kölesi hakkında indi; efendisinden yazışmak istedi, o da kabul etmedi. Bunun
üzerine bu âyet indi. Huveytıb da onunla yüz dinara yazıştı, içinden onunu
bağışladı.
"Eğer onlarda bir hayır bilirseniz":
Bunda da
altı görüş vardır:
Birincisi: Onlarda mal olduğunu bilirseniz,
bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet
etmiş; Mücâhid,
Atâ’ ve Dahhâk da böyle demişlerdir.
İkincisi: Onlarda bir çare yani kazanç
bilirseniz. Bunu da İbn Ebi Talha,
İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.
Üçüncüsü: Onlarda din olduğunu bilirseniz,
bunu da Hasen, demiştir.
Dördüncüsü: Onların bundan hayır istediğini
bilirseniz, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.
Beşincisi: Namazı kılarlarsa, bunu da
Ubeyde es - Selmani, demiştir.
Altıncısı: Onlarda doğruluk ve vefakârlık
bilirseniz, bunu da İbrahim, demiştir.
"Onlara Allah’ın size verdiği malından verin":
Bunda da
iki görüş vardır:
Birincisi: O, üzerlerine zekât farz olan
zenginlere hitaptır, yazışan kölelere köle hissesinden vermeleri emredildi.
Atâ’ bu âyette
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet
etmiştir: O köleler hissesi (fonu)dur, ondan yazışan kölelere verilir.
İkincisi: O, köle sahiplerine hitaptır,
yazışan kölelerine bir şeyler vermeleri emredildi.
Ahmed ile
Şâfiî: Vermek vaciptir, demişlerdir. Ahmed
onu yazışma bedelinin dörtte biriyle sınırlamıştır.
Şâfiî ise belli bir sınır yoktur, demiştir.
Ebû Hanife ile
Malik de: Vermek vacip değildir, demişlerdir. Rivayete göre Ömer b. Hattab’ın
Ebû Ümeyye adında bir kölesi onunla yazıştı; va’desi gelince ona taksitini
getirdi, o da: Ey Ebû Ümeyye, git bununla yazışman (bedelin) için yararlan, dedi
(taksiti almadı, ikram etti). O da: Ey Mü’minlerin Emiri, bunu taksitlerin
sonuna koysaydın, dedi. O da: Ey Ebû Ümeyye, o zamana çıkamayacağımdan
korkuyorum, dedi, sonra da: Onlara
"Allah’ın size verdiği malından verin”
âyetini okudu.
İkrime de: İslâm’da ilk yatırılan taksit bu
idi, dedi.
"Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın":
Müslim, Sahih’inde Ebû Süfyan’ın Cabir’den
rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir:
Abdullah b. Übey’in bir cariyesi vardı, ona: Git, fuhuş yap, bize ücret getir,
derdi. Âyet bunun üzerine indi.
Müfessirler
şöyle demişlerdir: Onun Muaze ile
Müseyke adlarında iki cariyesi vardı, onları zinaya zorlar ve onlardan vergi
alırdı. Cahiliyette böyle yaparlardı, cariyelerini kiraya verirlerdi. İslâm
gelince, Muaze, Müseyke’ye: İçinde bulunduğumuz bu durum eğer hayır ise onu çok
yaptık, eğer şer ise onu bırakma zamanımız geldi, dedi. Âyet de bunun üzerine
indi.
Mukâtil de şöyle
demiştir: Abdullah b. Übey’in Muaze, Müseyke, Ümeyme, Kuteyle, Amre ve Erva
adlarında altı cariyesi vardı. Feteyat: Cariyeler demektir. Biğa da: Zinadır.
Tahassun ise: İffetini korumaktır.
"Eğer namuslarını korumak isterlerse"nin
manasında dört görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:
Birincisi: Kelâm bir sebep üzerine
söylenmiştir, o da zikrettiğimiz şeydir. Yasak o sebebi niteleyerek gelmiştir,
yoksa bu, şart değildir.
İkincisi: Namusunu koruma istemek şunun
için şart kılınmıştır; çünkü zorlama ancak koruma isteği olduğu zaman düşünülür.
Eğer kadın namusunu korumak istemezse, tabiatıyla fuhuş yapar.
Üçüncüsü:
"İn” "iz”
manasınadır, şuralarda olduğu gibi:
"Ve zeru ma bekıye miner riba in küntüm mü'minin”
(Bakara: 278);
"veentümül a’levne in küntüm mü’minin” (Al-i
İmran: 139).
Dördüncüsü: Kelâmda takdim ve tehir vardır,
takdiri şöyledir: "Ve enkihul eyama... imaiküm
in eredne tahassuna". Genç cariyelerinizi fuhşa zorlamayın
"dünya metaını istemeniz için": O da
kazançları ve doğurdukları çocukları satmadır.
"Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın
ardından çok bağışlayıcıdır” zorlanan cariyeleri
"çok merhamet edendir":
İbn Abbâs, Ebû İmran el-Cevni ve Cafer b.
Muhammed: Min ba’di ikrahihinne lehünne ğafurur rahim” okumuşlardır.
34
Yemin olsun, gerçekten size apaçık âyetler ve sizden
önce geçenlerden bir misal ve müttakiler için bir öğüt indirdik.
"Ayatin mübeyyinatin":
İbn Âmir, Ebû
Bekir dışında Küfe halkı ve Eban, iki yerde de (Nûr: 34, 46 ve Talâk: 11)
yenin kesresi ile okumuşlardır.
"Ve geçenlerden bir misal": Yani ey
yalanlayanlar, onların hali de sizinkine benzer. Bu da öncekilerin başlarına
gelen şeylerin bunların da başlarına gelmesiyle onları korkutmadır.
35
Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nurunun misali,
içinde kandil bulunan duvarda bir oyuk (taka) gibidir. O kandilde cam (fanus)
içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. (O kandil), ne doğulu
ne de batılı olmayan, yağı, neredeyse ateş dokunmadan yanacak mübarek bir zeytin
ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder.
Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
"Allah göklerin ve yerin nûrudur":
Bunda da
iki görüş vardır:
Birincisi: Göklerde ve yerdekilere hidayet
edendir. Bunu da İbn Ebi Talha,
İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Enes b. Malik de
böyle demiştir. Bu nurun lügattaki açıklaması ziya (ışık)tır. Gözlerin görmesini
sağlayan odur. Nûr Allahü teâlâ'ya nisbet edilmiştir, çünkü mü’minlere hidayet
eden ve onlara hidâyeti bulacakları şeyleri açıklayan O’dur. Mahlukat O’nun nûru
ile yollarını bulurlar.
İkincisi: Gökleri ve yeri idare edendir,
bunu da Mücâhid
ile Zeccâc, demişlerdir.
Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve İbn
Semeyfa, nun ile vavın fethi ve şeddesi, ranın
da nasbi ile
"Allah
nevvere", cer ile "semavati", nasb
ile de
"elarda”
okumuşlardır.
"Meselü nurihi":
“He”
zamirinde de dört görüş vardır:
Birincisi: O, aziz ve celil olan Allah’a
râcîdir.
İbn Abbâs: Meselü hüdahu fi kalbil mü’mini
(mü’minin kalbindeki hidâyetinin misali) demiştir.
İkincisi: O mü’mine râcîdir, takdiri
şöyledir: Meselü nuril mü’mini. Bunu da
Übey b. Ka’b, demiştir. Übey
ile İbn Mes’ûd:
"Meselü nuri
men amene bihi” okurlardı.
Üçüncüsü: O,
Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu da Ka’b,
demiştir.
Dördüncüsü: O, Kur’ân’a râcîdir, bunu da
Süfyan, demiştir.
Mişkâta
gelince, onda da üç görüş vardır:
Birincisi: O, kandilin fitil konan hortum
gibi yeridir. Mısbah ise: Işıktır. Bunu da İbn Abbâs,
demiştir.
İkincisi: O, kandildir, mısbah ise:
Fitildir. Bunu da Mücâhid, demiştir.
Üçüncüsü: O, tavana yakın kapalı küçük
penceredir. Mısbah da kandildir. Bunu Ka’b,
demiştir. Ferrâ’ da böyle: Mişkat: Kapalı
penceredir, demiştir.
İbn Kuteybe de: Mişkat: Habeş dilinde
perceredir, demiştir.
Zeccâc da: O Arapça’dır, demiştir. Mısbah
da: Kandildir. Cam fanusun zikredilmesi, şunun içindir; çünkü camın içindeki şey
başkasından daha çok ışık verir. Ebû Recâ’ el
- Utaridi ile İbn Ebi Able, ikisinde de ze’nin
fethası ile "fi zecacetin ezzecacetü”
okumuşlardır. Muaz el - Kari, Âsım el -
Cahderi ve İbn Ya’mur, ikisinde de ze’nin kesri ile
okumuşlardır. Bazı maani Âlimleri de, âyetin manası: Kemeseli mısbahin fi
mişkatin, demişlerdir ki, maklub (yerleri değiştirilmiş) olur.
Dürriy:
Ebû Amr, Kisâi
ve Eban da Âsım’dan rivayet ederek meksur
dal, şeddesiz ye, med ve hemze ile
"Dirriyün”
okumuşlardır.
İbn Kuteybe de buna göre mana: O doğan
yıldızlardan gelir, demiştir.
Zeccâc da: Deree yedreü’den gelir ki, yıldız
kayıp ışığı artmaktır, demiştir. Tedareer recülani: İki adam itiştiler,
demektir. Mufaddal da Âsım’dan dalın kesri,
ye şeddeli, hemzesiz ve medsiz rivayet etmiştir.
Abdullah b.
Ömer ile Zührî’nin
kıraati da böyledir. İbn Kesir,
Nâfi, İbn Âmir,
Hafs da Âsım'dan
rivayet ederek dalın zammı, ranın kesri, yenin şeddesi, medsiz ve hemzesiz
"dürriyyün”
okumuşlardır. Osman b. Affan, İbn Abbâs ve
Âsım el - Cahderi de dalın fethi, ranın
kesri, medli ve hemzeli okumuşlardır.
Übey b. Ka’b,
Said b. Müseyyeb ve Katâde, dalın
fethi, ranın ve ya’nın şeddesi ile medsiz ve
hemzesiz okumuşlardır.
İbn Mes’ûd, Said
b. Cübeyr, İkrime,
Katâde ve İbn Ya’mur, daim fethi, ranın kesri
ile hemze-i maksura
ile okumuşlardır.
Zeccâc da: Dürriy: Saflıkta ve güzellikte
inciye benzer, demiştir.
Kisâi de: Dürriy’: İnciye benzer, dirriy':
Akan, derriy’ de: Parlayan, demiştir.
Hamze, Ebû Bekir
de Âsım’dan, Velid, Utbe’den, o da Amir’den
rivayet ederek, dalın zammı, şeddesiz ye, medli hemze
ile okumuşlardır.
Zeccâc: Nahivciler, bu izahı bilmezler,
demiştir.
Ferrâ’ da: Bu, Arapça’da câiz değildir,
demiştir. Çünkü dilde "fu'iyl” vezninde bir şey yoktur, ancak mürriyk vb. gibi
birkaç yabancı kelime vardır. Ben de şeyhimiz dilci Ebû Mansur'dan
şöyle okudum: Mürrik: Aspur demektir,
yabancıdır, sonradan Arapçalaşmıştır. Arapların dilinde fu’iyl vezninde bir isim
yoktur.
Ebû Ali de şöyle
demiştir: Sibeveyh, Ebû’l - Hattab’tan
şöyle nakletmiştir: Kevkebün dürriy: Sıfattır,
isimlerden de bu vezinde mürriyk vardır ki, o da aspur, demektir.
"Tevekkade": İbn
Kesir ile
Ebû Amr, meftuh te, şeddeli kaf ve mensûb dal
ile okumuşlardır ki, kandili kastetmişlerdir; çünkü yanan odur.
Nâfi, İbn Âmir
ve Hafs da Âsım’dan
rivayet ederek mazmum ye ve mazmum dal ile
"yukadu”
okumuşlar, onlar da kandili kastetmişlerdir. Hamze,
Kisâi ve Ebû
Bekir de Âsım’dan rivayet ederek,
tenin ve dalın zammesiyle
"tukadu”
okumuşlar ve camı kastetmişlerdir.
Zeccâc da: Maksat: Camın kandilidir, muzaf
atılmıştır, demiştir.
"Min şeceretin": Yani Min zeyti şeceretin,
demektir ki, muzaf atılmıştır. Bunu da
"yekâdu zeytüha yudıyü” kavli gösterir.
Burada ağaçtan maksat zeytin ağacıdır. Bereketi de birkaç yöndendir: O, hem
katık hem yağ hem de yakıttır. Zeytinin odunu yakılır, külü
ile ibrişim yıkanır ve yağı çok kolay
çıkarılır. Dalı da başından sonuna kadar yaprak verir. Burada başkası değil de
sadece onun zikredilmesi, yağının daha saf ve daha çok aydınlatıcı
olmasındandır.
"Ne doğulu ne de batılı değildir":
Bunda da üç
görüş vardır:
Birincisi: O, ağaçlar arasında olduğu için
yeşil ve tazedir, ona güneş değmez. Bunu da Übey b.
Ka’b, demiştir. Bunu Said b. Cübeyr de
İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.
İkincisi: O çöldedir, ne dağ ne de mağara
onu gölgelemez, onu hiçbir şey kapatmaz. Bu, yağı en kaliteli olandır. Bunu
İkrime, İbn Abbâs’tan
rivayet etmiş; Mücâhid
ile Zeccâc
da böyle demişlerdir.
Üçüncüsü: O, cennet ağacındandır, dünya
ağacından değildir, bunu da Hasen, demiştir.
"Yağı neredeyse ışık verecek": Yani o kadar
saftır ki, ateş değmeden de yanacak gibidir. "Nûr
üstüne nûr":
Mücâhid: Ateş zeytinyağının üstündedir,
demiştir. İbn Saib de: Kandil nûr, cam da
nurdur, demiştir. Ebû Süleyman Dımeşki de:
Ateşin nûru, zeytinyağının nûru ve fanusun nûru, demiştir.
"Allah nuruna hidayet eder":
Bunda da
dört görüş vardır:
Birincisi: Kur’ân’ın nuruna.
İkincisi: îmanın nuruna.
Üçüncüsü:
Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’in nuruna.
Dördüncüsü: İslâm dinine.
Bu
teşbihteki benzeşme noktasına gelince, bunda da üç görüş vardır:
Birincisi: O,
Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’in nurunu ışık saçan kandile benzetmiştir. Buna göre
mişkât Resûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem’in içidir, kandil de
onun kalbindeki nurdur. Fanus da onun kalbidir. O, mübarek bir ağaçtandır; o da
İbrahim aleyhisselam’dır. Ona mübarek ağaç, demiştir; çünkü
peygamberlerin çoğu onun sulbünden
gelmiştir. "Ne doğulu ne de batılı değildir":
Ne Yahudidir ne de Hıristiyandır. Muhammed
sallallahu
aleyhi ve sellem de konuşmasa bile insanlar neredeyse onun
peygamber olduğunu anlayacaklardır.
Kurtubi de şöyle demiştir: Mişkat: İbrahim,
Zücace: İsmail, Mıbsah da: Muhammed’dir. Allah hepsine salat ve selam etsin.
Dahhâk şöyle
demiştir: Abdülmuttalib mişkâta, Abdullah fanusa,
Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem de kandile benzetilmiştir.
İkincisi: Mü’minin kalbindeki iman nûru
kandile benzetilmiştir, mişkât da kalbidir, kandil de ondaki iman nûrudur.
Mişkât onun göğsü, kandil de: Göğsündeki Kur’ân ve imandır. Fanus da kalbidir,
denilmiştir. Sanki ondaki Kur’ân ile iman bir
ağaçtan tutuşan ve ışık saçan bir yıldızdır ki, o da ihlastır. Ondaki ihlas
güneşin değmediği ağaç gibidir. O mü’min de öyledir ki, fitnelerin dokunmasından
korunmuştur; eğer bir şey verilirse şükreder, eğer derde mübtela olursa,
sabreder, eğer konuşursa doğru söyler ve eğer karar verirse adil verir. Buna
göre mü’minin kalbi ona hidayet gelmeden de hidayetle amel eder; ona ilim
gelince de hidâyeti artar, tıpkı bu zeytinyağının ateş dokunmadan önce neredeyse
yanacak olması gibi. Ateş dokunursa ışığı daha da artar. Binaenaleyh mü’minin
sözü nûr, ameli nûr, girişi nûr, çıkışı nûr ve kıyamet gününde gidecek yeri de
nurdur.
Üçüncüsü: Kur’ân ışık saçan ve ışığı
azalmayan kandile benzetilmiştir. Fanus da mü’minin kalbidir, mişkât da dili ve
ağzıdır. Mübarek ağaç ise vahiy ağacıdır. Kur’ân’ın delilleri neredeyse
okunmadan da açığa çıkacaktır. Şöyle de
denilmiştir: Düşünen ve tefekkür eden için Kur’ân’ın delilleri neredeyse Kur’ân
inmese de ışık verecektir. "Nûr üstüne nûr":
Yani Kur’ân Allah’tan halkına bir nurdur, üstelik Kur’ân inmeden önce daha
birçok delil ve alâmetler sunmuştur.
"Allah misaller getirir": Yani fehimlere
yaklaştırmak ve idrak yollarını kolaylaştırmak için insanlara açıklama yapar
demektir.
36
(O kandil) öyle evlerde yakılır ki, Allah, onların
yüceltilmesine izin vermiştir. O’nu orada sabah akşam tesbih eder.
"Fi buyutin":
Zeccâc şöyle
demiştir: "Fi”
"kemişkatin” kavline bağlıdır, mana da:
Evlerdeki mişkat gibidir, olur.
"O’nu orada tesbih eder” kavline bağlı
olması da câizdir ki, tekit üstüne tekit olur.
Mana da şöyledir: Allah’ı birtakım kimseler
bazı evlerde tesbih ederler.
Eğer:
"Mişkat ancak
bir tek evde olur, nasıl
"evlerde”
dedi?” denilirse.
Buna iki türlü
cevap verilir:
Birincisi: O tekille başlayıp çoğulla sona
eren sanatlı hitaplardandır, meselâ:
"Ey Peygamber,
kadınları boşadığınız zaman” (Talâk: 1) âyetinde olduğu gibi.
İkincisi: O, evlerden her birine râcîdir,
mana da: Her evde mişkat vardır, olur.
Evlerden ne
murat edildiği hususunda da müfessirlerin üç görüşü vardır:
Birincisi: Onlar mescitlerdir, bunu da
İbn Abbâs ile
cumhûr, demiştir.
İkincisi:
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in
eşlerinin evleridir. Bunu da Mücâhid,
demiştir.
Üçüncüsü: Beytü’l - Mukaddes’tir. Bunu da
Hasen, demiştir.
"Ezine": Emretti manasınadır.
"Yüceltilmesine":
Bunda da
iki görüş vardır:
Birincisi: Tazim edilmesine, demektir. Bunu
da Hasen ile
Dahhâk, demişlerdir.
İkincisi: Yapılmasına, demektir ki, bunu da
Mücâhid ile
Katâde, demişlerdir.
"Orada isminin anılmasına":
Bunda da
iki görüş vardır:
Birincisi: O’nun tevhidi (birlenmesi)dir.
Bunu da Ebû Salih,
İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.
İkincisi: Orada kitabının okunmasıdır. Bunu
da İbn Ebi Talha,
İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.
"Yüsebbihü": İbn
Kesir, Hafs da
Âsım'dan, Nâfi,
Ebû Amr, Hemze ve
Kisâi, be’nin kesri ile
"yüsebbihü”
okumuşlar; İbn Âmir,
Ebû Bekir de Âsım’dan
rivayet ederek be’nin fethi ile okumuşlardır.
Muaz el - Kari ile Ebû Hayve de, merfu te,
meksur be ve merfu ha ile
"tüsebbihu”
okumuşlardır.
"O’nu orada tesbih eder
"in manasında da iki görüş vardır:
Birincisi: O, namazdır,
sonra ğuduv
namazında da iki görüş vardır:
Birincisi: O, sabah namazıdır, bunu da
İbn Ebi Talha,
İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.
İkincisi: Kuşluk namazıdır. İbn Ebi
Müleyke, İbn Abbâs’tan: Şüphesiz kuşluk
namazı Allah’ın kitabında vardır, ona ancak dalgıçlar dalar, dediğini ve sonra
da
"yüsebbihü lehu fiha bilğuduvvi velâsal”
âyetini okuduğunu rivayet etmiştir.
Asâl
namazında da iki görüş vardır:
Birincisi: O, öğle, ikindi, akşam ve yatsı
namazlarıdır. Bunu da İbn Saib, demiştir.
İkincisi: İkindi namazıdır, bunu da
Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.
İkincisi: O, bilinen tesbihattır, bunu bazı
müfessirler demişlerdir.
|