82Emrimiz geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ardınca taşlar yağdırdık. "Emrimiz" yani azabımız "geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik." Cebrâîl (aleyhisselâm) kanadını Lût kavminin şehirlerinin altına soktu -ki bunlar beş şehir idi: En büyükleri olan Sedûrn, Âmurâ (Goraora), Dâdumâ, Daûha ve Katem'dirler.- Yerin dibinden bu şehirleri İçindekilerle beraber semaya yaklaştıracak kadar yükseltti. Öyle ki semadakiler eşeklerinin anırmalarını, horozlarının ötmelerini dahi işitti; fakat bu yükseliş esnasında herhangi bir testilerinin suyu dökülmediği gibi, hiçbir kaplan da kırılmadı. Sonra da tepeleri üzeri yıkıldılar ve arkasından Allah onlara taş yağdırdı. Mukâtil der ki: Dört tanesi helâk edildi ve Daûha şehri kurtuldu. Bundan başka şeyler de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan... taşlar yağdırdık" âyetinde onların yaptıkları işi yapanın cezasının recin edilmek (taşlanmak) olduğuna delil vardır. Bu husus ise daha Önce el-A'raf Sûresi'nde (7/80. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Tefsire dair açıklamalar da şöyle denilmektedir: Yağdırmak fiili azâb hakkında kullanılırsa, "Yağdırdık" şeklinde, rahmet hakkında kullanılırsa; şeklinde kullanılır. Arapçada ise gökten yağmur yağdı, demek için her iki şekil de kullanılır. Bu açıklamayı da el-Herevî nakletmiştir. Âyet-i kerîmedeki "siccÜ: Pişirilmiş balçık"ın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. en-Nehhâs der ki: Siccîl çetin ve çok demektir. Siccîl ve siccîn kelimelerinde lâm ve nun iki kardeş harftir. Ebû Lîbeyde der ki: Siccîl, çetin demektir. Daha sonra da şu mısraı nakleder: "Kahramanların birbirlerine tavsiye ettikleri oldukça şiddetli ve çetin bir vuruş." Ancak Abdullah b. Müslim onun bu görüşünü reddederek şöyle der: Bu şiirde geçen kelime "siccîn"dir. Diğeri ise "siccîF'dir, nasıl bunu şahit diye gösterebilir?en-Nehhâs der ki: Bu cevab bağlayıcı bir cevab değildir. Çünkü Ebû Ubeyde'nin kanaatine göre "lâm" harfi, birinin diğerine (mahreç itibariyle) yakınlığı dolayısıyla, "nûn"un yerine kullanılabilir.Ebû Ubeyde'nin görüşü bir başka açıdan reddolunur, o da şudur: Eğer onun dediği gibi olsaydı, âyette; şeklinde gelmesi gerekirdi. Çünkü Arapça'da; Çetinden taşlar tabiri kullanılmaz. Çünkü burada "çetin, sert" anlamındaki "şedîd" kelimesi bir sıfattır. Ebû Ubeyde ise değirmen taşlarına "siccîl" denilebileceğini el-Ferrâ''dan nakletmektedir. Yine Muhammed b. el-Cehm, el-Ferrâ''dan "siccîl" değirmen taşı kadar sert olacak noktaya gelince kadar pişirilen çamurdur, dediğini nakletmişîir. Aralarında İbn Abbâs,Saîd b. Cübeyr ve İbn İshak'ın da bulunduğu bir kesim ise şöyle demektedir: Siccîl, Arapça olmayan Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Bunun aslı ise "sene ve cîl"dir. "Cim" yerine "kep" kullanılarak "senk ve kîl" de denilir. Bu iki kelime Farsça'da taş ve çamur anlamına kullanılan iki kelimedir. Araplar bunları Arapçalaştırarak tek bir isim yapmışlardır. Bu kelimenin Arapça olduğu da söylenmiştir. Katâde veİkrime der ki: Siccîl, çamur demektir. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Üzerlerine çamurdan taşlar atalım, diye" (ez-Zâriyât, 51/33) âyetidir. (Burada siccîl yerine çamur anlamına gelen "tîn" kelimesi kullanılmıştır). el-Hasen der ki: Taşlar asıl itibariyle çamur idi, sonradan katılaşünhp sertleştirildi. Araplara göre siccîl sert ve katı olan herseye denilir. ed-Dahhâk der ki: O bununla kireci kastetmektedir. İbn Zeyd de şöyle der: Bu, kireç gibi bir hal alıncaya kadar pişirilen çamurdur. Yine ondan nakledildiğine göre siccîl dünya semasının adıdır. es-Sa'lebî de bunu Ebû'l-Aliye'den nakletmektedir. İbn Atiyye ise şöyle der: Ancak bu zayıf bir görüştür. Bu görüşü yüce Allah'ın bunu: "Birbiri ardınca" ile nitelendirilmiş olması reddetmektedir. Yine İkrime'den nakledildiğine göre siccîl sema ile arz arasında havada asıiı bulunan bir denizdir. İşte bu taşlar oradan yağmıştır. Bir diğer görüşe göre, siccîl semadaki dağlardır. İşte yüce Allah'ın şu âyetinde bu dağlara işaret edilmektedir: "Ve gökten içinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir."(en-Nûr, 24/43) Yine denildiğine göre; bu onlara isabet etmesi haklarında yazılıp takdir edilmiş (tescil edilmiş) şeylerdendir. Bu anlamıyla o "siccîl" ile aynı manaya gelir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Siccın'in ne olduğunu sana ne bildirdi? O yazılmış birkitaptır." (el-Mutaffifin, 83/8-9) Bu açıklamayı daez-Zeccâc yapmış ve tercih etmiştir. Diğer görüşe göre "siccîl" onu serbest bıraktım, anlamındaki; fiilinden gelme "fi'îl" vezninde bir kelimedir. Bu taşlar, âdeta üzerlerine salınmış olduğu için bu ismi almışlardır. Bir diğer görüşe göre bu kelime, "birisine bir şey vermek" anlamındaki; den gelmektedir. Buna göre bu onlara verilmiş bir azâb gibi bir anlam taşıdığından bu isim kullanılmıştır. Nitekim şair de şöyle demektedir: "Kim benimle verme(kle öğünmek) yarışına girerse, Kovasını ağzına kadar dolduran şerefli birisiyle verme yarışına girer." Meanî ehli (Meâni’l-Kur'ân diye kitap yazanlar) derler ki: Siccil de, siccîn de sert ve sağlam taş ile ileri derecede dövmek anlamındadır. Nitekim İbn Mukbil der ki: "Kahramanların birbirine tavsiye ettikleri oldukça çetin bir vuruşla Miğferlere açık ve belli darbeler vuran piyade Savaşçılar." "Birbiri ardınca" âyetini İbn Abbâs, biri diğerinin ardında diye açıklarken, Katâde biri diğerinin üstüne bindirilmiş diye açıklamıştır. er-Rabî’ der ki: Tek bir cesetmiş gibî bir hal alıncaya kadar üstüste yığılmış demektir. İkrime ise dizilmiş diye açıklamıştır. Kimisi de üstüste iyice yığılmış, bastırılmış(birbirine kaynaştırılmış) diye de açıklamıştır ki; bunlar birbirine yakın manalardır. Mesela eşyayı ve kerpiçleri üstüste koymayı anlatmak üzere; denilir. Bu şekilde yerleştirilmiş olanlara da; "Üstüste dizilmiş, birbiri ardınca" denilir. Şair de der ki: "Ve onu (Buyu) kapının önündeki eşiklere sonra da ev eşyalarının yanına ulaştırıncaya kadar götürdü(ulaşmasını sağladı)." Ebû Bekr el-Hüzelî der ki: Bu kelime "hazırlanmış" anlamındadır. Yani bu şekildeki çamurdan pişirilmiş taşlar yüce Allah'ın, zulme sapmış düşmanları için hazırlamış olduğu taşlardandır. 83Rabbinin yanında hep İşaretlenmişlerdi. Bu, zâlimlerden uzak değildir. "Rabbinin katında hep işaretlenmişlerdi" alâmetlendirilmişlerdi. " mühürü andıran işaretler vardı. Şöyle de açıklanmıştır: Herbir taşın üzerinde isabet ettiği şalısın ismi yazılı idi. Bu taşlar yeryüzündeki taşlara benzemiyordu,el-Ferrâ' da derki: Bu taşların beyaza çalan siyah ve kırmızı çizgilerle alametli olduğunu iddia etmislerdir. İşte taşların İşaretlenmiş olmaları bu imiş. Ka'b da der ki: Bu taşlar beyaz ve kırmızı renk ile alâmetli idiler. Şair de der ki: "O Allah'ın kendisine güzellik verdiği genç bir delikanlıdır Ve ona bakanın sevince gark olduğu bir siması vardır." "Hep işaretlenmişlerdi." ifadesi taşların sıfatlarındandır. Buna karşılık "pişirilmiş" ifadesi ise "balçık'ın sıfatıdır. Yüce Allah'ın: "Rabbinin katında" âyeti bu taşların yeryüzü taşlarından olmadığına delildir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. "Bu, zâlimlerden uzak değildir."Lût kavmini kastetmektedir.Yani bu taşlar zâlimlere isabet etti, onlardan uzağa düşmedi. Mücahid de şöyle demiştir: Bu âyetle yüce Allah Kureyşlileri korkutmaktadır. Yani bu taşlar, ey Muhammed, senin kavminin zâlimlerinden uzakta değildir. Katade veİkrime de şöyle demişlerdir: Bununla, bu ümmetin zâlimlerini kastetmektedir. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Allah hiçbir zalimi bu taşlardan himaye altına almış değildir. Rivâyete göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin sonları arasında erkekleri erkeklerle, kadınları da kadınlarla yetinen kimseler olacaktır. Eğer böyle bir şey olursa o takdirde onlar için Lût kavminin azabını, Allah'ın üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırma azabını gözetleyiniz,"Daha sonra Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Bu zâlimlerden uzak değildir."âyetini okudu. Bu ve bundan sonraki rivâyete mana itibariyle yakın bir rivâyet, Hatib el-Bağdâdi ile İbn Asâkir'e atfen, Kenzu'l-Ummâl, XIV, 226 no: 38500de geçmekte; ancak ravilerinden ikisinin metruk raviler olduğu belirtilmektedir. (Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısı, IX, 87. not 8). Hazret-i Peygamberden gelen bir başka rivâyette de şöyle buyurulmaktadır: "Bu ümmet kadınlara arkalarından yaklaşmayı helal kabul edecekleri gibi, erkeklere de arkadan yaklaşmayı helâl 'kabul edecek hale gelmedikçe gece ve gündüz bitmeyecektir(dünyanın sonu gelmeyecektir). O zaman bu ümmetten bir takım kimselere Rabbinden taşlar isabet edecektir." Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu şehirler zâlimlerden uzak yerlerde değildir. Bu şehirler Şam ile Medine arasında bir yerdedir. "Uzak" anlamındaki kelimenin müzekker olarak gelmesi de "uzak bir yerde" anlamındadır. Yağdırılan taşlar ile ilgili olarak da iki görüş vardır: Bir görüşe göre bu taşlar Hazret-i Cebrâîl şehirleri yükselttiğinde şehirler üzerine yağdırılmıştı, diğer bir görüşe göre bu taşlar şehir ahalisinden olup o şehirin dışında bulunan ve şehirde olmayan kimseler üzerine yağdırılmıştır. 84Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Ondan başka hiçbir İlâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sîzi gerçekten bir hayır içinde görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı"peygamber olarak gönderdik. Medyen, Hazret-i Şuayb'ın kavmidir. Onlara bu ismin verilişi hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre Medyenliler İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. O bakımdan Medyenoğulları kastıyla, Medyen denilmiştir. Mudaroğulları kastedilerek, Mudar denilmesi gibi. ikinci görüşe göre Medyen şehirlerinin adıdır, o şehre nisbet edilerek anılmışlardır. en-Nehhâs der ki: "Medyen" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü bir şehir ismidir. Bu anlamdaki açıklamalar daha geniş bir şekilde el-A'raf Sûresi'nde(7/85-87. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Dedi ki; Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Ondan başka hiçbir ilahınız yoktur" âyetinin benzeri (Hûd, 11/61'de) az önce geçti. "Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın."Medyenliler kâfir olmakla birlikte, ölçü ve tartıyı eksik yapan kimselerdi. Yiyecek satmak üzere onlara gelen birisi oldu mu onu fazla ölçekle alırlardı. Ona bir şey verecek olurlarsa, ellerinden geldiği kadar ona fazla vermemeye çalışırlar, hatta zulüm dahi ederlerdi. Onlardan bir kimse yiyecek (buğday) almak üzere geldi mi, ona eksik ölçekle satarlardı ve ellerinden geldiği kadar da ona az vermeye çalışırlardı. Şirkten vazgeçerek, îman etmeleri ve eksik ölçüp tartmak yasak edilerek tam ölçüp vermeleri emrolundu. "Ben sizi gerçekten bir hayır"yani geniş bir rızık ve pek çok nimetler içerisinde el-Hasen der ki: Fiyatları oldukça ucuzdu, demiştir- "görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." Burada günü kuşatıcı olmakla nitelendirilmekte birlikte, o günün onları kuşatıcı olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü azâb günü onları kuşatacak olursa, azâb onların etrafını çevirmiş demek olur. Mesela sıcağı şiddetti kastıyla, şiddetli bir gün demek gibi. Onlara gelen bu azâbın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, âhiretteki ateş azabıdır. Bir diğer görüşe göre dünyada topluca helâk edilme azabıdır. Bunun fiyatların pahalılaşması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bir kavim ölçü ve tartılarda açıkça eksiklik yapmaya başladı mı mutlaka Allah da onlara kıtlık ve pahalılık belâsını verir,"Abdullah b.Ömer'in rivâyet ettiği ümmetin mübtelâ olacağı bir takım hususlar ile bunlara karşılık görecekleri cezaları bildiren hadisin bir bölümü şöyledir: ...eksik ölçüp tarttıkları taktirde mutlaka kıtlık, geçim zorluğu ve sultanın (yöneticilerin) onlara zulmü musibeti ile karşı karşıya bırakılırlar."İbn Mâce, Fiten 22 Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. 85"Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle, tastamam yerine getirin. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın." "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin." Eksik ölçüp tartmayı yasakladıktan sonra, tamam ölçüp tartmayı emretmesi te'kid içindir. " Tamam yapmak, eksiksiz yapmak" demektir, ise adaletle, hak ile demektir. Maksad, herkesin hakettiği payı gereği gibi almasıdır. Yoksa ölçülen ve tartılan şeyin (ölçek ve tartıda) tamamlanmasını kastetmemektedir. Çünkü burada ölçü ile ve tartı ile tam verin, dememiştir. Aksine bu âyetle ölçüyü alışılmış ve bilinen miktarından, hacminden daha eksik yapmayın, demektedir. Aynı şekilde kullanılan tartı ve ağırlıklar da böyle olmalıdır. "İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin." Hakettiklerinden daha az bir şey vermeyin, haklarını eksiltmeyin. "Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın" âyetiyle yüce Allah ölçü ve tartılarda hainlik etmenin yeryüzünde fesat çıkarmakta aşırıya gitmek olduğunu beyan etmektedir ki, bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde(7/85- âyetin tefsiri ve devamında) daha da fazlası ile geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. 86"Eğer mü’min iseniz Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim." "Eğer mü’min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır."Yani hakları adaletle, tastamam verdikten sonra Allah'ın sizin için geriye bıraktığı daha bir bereketlidir ve akıbeti daha bir övülecek şeydir. Bu yönüyle bunlar sizin zorbalık yaparak, haksızlık ederek ölçü ve tartılarr'eksik yapıp kendiniz için bir şeyler arttırmanızdan daha üstündür. Bu anlamdaki açıklamayıTaberî ve başkaları yapmıştır.Mücahid de der ki: "Allah'ın bıraktığı sizin İçin daha hayırlıdır" âyetinden kasıt, Allah'a itaat etmenizdir. er-Rabî' der ki: Allah'ın tavsiyesi (emri) sizin için daha hayırlıdır, demektir. el-Ferrâ' İse: Allah'ın gözetimi, İbn Zeyd Allah'ın rahmeti... diye açıklarken Katâde ve el-Hasen de; sizin Rabbinizden alacağınız pay (mükâfatınız) sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamışlardır. İbn Abbâs da: Allah'ın rızkı sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamıştır. "Eğer mü’min kimseler iseniz" anlamındaki âyet şarttır. Çünkü onlar bunun doğruluğunu ancak mü’min olmaları şartıyla anlayabilirler, bilebilirler. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf edenler olmaları da muhtemeldir. Bundan dolayı onlara bu şekilde hitab etmiştir. "Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim-" Yani ölçüp tarttığınız vakit sizi gözetlemek imkânım yoktur.Yani ben yapmış olduğunuz herbir muameleye tanıklık etmek imkânına sahip değilim ki herkesin hakkını eksiksiz ve tam olarak verip vermediğinizden dolayı sizleri sorgulayabileyim. Şöyle de açıklanmıştır: Masiyetleriniz sebebiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinin zeval bulmasına karşı, benim sizi koruyabilme İmkânım olamaz. 87Dediler ki: "Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." "Dediler ki: Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?"âyetindeki "Namazın mı?" âyeti, "Namazların mı?" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur, " Terketmemizi" ifadesindeki (mastar anlamı veren edat) nasb mahallindedir. el-Kisaî de der ki: Bu hazfedilmiş "be" harf-i cerri ile cer mahallindedir. Rivâyet edildiğine göre Şuayb (aleyhisselâm) çokça namaz kılar, farzı ile, nafilesiyle ibadete çokça ve dikkatle devam eder ve şöyle derdi: Şüphesiz ki namaz hayasızlıktan ve münkerden alık oyar. Onlara bu şekilde (iyilikleri) emredip (kötülüklerden) yasaklayınca devamlı çokça namaz kıldığını gördüklerinden onu ayıplamaya, onunla alay etmeye ve yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği sözleri söylemeye koyuldular. Bir açıklamaya göre buradaki "namaz" okumak anlamındadır. Bunu da es-Süfyan, el-A'meş'ten nakletmiştir. Yani senin okudukların mı sana bunları emretmektedir? Böylelikle bu görüşüyle onların kâfir olduklarını kastetmektedir. el-Hasen de der ki: Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka ona namazı ve zekâtı farz kılmıştır. "Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi..." el-Ferrâ''nın iddiasına göre ifadenin takdiri: Yahut seh bize mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi mi yasaklıyorsun? şeklindedir. es-Sülemî veed-Dahhâk b. Kays da; "Yahut kendi mallarımızda senin dilediğin gibi tasarruf etmeni (sana namazın mı emrediyor?)" şeklinde her iki fiili de "(muhatab) te"si ile okumuşlardır. Bu da: Ey Şuayb! Senin dilediğini yapmanı... takdirindedir. en-Nehhâs ise der ki: Bu kıraate göre; "Yahut ... me..." ifadesi birinci; "...me..." ye atfeditmiştir. Zeyd b. Eslem'in de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Şuayb'ın kavmine yasaklamış olduğu şeyler arasında dirhemlerin kenarlarını kesmek de vardı. Yine denildiğine göre: "Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi..." âyetinin anlamı şudur: Biz kendi aramızda eksik vermek konusunda karşılıklı razı olursak, sen ne diye bize bunu yasaklıyorsun, bundan vazgeçmemizi İstiyorsun? "Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." Bu sözleriyle; kendi kanaatine göre sen kendinin böyle olduğunu zannediyorsun, demek istemişlerdi. Ebû Cehil'in vasfı ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyet da bu yönüyle buna benzemektedir: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (ed-Duhân, 44/49) yani kendi iddiana göre sen böylesin! Bir diğer görüşe göre onlar bu sözlerini Hazret-i Şuayb ile alay etmek, eğlenmek için söylemişlerdir. Bu açıklamayı da Katâde yapmıştır. Arapların Habeşli bir kimseye Ebû'l-Beyda (beyazın babası) demeleri, beyaz olan bir kimseye de siyahın babası demeleri bu kabildendir. İşte cehennem bekçilerinin Ebû Cehil'e: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" (ed-Duhân, 44/49) şeklindeki sözleri de böyledir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Araplar uğur ve tefe'ül (iyi şeylerle karşılaşmak umudu) olsun diye herhangi bir şeyi kendi zıttı ile nitelendirebilirler. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş bir kimseye "selim" denildiği gibi, geniş ve düzlük araziye "mefaze (çabucak geçilebilecek yer)" demeleri de bu kabildendir. Bir diğer açıklamaya göre; Hazret-i Şuayb'ın kavmi sövmek ve tahkir etmek kastıyla, tariz olsun diye bu ifadeleri kullanmışlardır. Bu da bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Ondan önceki âyetler da bu açıklamanın doğruluğuna delildir. Yani şüphesiz ki sen gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin. Nasıl olur da atalarımızın taptıklarını terketmemizi, onlara tapmaktan vazgeçmemizi emredebilirsin? Bu açıklamaların doğruluğuna yüce Allah'ın: "Bize babalarımızın tapındıklarından... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" sözleri delildir. Onlar Hazret-i Şuayb'ın çokça namaz kılıp ibadet ettiğini ve onun yumuşak huylu ve aklı başında birisi olmakla birlikte, kendilerine atalarının taptıklarını terk etmelerini emretmesini uygun göremediler. Bundan sonraki âyetler da buna delil teşkil etmektedir; "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise (buna) ne dersiniz?" Yani bu durumda ben size sapıklıktan vazgeçmenizi söylemeyecek miyim? İşte bütün bunlar onların bu sözleri hakikat anlamına söylediklerini ve onun hakkındaki kanaatlerinin bu olduğunu göstermektedir. Kurayzaoğullarına mensub yahudilere, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ey maymun'a dönüştürülmüş olanların kardeşleri" dediğinde onların: Ey Muhammed! Biz senin cahillik eden bir kimse olduğunu bilmiyorduk, demeleri de buna benzemektedir. Paralarda Hile ve Değerlerini Düşürecek İşlemler Yapmak: Tefsir âlimleri derler ki: Hazret-i Şuayb'in kavmine yasaklayıp vazgeçmelerini istediği ve kendilerinin de o işi yaptıkları için azaba uğradıkları amellerden birisi de dinar ve dirhemlerin kenarlarını kesmektir. Onlar o kesilen bölümler kendilerinde kalsın diye sağlam dirhemlerin kenarlarını kesiyor, koparıyorlardı. Sağlam dirhem ve dinarları sayarak işlem yapıyor, kenarları kesilmiş dirhemleri ise tartı ile işleme konu ediyorlardı. Tartıda da ayrıca hile yapıyorlar, tartılarını az gösteriyorlardı. İbnVehb dedi ki: Malik dedi ki: Bunlar dinar ve dirhemleri kırıyorlardı. Said b. el-Müseyyeb,Zeyd b. Eslem ve bunlara benzer mütekaddimin tefsir âlimlerinden bir grup da böyle açıklamışlardır. Bu şekilde paralan kırmak ise büyük bir günahtır. Ebû Dâvûd'un kitabında(Sünen'inde) Alkame b. Abdullah'tan, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanların aralarında kullandıkları geçerli sikkelerin gerektirici bir sebep olmadıkça Ebû Dâvûd, Buyû’ 48;İbn Mâce, Ticârât 52;Müsned, III, 419. kırılmalarını nehyetmiştir. 'Gerektirici bir sebeb" ayarının kalitesinde şüphe edilmesi gibi... bir sebeb; diye açıklanmıştır. Çünkü eğer bu sikkeler sağlam ise bunların maksatları tahakkuk eder ve faydaları da gerçekleşir. Bu dirhemler kırılacak olursa, sıradan bir mal olur ve sikke olarak kullanılmalarından beklenen fayda ortadan kalkar. Bu da insanlara zararlı olur. İşte bundan dolayı bu iş haram kılınmıştır. Yüce Allah'ın: "O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı," (en-Neml, 27/48.) âyetin te'vili ile ilgili olarak bu kimselerin dirhemleri kırdıkları şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamayıZeyd b. Eslem yapmıştır. Ebû Ömerb. Abdi’l-Berr der ki: İlim adamlarının söylediklerine göre Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den sonra Kur'ân'ın te'vili (açıklaması, tefsiri) hususunda Zeyd b. Eslem'den daha âlim bir kimse yoktu. Sikkeleri Kırmanın Cezası: Esbağ dedi ki; Abdu'r-Rahmân b. el-Kasım b. Halid b. Cünâde Zeyd b. el-Haris el-Rutakî'nin azadası dedi ki: Sikkeleri kıranın şehadeti kabul olunmaz. Bu konuda bilgisiz olduğunu mazeret olarak ileri sürse dahi kabul edilmez. Çünkü bu, mazeretin kabul olunacağı bir yer değildir. İbnu'l-Arabîderki: Böyle birisinin şehadetiniri kabul olunmaması, bunun büyük bir günah işlediğinden ötürüdür. Büyük günahlar ise küçük günahlardan farklı olarak- kişinin adalet sıfatını kaldırır. Bu konuda bilgisizliğin mazeret olarak kabul edilmemesine gelince, bu hiçbir kimseye gizli kalmayan apaçık bir husus olduğundan dolayıdır. Çünkü mazeret ancak kişinin doğru söylediğinin açık olması yahut ta doğru söyleyip söylemediğinin belli olmaması ve bu hususu Allah'ın kuldan daha iyi bilmesine havale edilmesi halinde Malik'in dediği gibi- kabul edilir. Sikkeleri Kırarak, Paranın Değerini Düşürerek Fesat Çıkartma ve Cezası: Bu davranış masiyet ve şehadetin kabul edilmemesine sebep teşkil eden bir fesat (bozgunculuk) olduğuna göre; bu İşi yapan kimseler cezalandırılır. İbn Müseyyeb kendisine sopa vurulmuş bir adamın yanından geçer ve: Bu neden böyledir? diye sorar. Adamın birisi: Bu adam. dinar ve dirhemleri keser deyince, İbnu'l-Müseyyeb, ona sopa vurulmasına karşı çıkmayarak: Bu yeryüzünde fesat çıkarmak kabilindendir, der. Buna benzer bir olay Süfyan'dan da nakledilmektedir: Ebû Abdu'r-Rahmân en-Necibî de der ki: Medine valisi olduğu sıralarda Ömer b: Abdulaziz'in yanında oturuyor idim. Dirhemleri kesen bir adam getirildi. Bu hususta ona karşı şahitlik de edilmişti. Ömer ona sopa vurdu, saçlarını traş etti ve şehirde dolaştırılarak teşhir edilmesini emretti. Bu işi yapacak kişiye de: İşte dirhemleri kesenin cezası budur, diye yüksek sesle bağırmasını emretti. Daha sonra da bu adamın kendisine geri getirilmesini söyledi ve dedi ki: Elini kesmekten beni alıkoyan tek şey bugünden önce benzer bir durumla karşı karşıya kalmamış oluşumdur. Artık bu hususta sen böyle bir işi yapmış oldun ve öne geçmiş oldun. Bundan sonra isteyen (bu tür işleri yapan kimselerin) elini kessin. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Böyle bir kimsenin kamçı vurularak tedib edilmesi hususunda söylenecek bir söz yoktur. Saçının traş edilmesini de Ömer b. Abdulaziz uygulamış bulunuyor. İnsanlar arasında hüküm verdiğim günlerde ben hem dövüyor, hem de saçlarını traş ediyordum. Saçlarını Eraş etme cezasını da, saçını masiyet işlemek konusunda kendisine yardımcı bir unsur ve fesadı işlerken saçını güzelleşme yolu olarak gören kimselere uyguluyordum. İşte masiyete götüren her yolda yapılmast gereken uygulama da budur, eğer bedene etki etmiyor ise o unsur kesilmelidir. Bu işi yapanın elinin kesilmesine gelince,Ömer bunu hırsızlık ile ilgili hükümlerden çıkarmıştır. Çünkü dirhemlerin etrafını kesip kırpmak onları kırmaktan farklı bir şeydir. Çünkü dirhemi kırmak onun niteliğini değiştirmektir, kenarlarını kırpıp kesmek ise miktarını eksiltmektir. O halde böyle bir iş, gizli bir şekilde başkasına ait bir malı almak demektir. Eğer: Malın korunması, elin kesilmesi için asıldır, denilecek olursa, şu cevabı veririz:Ömer'in bu sikkelerin insanlar arasında dinar veya dirhem olarak ayırıcı bir konumda olmak üzere hazırlanmalarını, onların korunmaları olarak değerlendirmiş olması ihtimali vardır. Herbir şeyin korunması ise kendi durumuna göre değişir. Diğer taraftan İbn ez-Zübeyr bunu uygulamaya koymuş ve dinar ve dirhemlerin etrafını kırptığı için bir adamın elini kesmiştir. Maliki mezhebine mensub ilim adamlarımız derler ki: Dinar ve dirhemler, üzerlerinde Allah'ın adının bulunduğu, Allah'ın mühürleridir. Eğer tefsir âlimlerinin görüşlerine göre Allah'ın mührünü kıran kimsenin eli kesilir, denilecek olursa bu İşi yapan gerçekten buna lâyıktır. Yahut ta bir kimse üzerinde sultanın mührü bulunan bir şeyi kırsa te'dib edilir. Allah'ın mührü sayesinde ise ihtiyaçlar karşılanır. Dolayısıyla ceza bakımından bu iki mührü kırmak eşit olamaz. İbnu'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre dirhemlerin kırılması dolayısıyla değil de etraflarının kesilmesi dolayısıyla el kesme cezası uygulanır ve ben bunu hakimlik yaptığım günlerde uyguluyor idim. Şu kadar var ki etrafım cahillerle dolup taşıyordu, ancak sapık kıskançların söyleyecekleri sözler dolayısıyla, korkuya da kapılmadım. Hak ehlinden bunu uygulama imkânını bulan herhangi bir kimse Allah rızası için, ecrini Allah'tan bekleyerek bunu uygulamalıdır. 88Dedi ki "Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak, size(emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını İstemem. Benim başarım ancak Allah iledir, ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" -buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyor. "ve, O bana kendisinden güzel"yani geniş ve helal "bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz?" İbn Abbâs ve başkalarının dediklerine göre Şuayb (aleyhisselâm)ın malı pek çoktu. Şöyle de açıklanmıştır: Hazret-i Şuayb, bununla hidayet, ilahi tevfik, ilim ve marifeti kastetmiş idi ve ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Bu da bizim zikrettiğimiz husustur. Yani buna rağmen ben sizi sapıklıklardan vazgeçirmeye çalışmayacak mıyım? Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" ben yine sapıklığa mı tabi olacağım? Şu anlamda olduğu da söylenmiştir. "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" siz yine bana insanların eşyalarını eksik vermek, hakettiklerinden daha az vermek suretiyle isyankarlık etmemi mi emredeceksiniz? Allah beni buna muhtaç bırakmamışken, bunu yapmamı mı istersiniz? "Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemiyorum.” Ben size emrettiğim bir şeyi terketmediğim gibi, yasakladığım bir şeyi de kendim işleyemem. "Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem." Ben ıslâhtan başka bir iş yapmak istemem. Yani adaletli davranarak dünyanızı ıslah etmenizi, ibadetlerle âhiretinizi ıslah etmenizi istiyorum. Hazret-i Şuayb'ın "gücümün yettiği kadar" demesi; güç yetirmenin -iradeden ayrı olarak- fiilin şartları arasında yer aldığından dolayıdır. "Gücümün yettiği kadar" ifadesindeki; mastariyedir.Yani ben ancak gayret ve gücüm ile ıslahı istiyorum, ondan başka bir isteğim yoktur. "Benim başarım" yani doğruyu bulmam, çünkü başarı (tevfik) doğruluk(rüşt) demektir. "ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." Başıma gelen bütün musibetlerden dolayı yine O'na dönerim. Âhirette dönüşüm O'na olacaktır, diye açıklandığı gibi; dönüş (inâbe) dua etmek demektir, diye de açıklanmıştır ki; buna göre; ben yalnız O'na dua ederim, demek olur. |