Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

124

 

005 - MÂİDE SÛRESİ

 

CÜZ :

7

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

104

"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin." dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter." derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalarda mı?

Allah'ın helal kıldığı hayvanları, Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm gibi isimlerle isimlendirerek insanlara haram olduğunu ileri süren müşriklere "Siz bu batıl sözleri bırakın da Allah'ın indirdiği âyetlere ve Allah'ın Peygamberine gelin ki, söylediğiniz sözlerin, haram kıldığınız şeylerin doğrusu ortaya çıksın.'" dendiği zaman, o müşrikler şu cevabı verirler: "Daha önce atalarımızın yapmış olduğu şeyleri yapmamız ve onlara uymamız bizim için yeterlidir. Biz onları önderler edinmişizdir. Onlar neyi helal saymışlarsa, biz de onu helal sayarız." Ey Rasûlüm, bunu söyleyenlerin atalan, bir kısım hayvanları haram kılmanın Allah'a karşı bir iftira olduğunu bilmemiş olsalarda mı yine onlara tabi olacaklardır?" Atalan doğru yolu bulamamış olsalar da yine onlara tabi mi olacaklar? Böyle yaptıkları takdirde yalancılara ve sapıklara uymuş olacaklardır.

105

Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.

Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltip bizzat kendinizi Allah'ın cezalandırmasından kurtarmaya çalışın. Sizler doğru yolda olup insanlara dini tebliğ edip, onlara doğru yolu gösterme vazifenizi yerine getirdiğiniz müddetçe sapıklığa düşenlerin sapmalarından sizler sorumlu değilsiniz. Onlar kendilerinden sorumludurlar. Âhirette hepinizin döneceği yer, Allah'ın huzurudur. Allah orada, yaptıklarınızı size haber verecektir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, mü’min kullarının, bizzat kendilerini düzeltmelerini, güçlerinin yettiği kadarıyla hayır işlemeye gayret göstermelerini emretmekte, mü’minin, Allah'ın kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmesi şartıyla başkalarının yaptıklarından sorumlu olmayacağını bildirmektedir.

Başkalarının hak yoldan sapması ve günah işlemesi, günah işlemeyen kimselere şahsen suç olarak yüklenemez. Suç ve ceza şahsidir. Herkes işlediği suçun cezasını bizzat kendisi çekecektir. Fakat burada önemli olan bir nokta vardır ki, o da şudur: Kişi başkasının işlediği suç fiilinden dolayı cezalandırılmayacak, amma o kişinin o suçu işlemesine engel olma görevini yerine getirmediğinden dolayı hesaba çekilecektir. Hatta günahkârların işledikleri suçlardan dolayı gelecek olan umumi heladan da kurtulamayacaktır. Çünkü bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de şöyle buyunılmaktadır: "Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki Allah'ın cezası çok şiddetli olandır. Enfal .Sûresi, S/25. Rıı fiydin izahın: ı bakınız

Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin izahında farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ebû Mazin ve Cübeyr b. Nüfeyr'den Rivâyet edilen bir görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir. Ey iman edenler, sizler iyiliği emredip kötülüğü nehyettiğiniz zaman, sizin emir ve nehiylerinizin kabul edilmemesi durumunda siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz doğru yokla olduğunuz sürece emr-i bilmaruf ve nehy-i Anilmünkeri kabul etmeyerek sapanların sapması size herhangi bir zarar vermez.

Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir müslüman, insanlara Allah'ın emrettiğini emreder, yasakladığını nehyederse, insanlar da bu emir ve nehiyleri kabul etmezlerse, artık o müslümanlardan, başkalarının sorumlulukları düşer ve o kimse kendisini düzeltmekle yükümlüdür.

Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun- Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyeti Abdullah b. Mes'ud'a okundu. O da dedi ki: "Şu an bu âyetin zamanı değildir. İnsanlar Allah'ın emir ve yasaklarını sizden kabul ettikleri müddetle siz onları söyleyin. Eğer insanlar emir ve yasakları kabul etmezlerse, işte o zaman siz başkalarını bırakıp kendinize bakın."

Ebû-l Âliye de bu âyetin izahında diyor ki: "Biz Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturuyorduk. İki kişinin arasında olağan bir hadise meydana geldi. Bunlar ayağa kalkıp birbirlerine hücum ettiler. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturanlardan biri dedi ki: "Ben kalkıp bunlara iyiliği emredip, kötülükten nehyelmiyeyim mi?" Onun yanında bulunan bir başkası da dedi ki: "Sen kendine bak. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size zarar vermez." Abdullah b. Mes'ud bunu işitince dedi ki: "Sus,"bu âyetin hükmünün tatbik edileceği zaman henüz gelmemiştir. Zira Kur'an indiği zaman onun bir kısım âyetlerinin ifade ettikleri hükümlerin zamanı Kur'an inmeden önce geçmişti. Diğer bir kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı da Resûlüllah'ın dönemiydi. Başka bir kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı ise Resûlüllah'tan bir müddet sonraki zaman idi. Kur'an'ın âyetlerinden diğer bir bölümünün hükümlerinin zamanı ise bugünden sonrasıdır. Başka bir bölümünün hükümlerinin zamanı ise, kıyametin kopma zamanıdır. Kur'an'ın âyetlerinin bir bölümünün hükümlerinin zamanı da kıyamet günündeki hesap ve ceza zamanıdır. Kalbleriniz ve arzularınız bir olduğu, tefrikaya düşmediğiniz ve birbirinize musallat olmadığınız sürece iyilikleri emredin, kötülükleri yasaklayın. Kalblerinizin ve arzularınızın zıtlaştığı, tefrikaya düştüğünüz ve birbirinize musallat olduğunuz zamanda ise kişi sadece kendisini korumakla yükümlüdür. İşte o zaman bu âyetin hükmünün tatbik edildiği zamandır."

Süfyan diyor ki: "Abdullah b. Ömer'e denildi ki: "Sen bu fitne günlerinde olursan, herhangi bir şeye kanşmasan, iyilikleri emredip, kötülükleri nehyetsen nasıl olur? Zira Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size bir zarar vermez." Bunun üzerine Abdullah b. Ömer dedi ki; "Bu âyet benim ve arkadaşlarım için değildir. Zira Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Hazır olan hazır bulunmayana tebliğ etsin. Bizler hazır bulunanlarız. Hazır bulunmayanlar ise sizlersiniz. Bu âyetin hükmünün zamanı ise bizden sonra gelecek olan ve söyledikleri kabul edilmeyecek olan insanların yaşadıkları zamandır."

Cübeyr b. Nüfeyr de diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın sahabilerinin oluşturdukları bir halkanın içinde bulundum. Ben orada bulunanların en küçüğü idim. Onlar aralarında iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme meselesini müzakere ediyorlardı. Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ kitabında: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size zarar vermez." buyurmuyor mu?" Onlar bana döndüler ve hep bir ağızdan: "Sen, Kur'an'dan bilmediğin ve yorumunun ne olduğunu anlamadığın bir âyeti Kur'an'dan koparmaya çalışma." dediler. Ben "Keşke bunu söylemeseydim." diye pişman oldum. Sonra onlar konuşmalarına devam ettiler. Kalkıp gitme zamanları gelince dediler ki: "Sen yaşı küçük bir çocuksun. Sen. mânâsını bilmediğin bir âyeti Kur'an'ın içinden çekip ayırdın. Belki de son bu âyetin hükmünün uygulanacağı zamana erişirsin. Sen, itaat edilen bir cimrilik, kendisine uyulan birheva ve heves ve herkesin kendi görüşünü beğenmesini görürsen, işte o zaman sen sadece kendine bak. Sen doğru yolda olduğun sürece sapanın sapması sana zarar vermez."

Ebû Ümeyye eş-Şa'bani diyor ki: "Ben, Ebû Sa'lebe el-Huşeni'ye gittim ve ona dedim ki: "Sen bu âyeti nasıl anlıyorsun'?" O da dedi ki: "Hangi Âyeti?" Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ'nın, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yokla olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini." Ebû Salebe de dedi ki: "Vallahi sen bu âyetin mânâsını bilene sordun. Ben onu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sormuştum. O da buyurmuştu ki: "Bilakis iyiliği emredin, kötülüğü men edin. Sen, kendine tabi olunan bir cimrilik ve kendisine uyulan bir heva ve heves, tercih edilen dünya, herkesin kendi görüşünü beğenmesini gördüğün zaman, sadece kendi öz nefsine bak. İnsanların umumunu bırak. Zira sizin önünüzde bazı günler var ki, o günlerde sabretmek, elde ateş tutmak gibi olacaktır. O günlerde iyi amel işleyene, sizlerden aynı ameli işleyen elli kişiye verilecek olan mükâfaat verilecektir Tirmizi, K. Tevsir el-Kur’an, Sûre: 5. Hadis No: 3058

b- Abdullah b. Abbas ve Hasaıvı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman edenler, sizler Allah'a itaat ettiğiniz sürece sapanların sapması ve neticede helak olması size zarar vermez."

Bu izaha göre Allahü teâlâ. bu âyet-i kerime’de kullarına, kendisine, emir ve yasaklarında, helal ve haramlarında itaat etmelerini emretmiş ve onlara, başkalarının sapmasının, itaat edenlere zarar vermeyeceğini bildirmiştir.

Mürre b. Rebia diyor ki: "Hasan-ı Basri, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini okudu ve dedi ki: "Bu âyetten dolayı Allah'a hamdolsun. Zira geçmişte ve gelecekte hiçbir mü’min bulunmamıştır ki onun yanımla mü’minin yaptığı amelden hoşlanmayan bir münafık bulunmuş olmasın."

c- Said b. el-Müseyyeb, Hazret-i Ebubekir ve Huzeyi'e'den nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Allah'a itaat edin. Sizler iyiliği emredip kötülüğe mani olarak doğru yol üzere olursanız sapan kimsenin sapması size zarar vermez."

Bunlara göre mü’minler, insanlar dinlese de dinlemese de iyiliği emredip kötülüğe mani olmak mecburiyetindedirler. Bu yükümlülüklerini yerine getirmelerinden sonra sapanların sapmasından sorumlu değillerdir.

Bu hususta Kays b. Ebi Hazım diyor ki: "Ebubekir es-Sıddıyk dedi ki:

"Ey insanlar; sizler, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini okuyorsunuz. Ben de Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Şüphesiz ki insanlar zalimi görürler de ona el çektinnezlerse, Allah'ın onları umumi bir ceza ile cezalandırması yakındır. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hadis No: 3057.

d- Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre, bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız ehl-i kitabın yoldan sapıp, kâfir olması size zarar vermez."

e- İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız hak dinden sapanlar size zarar vermez."

İbn-i Zeyd diyor ki: "Bir insan İslam'a girince, diğer insanlar ona: "Sen atalarını küçük düşürdün. Onları sapık gördün ve şöyle şöyle yaptın. Halbuki senin, atalarını desteklemen ve şöyle yapman gerekirdi." derlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ. bu âyeti indirdi ve hak dinden sapmış olanların, mü’minlere zarar veremeyeceklerini bildirdi.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu âyetin izahında belirtilen görüşlerden daha evla ve daha doğru olanı, Ebubekir es-Sıddıyk'tan rivâyet edilen izahtır. O da âyetin mânâsının şöyle olduğunu zikreden izah şeklidir: "Ey iman edenler, Allah'a itaatten ayrılmayın. Emir ve yasaklarını tutun. Böylece kendi yükümlülüğünüzü yerine getirin. Sizler Allah'ın size farz kıldığı iyiliği emretme, kötülüğe mani olma vazifesini yerine getirmenizden sonra, artık sapanların sapmalarından sorumlu olmazsınız."

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: Allahü teâlâ, mü’minlere, adaleti ayakta tutmalarını, iyilikte ve takvada yardımlaşmalarını emretmiştir. Kötülüğe mani olarak zalime zulmünden el çektirmek, adaleti ayakta tutmaktır. İyiliği emretmek de iyilikte ve takvada yardımlaşmaktır. Diğer yandan Resûlüllah'tan, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün nehyedilmesi hakkında birbirini destekleyen birçok haberler Rivâyet edilmiştir. Şâyet insanların iyiliği emretmeyi ve kötülüğe mimi olmayı terketmeye hakları olsaydı insanların bunları yerine getirmelerini emretmenin bir anlamı olmazdı. İnsanlar ancak aciz oldukları durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğe mani olma yükümlülüğünden kurtulmuş olabilirler. Bu takdirde fiilen yaptırma ve engel olmaktan sorumlu olmazlar, ancak kalben buğuz etmekten sorumlu olurlar.

106

Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm belirtisi geldiği zaman vasiyet ederken sizden iki adaletli kişiyi veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun. Eğer kendilerinden şüpheleniyorsanız onları namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.

Bu âyet-i kerime, vasiyet yapılırken şahit tutulmasını emretmektedir. Şahitlerin adaletli ve müslümanlardan olması şart koşulmakta, ancak yolculuk halinde ölümle karşılaşan kişinin, gayr-i müslimleri de vasiyeti için şahit tutabileceğini beyan etmektedir. Gayr-i müslimlerin şahitlikleri sadece zikredilen şartlarda geçerlidir. Aksi takdirde müslüman şahit bulunması zorunludur.

Taberi bu âyette geçen şahitlikten maksadın, hazır bulunmak ve yemin etmek olduğunu izah etmiş ve âyet-i kerimeye şu şekilde mânâ vermiştir: "Ey iman edenler, sizden birinize ölüm belirtisi geldiği zaman vasiyet etlerken aranızda hazır bulunanların yemin etmeleri, siz müslümanlardan âdil iki kimsenin yemin etmesi şeklinde olur. Veya yolcu iken ölüm felaketi sizi yakalarsa müslümanların dışında iki kimsenin yemin etmesi şeklinde olur. Eğer vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilecek kimselerden şüpheleniyorsanız, bu kimseleri namaz kılındıktan sonra tutun ve onlar, "Akrabamız bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.

Âyet-i kerime’de geçen "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizden" ifadesinden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:

a- Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya'mur, Âbide es-Selmani, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'e göre buradaki "Sizden" ifadesinden maksat, "Siz müslümanlardan." demektir. Bunlara göre müslümanların bulunması halinde, müslüman olmayanların, vasiyete şahit tutulmaları veya vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilmeleri caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ "Sizden adaletli iki kişiyi şahit tutun." buyurmuştur.

b- İkrime ve Âbide es-Selmani'den nakledilen diğer bir görüşe göre, burada zikredilen "Sizden" ifadesinden maksat, "Vasiyet eden sizlerin akrabalarınızdan" demektir. Bunlara göre vasiyet eden kimse, vasiyetine şahitlik etmek için veya vasiyetini yerine getirmeleri için ilk önce kendi akrabalarından iki kimseyi şahit tutmak veya vazifelendirmek durumundadır. Akrabalarından kimseyi bulamazsa bu takdirde yabancıları şahit tutar veya vekil yapar.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, âyetin başında: "Ey iman edenler." buyurarak, bütün mü’minlere hitabetmiş ve mü’minlerden iki kişinin vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilmelerini emretmiştir. Âyetin bu genel ifadesini, herhangi bir delil olmaksızın terk edip onu sadece vasiyet edenin akrabalarına yorumlamak isabetli değildir. Çünkü âyetlerin genel ifadelerini delilsiz bir şekilde özel hale getirmek caiz değildir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." şeklinde tercüme edilen cümlesindeki "Sizden adaletli iki kimse"den, vasiyete şahit tutulacak iki kimse mi, yoksa vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilecek iki vekil mi kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:

a-

Bazılarına göre, âyetin bu bölümünde zikredilen adaletli iki kimseden maksat, "İki şahit"tir. Vasiyet eden kimse, mirasçıların vasiyet hakkında ihtilaf etmeleri halinde vasiyetin nasıl olduğuna şahitlik etmeleri için böyle iki kimseyi şahit tutar, bu şahitlere de gerektiğinde (âyette belirtildiği gibi) yemin ettirilerek şahitlik yaptırılır.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen adaletli iki kimseden maksat, vasiyet edenin vasiyetini yerine getirmek üzere vazifelendirdiği iki kimsedir. İşte bunlar, vasiyeti yerine getirirlerken, mirasçılar tarafından itiraza uğrarlarsa namazdan sonra yemin ettirilirler.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu Âyette zikredilen iki kişiden maksadın, vasilerin yani vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilen kimselerin kastedildiğini söylemiş, bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak da özetle şunu zikretmiştir: Âyet-i kerime’de bu iki kimseye yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Şâyet bunlardan maksat şahitler olsaydı onlara yemin ettirilmesi söz konusu olmazdı. Zira İslam hukukunun hiçbir sahasında şahitlere yemin ettirilmesi diye bir şey yoktur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, buradaki iki kişiden niaksal, vekillerdir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Sen, bu âyette zikredilen iki kimseyi "Şahitler" değil de "Vekiller" diye izah ettin. Gerekçe olarak da şahitlere yemin ettirmenin söz konusu olmadığını zikrettin. Ancak senin bu izahına göre âyetin devamından anlaşıldığı gibi davacılara yemin ettirilir. Yani, bu iki kimsenin yalan yere yemin ettikleri tesbit edilcek olursa, bunlara karşı çıkan mirasçılardan iki kimseye, bunların yalancı olduklarına ve kendilerinin doğru söylediklerine dair yemin ettirilir. Böylece davacılara yemin ettirilmiş olur. Sen Allah'ın kitabının neresinde, davacılara yemin ettirileceğine dair bir hüküm bulabilirsin?" Cevaben denilir ki: "İslam hukukunda bazan davacılar dâvâlı durumuna düşerler. Böylece onların yemin etmeleri gerekir. Mesela bir kişi, başka birinde alacağı olduğunu iddia eder de o kimse de borçlu olduğunu itiraf eder, fakat borcunu ödediğini ileri sürerse bu defa ona, borcunu ödediğine dair yemin ettirilir. Bu âyette de, vasiyeti yerine getirenlerin haksızlık yaptıklarını gören mirasçılar, aslında dâvâlı olan, vasiyeti yeme getirenlerin haksızlık yaptıklarını ileri sürünce dâvâcı durumuna geçmişler ve onlara yemin ettirilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen "Yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat;

a- Said b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai, Said b. Cübeyr, Ebû Miclez Yahya b. Ya'mur, Kadı Şüreyh, Meslem, Âbide es-Selmani, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Ebû İshak, Said b. Ebi Mûsa el-Eş'ari, İbn-i Zeyd ve Zeyd b. Eslem'e göre "Sizin dışınızdan iki kişi, müsliiman olmayan iki kimse" demektir. Bunlara göre vasiyet eden kimse yolculukta bulunur ya da yanında müslüman kimse bulunmazsa, müsliiman olmayanlardan iki kimseyi vasiyetine şahit tutabilir veya vasiyetini yerine getirmeleri için vazifelendirebilir. Bunlara göre müslüman olmayan insanların şahitliği sadece yolculukta vasiyet yapılırken ve müslüman kimse yoksa caizdir. Bu hüküm de bu âyetten çıkarılmaktadır.

Âmir eş-Şa'bi, Kadı Şüreyh'in bu âyet hakkında şunlan söylediğini rivâyet etmiştir: "Bir insan yabancı bir yerde bulunur, vasiyetine şahitlik edecek iki müslüman da bulunmayacak olursa, o kimse Yahudi veya Hristiyan yahut me-cusilerden iki kimseyi şahit tutar. Bu iki kimsenin şahitliği geçerlidir. Ancak iki müslüman gelir de bu iki gayr-i müslim şahidin aksine şahitlik edecek olursa, ben iki müslümanm şahitliğini kabul eder, diğerlerininkini iptal ederim."

İbrahim en-Nehai de diyor ki: "Hişam b. Hubeyre, Mesleme'ye, müşriklerin, müslümanların aleyhine şahitlik edip edemeyeceklerini beyan etmesi için bir mektup yazdı. Mesleme de mektuba cevaben yazdı ki, müşriklerin müslümanlara karşı şahitliği caiz değildir. Ancak vasiyette caizdir. Vasiyette de vasiyet edenin yolcu olması halinde caizdir.

Şa'bi diyor ki: "Müslüman bir adam "Dekuka" donen yerde ölüm hastalığına yakalandı. Müslümanlardan vasiyetine şahitlik edecek iki kimse bulamadı. Ehl-i kitaptan iki kişiyi şahit tuttu. Bunlar Kufe'ye gelip Vali Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin yanına vardılar, meseleyi ona anlattılar. Ölenin terekesini ve vasiyetnamesini yanlarında getirmişlerdi. Ebû Mûsa el-Eş'ari de dedi ki: "Bu mesele Resûlüllah'ın döneminde olduktan sonra bir daha olmamıştı. Ebû Mûsa onlara yemin ettirdi. Ve şahitliklerini geçerli saydı."

Zeyd b. Eşlem de demiştir ki: "Bu âyet-i kerime, yanında herhangi bir müslüman bulunmadığı halde vefat eden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu mesele İslam'ın ilk dönemlerinde olmuştu. O zaman ortam savaş ortamıydı. İnsanlar kâfir idi. Resûlüllah ve sahabileri Medine'de bulunuyorlardı. İnsanlar o dönemde birbirlerine vasiyet yoluyla mirasçı oluyorlardı. Daha sonra vasiyet neshedildi. Mirasta paylan belirten hükümler geldi. Müslümanlar da onlarla amel eder oldular.

b- Hasan-ı Basri, Zühri, İkrime ve Âbide es-Selmani'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin "Sizin dışınızda iki kişi şahit tutun." cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat, "Siz vasiyet edenlerin akrabaları dışında iki kimse." demektir.

Bu görüşte olanlara göre kâfirlerin, müslümanlar aleyhine şahitlikleri hiçbir zaman geçerli değildi. Bu hususta İbn-i Şihab ez-Zühri demiştir ki: "Sünnete göre kâfirin şahitliği, ne mukim iken caiz olur ne de yolcu iken. Şahitlik ancak müslümanlara aittir."

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki "Sizin dışınızdan iki kimse"den maksadın, müslüman olmayan kimseler olduğunu, bunların da Yahudi veya Hristiyan, yahut Mecusi veya puta tapan ya da herhangi bir dine mensup olan kimseler olabileceklerini söylemiş ve âyeti genel bir şekilde izah etmenin daha uygun olacağını beyan etmiştir. Yani "Sizden olmayan iki kimse" ifadesindeki iki kimseyi sadece vasiyet edenin akrabaları olmayan iki kimseye tahsis etme yerine bütün müslümanlardan olmayan iki kimse olduğunu söylemek, âyeti genel mânâda izah etmektir ve daha evladır.

Âyet-i kerime’de vasiyet eden kimsenin müslümanlardan veya Müslüman olmayanlardan iki kimseyi vasiyetine şahit tutması emredilirken. ifadede "Veya" mânasına gelen (......) kelimesi zikredilmiştir. Bu kelime bazan iki şeyden birisini seçmeyi ifade ederken, bazan da iki şeyin sırasıyla yapılabileceğini, yani önce birincisinin yapılmasının gerekli olduğunu, o bulunmadığı takdirde ikincisinin yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu sebeple müfessirler buradaki kelimesinin seçenek mi yoksa sıralama mı ifade ettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Yahya b. Ya'mur, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, Süddi, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas'a göre âyette, müslüman olan şahitler veya vekillerle, müslüman olmayan şahit veya vekiller arasında zikredilen kelimesi sıralama ifade etmektedir. Bunlara göre vasiyet eden kimse, vasiyetine şahitlik etmek veya vasiyetini yerine getirmek üzere önce iki müslüman kimseyi arayıp vazifelendirmek mecburiyetindedir. Şâyet müslüman bulunmazsa ya da yolcu ise bu takdirde gayr-i müslimleri vasiyete şahit tutabilir. Veya vasiyetini yerine getirmeye vekil tayin edebilir.

Daha önce de zikredildiği gibi bu hususta Kadı Şüreyh şöyle demiştir: "Eğer vasiyet eden kimse yabancı bir yerde bulunur da vasiyetine şahit tutacak iki müslüman bulunmazsa bu kimse Yahudi veya Hristiyan yahut Mecusilerden şahit tutar. Bu halde onların şahitlikleri de caizdir."

Süddi de demiştir ki: "Müslüman olmayanların şahit tutulmaları şu kimse için söz konusudur: Kişi yolcu iken ölüm gelir, onu yakalar. Yanında da müslümanlardan herhangi bir kimse bulunmazsa, işte bu kimse Yahudi veya Hristiyan yahut Mecusilerden iki kişi çağırır ve vasiyetini onlara yapar.

b- Diğer bir kısım âlimler de bu âyette zikredilen kelimesinin seçenek ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunlara göre vasiyet eden kimse güvendiği herkese malını emanet edebilir. O kişinin müslüman veya kâfir olması önemli değildir. Âyet-i kerime’de "Eğer kendilerinden şüphe ediyorsanız, o iki kimseyi namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler." buyurulmaktadır. Bu ifadeye göre vasiyet eden kimse mü’minlerden iki kimseye, onları bulamazsa mü’min olmayanlardan iki kimseye, vasiyetini beyan eder. Onları şahit tutar ve onlara, vasiyetini yerine getirmelerini bildirecek olursa ve bu kimse şüphe edilecek kimse olursa, bunlar hapsedilir ve belli bir namazdan sonra, söylediklerine dair yemin ederler.

Müfessirler burada zikredilen namazdan hangi namazın kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Sa'bi. Said b. Cübeyr. İbrahim en-Nehai ve Katade'ye göre buradaki "Namaz"dan maksat, ikindi namazıdır. Çünkü Ebû Mûsa el-Eş'ari, gayri müslim olan iki vekili ikindi namazından sonra yemin ettirmiştir. Bu şahitler de ihanet etmediklerine, yalan söylemediklerine, vasiyeti değiştirmediklerine, vasiyetten bir şey gizlemediklerine, kişinin vasiyetinin ve terekesinin, beyan ettikleri şeyler olduğuna dair yemin etmişler, Ebû Mûsa da bunların şahitliklerini kabul etmiştir.

b- Süddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki, kendisinden sonra yemin ettirilecek namazdan maksat, yemin eden kimselerin dinlerindeki namazdır, Yeminin tesirli olabilmesi için, kendi dinlerine göre namaz kıldıktan sonra yemin ettirilirler.

Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Ben sanki şu anda Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin evinde, yanına gelen iki gayr-i müsîimi görüyor gibiyim. Ebû Mûsa vasiyet mektubunu açtı, ölünün ailesi vasiyeti reddettdi. Bu iki kişiyi hainlikle itham ettiler. Ebû Mûsa bunları ikindiden sonra yemin ettirmek istedi. Ben de ona dedim ki: "Bunlar ikindi namazını önemsemezler. Sen bunları, kendi dinlerindeki namazdan sonra yemin ettir. Bu iki adam kendi dinlerine göre kıldıkları namazdan sonra ayağa kaldırılırlar ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz. Bu adam bunu vasiyet etmiştir. İşte terekesi de budur." diye yemin ettirildiler.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki namazdan maksat, ikindi namazıdır. Zira namaz anlamına gelen kelimesi harfi ilavesiyle birlikte zikredilmiş ve belli bir namaz olduğu belirtilmiştir. Buradaki namaz bütün namazlar olmadığına, belli bir namaz olduğuna göre bundan maksat, müslümanların namazıdır. Resûlüllah da "Ac-lan" kabilesinden olan iki kimseye ikindi namazından sonra "lanetleşme" yemini ettirmiştir. Bu da göstermektedir ki, müslümanların namazında yemin ettirme vakti olarak seçilen namaz, ikindi namazıdır. Ayrıca ikindi namazı güneşin batma ânına yakın olması hasebiyle kâfilerin de kutsal gördükleri bir vakitte kılınmaktadır. Bu vakit esas alındığında doğru yemin etmeye etkili olur.

107

Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları ortaya çıkarsa, bu ikisinin haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden, şahitliğe daha layık olan iki kişi, öncekilerin yerine geçer ve "Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk." diye yemin ederler.

Eğer, kendilerine vasiyeti yerine getimie vazifesi verilen iki vasinin, yalan söylemeyeceklerine dair yemin ettikleri halde, yine de yalan yere yemin ederek günah işledikleri ortaya çıkacak olursa, bu iki vasinin, haksızlığa uğratmaya çalıştıkları kişilerden iki kişi, bunların yerine yemin ederler ve derler ki: "Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz, hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk."

Görüldüğü gibi, bundan önceki âyet-i kerime’de, vasiyet edilirken iki müslümanın hazır bulundurulması, iki müslüman bulunmazsa onların yerine iki gayr-i müslimin hazır bulundurulması ve bu iki kimseye vasiyet hakkında yemin ettirilmesi emredilmiştir. Bu âyet-i kerime’de de yemin eden iki kimsenin yalan yere yemin ettiklerinin ortaya çıkması halinde, ölünün terekesinde hak sahibi olanlardan iki kimseye, yemin eden şahitlerin yalan söylediklerine dair yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Böylece yemin etme durumu iki şahitten alınıp terekede hak sahibi olanlara verilmiştir.

Müfessirler, şahitlere niçin yemin ettirildiği ve sonra da yeminin yer değiştirmesinin sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre şahitlere yemin ettirilmesinin, sonra da mirasçılara yemin ettirilmesinin sebebi, şahitlerin beyanlarından şüphe edilmesidir. Bu şüphe de, vasiyet edenin, malını İslam'da caiz olmayan bir yere vasiyet ettiğine dair şahitlik etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Şâyet iki müslüman bulunmadığı için vasiyete şahit tutulan iki gayr-i müslim, vasiyet eden kişinin, Allahü teâlâ'nın beyan ettiği hükümlere muhalif bir şekilde vasiyette bulunduğuna dair yemin edecek olurlarsa, işte o zaman ölünün velilerinden iki kimse, Allah'a yemin ederler ve derler ki: "Bizim adamımız böyle bir vasiyet yapmazdı. Bu iki şahit yalancıdırlar. Bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur."

b- Yahya b. Ya'mur'a göre ise, önce şahitlere, daha sonra da mirasçılara yemin ettirmenin sebebi, şahitlerin, vasiyet eden kimsenin kendilerine, malından bir kısmını verdiğini iddia etmeleridir. Bu durumda vasiyet edenin velileri, şahitlerin iddialan hususunda şüpheye düşecek olurlarsa kendileri, şahitlerin yalancı olduklarına dair yemin ederler.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş şudur: "Şahitlerin yemin etmeye mecbur edilmelerinin sebebi, mirasçıların, onları, vasiyet malından bir kısmına ihanet etmekle suçlamalarıdır. Şahitler, mirasçıların bu ithamlarını bertaraf etmek için, mirastan herhangi bir mal saklamadıklarına dair yemin ederler. Mirasçıların yemin etmelerinin sebebi ise iki ihtimalden dolayı olabilir:

a- Şahitlere yaptıkları ithamın doğruluğunu ortaya koyacak yeni bir delilin meydana çıkmasıdır. O da başka bir kişinin, bu şahitlerin her ikisi veya biri aleyhine şahitlik etmesidir. İşte bu takdirde mirasçı olan kimse, iddiasının doğru olduğuna dair, o kimsenin şahitliği ile birlikte yemin eder. Böylece mirasçının iddiası geçerli olur.

b- Şahitler, mirasçıların ithamlarının tümünü veya bir bölümünü ikrar eder, vasiyet edilen maldan bir bölümünün kendilerinde bulunduğunu söyler. Fakat bu malın kendilerine verildiğini veya satıldığını iddia edecek olurlarsa ve buna dair de şahitleri bulunmazsa işte bu takdirde mirasçılar yemin ederek şahitlerin elinde bulunan o malların terekeye ait olduğunu söyler ve ona sahip olurlar.

Görüldüğü gibi Taberi'ye göre vasiyet hususunda şahitlere yemin ettirilmesinin sebebi, yalan söylemekle itham edilmelerinden veya yapılan vasiyeti saptırmalarından dolayı değil, vasiyet edilen malın bir kısmına ihanet etmekle suçlanmalarındandır. Zira İslam'ın hükümlerinde hiçbir şahide, şahitliğinde itham edilmesinden dolayı yemin ettirildiği görülmemiştir. Bu hususta ne Resûlüllah'tan sahih bir haber, ne de ümmetin bir icmaı vardır. Bu itibarla şahitlerin, vasiyet edenin kendilerine mal verdiğini iddia ettikleri için yemin ettirildiklerini söylemek isabetli değildir. Zira İslam alimleri, terekeden bir şeyin kendisine vasiyet edildiğini iddia eden kimsenin, yemin etmesi halinde büe terekeden herhangi bir şeye sahip olamayacağı, ancak buna dair bir şahidi bulunursa sözünün geçerli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da göstermektedir ki, vasiyette hazır bulunanların, bir kısım malların kendilerine vasiyet edildiğine dair yemin etmelerinin hiçbir tesiri yoktur. Bu itibarla bu âyette: "Bu iddiada bulunan şahitlere yemin ettirileceği beyan edilmiştir." iddiası isabetli değildir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Şahitlere yemin ettirmenin asıl sebebinin, onların ihanetle suçlanmaları olduğu, mirasçılara yemin ettirilmesinin asıl sebebinin de, şahitlere yönelttikleri ithamın doğruluğuna dair yeni bazı delillerin ortaya çıkması meselesi olduğu, Resûlüllah'tan nakledilen bir kısım hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Temim ed-Dâri bu âyet hakkında şöyle dedi: "Vasiyet şahitliği hususunda benimle Adiy b. Beda dışındaki insanlar suçsuzdur. Temim ile Adiy, müslüman olmadan önce Hristiyan idiler. Ticaret için Şam'a gider gelirlerdi. Yine bir gün ticaret için Şam'a vardıklarında, Selim kabilesine mensup ve Haşimoğullarının azâdlı kölesi olan "Büdeyl b. Ebi Meryem" adlı bir kişi de ticaret için onların yanına geldi. O kişinin yanında bir de gümüş kap bulunuyordu. O gümüş kabi Kral'a satmak istiyordu. Elindeki en önemli ticaret malı da buydu. Sehm kabilesine mensup olan adam, yani Büdeyl hastalandı. Adiy ve Temim'e, geride bırakacağı mirasını ailesine vermelerini vasiyet etti ve öldü.

Temim diyor ki: "Biz o gümüş kabı alıp, bin dirheme saltık ve arkadaşım Adiy ile parasını aramızda bölüştük. Geri dönüp ailesinin yanına gelince de elimizde kalan terekesini ailesine verdik. Eşyalar arasında gümüş kabı bulamadılar ve bize sordular. Biz de Büdeyl'in, verdiğimiz mallar dışında bize bir şey bırakmadığını ve bize bunlardan başka bir şey teslim etmediğini söyledik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye göç ettikten sonra müslüman oldum ve bu yaptığımın günah olduğunu anladım. Ölen kişinin ailesine gidip durumu anlattım. Onlara beşyüz dirhem verdim. Arkadaşım Adiy'de de bir o kadarı bulunduğunu haber verdim. Bunun üzerine ölen kişinin ailesi Adiy'i alıp Resûlüllah'in huzuruna getirdiler. Resûlüllah onlardan şahit istedi. Bulamadılar. Bunun üzerine Resûlüllah onlara, kendi dinlerince katiyyet ifade eder bir şekilde Adiy'e yemin ettirmelerini emretti. Adiy de yemin etti. İşte bunun üzerine bu âyet, bundan önceki ve sonraki âyetler nazil oldu. Sonra Amr b. el-Ass ve Sehm kabilesinden başka bir kişi, gümüş kabın varlığına dair yemin ettiler. Bunun üzerine Adiy'den beşyüz dirhem zorla alındı. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hatfis No: 3059.

Diğer bir Rivâyette Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Sehm oğullarından bir adam, Temim ed-Dari ve Adiy b. Beda ile yola çıktılar. Sehm oğullarından olan kimse müsliimanların bulunmadığı bir yerde vefat etti. Temim ile Adiy, vefat eden kişinin malını getirdiler. Mirasçıları, terekeden altın yaldızlı gümüş bir kabın eksik olduğunu gördüler. Resûlüllah onlara yemin ettirdi. Sonra o kap Mekke'de bulundu. Kap kendilerinde bulunan insanlar: "Biz bunu Temim ile Adiy'den satın aldık." dediler. Bunun üzerine ölen kişinin velilerinden iki kişi: "Allah'a yemin olsun ki, bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha doğrudur. Bu kap, vefat etlen adamımızındır." diye yemin ettiler. İşte bunlar hakkında bundan önceki âyet nazil oldu. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Suru: 5, Hadis No: 3060

Taberi diyor ki: "Zikrettiğimiz bu haberlerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ'nın burada iki şahidi yemin etmekle mükellef kılması, mirasçıların, bu şahitleri, vasiyet edenin, kendilerine verdiği mala ihanet ettiklerine dair suçlamalarıdır. Zira böyle bir durumda dâvâlı olan kimse ancak yemin ederek kendisini kurtarmış olur.

Yeminin, şahitlerden sonra mirasçılara intikal etmesi ise, şahitlerin yalancı oldukları onaya çıkıp, terekeden mal aldıkları belli olunca mirasçıların, malın, iddia ettikleri gibi şahitlere ait olduğunu reddetmelerindendir. Böylece "İddia edene şahit, inkâr edene de yemin gerekir." kuralı burada da geçerli sayılmıştır.

Kadı Şüreyh, Katade ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, onlar âyet-i kerime’nin "Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları oitaya çıkarsa, bu ikisinin, haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden, şahitliğe daha layık olan iki kişi öncekilerin yerine geçer." bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "İlk şahitlik yapan iki kimsenin, günahı gerektiren bir şey yaptı klan ortaya çıkarsa, bunların yerine, müslümanlardan iki kimse veya öncekilerden daha âdil olan iki kimse şahitlik eder."

Bu hususta Kadı Şüreyh demiştir ki: "Eğer bir kişi yabancı bir yerde bulunur da vasiyetine şahit tutacak müslüman bir kimse bulamayacak olursa, o kimse, Yahudi veya Hristiyan yahut ateşperestleri vasiyetine şahit tutabilir. Bunların şahitlikleri geçerlidir. Ancak başka iki müslüman gelir de bunların yaptığı şahitliğin aksine bir şahitlik yapacak olursa, ben Müslümanların şahitliğini kabul eder, öncekilerin şahitliğini ise reddederim."

Taberi bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir.

108

Bu, şahitliklerini gerektiği gibi yapmaları, yahut yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir topluluğu bidÂyete erdirmez.

Vasiyeti yerine getirenler hakkında beyan edilen bu hüküm en uygunudur. Zira bu hükme uyıılduğu takdirde, vasiyete sabit tutulanlar, hakkı söyleyip, doğru şahitlik etme zorunda kalacaklar ve ihanette bulunmayacaklardır. Keza bu şahitler, yeminlerinin kabul edilmeyerek yemin etme haklarının mirasçılara geçmesinden ve yalancılıklarının ortaya çıkarak, rezil olmalarından korkacaklardır. O halde yemin ederken Allah'tan korkun. Size gönderilen hükümelri dinleyip, onlarla amel edin ve bilin ki Allah, yoldan çıkan bir topluluğu hidâyete erdirmez.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- İbrahim en Nehai ve Abdullah b. Abbas'a göre bu âyet-i kerime mensuhtur.

b- Çoğunluğa göre ise âyet-i kerime mensuh değildir. Taberi de âyetin hükmünün İslam'ın genel kurallarına uygun olması hasebiyle mensuh olmadığı görüşünü tercih etmiştir.

Taberi bu hususta özelle şunları zikrediyor: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber olarak gönderildiği günden bu güne kadar, müsliimanların yaşadıkları Allah'ın nizamında dâvâcı ile dâvâlı arasındaki dâvayı ispat şeklinin şöyle olduğu bilinmektedir: Eğer bir insanın aleyhine herhangi bir maldan dolayı dâva açılacak olursa, dâvâcı dâvasını ispatlamak zorundadır. Dâvâcı bunu ispat edemezse, dâvâlı ancak haklı olduğuna yemin ederek kendisini kurtarmış olur. Buna mukabil dâvâlı elinde bulunan malın aslında davacıya ait olduğunu itiraf eder ve davacıdan satın aldığını iddia edecek olursa, bu takdirde malı satın aldığını ispatlamak zorundadır. Aksi takdirde mal sahibi yemin ederek malını geri alır.

Görüldüğü gibi, bu son durumda dâvâcı, dâvâlı durumuna düşer. Böylece dâvayı ispat etme yükümlülüğü de ondan düşer. Dâvâcı durumuna geçen dâvâlıya intikal eder. Yemin etme yükümlülüğü de, davacı iken dâvâlı durumuna düşen mal sahibi olan davacıya geçer.

Bu Âyet-i kerime’de de aynen bu genel kaideler zikredilmektedir. Bu itibarla âyetin mensuh olduğunu söylemek caiz değildir. Şöyle ki, kendilerine vasiyeti yerine getirme vazifesi yüklenen vekiller, ellerinde bulunan malları mirasçılara teslim ederken, mirasçılar malların eksik olduğunu iddia ederlerse bu vekiller dâvâlı durumuna düşerler. Bu itibarla onlara yemin ettirilir. Şâyet bu vekiller, mirasçıların iddia ettikleri eksik malları, vasiyet edenden satın aldıklarını iddia edecek olurlarsa, bu takdirde mirasçılar dâvâlı durumuna düştüklerinden, yemin etme yükümlülüğü onlara geçer. Nitekim daha önce, Abdullah b. Abbas'ın, Resûlüllah'tan rivâyet ettiği, gümüş kap meselesini anlatan hadis-i şerifte de Resûlüllah, genel kaidelerde zikredilen bu kaideyi tatbik etmiştir. Önce, gümüş kabı almadıklarını iddia eden vekillere yemin ettirmiş, daha sonra gümüş kabın, vekillerde olduğu veya onlar tarafından satıldığı anlaşılıpda vekillerin, bunu vasiyet edenden satın aldıklarını iddia etmeleri üzerine de bu defa kabın, vasiyet edenin malı olduğuna dair mirasçılara yemin ettirmiş ve bu yeminle kabın bedelini mirasçılara iade ettirmiştir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç