Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

302

 

018 - KEHF SÛRESİ

 

CÜZ :

16

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

84

Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş ve ona her şeyin yolunu göstermiştik.

"Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş..." Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Yüce Allah ona bulutları musahhar kılmış ve yollar önünde alabildiğine açılmış, önü hep aydınlatılmış idi. O bakımdan onun için gece de gündüz de birdi. Ukbe b. Âmir yoluyla gelen hadisçe, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Zülkarneyn hakkında soru soran kitab ehlinden bir takım kimselere şöyle demiştir: "O önceleri Rumlardan bir delikanlı idi. Sonra kendisine hükümdarlık verildi. Mısır'a gelinceye kadar yeryüzünde yol aldı. Orada İskenderiye diye anılan bir şehir inşa etti. Bu işi bitirince ona bir melek geldi ve onu yükseltti. Kendisine altında bulunanlara bir bak, dedi, O da sadece yaptığım şehri görüyorum, ondan başka bir şey görmüyorum, dedi. Melek ona: İşte o yerin tamamıdır. Senin etrafını çevirdiğini gördüğün o siyahlık ise denizdir. Yüce Allah sana yeri göstermek murad etti. Sana orada bir saltanat verdi. Haydi yeryüzünde yürü, cahile öğret, ilim adamına da güç ve sebat ver."Suyûti, ed-Dürru’l-Mensur, V, 437. Zülkarneyn'e dair görüşlerin hepsi de, itibar edilebilecek sağlam bir delil niteliğinde değildir. Çünkü bunların hiçbirisi sahih sünnete dayalı görüş değildir.

"Ve ona herşeyin yolunu göstermiştik." İbn Abbâs der ki: Dilediğine ulaşmasına sebeb teşkil edecek her bir şeye dair bilgi vermiştik. el-Hasen der ki: Dilediği yere ulaşması imkanını vermiştik. Bir açıklamaya göre; mahlukatın gerek duyacağı herşeyden vermiştik. Bir diğer görüşe; göre hükümdarların şehirleri" fethetmek, düşmanları kahretmek için kendilerine yardımcı olacak herşeyden vermiştik, demektir.

"Sebeb (mealde; yol)" ise halat ve ip demektir. Kendisi vasıtası ile bir şeye ulaşılan her şey hakkında istiare yoluyla kullanılır olmuştur.

85

O da bir yol tuttu.

"O da bir yol tuttu" âyetini İbn Âmir,Âsım, Hamza ve el-Kisaî "elif"i kat' ile(yani hemze şeklinde) okumuşlardır. Medineliler ve Ebû Amr ise; şeklinde vasl ile okumuşlardır. Kendisine verilmiş olan sebeblerden (yollardan) bir yolu izledi, demektir.

el-Ahfeş der ki: Bu iki ayrı okuyuşta fiilin kullanılmış iki şekli olan: aynı manadadır. Tıpkı; Onun terkisine bindim, fiili gibi. Yüce Allah'ın;

"Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun; hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir" (es-Sâffât, 37/10) âyetindeki fiil de bu türdendir, "Hasen-besen; kabîh-şakîh: güzel-müzel; çirkin-mirkin" gibi kelâmda itbâ' da bu köktendir,

en-Nahhâs der ki: Ebû Ubeyd,Kûfelilerin kıraatini tercih etmiş ve: Çünkü bu yol almaktan gelmektedir, diyerek açıklamıştır. O da, el-Asrnai de; yol alıp ona yetişmemesi halinde; şeklinin kullanılacağını yetişmesi halinde ise; şeklinin kullanıldığını nakletmişlerdir. Ebû Ubeyd der ki:

"Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuarâ, 26/60) âyetinde de bunun gibidir.

en-Nahhâs der ki: Böyle bir ayırımı el-Asmai nakletmiş olsa dahi bir gerekçe yahutta bir delil olmadıkça kabul edilmez. Yüce Allah'ın:

"Güneş doğarken onların ardından gittiler" âyetinde onlara yetiştiklerinden söz edilmemektedir. Söz edilen: Mûsa (aleyhisselâm) ve arkadaşları denizden çıktıktan sonra, Fir'avun ve arkadaşlarının onların geçtikleri yerden geçince deniz üzerlerine kapanmış olduğudur. Bu hususta doğru olan bu fiilin her üç şeklinin de aynı anlamda ayrı söyleyişler olduğudur ve üçü de yol almak manasınadır. Bu yol almakla birlikte yetişmenin olması da mümkündür. Sözkonusu olmaması da mümkündür.

86

Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn onları istersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede de bulunabilirsin."

"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü" âyetinde geçen

"Kara çamurlu" kelimesini İbn Âsım, Âmir, Hamza ve el-Kisaî sıcak anlamında, diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'siz ve hemzeli okumuşlardır. Yani dibe çöken kara çamuru bol demektir. "Kuyunun çamurunu çekip çıkardım" demektir. Buna karşılık; "ise kuyunun dibindeki kara çamur çoğaldı" demektir. Bununla birlikteÂsım ve diğerlerinin kıraatinin de hemzeli kıraatten gelmesi ve hemzenin tahfif edilerek "ya"ya kalb edilmiş olması da mümkündür. Bazen her iki kıraat bir arada açıklanarak: O pınar hem sıcak, hem de kara çamurlu idi, denilir.

Abdullah b. Amr dedi ki: "Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) battığı vakit güneşe baktı ve şöyle dedi: "İşte, Allah'ın kızgın ateşi. Eğer Allah'ın emri onu alıkoymasaydı, yeryüzünde ne varsa hepsini yakardı."Müsned, II, 207 (az farkla).

İbn Abbâs dedi ki: Bunu bana Ubeyy, Resûlüllah kendisine okuttuğu şekilde: (..............) diye okuttu.

Muâviye de: O "elif" iledir, deyince Abdullah b. Amr b. el-As: Ben mü’minlerin emiri ile aynı kanaatteyim, deyince aralarında Ka'b'ı hakem tayin ederek: Ey Ka'b, Tevrat'ta sen bunu nasıl olduğunu görüyorsun, diye sordular. O: Benim gördüğüm kara bir pınarda battığı şeklindedir, diyerek İbn Abbâs'a uygun kanaat belirtti.

Şair -ki o Yemenli hükümdar Tubba'dır- dedi ki:

"Zülkarneyn benden önce müslümandı,

Bir hükümdardı. Hükümdarlar ona itaat eder, secde ederdi,

Doğulara ve batılara kadar ulaştı. Hikmeti sonsuz ve yol

Göstericinin emrinin yollarını arayarak.

Gördü, güneşin battığı vakitte batış yerinin,

Siyah birikmiş bir çamurlu pınarda battığını."

el-Kaffâl der ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Maksat güneşin kendisine ulaşıp temas edinceye kadar doğuş ve batış yerine ulaştığı değildir. Çünkü güneş yere yapışmaksızın arzın etrafında sema ile birlikte deveran eder ve yeryüzünde bilinmeyen bir yerdeki bir pınara sığmayacak kadar-, hatta güneş yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bundan maksat onun batı ve doğu taraflarından yeryüzünün ma'mur olduğu en uç noktalara kadar vardığıdır. İşte o vakit onun gözüne güneşin kara çamurlu bir suda battığı göründü. Nitekim bizler düzlük bir arazide güneşin yerin içine girdiğini görüyoruz. Bundan dolayı yüce Allah:

"Onu, güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise güneşin doğuşu esnasında onlara çarptığını ve değdiğini anlatmak değildir. Aksine güneşin üzerine ilk doğduğu kimselerin durumunu anlatmak istemiştir.

el-Kutebî der ki: Bu pınarın denizin bir parçası olması da mümkündür. Güneşin bu pınarın arka tarafında yahut onunla beraber,ya da onun yakınında batması mümkündür. Böylelikle sıfat, o sıfata sahip olanın yerine ikame edilmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

"Onun yanında da bir kavim buldu."Yani o pınarın yanında yahut o pınarın bittiği yerin yakınında bir kavim buldu, Bunlar Cabers halkı idi. Süryanice'de buna Cercîsâ denilir. Burada, geriye kalanları Salih (aleyhisselâm)a îman etmiş, Semûd neslinden bir kavim yaşamaktaydı. Bunu es-Süheylî nakletmiştir.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn, Rumlardan birisi olup, Rum yaşlı kadınlarından birisinin oğlu idi. Bu kadının ondan başka da çocuğu yoktu. İsmi, İskender'di. Ergenlik yaşına geldiğinde -salih bir kul idi- Yüce Allah ona: Ey Zülkarneyn dedi. Ben seni yeryüzü ümmetlerine göndereceğim. Bunların dilleri birbirinden farklıdır. Bu ümmetler yeryüzündeki bütün ümmetlerdir. Bunlar sınıf sınıftır. İki ümmetin arasında yeryüzünün bütün boylamı yer alır. İkisi arasında da yeryüzünün bütün enlemi bulunmaktadır. Kimileri de yeryüzünün ortasındadırlar. Cinler, insanlar, Ye'cuc ile Me'cuc bunlardandır. Yeryüzü boylamının aralarında bulunduğu iki ümmete gelince, bunların birisi güneşin batı tarafında olup Nâsîk diye anılır. Diğeri ise güneşin doğu tarafındadır. Buna da Mensik denilir. Yeryüzü enleminin aralarında bulunduğu iki ümmete gelince; bunların birisi yeryüzünün sağ yarısındadır ve bunlara Hâvîl denilir. Diğeri ise sol bölümünde olup, bunlara da Tâvîl denilir.

Zülkarneyn dedi ki: Ey ilahım. Sen, beni boyutlarını senden başka hiçbir kimsenin bilemediği büyük bir iş için seçtin. Bana bu ümmetlerle hangi güçle baş edeceğimi, hangi sabırla bunlara katlanacağımı, hangi dille bunlarla konuşacağımı haber verir misin? Ben yanımda hiçbir güç yokken onların dillerini nasıl anlayacağım? Yüce Allah şöyle buyurdu: Sana yüklemiş olduğum bu görevi başarı ile yerine getirmeni sağlayacağım. Kalbine bir genişlik vereceğim ve herbir şeyi anlayabileceksin. Kavrayışını sağlamlaştıracağım, herşeyi kavrayabileceksin. Sana bir heybet vereceğim, hiçbir şeyden de korkmayacaksın. Aydınlığı ve karanlığı emrine vereceğim, ikisi senin askerlerinden bir asker olacak. Aydınlık senin önünde yol gösterecek, karanlık arkandan seni koruyacak.

Kendisine bu sözler söylenince, kendisine uyanlarla birlikte yola koyuldu. Güneşin battığı yerin yakınında bulunan ümmete doğru yürüdü. Çünkü ümmetler arasında ona en yakın o idi. Bu ümmetin de ismi Nâsik'di. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği pek büyük kalabalıklar, Allah'tan başkasının güç yetiremeyeceği pek büyük çapta güç ve kuvvet buldu. Oldukça değişik diller ve değişik inanışlarla karşılaştı. O da onların çokluklarına karşı karanlıkla çıktı. Onların etraflarına her taraftan onları kuşatacak kadar karanlık askerlerinden üç askeri çevrelerine yerleştirdi, Nihayet bu karanlık onları tek bir yerde topladı. Daha sonra aydınlıkla onların üzerine girdi. Kendilerini yüce Allah'a ve O'na ibadete davet etti. Kimisi ona îman etti, kimisi kâfir oldu ve onun önünde engel teşkil etti. Yüz çevirenler üzerine karanlığı saldı, dört bir yandan onları kapladı. Bu karanlık ağızlarından, burunlarından, gözlerinden girdi. Evlerine girdi, herbir taraftan onları kuşattı. Şaşırıp kaldılar, dalgalar halinde birbirlerine girdiler. Helâk olmaktan korkmaya başladılar. Hep bir ağızdan: Biz îman ettik, diye bağrıştılar. Bu sefer üzerlerindeki karanlığı açtı ve kılıç zoruyla onları eline geçirdi, davetini kabul ettiler. Batıdaki bu insanlardan pek büyük toplulukları asker etti ve hepsini tek bir ordu haline getirdi. Sonra da onları kumandası altına alarak yola koyuldu. Arkalarından karanlık onları ileri doğru götürüyor ve arkasından (gelecek tehlikelere karşı) onu koruyordu. Aydınlık ise önlerinden gidip ona yol gösteriyordu.

Yeryüzünün sağ tarafında bulunan Havil denilen ümmete ulaşmak üzere yeryüzünün sağ tarafından yol alıyordu. Yüce Allah onun elini, kalbini, aklını ve görme duyusunu musahhar kıldı. Bir iş yaptı mı yanlışlık yapmıyordu. Büyükçe bir nehire yahut bir denize varacak olurlarsa ayakkabı parçaları gibi küçük tahta parçalarından gemiler yapar ve kısa bir süre içerisinde bunları bir araya getirirdi. Bu gemilerin bitiminden sonra beraberinde bulunan bütün ümmetleri bunlara doldururdu. Denizleri, nehirleri aştıktan sonra bu parçaları birbirinden çözer ve herbir kişiye bir tahta parçası verirdi. Böylelikle bunu taşımaktan yorulmazdı.

Nihayet, Havil denilen ümmetin butunduğu yere geldi. Bunlara da Nâsik denilen ümmete yaptığını yaptı. Onlar da îman ettiler. Onların işini bitirdikten ve askerlerini beraberine aldıktan sonra yeryüzünün diğer tarafına gitmek üzere yola koyuldu. Nihayet güneşin doğuş yeri yakınındaki Mensik'e ulaştı. Bunlara da aynı şeyleri yaptı ve ilkine yaptığı şekilde bunlardan da ordular aldı. Daha sonra Tâvil üzerine gitmek üzere yeryüzünün sol tarafına doğru yola koyuldu. Bu ümmet Hâvil'in karşı tarafında bulunan ümmetti ve bu iki ümmet arasında yeryüzünün enlemi bulunuyordu. Bunlara da öncekilere yaptığını yaptı. Daha sonra yeryüzünün ortalarında bulunan cinlerden, insanlardan, Ye'cuc ve Me'cuc'tan oluşan ümmetlerin üzerine yöneldi.

Doğu tarafında Türklerin diyarının sol noktasına bitişik yere kadar geldiğinde, insanlardan salih olan bir ümmet ona şöyle dedi: Ey Zülkarneyn şu iki dağın arasında sayılamayacak kadar pek çok Allah'ın yarattığı bir takım varlıklar vardır. Bunlar insanlara benzemezler, bunlar hayvanları andırıyorlar. Otları yerler, yırtıcı hayvanların yaptığı gibi çeşitli canlıları ve evcil olmayan hayvanları avlarlar, Yılan, akrep, kertenkele ve yüce Allah'ın yeryüzünde canlı olarak yaratmış olduğu her türlü haşeratı yerler. Bir yıl içerisinde yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık onlar kadar artıp çoğalmaz. Eğer durum böylece devam edecek olursa, yeryüzünü dolduracaklar ve orada bulunanları sürecekler. Biz sana belli bir gelir vermenin karşılığında bizimle onlar arasında bir set yapar mısın? diye bu sözün geri kalan kısımlarını da nakletti. İleride Ye'cuc, Me'cuc ve onlardan bir tür olan Türklerin niteliklerine dair yeterli açıklamalar gelecektir.

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn" el-Kuşeyrî Ebû Nâsr der ki: Eğer Zülkarneyn bir peygamber idiyse bu bir vahiydir, eğer peygamber değil ise o takdirde bu, yüce Allah tarafından ona gelmiş bir ilhamdır.

“Onları İstersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin." İbrahim b. es-Serrî der ki: Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı

"Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister anlardan yüz çevir" (el-Mâide, 5/42) vb. buyruklarda muhayyer bıraktığı gibi onu da bu iki husustan birisini işlemekte muhayyer bırakmıştır.

Ebû İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu âyetin anlamı şu ki: Yüce Allah bu iki hükümden birisini seçmekte onu serbest bırakmıştır.

en-Nahhas der ki: Ancak Ali b. Süleyman onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü, Zülkarneyn'in peygamber olduğu sahih olarak sabit değildir ki bu şekilde hitab etmesi söz konusu olsun. O yüce Rabbi hakkında:

87

Dedi ki: "Kim zulmederse onu azaplandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu şiddetli bir azâb ile azablandiracak.

"Sonra o, Rabbine döndürülecek"nasıl desin ve nasıl:

"Onu azaplandıracağız" diyerek çoğul olarak hitab etsin? Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Biz Ey Muhammed dedik. Onlar da: Ey Zülkarneyn... dediler.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Ebû'l-Hasen'in söylediği bu sözün hiçbir manası yoktur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn..." âyetinde yüce Allah'ın ona çağında bulunan bir peygamber vasıtası ile böylece hitab etmiş olması mümkün olduğu gibi, Peygamberine:

"Bundan sonra ister karşılıksız bırakın, ister fidye alın." (Muhammed, 47/4) dediği gibi; ona da böyle bir şey söylemiş olması mümkündür.

Yüce Allah'ın:

"...Onu azaplandiracağız. Sonra o, Rabbine döndürülecek" âyetinde açıklanması zor görülen hususa gelince; bunun da takdiri şöyledir; yüce Allah:

"Onları İstersen azaplandırabilirsin..." âyetinde belirtildiği gibi onları öldürmek ile diğer taraftan: "Yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin" âyetinde de onları hayatta bırakmak arasında muhayyer bırakınca o da o kavme şunları söyledi:

"Kim zulmederse" yani aranızdan küfür üzere kalmaya devam ederse

"onu" öldürmek suretiyle

"azaplandıracağız. Sonra o" kıyâmet gününde

"Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu"cehennemde oldukça çetin

"şiddetli bir azap ile azaplandıracak.”

88

"Fakat kim îman edip de salih amel işlerse onun için en güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden en kolay olanı söyleyeceğiz."

"Fakat kim" küfürden tevbe edip

"îman edip de salih amel işlerse..."

Ahmed b. Yahya dedi ki: "Onları istersen azaplandırabilirsin, yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin" âyetinde yer alan; nasb mahallindedir. Bununla birlikte merfu kabul edİ-lîrse; o da doğru olur ve; "Yahutta o (yapacağın iş)..," anlamında olur. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Haydi yürümeye koyul, ya ihtiyacınız olan bir işi göreceksiniz

Yahutta güzel bir öğle uykusu ile bir arkadaş bulacaksınız."

" Onun için en güzel bir mükâfat vardır" âyetini Medineliler,Ebû Amr ve Âsımr şeklinde(tenvinli ve fethalı değil de) mübtedâ yahutta İstikrar İstikrar(yani hal) üzere ref ile değil, nasb ile okunması halinde sözkonusu olabilir. (Bk. Husayn b. Ebi’l-İzz el-Hemedinî, el-Ferîd fi İ'rûbi'l- Kur’âni'l-Mecîd, III, 367) üzere ref ile okumuşlardır. ise izafet ile cerr mahallindedir. İzafet dolayısıyla da tenvin hazfedilir. Onun için âhirette Allah nezdinde en güzel bir mükâfat -ki o da cennettir- vardır. Burada görüldüğü gibi mükâfat cennete izafe edilmiştir. Allah'ın:

"Hakku'l-Yakîn";(el-Vakıa, 56/95);

"Ve şüphesiz âhiret yurdu..." (el-En'âm 5/32) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır.

"En güzel bir mükâfat" -diye meali verilen- "el-Hüsnâ" ile salih amellerin kastedilme İhta mali de vardır.

Mükâfatın Zülkarneyn tarafından verilmesinin de kastedilmiş olması mümkündür. Yani ben ona bağışta bulunurum ve fazladan da ona lütfederim.

İki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısı ile tenvinin hazfi câiz olduğu gibi "el-hüsnâ" kelimesinin Basralılara göre bedel olarak, Kûfelilere göre ise tercüme olarak ref mahallinde olabilir. İbn Ebi İshak'ın; şeklindeki kıraati buna göre açıklanır. Ancak burada tenvin hazfedilmez, hazfedilmemesi daha güzeldir. Sair Kûfeliler ise tenvinli ve nasb ile; diye okumuşlardır ki bu da; "ceza olarak ona el-Hüsnâ vardır" takdirinde demektir.

el-Ferrâ' der ki: "mükâfat olarak" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Masdar(mef'ûl-ü mutlak) olarak nasb edildiği de söylenmiştir, ez-Zeccâc ise der ki: Bu hal konumunda bir mastardır; yani"Ona karşılık olarak bu verilecektir" demek olur.

İbn Abbâs ve Mesrûk ise mansub fakat tenvinsiz olarak; diye okumuşlardır. Bu okuyuş İbn Ebi Hatim'e göre iki sakinin yanyana gelmesi dolayısıyla tenvin hazfedilmiştir. Ötreli ve tenvinsiz okuyuşun iki izahından birisinde olduğu gibi.

en-Nehhâs der ki: Ancak bu ondan başkalarına göre bir yanlışlıktır. Çünkü burası, iki sakin dolayısıyla tenvinin hazfedileceği bir yer değildir ve buna göre ifade; "İyiliğinin mükâfatı olarak ona sevab vardır" takdirindedir.

89

Sonra bir başka yol tuttu.

"Sonra bir başka yol tuttu." Bundan önce bu fiilin çeşitli kullanım şekillerinin aynı manada olduğuna dair açıklamalar geçmiştir. Başka bir yol izledi ve çeşitli konaklardan geçti, anlamındadır.

90

Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman onun güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü.

91

İşte böyle. Zaten Biz ellerinde ne bulunuyor idiyse, hepsini ilmimizle kuşatmıştık.

"Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman" âyetinde geçen;” "Doğduğu yer" kelimesini Mücahid ve İbn Muhaysin "mim" ile "lâm" harfini üstün ile okumuşlardır, "Güneş ve yıldızlar doğdu, doğmak, doğuş" denilir. "Lâm" harfinin üstün ve esreli okunuşu aynı zamanda güneşin doğuş yeri anlamına da gelir. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır.

Yani o, sonunda kendileri ile güneşin doğuş yeri arasında insan diye kimselerin bulunmadığı bir kavmin bulunduğu yere vardı. Güneş ise bunun ötesinde oldukça uzak bir yerde doğuyordu. İşte yüce Allah'ın:

"...Bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" âyetinin anlamı budur.

Bunlar hakkında görüş ayrılıkları vardır. Bunların kim olduklarına dair Vehb b. Münebbih'in kanaati önceden geçmiş bulunmaktadır. Ona göre bunlar Mensik adında ve Nâsîk denilen ümmetin karşısında yer alan bir ümmet idi. Mukâtil de böyle demiştir.Katade ise her ikisine de Zinc denildiğini söylemiştir. el-Kelbî ise bunlar Tarîs, Hâvîl ve Mensik ismini taşıyan ümmetlerdi, demiştir. Bunlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve hakka karşı kör kimselerdi. Köpekler gibi birbirlerine yaklaşır ve eşekler gibi birbirlerine karışırlardı.

Bunların Câbelk ahalisi olduğu da söylenmiştir. Bunlar da Hûd'a îman etmiş olan Âd kavminin mü’minlerinin soyundan geliyorlardı. Süryanice'de bunlara Markîsâ denilir.

Güneşin battığı yerde bulunanlar ise Cabers ahalisidir. Bu iki şehirden her birisinin onbin kapısı ve her bir kapısı arasında bir fersahlık mesafe vardır. Cabelk'in ötesinde başka ümmetler de vardır. Bunlar ise Tâfîl ve Târis'dirler. Ye'cuc ile Me'cuc'e komşudurlar. Cabers ve Cabelk ahalisi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a îman etmişlerdir. İsrâ gecesi onların yanından geçmiş, onları davet etmiş, onlar da davetini kabul etmişlerdir. Diğer ümmetleri de davet ettiği halde onun çağrısını kabul etmediler. Bunu da es-Süheylî zikreder ve şöyle der:

Ben bütün bunları Mukâtil b. Hayyân'ın,İkrime'den, onunİbn Abbâs'tan, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet ettiği uzunca bir hadisten özetledim. Bunu Taberî de, Mukâtil ’e kadar senedi ile kayd ettikten sonra, Mukâtil tarafından Peygambere nisbet ederek naklettiği bir hadis olarak rivâyet etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"...Güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız" yani güneşin doğuşu esnasında ona karşı kendilerini koruyabilecek bir engelleri bulunmayan "bir kavmin üzerine doğduğunu gördü."

Katade der ki: Bu kavim ile güneş arasında herhangi bir örtü yoktu. Çünkü onlar üzerinde bina yapılamayan bir yerde bulunuyorlardı. O bakımdan onlar bir takım tüneller içerisinde yaşıyorlardı. Güneş çekilip gitti mi mÂişetlerini kazandıkları yerlere ve tarlalarına geri dönerler. Yani içine girip, barınacakları ne dağdaki bir mağaraları, ne de güneşe karşı kendilerini koruyacak bir evleri vardı,

Umeyye dedi ki; Ben, Semerkant'ta insanlarla konuşan bir takım kişiler gördüm. Onlardan birisi dedi ki: Çin'i aşıp geçinceye kadar yola koyulup gittim. Ona: Seninle onlar arasında bir gün, bir gecelik kadar bir mesafe vardır. Bunun üzerine ben de onları bana gösterecek bir adamı ücretle tuttum. Nihayet sabahleyin onların yurduna vardım. Onlardan herhangi bir kimsenin kulağını altına yatak gibi yaydığını, diğerini de yorgan gibi üzerine örttüğünü gördüm. Benîm yol arkadaşım onların dilini biliyordu. Onlarla birlikte geceyi geçirdik. Ne dîye geldiniz, diye sordular. Biz güneşin nasıl doğduğunu görmek için geldik, dedik. Bu sırada bir çıngırak sesi gibi bir ses işit tik. Ben baygın düştüm, uyandığımda bana sürdükleri yağla vücudumu ovalıyorlardı. Güneş su üzerinde doğunca suyun üzerinde âdeta zeytinyağını andırıyordu. Semanın bir tarafı da bir çadır şeklinde idi. Güneş yükselince beni tünellerine soktular. Gün yükselip güneş tepelerinden yana doğru kayınca balık avlamak üzere çıktılar. Avladıkları bu batıkları güneşe bırakıyor ve pişiyordu.

İbn Cüreyc der ki: Bir gün onlara bir ordu geldi. Oranın ahalisi onlara: Siz burada iken güneş doğmasın. Onlarsa güneş doğmadıkça buradan gitmeyeceğiz, dediler. Daha sonra: Bu kemikler nedir? diye sordular. Onlara: Allah'a yemin olsun ki bu kemikler üzerlerine güneşin doğduğu bir ordunun kemikleridir, hemen buracıkta ölüverdiler, dediler. (İbn Cüreyc) dedi ki: Bunun üzerine hemen gerisin geri kaçmaya koyuldular.

el-Hasen der ki: Onların yaşadıkları yerde ne dağ ne de ağaç vardı. Orada bina yapılamıyordu. Üzerlerine güneş doğdu mu suya girerlerdi. Güneş yükseldi mi sudan çıkarlar ve hayvanların otladığı gibi otlarlardı.

Derim ki: Bu sözler orada hiçbir şehir bulunmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Onların bir bölümünün suya girdiği, bir bölümünün de tünellere girdiği de söylenebilir. O takdirde el-Hasen ile Katade'nin sözleri arasında çelişki söz konusu olmaz. Zülkarneyn'e dair daha önce kayd ettiğimiz değerlendirmeye ek olarak şunu da belirtelim: Zülkarneyn kıssası ile ilgili olarak anlatılanlar da; diğer hususlara dair söylenen ya da ileri sürülen görüşlerin tabi tutuldukları aynı kıstaslara tabidir. Dolayısıyla Kur'ân'danya da sahih sünnetten bir delile dayanılarak yapılan açıklamalar dışındaki diğer açıklamaları her zaman için ihtiyatla karşılarız. Bu gibi rivâyet ve nakilleri aklın ve ilmin süzgecinden geçirmek zorundayız.

92

Sonra bir yol tuttu.

"Sonra bir yol tuttu."

93

Nihayet İki dağ arasına ulaştığı zaman önlerinde hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu,

"Nihayet İki dağ arasına ulaştığı zaman..." bunlar Ermenistan ve Azerbaycan taraflarında iki dağdır. Atâ el-Horasanî,İbn Abbâs'tan:

"iki dağ arasına" âyetinden kasıt, Ermenistan ve Azerbaycan'daki iki dağdır, dediğini rivâyet etmektedir.

"Önlerinde" yani o dağların arka taraflarından

"hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu." (Mealindeki âyette):

"Anla(ma)yan"kelimesini Hamza ve el-Kisaî "ya" harfini ötreli "kaf" harfini esreli olarak; şeklinde; fiilinden muzari diye okumuşlardır. Bu da kendileri konuşmakla birlikte konuştuklarına başkalarını anlatamayanlar anlamındadır. Diğerleri İse "ya" harfini de "kaf" harfini de üstün okumuşlardır ki; bu da anlamayanların kendileri olduğu manasınadır. Her iki kıraat te sahihtir. Bu; hem kendileri başkalarının sözlerini anlamıyorlar, hem de kendileri başkalarına söylediklerini anlatamıyorlar, demektir.

94

Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde bozgunculuk yapanlardır. Sana bir vergi versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yapıversen."

İnsanlardan salih bir ümmet ona:

"Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk çıkaranlardır."

el-Ahfeş dedi ki: "Ye'cûc" kelimesini hemzeli okuyanlar "Me'cûc" kelimesindeki hemzeleri asıldan kabul eder ve "Ye'cûc"un vezni "yefûT, "Me'cûc"un vezni de "mef ûl" olur. Bu şekliyle-, "Ateşin alev alması, alevlenmesi"nden türemiş gibidir. Hernzesiz telaffuz edenler ve bunları fazladan "elif" olarak kabul edenler ise "Yâ'cûc" diye söylerler ki; bu; den "Mâ'cûc" de; den gelmiş olur. Bu iki özel isim de munsarıf değildir. Ru'be (bu söyleyişe uygun olarak) der ki:

"Şayet Yâcuc ve Macuc hep birlikte,

Âd kavmi de avdet edip, Tubba'ı galeyana getirecek olurlarsa..."

Bunu el-Cevherî zikretmektedir:

Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar Arapça olmayan iki isim olduklarından dolayı munsarıf değildirler. Tıpkı Tâlût ve Câlût gibi. Ayrıca bunlar Arapça kökten de türemiş değildirler. Munsarıf olmalarını önleyen ise Arapça olmayışları, marife ve müennes oluşlarıdır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu iki kelime; den gelmekte olup, Arapçalaştırılmışlardır. Munsarıf olmayışlarının illeti ise marife ve te'nis'dir.

Ebû Ali der ki: Bu iki kelimenin Arapça olmaları da mümkündür. Çünkü "Ye'cûc" kelimesini hemzeli okuyanlara göre bu kelime "Cerbua" kelimesinin fiili yef ûl veznindedir. Bu da; ateş aleviyle etrafı aydınlattı, demek olan; dan gelir. Alev almak anlamındaki; da; "Acı, tuzlu" ifadesi de buradan gelmektedir.

Hemzesiz telaffuz edenlerin ise bu kelimedeki hemzeyi hafifleterek "elif'e kalb etmiş olması mümkündür. (Baş anlamındaki); in hemzesiz okunuşu gibi. "Me'cûc" kelimesi de; den mef'ûl veznindedir. Her iki kelime iştikak bakımından aynı kökten gelirler. Bunu hemze'siz okuyanların da hemzeyi hafifletmiş olmaları mümkün olduğu gibi; bu kelimenin den "fâûl" vezninde olması da mümkündür. Her iki kelimenin munsartf olmayış sebebi ise müenneslik ve marife oluşlarıdır. Çünkü kabile ismini andırmaktadırlar.

Yeryüzünde fesad çıkarmalarına gelince, bu hususta farklı görüşler vardır. Said b. Abdulaziz der ki: Onların fesad çıkarmaları Âdemoğullarını yemeleridir. Bir kesim de şöyle demektedir: Onların fesad çıkarmaları beklenen bir şeydi. Yani fesad çıkaracaklar. O bakımdan onlardan korunmak maksadıyla böyle bir istekte bulundular.

Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Fesad çıkarmaları zulüm, baskı, öldürmek ve insanların yaptığı bilinen diğer fesad şekilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Onların nitelikleri, setlerinden çıkışları ve Yâfes’in çocukları olduklarına dair bir takım haberler de varid olmuştur.Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Nûh (aleyhisselâm)ın, Sâm, Hâm ve Yâfes adında oğulları oldu. Araplar, Farslar ve Rumlar, Sâm'ın çocuklarıdırlar, hayır da bunlardadır.

Ye'cuc, Me'cuc, Türkler ve İskitler de Yâfes’in çocuklarıdır, bunlarda hayır yoktur. Kıptiler, Berberîler ve Sudan (yani siyahiler) Hâm'ın çocuklarıdırlar."Tirmizî, Tefsir 37. sûre 4, Menâkıb 69 "hasen bir hadistir" kaydıyla; Müsned, V, 9-10, U'de şöyle bir rivâyet yer almaktadır: Semûre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den buyurdu ki: "Sâm, Arapların babası, Hâro, Haberlilerin babası, Yâfes, Rumların babasıdır,"

Ka'b el-Ahbar dedi ki: Âdem (aleyhisselâm) ihtilam oldu ve suyu(menisi) toprağa karıştı. Bundan dolayı üzüldü, o bakımdan (Ye'cuc ile Me'cuc) bu sudan yaratıldılar. Bundan dolayı onlar anne tarafından değil de, baba tarafından bize ulaşırlar.

Ancak bu haber su götürür bir haberdir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salât ve selamı üzerlerine olsun) ihtilâm olmazlar. Onlar(Ye'cuc ile Me'cuc) Yâfes'in çocuklarıdırlar. Nitekim Mukâtil ve başkaları da böyle demişlerdir.

Ebû Said el-Hudrî, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:"Onlardan (yani Ye'cuc ile Me'cuc'den) herhangi bir kimsenin sulbünden bin adam doğmadıkça birisi ölmez."

Ebû Said (el-Hudrî) dedi ki: Bunlar Ye'cuc ile Me'cuc'un soyundan gelen yirmibeş kabiledirler. Gerek bunlardan, gerekse de Ye'cuc ile Me'cuc'den birisinin sulbünden bin kişi doğmadıkça bir kişi Ölmez. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.

Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a Ye'cuc ile Me'cuc hakkında soru sordum. O şöyle buyurdu: "Ye'cuc ile Me'cuc iki ümmettirler. Bu ümmetin herbirisi dörtyüzbin ümmettir. Bu ümmetin herbirisinin sayısını da Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Onlardan birisinin sulbünden hepsi de silah taşıyacak yaşa gelen bin erkek çocuk doğmadıkça, kimse ölmez." Ey Allah'ın Rasûlü, bize onların niteliklerinden söz et denilince, şöyle buyurdu: "Bunlar üç sınıftırlar. Bir sınıf dağ selvisini -ki bu Şam topraklarında yetişen ve herbirisinin yüksekliği yirmi zira'ı bulan bir ağaçtır- gibidir. Bir diğer kesimin eni boyu yaklaşık bir zira' kadar aynıdır. Bir diğer kesim ise bir kulağını kendisine yatak yapar, öbür kulağını da yorgan yapar, Bunların karşısına fil, yanani hayvan, domuz ne çıkarsa mutlaka onu yerler. Aralarından öleni de yerler. Onların öncü kuvvetleri Şam topraklarında, ardçıları da Horasan'da olacaktır. Bunlar doğudaki nehirleri içecekler,Taberiye gölünü içecekler. Allah, Mekke, Medine ve Beytulmakdîs'e girmelerini de engelleyecektir."

Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Onlardan bir kesimin boyu bir karıştır. Bunların yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve parçalayıcı azı dişleri vardır. Güvercinler gibi birbirlerine seslenirler, Hayvanlar gibi çiftledirler, kurtlar gibi ulurlar. Sıcağa ve soğuğa karşı kendilerini koruyacak tüyleri vardır. Kulakları çok büyüktür. Bunlardan birisi kışı içinde geçirdikleri bir tüydür. Diğeri ise yazı içinde geçirdikleri bir deridir. Bunlar şeddi kazırlar, tam onu delip çıkacakları vakit yüce Allah onu eski haline geri çevirir. Yüce Allah'ın izniyle onu yarın deleriz, diyecekler. İşte o vakit onu delecek ve çıkacaklardır. İnsanlar kalelere sığınarak korunmaya çalışacaklar. Bunlar semaya doğru ok atacaklar, attıkları ok kana bulanmış olarak kendilerine geri dönecektir. Sonra yüce Allah onları boyunlarında çıkacak(ve develerin, koyunların burunlarında meydana gelen kurtçuklara benzer) kurtçuklarla helâk edecektir. Bunu el-Gaznevî zikretmektedir.

Ali (radıyallahü anh) da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:"Ye'cuc dörtyüz tane kumandanları bulunan bir ümmettir. Me'cuc da böyle. Onlardan herhangi birisi ata binmiş bin tane çocuğunu görmedikçe ölmez." Elimizin altındaki hadis kaynaklarında cesbit edemedik.

Derim ki:Ebû Hüreyre yoluyla gelen merfu bir hadisiİbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiş bulunmaktadır. Buna göre, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ye'cuc ile Me'cuc her gün (seddi delmek maksadıyla) kazıyıp dururlar. Tam güneşin ışığını görmeye yaklaştıklarında başlarındaki (âmir) şöyle der: Haydi geri dönün, artık bunu yarın kazırsınız. Ancak yüce Allah öncekinden daha sağlam bir şekilde iade eder. Nihayet onların (sedde kalacakları) süre dolacağında ve yüce Allah onları insanların üzerine göndermeyi murad edeceğinde, yine seddi kazıyacaklar ve güneşin ışığını görmeye yakınlaştıkları bir noktada amirleri geri dönün, yüce Allah'ın izniyle yarın onu kazıyacaksınız (ve deleceksiniz) der. Böylelikle (inşaallah diyerek) istisna yapmış olacaklar. (Ertesi gün) tekrar oraya geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar ve orayı da kazıyacaklar. İnsanların üzerine yürüyecekler, suyu içip kurutacaklar. İnsanlar kalelerine sığınarak onlara karşı korunmak isteyecekler. Oklarını yukarı doğru atacaklar, okları üzerlerinde kan izleri olduğu halde geri dönecek. -Ravi der ki: Hıfzettiğime göre böyle.- Bunun üzerine: Bizler yeryüzündeki insanları kahrettik. Semadakilerin de üzerine çıktık. Bunun üzerine yüce Allah, boyun bölgelerinde bir takım kurtçukları üzerlerine salacak ve bunlarla onları öldürecektir." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yeminederim ki yeryüzü hayvanları onların etlerinden dolayı semirecek ve memeleri süt ile dolacaktır."İbn Mâce, Fiten 33.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn bunları gördü. Onlardan birisinin boyu bizden orta boylu bir adamın boyunun yarısı kadardır. Tırnakların olduğu yerde onların hayvan pençelerini andıran tırnakları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi azı dişleri ve parçalayıcı dişleri vardır, Çeneleri deve çenelerini andırır. Kılları serttir. Bütün vücutlarını örtecek kadar kıllıdırlar. Herbirlerinin büyükçe iki kulağı vardır. Bunlardan birisini yorgan olarak kullanır, öbürünü de yatak olarak. Onların herbiri ecelinin ne zaman geleceğini de bilir. Eğer erkek ise sulbünden bin tane erkek çıkmadıkça ölmez. Dişi ise bin dişi doğurmadıkça ölmez.

es-Süddî ileed-Dahhâk derler ki: Türkler Ye'cûc ile Me'cûc'den küçük bir bölümdür. Bunlar ortaya çıkıp değişiklikler yapmaya koyuldular. Zülkarneyn gelip şeddi yaptı ve şeddin bu tarafında kaldılar.

es-Süddî der ki: Sed yirmi bir kabile üzerine yapıldı. Onlardan tek bir kabile şeddin beri tarafında kaldı, bunlar da Türklerdir. Bunu da Katade demiştir.

Derim ki: Eğer bu böyle ise şunu bilelim ki Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) Ye'cûc ile Me'cûc'u nitelendirdiği gibi; Türkleri de nitelendirmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlar yüzleri kat kat kalkanı andıran, giydikleri, kıldan elbiseler olan kıl İçerisinde yürüyen"-bir başka rivâyette de; kıldan yapılmış ayakkabılar giyen- "bir kavim olan Türklerle Savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır." Bu hadisi Müslim,Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmiştir.Buhârî, Cihâd 96;Müslim, Fiten 62-65;Ebû Dâvûd, Melâhim y;İbn Mâce, Fiten 36;Müsned, II, 239, 271, 475, 493.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) sayılarını, çokluklarını ve ne kadar güçlü olduklarını bildiğinden dolayı: "Türkler size İlişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz"diye buyurmuştur.Ebû Dâvûd, Melâhim 11;el-Heysemî Mecmau'z-Zevâid, V, J04, "Ravilerinden Mervân b. Sâlim'in Metruk (yaptığı rivâyetler alınmayan bir ravi) olduğu" kaydıyla

Onlardan şu dönemde yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin sayılarını bilmediği ve yüce Allah'tan başka kimsenin müslümanlardan geriye püskürtemeyeceği pek çok ümmetler çıkmış bulunmaktadır. Bunlar sanki Ye'cûc ve Me'cûc yahutta bunların mukaddimeleri (öncü kuvvetleri)dirler.

Ebû Davûd'da, Ebû Bekre'den gelen bir rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir takım kimseler Dicle ismi verilen bir nehrin yakınında Basra diye adlandırılan düz bir yerde konaklayacaklar. Bu nehrin üzerinde bir köprü olacaktır. Oranın ahalisi çoğalacak ve orası muhacirlerin -İbn Yahya dedi ki: Ebû Ya'mer dedi ki: Müslümanların -şehirlerinden bir şehir olacaktır.- Âhir zamanda ise yüzleri geniş, gözleri küçük, Kantûrâoğulları gelecek ve bu nehrin kıyısına konaklayacaklardır. O şehrin ahalisi üç gruba ayrılacak. Bir grup İneklerin kuyruklarının arkasına takılıp çöle gidecekler, bunlar helâk olacaklar. Bir grup kendileri için (bunlardan teminat) alacak ve böylece kâfir olacaklar. Bir grup da çoluk-çocuklarım arkalarına alacak ve Savaşa koyulacaklar. İşte şehidler bunlardır."Ebû Dâvûd, Melâhim 10.

"Basra" gevşek, yumuşak taş demektir. Basra şehrine bu isim bundan dolayı verilmiştir. "Kantûrâoğulları" Türklerdir. Denildiğine göre; Kantura İbrahim (sa)ın cariyelerinden birisinin adıdır. Bu cariyenin Hazret-i İbrahim'den çocukları oldu. Türkler de bunların soyundan geldi. (Allah en iyisini bilir).

"Sana bir vergi versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yaptırıversen" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Zülkarneyn'e Sed Yapma Teklifi:

"Sana bir vergi versek..." ifadesi güzel bir edeble sorulmuş bir sorudur.

" Vergi" belli bir miktarda mal, anlamındadır. Bu kelime "ra" harfinden sonra "elif" ile (harâc şeklinde) diye de okunmuştur. "Elif"siz söyleyiş, "elif"li söyleyişe göre daha özel bir anlam ifade eder. O bakımdan; " Kendi baş vergini ve şehrinin haracını öde" denilir.

el-Ezherî der ki: Harâc kelimesi vergi, fey malı, cizye ve gelir anlamlarında kullanılır. Aynı şekilde harâc mallarda verilmesi gereken farz hisselerin de adıdır. "Elif"siz "hare" ise mastardır.

"Buna karşılık bizimle onların arasında bir sed yapıversen" âyetindeki sed; "redm; yığılarak yapılan engel" demektir. Redm birbiri ile bitişik ve kaynaşmış şekilde üstüste yapılan yığma demektir, "Yamanmış elbise" demektir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

Mesela: "Yarığı (çatlağı, çukuru) kapattım" demektir. Redm aynı zamanda isim olup, sed demektir. Redm'in şedden daha beliğ bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir. Çünkü sed kendisi ile bir boşluğun, açığın kapatıldığı herşey anlamındadır. Redm ise taş, toprak ve buna benzer şeyleri tam bir engel teşkil edecek şekilde üstüste koyup yerleştirmek demektir. Nitekim elbisesini kalın ve üstüste yamalarla yamayan bir kimsenin halini anlatmak üzere -bu kökten- denilir. Antere'nin şu mısra'ı da burdan gelmektedir.

"Acaba şairler yama yapılması gereken bir yeri,(yamamaksızın) terk ettiler mi?"

Üstüste terkib edilecek, söylenmesi gereken bir sözü söylemeksizin bırakmışlar mıdır, demektir.

"Sed" kelimesi "sin" harfi üstün olarak; diye okunmuştur,el-Halil, ile Sîbeveyh şöyle derler: "Sin" ötreli olursa isim olur, üstün olursa mastardır. el-Kisaî der ki: Üstün ve ötreli okuyuş aynı anlamdaki iki ayrı söyleyiştir. İkrime,Ebû Amr b. el-A'lâ veEbû Ubeyde de şöyle derler: Allah tarafından yaratılmış olup da insanların herhangi bir katkıda bulunmadıkları engeller için ötreli söyleyiş, insan tarafından yapılmış olanlar için de üstünlü söyleyiş kullanılır. Ancak bu görüşü kabul eden kimselerin "sin" harfini burada üstün ile okumaları, bundan önceki; "İki dağ arasına" lâfzını da ötreli okumaları gerekir.

Ebû Hatim iseİbn Abbâs ve İkrime'den, Ebû Ubeyde'nin söylediklerinin aksini nakletmektedir, İbn İshak da şöyle demektedir: Gözlerinle gördüklerini "sin" harfi ötreli olarak "süd" şeklinde, görmediklerini de üstün ile "sed" şeklinde zikredersin.

2- Fesad Ehli Olanları Hapsetmek İçin Hapishane Yapımı:

Bu âyet-i kerîmede hapishaneler yapıp, fesad ehli kimseleri burada hapsetmeye, onları diledikleri şekilde tasarrufta bulunmalarını engellemeye, fesİsimleri üzere bırakılmayacaklarına, aksine canlarını incitecek şekilde dövüleceklerine, hapsedileceklerine yahutta kefalet altında bırakılacaklarına -Ömer(radıyallahü anh)ın yaptığı gibi- delil vardır.

95

Dedi ki: "Rabbimin bana verdiği imkânlar daha hayırlıdır. Siz bana (bedeni) güçle yardım edin ki, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.

"Rabbimin bana verdiği İmkânlar daha hayırlıdır..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- Yüce Allah'ın Verdiği İmkânları Kullanmayı Tercih Etmek:

"Rabbimin bana verdiği imkânlar daha hayırlıdır" âyetinin anlamı şudur: Zülkarneyn onlara dedi ki: Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç. ve hükümdarlık imkânları sizin vereceğiniz vergiden ve mallarınızdan daha hayırlıdır, ama beden gücüyle bana yardım ediniz.Yani aranızdan beden ile çalışacak kimseler ve adamlar ile şeddi yapmakta kullanacağım araçlar veriniz.

Bu da yüce Allah'ın aralarında cereyan eden bu konuşmada Zülkarneyn'i bir te'yididir. Çünkü orada bulunanlar eğer ona belli bir vergi vermek üzere aralarından mal toplayıp vermiş olsalardı, kimse ona yardım etmezdi. O şeddi bina etme işini ona bırakırlardı. Bizzat ona yardımcı olmaları ise onun için daha güzeldi ve bu işin daha çabuk bitmesini sağladı. Belki de bu şekilde çalışmaları onun kendisine vereceklerinden söz ettikleri vergiden daha da fazla miktara tekabül ediyordu.

Yalnız İbn Kesîr "bana verdiği imkânlar"(anlamındaki) lâfzı; şeklinde iki "nun" ile, diğerleri ise tek "nûn" ile; diye okumuşlardır.

2- Yöneticinin Yönettiklerine Karşı Görevleri ve İslâm Devleti'nde Mali Siyaset:

Bu âyet-i kerîmede hükümdar kimsenin yönettiklerinin ülkelerini korumakla yükümlü olduğuna, onların gediklerini kapatmak, serhadlerini düzeltip sağlamlaştırmak için çalışmasının farz olduğuna, bunları da faydalarını görecek olan yönetilenlerin mallarından ve kendi himayesi ve gözetimi altında hazinelerinde toplanan hak ettiklerinden karşılayacağına delil vardır. İsterse bu hakları yerine getirmek isterken bütün malları tükenmiş olsun ve bu yükümlülükler servetlerini tamamen bitirmiş olsun. Yönetilenler bütün bu açıklan, gedikleri kendi mallarından kapatmakla yükümlü oldukları gibi yöneticinin de onlara güzel bir şekilde bakması, koruması görevidir. Bu da üç şartla olur;

1- Hiçbir hususta kendisini onlara tercih etmeyecek.

2- Önce muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmekle işe bağlayacak, onlara yardımcı olacak.

3- Vereceği atiyyelerde (devlet hazinesinden yapacağı bağışlarda) konumlarına uygun olarak aralarında eşitlik sağlayacak.

Bundan sonra bu hazine tamamıyla bitip boşalacak olursa, karşılaşılan olaylar görülmesi gereken bir işi ortaya çıkmasına sebeb olurlarsa, mallarından önce canlarını ortaya koyarlar. Bunun faydası olmazsa o takdirde belli bir değerlendirmeye göre mallarından alınır ve güzel bir tedbir ile bu mallar harcanır.

İşte, Zülkarneyn'e çekindikleri Ye'cûc ile Me'cûc saldırısını kendilerinden önlemesi maksİsmi ile ona mal vermelerini teklif ettiklerinde, O: Benim malınıza ihtiyacım yok, benim size ihtiyacım var. O bakımdan "siz bana (bedeni) güçle yardım edin"yani benimle birlikte bizzat hizmette bulunun, dedi. Çünkü benim yanımda mal var, sizin yanınızda da adam var. Onların verecekleri malın kendilerine ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını, eğer bu malı bir ücret olarak alırsa bunun ihtiyaç duyduğu asıl gücü azaltmış olacağını, o bakımdan tekrar onlara ücretle çalıştırmak için müracaat edeceğini gördü. Dolayısıyla bedenen hizmetçe bulunmalarının daha uygun olduğunu tesbit etti.

Bu konuda ilke şudur: Hiçbir kimsenin malı karşı karşıya kalınacak bir zaruret olmadıkça helâl olmaz. Bu durumda da bu mal gizli değil açıkça alınır. Bir takım kimseleri tercih ederek, kayırarak değil, adaletle harcanır. Kişisel baskı ve dayatma usulüyle değil, cemaatin görüşüne göre harcanır. Doğruya muvaffak kılan yüce Allah'tır.

96

"Bana büyük demir parçaları getirin." Nihayet dağların İki yanını tam denkleştirdiği vakit: "Üfleyin" dedi Nihayet onu bir ateş haline getirince: "Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" dedi.

"Bana büyük demir parçaları getirin"yani bana büyük demir parçalarını verin, elime teslim edin. Onlara araç taşımalarını emretmiş oldu. Bütün bunlar hibe anlamı taşımaksızın vermeye davettir. Bu ona gerekli araçları elleriyle vermeye bir çağrıdır. Çünkü o kendilerinden vergi almayacağını söylemişti. Geriye sadece gerekli araçları verme ve bedenen çalışmaya çağırmaktan başka bir şey kalmıyordu.

"Büyük demir parçaları" demir kesitleri demektir. kelimesinin aslı toplanıp, bir araya gelmek demektir. Aslanın boynunun çevresinde toplanan tüylere; " Arslan yelesi" denilmesi de buradan gelmektedir. "Kitabı yazdım ve harflerini bir araya getirip topladım" demektir.

Ebû Bekr ve el-Mufaddal; şeklinde gelmek fiilindenmiş gibi okumuşlardır. Bu da; "Bana demir kütleleri getirerek geliniz" anlamındadır. Cer harfi düşünce (kütle anlamındaki "zübar" kelimesi) fiil ile nasbedilmiştir. Şairin şu mısra ında olduğu gibi:

"Sana hayrı emrettim..."

Burada da cer edatı hazfedildiğinden fiil nasbetmiştir.

Cumhûr "züber" kelimesinin "be" harfini üstün olarak okumuştur. el-Hasen ise bunu ötreli okumuştur. Her iki şekilde de büyük parça demek olan "zübre'nin çoğuludur.

"Nihayet dağların iki yanını" yaptığı inşaat ile

"tam denkleştirdiği vakit" demektir. Asıl söz konusu olan inşaat olduğundan dolayı ayrıca zikredilmeyerek hazfedilmiştir.

" Dağların İki yanını" âyeti ile ilgili olarak Ebû Ubeyde der ki: Kasıt dağın iki yanıdır. Ona "sadefeyn" isminin veriliş sebebi iki yanın biribirlerine tesadüf etmesi yani birbirlerinin karşılarında bulunması, biri diğerine mülakî olmasıdır. Bu açıklamayı ez-Zühri el-Mâverdî, en-Nuket ve'l-Uyûn, III, 343'cle "ez-Zührî" yerine: "el-Ezherî" ve İbn Abbâs yapmıştır. Biri diğerinden sanki yüz çeviriyormuşçasına "sudûPdan gelen bu isim verilmiştir. Şair der ki:

"Onun aydınlığı dağın her iki yanını da aşıp geçiyor,

Karanlıktaki kandil gibi alev saçıyor."

Yüksekçe binaya da dağın kenarına (yar'ına) benzetilerek "sadef' denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Meyletmek üzere olan bir sadefin yanından geçti mi hızlıca yürürdü," İbn Kesîr, en-Nihâye, III, 17de bu lafızla; Müsned, II, 356'cla: "Peygamber yan yatmış bir duvarın (cidar) ya da bir bahçe duvarının (hâit) yanından geçti de yürüyüşünü hızlandırdı..." şeklîndeEbû Ubeyd dedi ki: Sadef ve hedef yüksekçe ve büyük her yapıya verilen isimdir.

İbn Atiyye der ki: "İki sadeP karşılıklı iki dağa verilen isimdir. Yalnız birisine "sadef" denilmez. Ama ikisine "sadefân" denilir. Çünkü biri diğerine tesadüf etmektedir.

Nâfi', Hamza veel-Kisaî; kelimesini "sad" harfi üstün ve şeddeli "dai" harfi de üstün olarak okumuştur. Aynı zamanda buÖmer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın ve Ömer b. Abdulaziz'in de kıraatidir. Bu, Ebû Ubeyde'nin de tercih ettiği kıraattir. Çünkü en meşhur olan lügat (söyleyiş) budur.

İbn Kesîr, İbn Âmir veEbû Amr ise "sad" ve "dal" harflerini ötreli okumuşlardır.

Ebû Bekr yoluyla gelen rivâyetindeÂsım ise "sad" harfini ötreli, "dal" harfini sakin okumuştur. "Curf" ve "cüruf gibi. Bu da bir tahfiftir.

İbnu'l-Macişûn "sad" harfini üstün, "dal" harfini ötreli okumuştur. Katade ise "sad" harfini üstün "dal" harfini sakin okumuştur. Bütün bu okuyuşların anlamı birdir ve karşılıklı iki dağ demektir.

"Üfleyin, dedi" âyetinden itibaren âyetin sonuna kadar âyetin anlamı şudur; Körüklerle, demir kütleleri üzerine üfleyin. Çünkü o bir kat demir kütlesi ve taş konulduktan sonra odun ve kömürü tutuşturup ateş bunları kızdırıncaya kadar körüklemelerini emrederdi. Demirin üzerine ateş yakıldı mı o da tıpkı ateş gibi olur. İşte yüce Allah'ın;

"Nihayet onu bir ateş haline getirince" âyetinin anlamı budur. Sonra da(âyet-i kerîmede geçen): "el-Kıtr" ile ilgili görüş ayrılıklarına göre: Eritilmiş bakır yahut kurşun veya demir getirilir, bunu da hazırlanmış olan bu tabakanın üzerine boşaltırdı. Bu şekilde birbirlerine kaynaşıp iyice birbirine geçip yapıştıktan sonra tekrar yeniden aynı şekilde bir tabaka daha koyardı. Bu da iş tamamlanıncaya kadar ve bu boşluk da son derece sağlam bir dağ haline gelinceye kadar devam etti.

Katade der ki: Bu dağ çizgili bir elbise gibidir. Bir yol siyah ve bir yol kırmızıdır.

Rivâyet edildiğine göre bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmiş ve: Ey Allah'ın Rasûlu, ben Ye'cûc ile Me'cûc şeddini gördüm, demiş. Peygamber ona: "Onu nasıl gördün" deyince, şu cevabı vermiş: Ben onu çizgili bir elbise gibi gördüm, bir yol sarı, bir yol kırmızı, bir yol siyahtı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen onu gerçekten görmüşsün"diye buyurdu.İbn Kesîr, Tefsir, V, 192'de bu hadisi İbn Cerîrden naklettikten sonra; "Bu, mürsel bir hadistir" kaydını düşmektedir. "Nihayet onu bir ateş haline getirince" âyeti ateş gibi olunca demektir.

"Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" âyeti da şu demektir: Bana bakır getirin, onun üzerine dökeyim, anlamında takdim ve te'hir yapılmış bir ifadedir.

"Getirin bana" âyetini; şeklinde okuyanlara göre anlamı şu olur: Gelin onun üzerine bakır boşaltayım ki, müfessirlerin çoğuna göre "kıtr" eritilmiş bakır, demektir. Bunun da aslı; "Damlamak'tan gelmektedir. Çünkü eritilmesi halinde suyun damlaması gibi o da damlar. Bir başka kesim de "kıtr" eritilmiş demirdir derken, aralarında İbnu'l-Enbarî'nin de yer aldığı bir başka kesim, eritilmiş kurşun demektir, der. Bu kelime; "Damladı, damlar,.

"Biz ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık" (Sebe’, 34/12) âyetinde ki "el-kıtr" kelimesi de buradan gelmektedir.

97

Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler.

"Artık onu ne aşabildiler" Ye'cûc ile Me'cûc üzerine çıkamadılar, ona tırmanamadılar. Çünkü bu sed dağın seviyesine gelmiş dümdüz kaygan bir zemindi. Dağ da aşılamayacak kadar yüksekti. Seddin yüksekliği ikiyüzelli zira' idi. Rivâyete göre iki dağ arası uzunluğu ikiyuz fersah, eni de elli fersah idi. Bunu da Vehb b. Münebbih söylemiştir.

"Ne de onu delmeye güç bulabildiler." Buna sebeb ise hem eninin fazla oluşu, hem de çok sağlam bir yapı oluşudur. Sahih hadisteEbû Hüreyre yoluyla gelen rivâyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:"Bugün Ye'cûc ile Me'cûc seddinden bu kadar bir gedik açıldı" dedi veVehb b. Münebbih parmaklarını doksan gibi birbirine getirdi. Bir rivâyette de: Baş parmak ile şehadet parmağını halka yaptı, diyerek hadisin geri kalan kısmını zikretmektedir.Buhârî, Enbiyâ 7;Müslim, Fiten 3;Müsned, II, 341, 530(Ebû Hüreyre'den);Buhârî, Fiten 4, 28, Talâk 24;Müslim, Fiten 1, 2; Tirmisl, Fiten 23;İbn Mâce, Fiten 9;Müsned, VI, 428, 429(Zeyneb hint Cahş'tan).

Yahya b. Sellâm, Sa'd b. Ebi Arûbe'den, o Katâde'den, o Ebû Rafî'den, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Ye'cuc ile Me'cuc her gün seddi del(meye çalışırlar. Nihayet tam güneş ışığını gördüklerinde başlarındaki: Geri dönün, onu yarın deleceksiniz, der. Ama yüce Allah önceki gibi en sağlam şekline iade eder. Nihayet onların süreleri dolunca yüce Allah da insanların üzerine onları göndermeyi murad edeceği vakit kazımaya koyulurlar ve güneşin ışığını görecek noktaya yaklaştıklarında başlarında bulunan kişi: Haydi geri dönün, inşaallah onu kazıyacaksınız (deleceksiniz) der. Tekrar oraya geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar, şeddi delecekler ve insanların üzerine çıkacaklar."İbn Mâce. Fiten 33. Hadîs az Önce geçmiş bulunmaktadır.

"Ne de... güç bulabildiler" âyetini Cumhûr "tı" harfini şeddesiz olarak okumuştur. Bunun; anlamında bir söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Hatta aynen budur. Çünkü Araplarca bu fiil çokça kullanıldığından dolayı kimileri "te" harfini tamamen hazfederek; …diye kullanmışlardır. Bazıları da "te harfini hazfederek; …diye kullanmışlardır. Bu da ….anlamındadır ve bu meşhur bir söyleyiştir.

Yalnız Hamza "tı" harfini şeddeli okumuştur ki o da bu okuyuşuyla fiilin; şeklinde olduğuna işaret etmek istemiş gibidir. Sonra da "te" harfini "tı harfine idğam edip, "tı" harfini şeddeli okumuştur. Bu da izah bakımından zayıf bir kıraattir. Ebû Ali ise câiz değildir, demiştir.

el-A'meş de "Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler" âyetinde her iki yerde de "te" harfi ile okumuştur.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç