Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

168

 

007 - A'RÂF SÛRESİ

 

CÜZ :

9

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

150

Mûsa kavmine öfkeli ve kederli dönünce dedi ki: "Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini istediniz ha!" Derken Levhaları bırakıverdi, kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı. Dedi ki: "Ey anamın oğlu, bu kavim beni gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma. Ve beni o zâlimler güruhu ile bir tutma."

Yüce Allah'ın:

"Mûsa kavmine öfkeli ve kederli dönünce..." âyetindeki; "Öfkeli" kelimesi, munsarıl değildir. Çünkü bunun müennesi; ...diye gelir. Diğer taraftan bundaki "elif" ile "nun," Kırmızı lâfzında yer alan ve müenneslik bildiren elif ile hemze yerine geçmektedir. Bu kelime hal olarak nasbedilmiştir.

"Kederli" ise, gazabın ileri derecesi demektir. Ebû'd-Derdâ der ki: Esef (keder), gazabın ötesinde ve ondan daha ağır bir durumdur. Esef duyan kişiye denilir. aynı zamanda oldukça kederli demektir.

İbn Abbâs ilees-Süddî der ki: Mûsa, kavminin yaptığından ölürü oldukça üzülmüş halde döndü. Taberî der ki: Yüce Allah ona, İsrailoğullarının yanına dönmeden önce buzağı sebebiyle fitneye düşürüldüklerini haber verdi. İşte kızgın dönüşünün sebebi budur.

İbnü'l-Arabî der ki: Mûsa (aleyhisselâm) insanlar arasında en çok kızan kişi idi. Bununla birlikte oldukça çabuk sakinleşir ve kızgınlığı geçerdi. Böylelikle bu hali diğerini telâfi ediyordu.

İbnü'l-Kasım der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Mûsa (aleyhisselâm) kızdığı vakit, başlığından duman çıkar, bedenindeki tüyleri cübbesini yükseltirdi. Buna sebep İse, kızgınlığın kalpte alevlenen bir kor ateş oluşundan dolayıdır. İşte bundan dolayı Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) kızan kimseye yatmasını emretmiştir. Yine kızgınlığı geçmeyecek olursa yıkanmasını istemiştir. Bu kızgınlığını onun yatması dindirir, yıkanması da söndürür. Hazret-i Mûsa'nın çabuk kızması, ölüm meleğine tokal vurup gözünü çıkarmasına sebep teşkil etmişti. Hadis için Bk.: Buhârî, Cenâiz 69; Müslim, Fedail 157-153;Nesâî, Cenâiz 121: Müsned, II, 269, 315. el-Mâide Sûresi'nde (5/26. âyetin tefsirinde) bu hususta ilim adamlarının görüşleri de geçmiş bulunmaktadır.

et-Tirmizî el-Hakîm de der ki: Hazret-i Mûsa'nın böyle bir davranışı uygun görmesi, kendisinin Kelîmullah oluşundan dolayıdır. O, âdeta kendisine karşı cüretkârca davranan yahut da onu rahatsız edecek bir şekilde kendisine el uzatan kimsenin bu davranışı ile çok büyük bir şekilde haddini aştığını kabul ediyordu. Nitekim, Hazret-i Mûsa'nın ölüm meleğine Ruhumu nereden alacaksın dediğini görmekteyiz. Ağızımdan mı, ben onunla Rabbimle münacaat ettim. Yoksa kulağımdan mı, halbuki ben kulağımla Rabbimin kelamını işittim. Yahut elimden mi, halbuki ben elimle Levhaları tuttum. Yoksa ayaklarımdan mı, ben ayaklarımın üzerinde O'nun huzurunda dikilip Tûr'da O'nunla konuştum. Yahut gözlerimden mi, yüzüm O'nun nurundan ötürü aydınlanmış bulunuyor. Bunun üzerine ölüm meleği Hazret-i Mûsa'ya çaresiz ve cevap veremeyecek bir halde geri dönmüştü.

Ebû Dâvûd'un Sünen'inde de Ebû Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)bize şöyle dedi: "Sizden herhangi bir kimse kızdı mı, eğer ayakta ise, otursun. Şayet kızgınlığı geçerse (mesele yok). Yoksa yatsın"'Ebû Dâvûd, Edeb 3.

Yine Ebû Dâvûd, Ebû Vâil el-Kaas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Urve b. Muhammed es-Sa'di'nin yanına girdik. Bir adam onunla konuştu ve onu kızdırdı. Kalktı, sonra da abdest alıp geri döndü ve şöyle dedi: Babam bana dedem Atiyye'den naklen şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şüphesiz kızgınlık şeytandandır. Ve şüphesiz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise ancak su ile söndürülür. Sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın."Ebû Dâvûd, Edeb i:Müsned, IV, 226.

Yüce Allah'ın:

"Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü İşler yapmışsınız" âyeti, Hazret-i Mûsa'nın, kavmini bu sözlerle yerdiğini ifade etmektedir.Yani siz benden sonra çok kötü bir iş yaptınız.

Ona halel' oldu" tabiri, hem hoşuna gitmeyecek şekilde halef olmasını anlatmak hem de hayırlı bir şekilde ona halef olduğunu anlatmak için kullanılır. İşte bu sebep dolayısıyla; "Ayrılışından sonra ailesi ve kavmi arasında hayır veya şer(iyi veya kötü) bir şekilde ona halef oldu, denilir.

"Rabbinizin emrinin çabuk gelmesini İstediniz ha!" Yani, siz Rabbinizin emri gelmeden önce birşeyler yaptınız ha!

Acele (çabukluk) bir şeyi vaktinden önce yapmak demektir. Bu, yerilen bir huydur. Sür'at ise, bir işi ilk vaktinde yapmaktır. Bu da övülen bir iştir. Yakub der ki: tabiri, bir şeyi vaktinden önce yapmak hakkında kullanılır. ise, kişinin acele etmesini istedim;yani, onu acele davranmaya ittim, anlamına gelir.

"Rabbinizin emri" ise, Rabbinizin tayin ettiği vakti demektir.Yani, O'nun tayin ettiği kırk günlük süreden önce mi hareket ettiniz? anlamına gelir. Bunun: Rabbinizin gazabının çabucak gelmesini mi istediniz? anlamına geldiği söylendiği gibi; Siz, Rabbinizden herhangi bir emir size gelmeden önce buzağıya ibadette acele mi ettiniz? anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Derken Levhaları bırakıverdi"âyeti ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1. Hazret-i Mûsa'nın Levhaları Bırakması:

"Derkan Levhaları bırakıverdi."Yani o, kavminin buzağıya tapmakta olduklarını, kardeşinin de bu hususta onlara karşı İhmalkâr davrandığını görünce, kızgınlık ve kederinden Levhaları bıraktı, demektir. Bu açıklamayı Saîd b. Cübeyr yapmıştır. İşte bundan dolayı "haber almak görmek gibi değildir" denilmiştir.(Bununla Hazret-i Mûsa'ya, kavminin buzağıya tapma fitnesine düştüğünün önceden haber verildiği halde kızmamış olduğuna işaret etmek istemektedir).

Katade'den gelen -eğer sahih ise ki, sahih de değildir- Hazret-i Mûsa'nın levhaları bırakması, Levhalarda ümmetine verilmemiş üstün bir faziletin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine verildiğini görmesinden ötürü idi, şeklindeki rivâyete iltifat edilmez. Çünkü bu Mûsa(aleyhisselâm)'a izafe edilmemesi gereken oldukça bayağı bir görüştür, İbn Abbâs(radıyallahü anh)'dan ise, Levhaların kırılmış olduklarına ve Levhalardan herşeye dair açıklamaların kaldırılıp geriye hidayet ve rahmetin kalmış olduğuna dair açıklaması önceden geçmişti.

2. Hazret-i Mûsa'nın Levhaları Bırakması, Semâ' Ve Vecde Delil Gösterilmez:

Mutasallallahü aleyhi ve sellemvıf cahillerden kimisi bunu, sufilerin sema ve şarkılardan dolayı ileri derecede neşelendikleri vakit elbiselerini atmalarının câiz olduğuna delil göstermişlerdir. Diğer taraftan onlardan kimisi akit başındayken de elbiselerini alıvermektedir. Kimisi ise, önce elbiselerini parçalamakta sonra atmaktadır. Bu davranışlarının câiz oluşuna Hazret-i Mûsa'nın Levhaları bırakmasını delil gösteren bu kimseler derler ki: Bunlar gaybet halindedir. (Vecd içerisinde olup, akıllarım kaybetmişlerdir.) O bakımdan kınanmazlar. Çünkü Mûsa da kavminin buzağıya tapmasından dolayı kederin etkisi altına girince Levhaları attı ve kırdı. Halbuki yaptığını da bilemiyordu.

Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Peki Hazret-i Mûsa'nın Levhaları bunları kırmak amacıyla attığı görüşünü kim doğru kabul eder? Kur'ân-ı Kerîm’de onun Levhaları bıraktığından söz edilmektedir. Bu Levhaların kırıldığını nerden biliyoruz? Kırıldı, diyelim. Peki, Hazret-i Mûsa'nın Levhaları kırmak maksadıyla onları bıraktığını nerden biliyoruz? Onun bu maksatla bıraktığını kabul edecek olsak dahi, Hazret-i Mûsa bu durumda gaybet halindeydi deriz. O kadar ki, önünde bir ateş denizi dahi bulunsaydı, ona bile dalardı. Ya bu gibi kimselerin şarkı ve semâ'ı başkalarından ayırt edebildikleri haldeyken ve eğer önlerinde bir kuyu olsa ondan kendilerini koruyabilecek durumda iken, gaybet halinde olduklarını kim doğru kabul edebilir? Hem peygamberlerin halleri bu gibi beyinsizlerin hallerine nasıl kıyas edilir?

İbn Akit'e, bu gibi kimselerin vecde kapılıp elbiselerini parçalamalarının hükmü hakkında sorulmuş, şu cevabı vermiştir: Bu bir günahtır ve haramdır. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) da malların zayi edilmesini yasaklamıştır. Birisi ona: O'nlar yaptıklarına akıl erdiremeyecek haldedirler deyince, şu cevabı verdi: Eğer onlar sema'ın zevkinin etkisine girip bunun sonucunda akıllarının zail olacağını bile bile bu gibi yerlerde bulunacak olurlarsa, elbiselerini yırtmak ve buna benzer yaptıkları fesatlara kendilerini itmiş olduklarından ötürü günahkâr olurlar ve bu halleri dolayısıyla da şeriatın hitabı onlardan kalkmaz. Çünkü onlar, bu gibi yerlere gelmeden önce kendilerini bu hallere götürebilecek yerlerden uzak durmakla muhalab olunmuşlardır. Tıpkı sarhoşluk veren şeyi içmeleri kendilerine yasak kılındığı gibi. İşle tasallallahü aleyhi ve sellemvuf ehlinin -eğer doğru söylüyorlarsa- vecd ismini verdikleri bu neşve hali, tabiatların sarhoş olması halidir. Eğer bu halde olduklarını yalan yere iddia ediyorlarsa, ayık olmakla birlikte mallarını ifsad etmiş olurlar. Her iki durumda da günahtan kurtulamıyorlar. Şüphe bulunan yerlerden uzak durmak ise vacibtir.

"Kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı."

Yani, onu sakalından ve perçeminden tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- üç yaş daha büyüktü. İsrail oğulları da Hazret-i Harun'u Hazret-i Mûsa'dan daha çok severlerdi. Çünkü o, kızması dahi yumuşak bir kimse idi.

Hazret-i Mûsa'nın kardeşinin başından yakalayıp kendisine doğru çekmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının dört te'vili vardır:

1- Böyle bir davranış onlar arasında örf haline gelmişti. Nitekim Araplar, kardeşlerine ve arkadaşlarına İkram ve ta'zim olmak üzere biri diğerinin sakalını tutardı. Bu bakımdan bu davranış zelil düşürmek kastıyla olmamıştır.

2- Hazret-i Mûsa'nın Hazret-i Harun'u bu şekilde yakalayıp çekmesi, ona Levhaların üzerlerine indirilmiş olduğunu gizlice bildirmek içindi. Çünkü Levhalar Hazret-i Mûsa'ya bu münacaatı sırasında nâzil olmuş, o da Tevrat'tan önce bu Levhaları İsrailoğullarından gizlemek istemişti. Harun (aleyhisselâm) da kendisine: Beni başımdan da yakalama, sakalımdan da tutma, diyerek bu şekilde küçük düşürülmüş olduğu izlenimini İsrailoğullarına verip Hazret-i Mûsa'nın kendisine gizlice birşey söylemiş olduğu şüphesini uyandırmak istememişti.

3- Hazret-i Mûsa'nın kardeşine bunu yapması, Hazret-i Harun'un da buzağı hakkında yaptıkları şeylerde İsrailoğulları ile birlikte bir meyil taşıdığı düşüncesine sahip olmasından ötürü idi.

4- Hazret-i Mûsa, kardeşini durumunun ne olduğunu bilmek için böyle çekmişti. Hazret-i Harun ise, İsrailoğulları Hazret-i Mûsa kendisini küçük düşürdüğünü düşünmelerini istememişti. Böylelikle kardeşine buzağıya tapanların kendisini zayıf gördüklerini ve az kalsın onu öldüreceklerini açıkladı. Hazret-i Mûsa kardeşinin mazeretini işitince şöyle dedi: Rabbim, bana ve kardeşime mağfiret buyur.Yani, benim Levhaları bırakmama sebep olan kızgınlığımı bağışla, kardeşimi de bağışla. Çünkü o, Hazret-i Harun'un herhangi bir kusuru olmamakla birlikte, onların yaptıklarına gerekli tepkiyi göstermediğinden kusurlu davrandığını sanmıştı. Yani, eğer kardeşimin kusuru varsa ona da mağfiret buyur, onu da bağışla, demek istemiştir.

el-Hasen der ki: Harun müstesna hepsi de buzağıya tapınmışlardı. Zira orada Mûsa ile Harun(ikisine de selam olsun) dışında mü’min bir kimse olsaydı, Hazret-i Mûsa Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla! demekle yetinmez, onların dışındaki diğer mü’minlere de dua ederdi.

Şöyle de açıklanmıştır: O, kardeşine yaptığından ötürü kendisi için mağfiret dilemişti. Zira, Hazret-i Mûsa kardeşine bu işi kızdığından dolayı yapmıştı. Kızmasının sebebi ise, kardeşinin kendisine gelip ona meydana gelen olayları anlatmaması idi. Çünkü Hazret-i Mûsa o takdirde geri dönüp yaptıklarını düzeltme yoluna gidecekti. Bundan dolayı Hazret-i Mûsa şöyle demişti:

"Onları sapıklıkta gördüğünde bana uymaktan (yahut arkamdan gelmekten) seni ne alıkoydu" (Tâ-Hâ, 20/92-93) demişti.

Hazret-i Harun da öldürülmekten korktuğu için kaldığını açıklamıştı. Böylelikle âyet-i kerîme münkeri değiştirmeye kalkışmak halinde öldürüleceğinden korkan kimsenin susabileceğine delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/21-22. âyetlerin, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbnü'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerimede -bazı kimselerin yanlış iddiaları gibi- kızgınlığın ahkâmı değiştirmeyeceğine delil vardır. Mûsa (aleyhisselâm)'ın kızgınlığı, fiillerinde herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Aksine onun fîilleri normal mecrasında akıp gitmiş, Levhaları bırakmış, kardeşine sitem etmiş, bir meleğe tokat vurmuştur.., el-Mehdevî der ki: Çünkü Hazret-i Mûsa'nın gazabı Allah içindi. İsrailoğullarına ses çıkarmayışı ise, birbirleriyle Savaşmalarından, parçalanıp dağılmalarından korkması idi.

“Dedi ki: Ey anamın oğlu." Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın anne baba bir kardeşi idi. Ancak, bu ifade yumuşatıcı ve kendisine şefkat etmesini sağlayıcı bir tabirdir. ez-Zeccâc der ki: Hazret-i Harun'un, Hazret-i Mûsa'nın anne bir kardeşi olduğu söylenmiştir. Âyet-i kerimedeki; Anam" kelimesi, hem "mim" harfi üstün olarak, hem de esreli olarak okunmuştur. Bunu üstün okuyan; "Anamın oğlu" kelimesini; "Onbeş" gibi tek bir isim olarak kabul etmiştir. Bu da: "Ey onbeş kişi geliniz" demek gibidir. "Mim" harfini esreli olarak okuyan kimse ise önce bu ismi mütekeltim zamirine muzaf yapmış, ondan sonra da izafet ya'sını hazfetmiş olur. Çünkü, nidanın hazf üzere mebni olduğu kabul edilmiştir. "Mim" harfinin esresinin kalması ise orada hazfedilmiş izafete delil teşkil etmesi içindir. Yüce Allah'ın:

"Ey kullarım" (ez-Zumer, 39/10) âyeti gibidir. Nitekim bunun böyle olduğuna İbn es-Semeyka’nın; "Ey anamın oğlu" şeklinde aslına uygun olarak "ye" harfini tesbit ile okuyuşu delil teşkil etmektedir.

el-Kisâî,el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyd derler ki: "Mim" harfinin üstün olarak okunuşunun takdiri: "Ey anamın oğlu" şeklindedir. Basralılar ise bu yanlış bir görüştür, derler. Çünkü, "elif aslında hafif bir harftir, hazfedilmez. Fakat burada Hazret-i Mûsa, her iki ismi tek bir isim kılmıştır.

el-Ahfeş ileEbû Hatim ise; "h Ey anamın oğlu" şeklinde esreli okuyuş; "Ey kölemin oğlu gel," demeye benzer ki, bu şaz bir söyleyiştir, böyle bir okuyuş ise uzak bir ihtimaldir. Ancak, bu şekildeki okuyuş, izafeti sana (yani, mütekellimin kendisine) yapılan hallerde uygundur. Sana İzafe olunan şeye izafeye gelince; yufte Ey kölemin oğlu ve ey kardeşimin oğlu" denmesi uygundur. Arapların; "Ey anamın oğlu, ey amcamın oğlu," şeklindeki ifadeyi câiz görmeleri ise, çokça kuşanılmasından ötürüdür.

ez-Zeccâc ileen-Nehhâs derler ki: Ancak bu kullanımın güzel ve uygun bir açıklaması vardır. Anne ile birlikte oğul ve amca ile birlikte oğul tabirinin kullanılması tek bir isim kabul edilir ve bir kimsenin; "Ey onbeş kişi geliniz," demesi gibidir. Burada; "Ey oğul, ey köle," kelimesinden "ya" harfi hazfedildiği gibi hazfedilmiştir.

"Bu kavim beni gerçekten zayıf buldular." Beni güçsüz kabul ettiler ve beni zayıf" saydılar. "Neredeyse" azkalsın "beni öldüreceklerdi bile."

Buradaki; Beni öldüreceklerdi" kelimesi, geniş zaman(muzari) fiil olduğundan dolayı iki"nun" iledir. Kur'ân'ın dışındaki söz ve konuşmalarda bu iki "nun"un idğam edilmesi caizdir.

"Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma" yani, bu sebeple onları sevindirme. ; gerek din, gerekse dünya hususlarında kardeşine isabet eden musibetler dolayısıyla sevinmeyi ifade eder. Bu haramdır ve yasak kılınmıştır. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Sen, kardeşinin musibetine sevindiğini açığa vurma. O takdirde Allah ona afiyet verir ve seni de belâlara duçar kılar."Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 54.

Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) da başına düşmanlarım sevindirecek iş gelmesinden dolayı Allah'a sığınır ve şöyle dua ederdi:

"Allah'ım ben Senden kazanın kötüsünden, bedbahtlık veren şeylerin bana gelip yetişmesinden ve başıma gelen musibetlerden dolayı da düşmanlarımın sevinmesinden Sana sığınırım." Bu hadisi Buhârî ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Kader 13;Müslim, Zikr 53;Nesâî, İstiâze 34, :15;Müsned, II, 246. Şair de şöyle demiştir:

"Zaman bazı kimseler aleyhine musibetlerini çekecek olsa,

Diğer başkalarının çevresine çöker.

Bizim musibetlerimize sevinenlere de ki: Ayılın

Musibetinize sevinenler de bizim karşılaştığımızın benzeriyle karşılaşacaklardır."

-Bu kelimeyi- Mücahid ile Mâlik, şeklinde"te" harfini nasb ile ve "mim"i de üstün olarak okumuşlar ve "Düşmanlar" kelimesini ise meriu' olarak okumuşlardır.Yani: Sen bana kendisi sebebiyle düşmanlarımın sevineceği bir iş yapma. Yani, senin bana yapacağın bir iş dolayısıyla onlar sevinmesinler.

Yine Mücahid'den; şeklinde "te" ve "mim" harfleri üstün ile; "Düşmanlar" kelimesini de nasb ile okumuştur. İbn Cinnî der ki:Yani, Rabbim, Sen düşmanları bana sevindirme, anlamına gelir. Bunun câiz oluşu, yüce Allah'ın:

"Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/15) âyeti ve benzerlerinin de uygun oluşundan dolayıdır. Sonra da asıl maksada dönerek "düşmanlar" anlamındaki kelimeyi kendisiyle nasbettiği bir fiili takdir etmiştir. Âdeta: Başkalarını yani düşmanları bana gelecek musibetlerle sevindirme, demiş gibidir.

Ebû Ubeyd der ki: Ben Humeyd'den; şeklinde "mim" harfini esreli olarak okuduğunu naklediyorum.en-Nehhâs der ki: Ancak bu okuyuşun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Çünkü eğer bu fiil; den geliyor ise,( ölü ) demesi gerekirdi. Eğer den geliyor ise, bu sefer -"te" harfi ötreli "mim" harfi de esreli olmak üzere-; demesi gerekirdi.

Hazret-i Harun'un:

"Ve beni o zâlimler güruhu ile bir tutma" ifadesine gelince,Mücahid der ki: Yani sen beni buzağıya tapanlarla bir kabul etme, demektir.

151

Dedi ki: "Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen, rahmet edenlerin en merhametli olanısın."

"Dedi ki: Rabbim! Benî de kardeşimi de bağışla, bîzl rahmetine al. Sen rahmet edenlerin en merhametli olanısın."Bu âyete dair açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 2/286. âyet 9. başlık vd.)

152

Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında da bir horluk erişecektir. Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız.

"şüphesiz buzağıyı(tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap"yani Allah'tan bir ceza,

"dünya hayatında da bir horluk erişecektir." Çünkü onlar biribirlerini öldürmekle emrolunmuşlardı. Buradaki horluğun cizye ödemeleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu anlama gelmesi, uzak bir ihtimaldir. Çünkü cizye kendilerinden alınmamıştır. Onların soyundan gelenlerden alınmıştır.

Diğer taraftan şöyle denilmektedir: Bu ifadeler de Hazret-i Mûsa'nın söylediği sözler arasındadır. Yüce Allah bunları onun sözleri olarak bize haber vermekte ve burada onun sözleri sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah:

"Biz iftira edenleri işte böyle cezalandırırız" diye buyurmaktadır.

Hazret-i Mûsa'nın söylediği bu sözler, buzağıya tapanlar kendi kendilerini (birbirlerini) öldürmek suretiyle tevbe etmelerinden önce söylenmişti. Onlar tevbe edip, Allah da -el-Bakara Sûresi'nde (2/Ş4. âyetin tefsirinde) açıklaması geçtiği gibi- büyük çapta öldürmelerden sonra onları affedince, kendilerine aralarından öldürülenlerin şehid olduğunu, hayatta kalanların da günahlarının bağışlanmış olduğunu haber vermişti.

Şöyle de denilmiştir: Aralarında kalplerine buzağınınyani sevgisinin içirildiği ve tevbe etmeyen bir takım kimseler vardı. İşte yüce Allah'ın:

"Şüphesiz buzağıyı(tanrı) edinenlere..." âyeti ile kastedilenler bunlardır.

Yine denildiğine göre bu âyetle Hazret-i Mûsa'nın mikattan dönüşünden önce ölenler kastedilmektedir. Bununla çocuklarının kastedildiği de söylenmiştir. B' it.e, Kurayzalılar ile Nadiroğullarının başına gelen olayları işaret etmektedir. Yani, onların çocuklarına...(bir gazab ve dünyada bir horluk) erişecektir, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bunlara yaptığımızın bir benzerini İftira edenlere yaparız.Mâlik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle der: Ne kadar bid'atçi varsa, mutlaka zilletin onun tepesinde olduğunu görürsün. Daha sonra yüce Allah'ın:

"Şüphesiz buzağıyı(tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazap... erişecektir" âyetinden itibaren

"Biz, iftira edenleri işte böyle cezalandırırız." Yani, bid'atçileri böyle cezalandırırız, diye okuyup açıklamıştır.

Denildiğine göre Hazret-i Mûsa, buzağıyı boğazlamakla emrolunmuş, onu kestiğinde de kanı akmış, daha sonra eline aldığı törpü ile onu törpüleyip kan ile birlikte denize atmıştı. Daha sonra da bu sudan içmelerini emretmişti. Buzağıya tapıp da sevgisi kalbine içirilmiş olanın bu hali, dudaklarında açığa çıkmıştı. Bununla buzağıya tapanları öğrenmiş oldu. Yine buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/93. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

153

Kötülükler işleyip ondan sonra tevbe ve îman edenlere ise, şüphe yok ki Rabbin bunun ardından Gafûrdur, Rahîmdir.

Sonra yüce Allah, şirk ve diğer günahlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağım haber vermektedir. Buna dair açıklamalar da önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.

"Kötülükler" yani, küfür ve çeşitli masiyetler

"işleyip ondan sonra" yani bunları işledikten sonra

"tevbe ve îman edenlere ise, şüphesiz Rabbin bunun ardından" yani tevbe etmelerinden sonra

"Gafûrdur, Rahîmdir."

154

Mûsa'nın öfkesi susunca Levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı.

"Mûsa'nın öfkesi susunca" yani, öfkesi dinince demektir. Muaviye b. Kurra da burada

"susunca" anlamına gelen; kelimesini "nun" ile, Dinince, sükûn bulunca" diye okumuştur. Sükût'un (susmanın) aslı zaten sükûp bulmak ve kendisini çekmek ve uzak durmak demektir. Meselâ " vadi üçgün aktı, sonra sükûn buldu" denilince, akması durdu demek olur. İkrime der ki: "Mûsa'dan gazabın susması" maklub ifadelerdendir. Yani, parmağı yüzüğe soktum ile yüzüğü parmağa soktum (taktım) ifadeleri gibidir. Yine başlığımı başıma soktum ile başımı başlığıma soktum, demek gibidir.

"Levhaları aldı" yani, onları bıraktı.

"Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı." Sapıklıktan hidayet ve azaptan bir rahmet vardı, demektir.

Neshi Bir kitapta bulunan yazıyı öbürüne aktarmak demektir.İkinci nüshanın kendisinden yazıldığı asla da, ondan yapılan kopyaya da nüsha denilir. Denildiğine göre Levhalar parçalanınca, Hazret-i Mûsa kırk gün oruç tuttu. Bu sefer, o Levhalar ona iki Levha İçerisinde geri verildi. Onlardan hiçbir şey de kaybolmadı. Bunuİbn Abbâs nakletmiştir.

el-Kuşeyrî der ki: Buna göre

"onlardaki yazıda(nüshada)" ifadesi şu anlama gelir: Kırılan levhalardan yeni levhalara kopya edilip istinsah edilenlerde bir hidayet ve bir rahmet vardır.

Atâ ise, onlardan geri kalanlarda (bir hidayet ve bir rahmet vardır) diye açıklamıştır. Çünkü geriye bu Levhalardan yalnızca yedide biri kalmış, yedide altısı kaybolmuştu. Ancak, hudut ve ahkâma dair herhangi bir şey gitmemişti.

"Onlardaki yazıda(nüshasında)" ifadesinin anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Hazret-i Mûsa'ya Levhi Mahfuz'dan istinsah edilip yazılanda bir hidayet vardır. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Ona yazılan şeylerde bir hidayet ve bir rahmet vardır. O bakımdan, ayrıca kendisinden istinsah edilecek bir asla ihtiyaç yoktur. Bu da bir kimsenin: Filan kimsenin söylediklerini istinsah et, demeye benzer ki, bu onun söylediklerini kitabında kaydet, yaz anlamına gelir.

"Rablerinden korkanlara hidayet ve rahmet vardı."

"Rablerinden" kelimesindeki "lâm" harfi ile İlgili olarak üç görüş vardır:

Kûfelilere göre bu zaiddir. el-Kisâî der ki: el-Ferezdak'dan dinleyenlerden birisi bana şunları söylediğini nakletmiştir: "Ona yüz dirhem nakit ödedim" ifadesi, "lâm"sız olarak; "Ona nakit ödedim," demekle aynı anlamdadır.

Buradaki "lâm"ın "lâm-ı ecl (sebeplilik bildiren lâm)" olduğu da söylenmiştir. Yani, riyakârlık olsun ve başkaları duysun diye değil de Rableri için, Rablerinden korkan kimseler için... anlamındadır. Bu açıklama da el-AMeş'den nakledilmiştir. Muhammed b. Yezid ise der ki: Buradaki "lâm," bir mastara taalluk etmektedir.Yani: "Korkulan Rableri için olan kimselere..." demek olur.

Şöyle de denilmiştir: Mef'ûl, korkanlara tabirindeki... lara anlamını veren ism-i mevsul önceden geçtiği için "lâm" harfinin gelmesi güzeldir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Eğer rüya yorumunu yapabiliyorsanız..." (Yusuf, 12/43)

Burada ma'mul (olan "rüya" anlamındaki kelime) tekaddüm edince -ki bu da aynı zamanda mef'ûldür- fiilin ameli zayıfladığından dolayı geçişsiz fiil durumuna düşmüştür.(O bakımdan mef'ûlün başına "lâm" harfi gelmesi güzel düşmüştür.)

155

Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca dedi ki: "Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin? Zaten o ancak Senin fitnendiir. Sen onunla kimi dilersen saptırır, kimi dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. O halde bizi bağışla, bize merhamet buyur. Çünkü Sen bağışlayanların en hayırlısısm."

Yüce Allah'ın:

"Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" âyetinde birisi;"(.......): Kavminden" kelimesi, diğeri de

"Yetmiş" anlamındaki kelime olmak üzere iki mef'ûl vardır. Bunlardanbirincisinden; "...den" anlamındaki edat hazfedilmiştir. Sîbeveyh şu beyitini nakletmektedir:

"(Kışın) oldukça fırtınalı rüzgârlar estiği vakit,

Cömertlik ve açık ellilikle (iyilikle) seçilen adamlar bizdendir."

Bir çoban da bir adamı överken şunları söylemiştir:

"Seni seçtim insanlar arasından huyları bozulduğu vakit

Ve kendisinden birşeyler vermesi umulan artık cömertlikten vazgeçecek hale geldiğinde."

Kurtubî bu iki beyiti de birinci mef'ûlün başında harf-i çerin hazfedilmiş olduğuna örnek olmak üzere göstermiştir).

Çoban bu son beyitinde; "Seni insanlar arasından seçtim," demek istemektedir.

"Seçti" kelimesinin asli; şeklindedir. Ancak, "ya" harfi hareke alıp ondan önceki harfin harekesi de fetha olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir. "Dedi ve sattı," fiilleri gibi.

"Onları o müthiş sarsıntı yakalayınca" yani ölünce.

Sarsıntı (er-Racfe), sözlükte şiddetli zelzele demektir. Ölünceye kadar zelzeleye uğratıldıkları da rivâyet edilmektedir.

"Dedi ki: Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin." Yani, öldürürdün. Nitekim yüce Allah (helâk kelimesini öldürmek anlamında kallanarak) söyle buyurmaktadır:

"Eğer bir erkek ölür de..." (en-Nisa, 4/176).

"Beni de" ifadesi ("onları" kelimesine) atfedilmiştir. Yani: Eğer Sen dilemiş olsaydın İsrailoğullarının gözü önünde -beni itham etmesinler diye- Mikat'a onlarla birlikte çıkmadan önce bizi Öldürebilirdin.

Ebû Bekr b. Ebi Şeybe der ki: Bize Yahya b. Saîd el-Kattan anlattı. O, Süfyan'dan, o, Ebû İshâk'tan, o, Umame b. Abd'dan, o,Ali (radıyallahü anh)'dan dedi ki: Mûsa ile Harun -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- yola koyuldular. Onlarla birlikte -Harun'un iki oğlu olan Şebber ve Şebir de beraber gitmişti-. Üzerinde bir sedir bulunan bir dağa vardılar. Harun o sedirin üzerine çıkınca ruhu kabzedildi. Mûsa kavmine geri döndüğünde: Onu sen öldürdün dediler. Çünkü onun yumuşaklığı, onun güzel huyu dolayısıyla sen bizi kıskandın. -Böyle veya buna benzer bir söz söylediler-. Burada şüpheye düşen Süryan'dır, (Mûsa) bunun üzerine dedi ki: Onun iki oğlu benimle beraberken nasıl olur da onu ben öldürürüm? Sonra: Aranızdan dilediğinizi seçiniz dedi. Onlar da her Sıbt'dan on kişi seçtiler. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: İşte yüce Allah'ın:

"Mûsa, tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" âyetinde anlatılan budur. Bu yetmiş kişi Hazret-i Harun'un cesedinin yanına gidip, seni kim öldürdü Ey Harun, dediler. O, şöyle dedi. Kimse beni Öldürmedi, Allah benim canımı aldı. Bu sefer, Ey Mûsa, sana isyan edilmiyor (karşı çıkılmıyor) dediler. Bu sefer sarsıntı onları yakaladı, sağa sola gidip gelmeye başladılar. Hazret-i Mûsa da şöyle diyordu: "Eğer dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin? Zaten o ancak Senin fîtnendir." Hazret-i Ali devamla dedi ki: Bunun üzerine Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti ve onların hepsini peygamber kıldı.

Şöyle de denilmiştir: Sarsıntının onları yakalamasının sebebi, "açıkça bize Allah'ı göster" demelerinden dolayı olmuştu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani: Ey Mûsa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla îman etmeyiz demiştiniz? O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarptı." (el-Bakara, 2/55) Nitekim bunun açıklaması el-Bakara Sûresi'nde(2/55. âyet, 3- başlık ve devamında) önceden geçmiş idi.

İbn Abbâs ise derki: Sarsıntının onları yakalamasının sebebi, buzağıya tapınmasına razı olmamakla birlikte, tapanları engellemeye kalkışmamalarıdır.

Şöyle de denilmiştir: Bu yetmiş kişi, açıkça bize Allah'ı göster diyenlerden başkalarıdır. Vehb de der ki: Bunlar ölmediler. Fakat heybetten dolayı sarsıntı onları aldı ve eklemleri neredeyse birbirlerinden kopacaktı. Mûsa (aleyhisselâm) da öleceklerinden korktu. Yine el-Bakara Sûresinde onların bir gün ve bir gece süreyle öldüklerine dair açıklaması da geçmiş idi. Onların sarsıntı ile alınmalarının sebebi hakkında bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür. Hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Bizi helâk mı edeceksin" âyetindeki sorudan kasıt, calıt (inkâr)'dır.Yani sen, böyle bir şeyi yapmazsın. Arap dilinde bu gibi kullanımlar pek çoktur. Şayet bu sorudan maksat nefîy İse, o vakit olumluluk anlamı çıkar. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Siz, bineklere binenlerin en hayırlılara değil misiniz?

Ve bütün âlemler arasında avuçlarının el ayaları en bol verenler?.."

Bu sorunun, dua ve talep anlamına geldiği de söylenmiştir.Yani, sen bizi helâk etme diye dua etmiş bu arada da kendisine izafette bulunmuştur. Oysa maksat, sarsıntıdan ölen kimselerdir. el-Müberred der ki: Sorudan kasıt, ta'zim kastıyla soru sormaktır. Yani: Bizi helâk etme! demek istemiş gibidir. Zaten Hazret-i Mûsa, Allah'ın hiçbir kimseyi başkasının günahı dolayısıyla helâk etmeyeceğini biliyordu. O bakımdan, onun bu sözü, Hazret-i Îsa'nın:

"Şayet onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar Senin kullarındır" (el-Mâide, 5/118) âyetine benzemektedir. Buradaki "beyinsizlerden kastın, o yetmiş kişi oldukları söylenmiştir.Yani: Sen bu beyinsizlerin "bize Allah'ı açıkça göster" dediklerinden ötürü İsrailoğullarını helâk eder misin?

"Zaten o ancak Senin fitnendir."Yani bu, yalnız ve yalnız Senin sınaman, Senin denemendir. "Fitne"yi yüce Allah'a İzafe etmiş, kendisine izafe etmemistir, Nitekim Hazret-i İbrahim'in:

"Ve ben hasta olduğum zaman bana O şifa verir" (eş-Şuara, 26/80) âyetinde hastalığı kendisine, şifayı da yüce Allah'a izafe etmesine benzemektedir.(Hazret-i Mûsa ile birlikte Hazret-i Hızır'ı aramaya giden) Yûşa da:

"Onu (balığın durumunu sana) söylememi bana şeytandan başkası unutturmadı"(el-Kehf, 18/63) demiştir. Hazret-i Mûsa, bu sözleri söylemeyi yüce Allah'ın kendisine:

"Gerçekten Biz kavmini senden sonra fitneye düşürdük" (Tâ-Hâ, 20/85) âyetinden anlamış idi.

Hazret-i Mûsa kavmine geri dönüp böğüren buzağının kendisine ibadet edilmek üzere dikilmiş olduğunu görünce:

"Zaten o ancak Senin fîtnendir. Sen onunla" yani o fitne sebebiyle

"kimi dilersen saptırır, kimi dilersen hidayete erdirirsin" demişti. Bu daKaderiyyenin görüşünü reddetmektedir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç