"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin."
dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter." derler. Ataları
bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalarda mı?
Allah'ın helal kıldığı hayvanları, Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm gibi isimlerle
isimlendirerek insanlara haram olduğunu ileri süren müşriklere "Siz bu batıl
sözleri bırakın da Allah'ın indirdiği âyetlere ve Allah'ın Peygamberine gelin
ki, söylediğiniz sözlerin, haram kıldığınız şeylerin doğrusu ortaya çıksın.'"
dendiği zaman, o müşrikler şu cevabı verirler: "Daha önce atalarımızın yapmış
olduğu şeyleri yapmamız ve onlara uymamız bizim için yeterlidir. Biz onları
önderler edinmişizdir. Onlar neyi helal saymışlarsa, biz de onu helal sayarız."
Ey Rasûlüm, bunu söyleyenlerin atalan, bir kısım hayvanları haram kılmanın
Allah'a karşı bir iftira olduğunu bilmemiş olsalarda mı yine onlara tabi
olacaklardır?" Atalan doğru yolu bulamamış olsalar da yine onlara tabi mi
olacaklar? Böyle yaptıkları takdirde yalancılara ve sapıklara uymuş
olacaklardır.
Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru
yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltip bizzat kendinizi Allah'ın
cezalandırmasından kurtarmaya çalışın. Sizler doğru yolda olup insanlara dini
tebliğ edip, onlara doğru yolu gösterme vazifenizi yerine getirdiğiniz müddetçe
sapıklığa düşenlerin sapmalarından sizler sorumlu değilsiniz. Onlar
kendilerinden sorumludurlar. Âhirette hepinizin döneceği yer, Allah'ın
huzurudur. Allah orada, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Allahü teâlâ bu
âyet-i kerime’de,
mü’min kullarının, bizzat kendilerini düzeltmelerini, güçlerinin yettiği
kadarıyla hayır işlemeye gayret göstermelerini emretmekte, mü’minin, Allah'ın
kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmesi şartıyla başkalarının
yaptıklarından sorumlu olmayacağını bildirmektedir.
Başkalarının hak yoldan sapması ve günah işlemesi, günah işlemeyen kimselere
şahsen suç olarak yüklenemez. Suç ve ceza şahsidir. Herkes işlediği suçun
cezasını bizzat kendisi çekecektir. Fakat burada önemli olan bir nokta vardır
ki, o da şudur: Kişi başkasının işlediği suç fiilinden dolayı
cezalandırılmayacak, amma o kişinin o suçu işlemesine engel olma görevini yerine
getirmediğinden dolayı hesaba çekilecektir. Hatta günahkârların işledikleri
suçlardan dolayı gelecek olan umumi heladan da kurtulamayacaktır. Çünkü bu
hususta diğer bir âyet-i kerime’de
şöyle buyunılmaktadır: "Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden sadece zulmedenlere
dokunmaz. Bilin ki Allah'ın cezası çok şiddetli olandır.
Enfal .Sûresi, S/25. Rıı fiydin izahın: ı bakınız
Müfessirler, bu
âyet-i kerime’nin
izahında farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah b. Mes'ud,
Abdullah b. Ömer, Ebû Mazin ve Cübeyr b.
Nüfeyr'den Rivâyet edilen bir görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir. Ey iman
edenler, sizler iyiliği emredip kötülüğü nehyettiğiniz zaman, sizin emir ve
nehiylerinizin kabul edilmemesi durumunda siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz
doğru yokla olduğunuz sürece emr-i bilmaruf ve nehy-i Anilmünkeri kabul
etmeyerek sapanların sapması size herhangi bir zarar vermez.
Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir müslüman, insanlara Allah'ın
emrettiğini emreder, yasakladığını nehyederse, insanlar da bu emir ve nehiyleri
kabul etmezlerse, artık o müslümanlardan, başkalarının sorumlulukları düşer ve o
kimse kendisini düzeltmekle yükümlüdür.
Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun- Siz
doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyeti
Abdullah b. Mes'ud'a okundu. O da dedi ki:
"Şu an bu âyetin zamanı değildir. İnsanlar Allah'ın emir ve yasaklarını sizden
kabul ettikleri müddetle siz onları söyleyin. Eğer insanlar emir ve yasakları
kabul etmezlerse, işte o zaman siz başkalarını bırakıp kendinize bakın."
Ebû-l Âliye de bu âyetin izahında diyor ki: "Biz
Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturuyorduk. İki kişinin arasında olağan
bir hadise meydana geldi. Bunlar ayağa kalkıp birbirlerine hücum ettiler. Bunun
üzerine Abdullah b. Mes'ud'un yanında
oturanlardan biri dedi ki: "Ben kalkıp bunlara iyiliği emredip, kötülükten
nehyelmiyeyim mi?" Onun yanında bulunan bir başkası da dedi ki: "Sen kendine
bak. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Siz
kendinize bakın. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size zarar
vermez." Abdullah b. Mes'ud bunu işitince
dedi ki: "Sus,"bu âyetin hükmünün tatbik edileceği zaman henüz gelmemiştir. Zira
Kur'an indiği zaman onun bir kısım âyetlerinin ifade ettikleri hükümlerin zamanı
Kur'an inmeden önce geçmişti. Diğer bir kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı da
Resûlüllah'ın dönemiydi. Başka bir
kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı ise
Resûlüllah'tan bir müddet sonraki zaman idi. Kur'an'ın âyetlerinden
diğer bir bölümünün hükümlerinin zamanı ise bugünden sonrasıdır. Başka bir
bölümünün hükümlerinin zamanı ise, kıyametin kopma zamanıdır. Kur'an'ın
âyetlerinin bir bölümünün hükümlerinin zamanı da kıyamet günündeki hesap ve ceza
zamanıdır. Kalbleriniz ve arzularınız bir olduğu, tefrikaya düşmediğiniz ve
birbirinize musallat olmadığınız sürece iyilikleri emredin, kötülükleri
yasaklayın. Kalblerinizin ve arzularınızın zıtlaştığı, tefrikaya düştüğünüz ve
birbirinize musallat olduğunuz zamanda ise kişi sadece kendisini korumakla
yükümlüdür. İşte o zaman bu âyetin hükmünün tatbik edildiği zamandır."
Süfyan diyor ki: "Abdullah b. Ömer'e denildi
ki: "Sen bu fitne günlerinde olursan, herhangi bir şeye kanşmasan, iyilikleri
emredip, kötülükleri nehyetsen nasıl olur? Zira
Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun.
Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size bir zarar vermez." Bunun
üzerine Abdullah b. Ömer dedi ki; "Bu âyet
benim ve arkadaşlarım için değildir. Zira
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurmuştur ki: "Hazır olan hazır bulunmayana tebliğ etsin. Bizler hazır
bulunanlarız. Hazır bulunmayanlar ise sizlersiniz. Bu âyetin hükmünün zamanı ise
bizden sonra gelecek olan ve söyledikleri kabul edilmeyecek olan insanların
yaşadıkları zamandır."
Cübeyr b. Nüfeyr de diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın
sahabilerinin oluşturdukları bir
halkanın içinde bulundum. Ben orada bulunanların en küçüğü idim. Onlar
aralarında iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme meselesini müzakere ediyorlardı.
Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ kitabında:
"Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız, başkasının
sapması size zarar vermez." buyurmuyor mu?" Onlar bana döndüler ve hep bir
ağızdan: "Sen, Kur'an'dan bilmediğin ve yorumunun ne olduğunu anlamadığın bir
âyeti Kur'an'dan koparmaya çalışma." dediler. Ben "Keşke bunu söylemeseydim."
diye pişman oldum. Sonra onlar konuşmalarına devam ettiler. Kalkıp gitme
zamanları gelince dediler ki: "Sen yaşı küçük bir çocuksun. Sen. mânâsını
bilmediğin bir âyeti Kur'an'ın içinden çekip ayırdın. Belki de son bu âyetin
hükmünün uygulanacağı zamana erişirsin. Sen, itaat edilen bir cimrilik,
kendisine uyulan birheva ve heves ve herkesin kendi görüşünü beğenmesini
görürsen, işte o zaman sen sadece kendine bak. Sen doğru yolda olduğun sürece
sapanın sapması sana zarar vermez."
Ebû Ümeyye eş-Şa'bani diyor ki: "Ben, Ebû Sa'lebe el-Huşeni'ye gittim ve ona
dedim ki: "Sen bu âyeti nasıl anlıyorsun'?" O da dedi ki: "Hangi Âyeti?" Ben de
dedim ki: "Allahü teâlâ'nın, "Ey iman
edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yokla olursanız başkasının sapması
size zarar vermez." âyetini." Ebû Salebe de dedi ki: "Vallahi sen bu âyetin
mânâsını bilene sordun. Ben onu Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e sormuştum. O da
buyurmuştu ki: "Bilakis iyiliği emredin, kötülüğü men edin. Sen, kendine tabi
olunan bir cimrilik ve kendisine uyulan bir heva ve heves, tercih edilen dünya,
herkesin kendi görüşünü beğenmesini gördüğün zaman, sadece kendi öz nefsine bak.
İnsanların umumunu bırak. Zira sizin önünüzde bazı günler var ki, o günlerde
sabretmek, elde ateş tutmak gibi olacaktır. O günlerde iyi amel işleyene,
sizlerden aynı ameli işleyen elli kişiye verilecek olan mükâfaat verilecektir
Tirmizi, K. Tevsir el-Kur’an, Sûre: 5. Hadis No: 3058
b- Abdullah b. Abbas ve Hasaıvı
Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman
edenler, sizler Allah'a itaat ettiğiniz sürece sapanların sapması ve neticede
helak olması size zarar vermez."
Bu izaha göre Allahü teâlâ. bu
âyet-i kerime’de
kullarına, kendisine, emir ve yasaklarında, helal ve haramlarında itaat
etmelerini emretmiş ve onlara, başkalarının sapmasının, itaat edenlere zarar
vermeyeceğini bildirmiştir.
Mürre b. Rebia diyor ki: "Hasan-ı Basri, "Ey
iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının
sapması size zarar vermez." âyetini okudu ve dedi ki: "Bu âyetten dolayı Allah'a
hamdolsun. Zira geçmişte ve gelecekte hiçbir mü’min bulunmamıştır ki onun
yanımla mü’minin yaptığı amelden hoşlanmayan bir münafık bulunmuş olmasın."
c- Said b. el-Müseyyeb, Hazret-i
Ebubekir ve Huzeyi'e'den nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin mânâsı
şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Allah'a itaat edin. Sizler
iyiliği emredip kötülüğe mani olarak doğru yol üzere olursanız sapan kimsenin
sapması size zarar vermez."
Bunlara göre mü’minler, insanlar dinlese de dinlemese de iyiliği emredip
kötülüğe mani olmak mecburiyetindedirler. Bu yükümlülüklerini yerine
getirmelerinden sonra sapanların sapmasından sorumlu değillerdir.
Bu hususta Kays b. Ebi Hazım diyor ki: "Ebubekir es-Sıddıyk dedi ki:
"Ey insanlar; sizler, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda
olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini okuyorsunuz. Ben de
Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim:
"Şüphesiz ki insanlar zalimi görürler de ona el çektinnezlerse, Allah'ın onları
umumi bir ceza ile cezalandırması yakındır. Tirmizi,
K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hadis No: 3057.
d- Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer
bir görüşe göre, bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi
koruyun. Siz doğru yolda olursanız ehl-i kitabın yoldan sapıp, kâfir olması size
zarar vermez."
e- İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir
görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun.
Siz doğru yolda olursanız hak dinden sapanlar size zarar vermez."
İbn-i Zeyd diyor ki: "Bir insan İslam'a
girince, diğer insanlar ona: "Sen atalarını küçük düşürdün. Onları sapık gördün
ve şöyle şöyle yaptın. Halbuki senin, atalarını desteklemen ve şöyle yapman
gerekirdi." derlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ.
bu âyeti indirdi ve hak dinden sapmış olanların, mü’minlere zarar
veremeyeceklerini bildirdi.
Taberi diyor ki: "Bize göre bu âyetin
izahında belirtilen görüşlerden daha evla ve daha doğru olanı, Ebubekir
es-Sıddıyk'tan rivâyet edilen izahtır. O da âyetin mânâsının şöyle olduğunu
zikreden izah şeklidir: "Ey iman edenler, Allah'a itaatten ayrılmayın. Emir ve
yasaklarını tutun. Böylece kendi yükümlülüğünüzü yerine getirin. Sizler Allah'ın
size farz kıldığı iyiliği emretme, kötülüğe mani olma vazifesini yerine
getirmenizden sonra, artık sapanların sapmalarından sorumlu olmazsınız."
Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu
görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: Allahü teâlâ,
mü’minlere, adaleti ayakta tutmalarını, iyilikte ve takvada yardımlaşmalarını
emretmiştir. Kötülüğe mani olarak zalime zulmünden el çektirmek, adaleti ayakta
tutmaktır. İyiliği emretmek de iyilikte ve takvada yardımlaşmaktır. Diğer yandan
Resûlüllah'tan, iyiliğin emredilmesi
ve kötülüğün nehyedilmesi hakkında birbirini destekleyen birçok haberler Rivâyet
edilmiştir. Şâyet insanların iyiliği emretmeyi ve kötülüğe mimi olmayı
terketmeye hakları olsaydı insanların bunları yerine getirmelerini emretmenin
bir anlamı olmazdı. İnsanlar ancak aciz oldukları durumlarda iyiliği emretme ve
kötülüğe mani olma yükümlülüğünden kurtulmuş olabilirler. Bu takdirde fiilen
yaptırma ve engel olmaktan sorumlu olmazlar, ancak kalben buğuz etmekten sorumlu
olurlar.
Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm belirtisi
geldiği zaman vasiyet ederken sizden iki adaletli kişiyi veya yolculukta iseniz
ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun. Eğer
kendilerinden şüpheleniyorsanız onları namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa
yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz,
yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.
Bu âyet-i kerime, vasiyet yapılırken şahit
tutulmasını emretmektedir. Şahitlerin adaletli ve müslümanlardan olması şart
koşulmakta, ancak yolculuk halinde ölümle karşılaşan kişinin, gayr-i müslimleri
de vasiyeti için şahit tutabileceğini beyan etmektedir. Gayr-i müslimlerin
şahitlikleri sadece zikredilen şartlarda geçerlidir. Aksi takdirde müslüman
şahit bulunması zorunludur.
Taberi bu âyette geçen şahitlikten
maksadın, hazır bulunmak ve yemin etmek olduğunu izah etmiş ve
âyet-i kerimeye şu şekilde mânâ vermiştir:
"Ey iman edenler, sizden birinize ölüm belirtisi geldiği zaman vasiyet etlerken
aranızda hazır bulunanların yemin etmeleri, siz müslümanlardan âdil iki kimsenin
yemin etmesi şeklinde olur. Veya yolcu iken ölüm felaketi sizi yakalarsa
müslümanların dışında iki kimsenin yemin etmesi şeklinde olur. Eğer vasiyeti
yerine getirmekle vazifelendirilecek kimselerden şüpheleniyorsanız, bu kimseleri
namaz kılındıktan sonra tutun ve onlar, "Akrabamız bile olsa yeminimizi hiçbir
değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki
günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.
Âyet-i kerime’de
geçen "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizden"
ifadesinden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:
a- Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya'mur,
Âbide es-Selmani, Mücahid,
Abdullah b. Abbas ve
İbn-i Zeyd'e göre buradaki "Sizden" ifadesinden maksat, "Siz
müslümanlardan." demektir. Bunlara göre müslümanların bulunması halinde,
müslüman olmayanların, vasiyete şahit tutulmaları veya vasiyeti yerine
getirmekle vazifelendirilmeleri caiz değildir. Çünkü
Allahü teâlâ "Sizden adaletli iki kişiyi şahit tutun."
buyurmuştur.
b- İkrime ve Âbide es-Selmani'den
nakledilen diğer bir görüşe göre, burada zikredilen "Sizden" ifadesinden maksat,
"Vasiyet eden sizlerin akrabalarınızdan" demektir. Bunlara göre vasiyet eden
kimse, vasiyetine şahitlik etmek için veya vasiyetini yerine getirmeleri için
ilk önce kendi akrabalarından iki kimseyi şahit tutmak veya vazifelendirmek
durumundadır. Akrabalarından kimseyi bulamazsa bu takdirde yabancıları şahit
tutar veya vekil yapar.
Taberi
birinci görüşü tercih etmiştir. Çünkü
Allahü teâlâ, âyetin başında: "Ey iman
edenler." buyurarak, bütün mü’minlere hitabetmiş ve mü’minlerden iki kişinin
vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilmelerini emretmiştir. Âyetin bu genel
ifadesini, herhangi bir delil olmaksızın terk edip onu sadece vasiyet edenin
akrabalarına yorumlamak isabetli değildir. Çünkü âyetlerin genel ifadelerini
delilsiz bir şekilde özel hale getirmek caiz değildir.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." şeklinde tercüme edilen
cümlesindeki "Sizden adaletli iki kimse"den, vasiyete şahit tutulacak iki kimse
mi, yoksa vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilecek iki vekil mi
kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:
a-
Bazılarına göre, âyetin bu bölümünde
zikredilen adaletli iki kimseden maksat, "İki şahit"tir. Vasiyet eden kimse,
mirasçıların vasiyet hakkında ihtilaf etmeleri halinde vasiyetin nasıl olduğuna
şahitlik etmeleri için böyle iki kimseyi şahit tutar, bu şahitlere de
gerektiğinde (âyette belirtildiği gibi) yemin ettirilerek şahitlik yaptırılır.
b- Diğer bir kısım âlimlere göre
ise, âyetin bu bölümünde zikredilen adaletli iki kimseden maksat, vasiyet edenin
vasiyetini yerine getirmek üzere vazifelendirdiği iki kimsedir. İşte bunlar,
vasiyeti yerine getirirlerken, mirasçılar tarafından itiraza uğrarlarsa namazdan
sonra yemin ettirilirler.
Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu
Âyette zikredilen iki kişiden maksadın, vasilerin yani vasiyeti yerine
getirmekle vazifelendirilen kimselerin kastedildiğini söylemiş, bu görüşü tercih
edişine gerekçe olarak da özetle şunu zikretmiştir:
Âyet-i kerime’de bu iki kimseye
yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Şâyet bunlardan maksat şahitler olsaydı
onlara yemin ettirilmesi söz konusu olmazdı. Zira İslam hukukunun hiçbir
sahasında şahitlere yemin ettirilmesi diye bir şey yoktur. Bundan da
anlaşılmaktadır ki, buradaki iki kişiden niaksal, vekillerdir.
Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Sen,
bu âyette zikredilen iki kimseyi "Şahitler" değil de "Vekiller" diye izah ettin.
Gerekçe olarak da şahitlere yemin ettirmenin söz konusu olmadığını zikrettin.
Ancak senin bu izahına göre âyetin devamından anlaşıldığı gibi davacılara yemin
ettirilir. Yani, bu iki kimsenin yalan yere yemin ettikleri tesbit edilcek
olursa, bunlara karşı çıkan mirasçılardan iki kimseye, bunların yalancı
olduklarına ve kendilerinin doğru söylediklerine dair yemin ettirilir. Böylece
davacılara yemin ettirilmiş olur. Sen Allah'ın kitabının neresinde, davacılara
yemin ettirileceğine dair bir hüküm bulabilirsin?" Cevaben denilir ki: "İslam
hukukunda bazan davacılar dâvâlı durumuna düşerler. Böylece onların yemin
etmeleri gerekir. Mesela bir kişi, başka birinde alacağı olduğunu iddia eder de
o kimse de borçlu olduğunu itiraf eder, fakat borcunu ödediğini ileri sürerse bu
defa ona, borcunu ödediğine dair yemin ettirilir. Bu âyette de, vasiyeti yerine
getirenlerin haksızlık yaptıklarını gören mirasçılar, aslında dâvâlı olan,
vasiyeti yeme getirenlerin haksızlık yaptıklarını ileri sürünce dâvâcı durumuna
geçmişler ve onlara yemin ettirilmiştir.
Âyet-i kerime’de
geçen "Yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki
kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat;
a- Said b. el-Müseyyeb,
İbrahim en-Nehai,
Said b. Cübeyr, Ebû Miclez Yahya b. Ya'mur,
Kadı Şüreyh, Meslem, Âbide es-Selmani,
Mücahid, Abdullah b. Abbas, Ebû İshak,
Said b. Ebi Mûsa el-Eş'ari,
İbn-i Zeyd ve
Zeyd b. Eslem'e göre "Sizin dışınızdan iki kişi, müsliiman olmayan iki
kimse" demektir. Bunlara göre vasiyet eden kimse yolculukta bulunur ya da
yanında müslüman kimse bulunmazsa, müsliiman olmayanlardan iki kimseyi
vasiyetine şahit tutabilir veya vasiyetini yerine getirmeleri için
vazifelendirebilir. Bunlara göre müslüman olmayan insanların şahitliği sadece
yolculukta vasiyet yapılırken ve müslüman kimse yoksa caizdir. Bu hüküm de bu
âyetten çıkarılmaktadır.
Âmir eş-Şa'bi, Kadı Şüreyh'in bu âyet hakkında şunlan söylediğini rivâyet
etmiştir: "Bir insan yabancı bir yerde bulunur, vasiyetine şahitlik edecek iki
müslüman da bulunmayacak olursa, o kimse Yahudi veya Hristiyan yahut
me-cusilerden iki kimseyi şahit tutar. Bu iki kimsenin şahitliği geçerlidir.
Ancak iki müslüman gelir de bu iki gayr-i müslim şahidin aksine şahitlik edecek
olursa, ben iki müslümanm şahitliğini kabul eder, diğerlerininkini iptal
ederim."
İbrahim en-Nehai de diyor ki: "Hişam b.
Hubeyre, Mesleme'ye, müşriklerin, müslümanların aleyhine şahitlik edip
edemeyeceklerini beyan etmesi için bir mektup yazdı. Mesleme de mektuba cevaben
yazdı ki, müşriklerin müslümanlara karşı şahitliği caiz değildir. Ancak
vasiyette caizdir. Vasiyette de vasiyet edenin yolcu olması halinde caizdir.
Şa'bi diyor ki: "Müslüman bir adam "Dekuka"
donen yerde ölüm hastalığına yakalandı. Müslümanlardan vasiyetine şahitlik
edecek iki kimse bulamadı. Ehl-i kitaptan iki kişiyi şahit tuttu. Bunlar Kufe'ye
gelip Vali Ebû
Mûsa el-Eş'ari'nin yanına vardılar,
meseleyi ona anlattılar. Ölenin terekesini ve vasiyetnamesini yanlarında
getirmişlerdi. Ebû Mûsa
el-Eş'ari de dedi ki: "Bu mesele
Resûlüllah'ın döneminde olduktan sonra bir daha olmamıştı. Ebû
Mûsa onlara yemin ettirdi. Ve şahitliklerini
geçerli saydı."
Zeyd b. Eşlem de demiştir ki: "Bu âyet-i kerime,
yanında herhangi bir müslüman bulunmadığı halde vefat eden bir adam hakkında
nazil olmuştur. Bu mesele İslam'ın ilk dönemlerinde olmuştu. O zaman ortam savaş
ortamıydı. İnsanlar kâfir idi. Resûlüllah
ve sahabileri Medine'de
bulunuyorlardı. İnsanlar o dönemde birbirlerine vasiyet yoluyla mirasçı
oluyorlardı. Daha sonra vasiyet neshedildi. Mirasta paylan belirten hükümler
geldi. Müslümanlar da onlarla amel eder oldular.
b- Hasan-ı Basri, Zühri,
İkrime ve Âbide es-Selmani'den nakledilen
diğer bir görüşe göre âyetin "Sizin dışınızda iki kişi şahit tutun."
cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat, "Siz vasiyet edenlerin
akrabaları dışında iki kimse." demektir.
Bu görüşte olanlara göre kâfirlerin, müslümanlar aleyhine şahitlikleri hiçbir
zaman geçerli değildi. Bu hususta İbn-i Şihab
ez-Zühri demiştir ki: "Sünnete göre kâfirin şahitliği, ne mukim iken caiz
olur ne de yolcu iken. Şahitlik ancak müslümanlara aittir."
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki
"Sizin dışınızdan iki kimse"den maksadın, müslüman olmayan kimseler olduğunu,
bunların da Yahudi veya Hristiyan, yahut Mecusi veya puta tapan ya da herhangi
bir dine mensup olan kimseler olabileceklerini söylemiş ve âyeti genel bir
şekilde izah etmenin daha uygun olacağını beyan etmiştir. Yani "Sizden olmayan
iki kimse" ifadesindeki iki kimseyi sadece vasiyet edenin akrabaları olmayan iki
kimseye tahsis etme yerine bütün müslümanlardan olmayan iki kimse olduğunu
söylemek, âyeti genel mânâda izah etmektir ve daha evladır.
Âyet-i kerime’de
vasiyet eden kimsenin müslümanlardan veya Müslüman olmayanlardan iki kimseyi
vasiyetine şahit tutması emredilirken. ifadede "Veya" mânasına gelen (......)
kelimesi zikredilmiştir. Bu kelime bazan iki şeyden birisini seçmeyi ifade
ederken, bazan da iki şeyin sırasıyla yapılabileceğini, yani önce
birincisinin
yapılmasının gerekli olduğunu, o bulunmadığı takdirde
ikincisinin
yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu sebeple
müfessirler buradaki kelimesinin seçenek mi yoksa sıralama mı ifade
ettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- Yahya b. Ya'mur, Said b. el-Müseyyeb,
Kadı Şüreyh,
Süddi, Said b. Cübeyr ve
Abdullah b. Abbas'a göre âyette, müslüman
olan şahitler veya vekillerle, müslüman olmayan şahit veya vekiller arasında
zikredilen kelimesi sıralama ifade etmektedir. Bunlara göre vasiyet eden kimse,
vasiyetine şahitlik etmek veya vasiyetini yerine getirmek üzere önce iki
müslüman kimseyi arayıp vazifelendirmek mecburiyetindedir. Şâyet müslüman
bulunmazsa ya da yolcu ise bu takdirde gayr-i müslimleri vasiyete şahit
tutabilir. Veya vasiyetini yerine getirmeye vekil tayin edebilir.
Daha önce de zikredildiği gibi bu hususta Kadı
Şüreyh şöyle demiştir: "Eğer vasiyet eden kimse yabancı bir yerde bulunur
da vasiyetine şahit tutacak iki müslüman bulunmazsa bu kimse Yahudi veya
Hristiyan yahut Mecusilerden şahit tutar. Bu halde onların şahitlikleri de
caizdir."
Süddi de demiştir ki: "Müslüman olmayanların
şahit tutulmaları şu kimse için söz konusudur: Kişi yolcu iken ölüm gelir, onu
yakalar. Yanında da müslümanlardan herhangi bir kimse bulunmazsa, işte bu kimse
Yahudi veya Hristiyan yahut Mecusilerden iki kişi çağırır ve vasiyetini onlara
yapar.
b- Diğer bir kısım âlimler de bu
âyette zikredilen kelimesinin seçenek ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunlara
göre vasiyet eden kimse güvendiği herkese malını emanet edebilir. O kişinin
müslüman veya kâfir olması önemli değildir. Âyet-i
kerime’de "Eğer kendilerinden şüphe
ediyorsanız, o iki kimseyi namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa yeminimizi
hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa
şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler." buyurulmaktadır. Bu
ifadeye göre vasiyet eden kimse mü’minlerden iki kimseye, onları bulamazsa
mü’min olmayanlardan iki kimseye, vasiyetini beyan eder. Onları şahit tutar ve
onlara, vasiyetini yerine getirmelerini bildirecek olursa ve bu kimse şüphe
edilecek kimse olursa, bunlar hapsedilir ve belli bir namazdan sonra,
söylediklerine dair yemin ederler.
Müfessirler burada zikredilen namazdan
hangi namazın kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- Sa'bi. Said b. Cübeyr.
İbrahim en-Nehai ve
Katade'ye göre buradaki "Namaz"dan maksat,
ikindi namazıdır. Çünkü Ebû
Mûsa el-Eş'ari,
gayri müslim olan iki vekili ikindi namazından sonra yemin ettirmiştir. Bu
şahitler de ihanet etmediklerine, yalan söylemediklerine, vasiyeti
değiştirmediklerine, vasiyetten bir şey gizlemediklerine, kişinin vasiyetinin ve
terekesinin, beyan ettikleri şeyler olduğuna dair yemin etmişler, Ebû
Mûsa da bunların şahitliklerini kabul
etmiştir.
b- Süddi ve
Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir
görüşe göre buradaki, kendisinden sonra yemin ettirilecek namazdan maksat, yemin
eden kimselerin dinlerindeki namazdır, Yeminin tesirli olabilmesi için, kendi
dinlerine göre namaz kıldıktan sonra yemin ettirilirler.
Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki:
"Ben sanki şu anda Ebû
Mûsa el-Eş'ari'nin
evinde, yanına gelen iki gayr-i müsîimi görüyor gibiyim. Ebû
Mûsa vasiyet mektubunu açtı, ölünün ailesi
vasiyeti reddettdi. Bu iki kişiyi hainlikle itham ettiler. Ebû
Mûsa bunları ikindiden sonra yemin ettirmek
istedi. Ben de ona dedim ki: "Bunlar ikindi namazını önemsemezler. Sen bunları,
kendi dinlerindeki namazdan sonra yemin ettir. Bu iki adam kendi dinlerine göre
kıldıkları namazdan sonra ayağa kaldırılırlar ve "Akraba bile olsa yeminimizi
hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa
şüphesiz ki günahkârlardan oluruz. Bu adam bunu vasiyet etmiştir. İşte terekesi
de budur." diye yemin ettirildiler.
Taberi diyor ki: "Bize göre bu
görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki namazdan maksat, ikindi namazıdır.
Zira namaz anlamına gelen kelimesi harfi ilavesiyle birlikte zikredilmiş ve
belli bir namaz olduğu belirtilmiştir. Buradaki namaz bütün namazlar olmadığına,
belli bir namaz olduğuna göre bundan maksat, müslümanların namazıdır.
Resûlüllah da "Ac-lan" kabilesinden olan
iki kimseye ikindi namazından sonra "lanetleşme" yemini ettirmiştir. Bu da
göstermektedir ki, müslümanların namazında yemin ettirme vakti olarak seçilen
namaz, ikindi namazıdır. Ayrıca ikindi namazı güneşin batma ânına yakın olması
hasebiyle kâfilerin de kutsal gördükleri bir vakitte kılınmaktadır. Bu vakit
esas alındığında doğru yemin etmeye etkili olur.
Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları
ortaya çıkarsa, bu ikisinin haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden,
şahitliğe daha layık olan iki kişi, öncekilerin yerine geçer ve "Şüphesiz bizim
şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş
olsaydık zalimlerden olurduk." diye yemin ederler.
Eğer, kendilerine vasiyeti yerine getimie vazifesi verilen iki vasinin, yalan
söylemeyeceklerine dair yemin ettikleri halde, yine de yalan yere yemin ederek
günah işledikleri ortaya çıkacak olursa, bu iki vasinin, haksızlığa uğratmaya
çalıştıkları kişilerden iki kişi, bunların yerine yemin ederler ve derler ki:
"Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz, hakkı çiğnemedik.
Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk."
Görüldüğü gibi, bundan önceki âyet-i kerime’de,
vasiyet edilirken iki müslümanın hazır bulundurulması, iki müslüman bulunmazsa
onların yerine iki gayr-i müslimin hazır bulundurulması ve bu iki kimseye
vasiyet hakkında yemin ettirilmesi emredilmiştir. Bu
âyet-i kerime’de de yemin eden iki
kimsenin yalan yere yemin ettiklerinin ortaya çıkması halinde, ölünün
terekesinde hak sahibi olanlardan iki kimseye, yemin eden şahitlerin yalan
söylediklerine dair yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Böylece yemin etme
durumu iki şahitten alınıp terekede hak sahibi olanlara verilmiştir.
Müfessirler, şahitlere niçin yemin
ettirildiği ve sonra da yeminin yer değiştirmesinin sebebi hakkında iki görüş
zikretmişlerdir:
a- Abdullah b. Abbas ve
Süddi'den nakledilen bir görüşe göre
şahitlere yemin ettirilmesinin, sonra da mirasçılara yemin ettirilmesinin
sebebi, şahitlerin beyanlarından şüphe edilmesidir. Bu şüphe de, vasiyet edenin,
malını İslam'da caiz olmayan bir yere vasiyet ettiğine dair şahitlik
etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu hususta Abdullah
b. Abbas demiştir ki: "Şâyet iki müslüman bulunmadığı için vasiyete şahit
tutulan iki gayr-i müslim, vasiyet eden kişinin,
Allahü teâlâ'nın beyan ettiği hükümlere muhalif bir şekilde vasiyette
bulunduğuna dair yemin edecek olurlarsa, işte o zaman ölünün velilerinden iki
kimse, Allah'a yemin ederler ve derler ki: "Bizim adamımız böyle bir vasiyet
yapmazdı. Bu iki şahit yalancıdırlar. Bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha
doğrudur."
b- Yahya b. Ya'mur'a göre ise, önce şahitlere, daha sonra da mirasçılara
yemin ettirmenin sebebi, şahitlerin, vasiyet eden kimsenin kendilerine, malından
bir kısmını verdiğini iddia etmeleridir. Bu durumda vasiyet edenin velileri,
şahitlerin iddialan hususunda şüpheye düşecek olurlarsa kendileri, şahitlerin
yalancı olduklarına dair yemin ederler.
Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta
doğru olan görüş şudur: "Şahitlerin yemin etmeye mecbur edilmelerinin sebebi,
mirasçıların, onları, vasiyet malından bir kısmına ihanet etmekle
suçlamalarıdır. Şahitler, mirasçıların bu ithamlarını bertaraf etmek için,
mirastan herhangi bir mal saklamadıklarına dair yemin ederler. Mirasçıların
yemin etmelerinin sebebi ise iki ihtimalden dolayı olabilir:
a- Şahitlere yaptıkları ithamın doğruluğunu ortaya koyacak yeni bir
delilin meydana çıkmasıdır. O da başka bir kişinin, bu şahitlerin her ikisi veya
biri aleyhine şahitlik etmesidir. İşte bu takdirde mirasçı olan kimse,
iddiasının doğru olduğuna dair, o kimsenin şahitliği ile birlikte yemin eder.
Böylece mirasçının iddiası geçerli olur.
b- Şahitler, mirasçıların ithamlarının tümünü veya bir bölümünü ikrar
eder, vasiyet edilen maldan bir bölümünün kendilerinde bulunduğunu söyler. Fakat
bu malın kendilerine verildiğini veya satıldığını iddia edecek olurlarsa ve buna
dair de şahitleri bulunmazsa işte bu takdirde mirasçılar yemin ederek şahitlerin
elinde bulunan o malların terekeye ait olduğunu söyler ve ona sahip olurlar.
Görüldüğü gibi Taberi'ye göre vasiyet
hususunda şahitlere yemin ettirilmesinin sebebi, yalan söylemekle itham
edilmelerinden veya yapılan vasiyeti saptırmalarından dolayı değil, vasiyet
edilen malın bir kısmına ihanet etmekle suçlanmalarındandır. Zira İslam'ın
hükümlerinde hiçbir şahide, şahitliğinde itham edilmesinden dolayı yemin
ettirildiği görülmemiştir. Bu hususta ne
Resûlüllah'tan sahih bir haber, ne de ümmetin bir icmaı vardır. Bu
itibarla şahitlerin, vasiyet edenin kendilerine mal verdiğini iddia ettikleri
için yemin ettirildiklerini söylemek isabetli değildir. Zira İslam alimleri,
terekeden bir şeyin kendisine vasiyet edildiğini iddia eden kimsenin, yemin
etmesi halinde büe terekeden herhangi bir şeye sahip olamayacağı, ancak buna
dair bir şahidi bulunursa sözünün geçerli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Bu da göstermektedir ki, vasiyette hazır bulunanların, bir kısım malların
kendilerine vasiyet edildiğine dair yemin etmelerinin hiçbir tesiri yoktur. Bu
itibarla bu âyette: "Bu iddiada bulunan şahitlere yemin ettirileceği beyan
edilmiştir." iddiası isabetli değildir.
Taberi sözlerine devamla diyor ki:
"Şahitlere yemin ettirmenin asıl sebebinin, onların ihanetle suçlanmaları
olduğu, mirasçılara yemin ettirilmesinin asıl sebebinin de, şahitlere
yönelttikleri ithamın doğruluğuna dair yeni bazı delillerin ortaya çıkması
meselesi olduğu, Resûlüllah'tan
nakledilen bir kısım hadis-i şeriflerden
de anlaşılmaktadır.
Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Temim ed-Dâri bu âyet hakkında şöyle dedi: "Vasiyet şahitliği hususunda benimle
Adiy b. Beda dışındaki insanlar suçsuzdur. Temim ile Adiy, müslüman olmadan önce
Hristiyan idiler. Ticaret için Şam'a gider gelirlerdi. Yine bir gün ticaret için
Şam'a vardıklarında, Selim kabilesine mensup ve Haşimoğullarının azâdlı kölesi
olan "Büdeyl b. Ebi Meryem" adlı bir kişi de ticaret için onların yanına geldi.
O kişinin yanında bir de gümüş kap bulunuyordu. O gümüş kabi Kral'a satmak
istiyordu. Elindeki en önemli ticaret malı da buydu. Sehm kabilesine mensup olan
adam, yani Büdeyl hastalandı. Adiy ve Temim'e, geride bırakacağı mirasını
ailesine vermelerini vasiyet etti ve öldü.
Temim diyor ki: "Biz o gümüş kabı alıp, bin dirheme saltık ve arkadaşım Adiy ile
parasını aramızda bölüştük. Geri dönüp ailesinin yanına gelince de elimizde
kalan terekesini ailesine verdik. Eşyalar arasında gümüş kabı bulamadılar ve
bize sordular. Biz de Büdeyl'in, verdiğimiz mallar dışında bize bir şey
bırakmadığını ve bize bunlardan başka bir şey teslim etmediğini söyledik.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye göç ettikten sonra müslüman oldum
ve bu yaptığımın günah olduğunu anladım. Ölen kişinin ailesine gidip durumu
anlattım. Onlara beşyüz dirhem verdim. Arkadaşım Adiy'de de bir o kadarı
bulunduğunu haber verdim. Bunun üzerine ölen kişinin ailesi Adiy'i alıp
Resûlüllah'in huzuruna getirdiler.
Resûlüllah onlardan şahit istedi.
Bulamadılar. Bunun üzerine Resûlüllah
onlara, kendi dinlerince katiyyet ifade eder bir şekilde Adiy'e yemin
ettirmelerini emretti. Adiy de yemin etti. İşte bunun üzerine bu âyet, bundan
önceki ve sonraki âyetler nazil oldu. Sonra Amr b. el-Ass ve Sehm kabilesinden
başka bir kişi, gümüş kabın varlığına dair yemin ettiler. Bunun üzerine Adiy'den
beşyüz dirhem zorla alındı. Tirmizî, K. Tefsir
el-Kur'an, Sûre: 5, Hatfis No: 3059.
Diğer bir Rivâyette Abdullah b. Abbas diyor
ki:
"Sehm oğullarından bir adam, Temim ed-Dari ve Adiy b. Beda ile yola çıktılar.
Sehm oğullarından olan kimse müsliimanların bulunmadığı bir yerde vefat etti.
Temim ile Adiy, vefat eden kişinin malını getirdiler. Mirasçıları, terekeden
altın yaldızlı gümüş bir kabın eksik olduğunu gördüler.
Resûlüllah onlara yemin ettirdi. Sonra o
kap Mekke'de bulundu. Kap kendilerinde bulunan insanlar: "Biz bunu Temim ile
Adiy'den satın aldık." dediler. Bunun üzerine ölen kişinin velilerinden iki
kişi: "Allah'a yemin olsun ki, bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha
doğrudur. Bu kap, vefat etlen adamımızındır." diye yemin ettiler. İşte bunlar
hakkında bundan önceki âyet nazil oldu. Tirmizî, K.
Tefsir el-Kur'an, Suru: 5, Hadis No: 3060
Taberi diyor ki: "Zikrettiğimiz bu
haberlerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ'nın
burada iki şahidi yemin etmekle mükellef kılması, mirasçıların, bu şahitleri,
vasiyet edenin, kendilerine verdiği mala ihanet ettiklerine dair suçlamalarıdır.
Zira böyle bir durumda dâvâlı olan kimse ancak yemin ederek kendisini kurtarmış
olur.
Yeminin, şahitlerden sonra mirasçılara intikal etmesi ise, şahitlerin yalancı
oldukları onaya çıkıp, terekeden mal aldıkları belli olunca mirasçıların, malın,
iddia ettikleri gibi şahitlere ait olduğunu reddetmelerindendir. Böylece "İddia
edene şahit, inkâr edene de yemin gerekir." kuralı burada da geçerli
sayılmıştır.
Kadı Şüreyh,
Katade ve Abdullah b. Abbas'tan
nakledilen diğer bir görüşe göre, onlar âyet-i kerime’nin
"Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları oitaya çıkarsa, bu
ikisinin, haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden, şahitliğe daha
layık olan iki kişi öncekilerin yerine geçer." bölümünü şu şekilde izah
etmişlerdir: "İlk şahitlik yapan iki kimsenin, günahı gerektiren bir şey yaptı
klan ortaya çıkarsa, bunların yerine, müslümanlardan iki kimse veya öncekilerden
daha âdil olan iki kimse şahitlik eder."
Bu hususta Kadı Şüreyh demiştir ki: "Eğer bir
kişi yabancı bir yerde bulunur da vasiyetine şahit tutacak müslüman bir kimse
bulamayacak olursa, o kimse, Yahudi veya Hristiyan yahut ateşperestleri
vasiyetine şahit tutabilir. Bunların şahitlikleri geçerlidir. Ancak başka iki
müslüman gelir de bunların yaptığı şahitliğin aksine bir şahitlik yapacak
olursa, ben Müslümanların şahitliğini kabul eder, öncekilerin şahitliğini ise
reddederim."
Taberi bu görüşün tercihe şayan olduğunu
söylemiştir.
Bu, şahitliklerini gerektiği gibi yapmaları, yahut
yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi
yoldur. Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir
topluluğu bidÂyete erdirmez.
Vasiyeti yerine getirenler hakkında beyan edilen bu hüküm en uygunudur. Zira bu
hükme uyıılduğu takdirde, vasiyete sabit tutulanlar, hakkı söyleyip, doğru
şahitlik etme zorunda kalacaklar ve ihanette bulunmayacaklardır. Keza bu
şahitler, yeminlerinin kabul edilmeyerek yemin etme haklarının mirasçılara
geçmesinden ve yalancılıklarının ortaya çıkarak, rezil olmalarından
korkacaklardır. O halde yemin ederken Allah'tan korkun. Size gönderilen
hükümelri dinleyip, onlarla amel edin ve bilin ki Allah, yoldan çıkan bir
topluluğu hidâyete erdirmez.
Müfessirler bu
âyet-i kerime’nin
mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- İbrahim en Nehai ve Abdullah b. Abbas'a
göre bu âyet-i kerime mensuhtur.
b- Çoğunluğa göre ise âyet-i kerime
mensuh değildir. Taberi de âyetin
hükmünün İslam'ın genel kurallarına uygun olması hasebiyle mensuh olmadığı
görüşünü tercih etmiştir.
Taberi bu hususta özelle şunları
zikrediyor: Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber
olarak gönderildiği günden bu güne kadar, müsliimanların yaşadıkları Allah'ın
nizamında dâvâcı ile dâvâlı arasındaki dâvayı ispat şeklinin şöyle olduğu
bilinmektedir: Eğer bir insanın aleyhine herhangi bir maldan dolayı dâva
açılacak olursa, dâvâcı dâvasını ispatlamak zorundadır. Dâvâcı bunu ispat
edemezse, dâvâlı ancak haklı olduğuna yemin ederek kendisini kurtarmış olur.
Buna mukabil dâvâlı elinde bulunan malın aslında davacıya ait olduğunu itiraf
eder ve davacıdan satın aldığını iddia edecek olursa, bu takdirde malı satın
aldığını ispatlamak zorundadır. Aksi takdirde mal sahibi yemin ederek malını
geri alır.
Görüldüğü gibi, bu son durumda dâvâcı, dâvâlı durumuna düşer. Böylece dâvayı
ispat etme yükümlülüğü de ondan düşer. Dâvâcı durumuna geçen dâvâlıya intikal
eder. Yemin etme yükümlülüğü de, davacı iken dâvâlı durumuna düşen mal sahibi
olan davacıya geçer.
Bu Âyet-i kerime’de
de aynen bu genel kaideler zikredilmektedir. Bu itibarla âyetin mensuh olduğunu
söylemek caiz değildir. Şöyle ki, kendilerine vasiyeti yerine getirme vazifesi
yüklenen vekiller, ellerinde bulunan malları mirasçılara teslim ederken,
mirasçılar malların eksik olduğunu iddia ederlerse bu vekiller dâvâlı durumuna
düşerler. Bu itibarla onlara yemin ettirilir. Şâyet bu vekiller, mirasçıların
iddia ettikleri eksik malları, vasiyet edenden satın aldıklarını iddia edecek
olurlarsa, bu takdirde mirasçılar dâvâlı durumuna düştüklerinden, yemin etme
yükümlülüğü onlara geçer. Nitekim daha önce,
Abdullah b. Abbas'ın, Resûlüllah'tan
rivâyet ettiği, gümüş kap meselesini anlatan hadis-i
şerifte de Resûlüllah,
genel kaidelerde zikredilen bu kaideyi tatbik etmiştir. Önce, gümüş kabı
almadıklarını iddia eden vekillere yemin ettirmiş, daha sonra gümüş kabın,
vekillerde olduğu veya onlar tarafından satıldığı anlaşılıpda vekillerin, bunu
vasiyet edenden satın aldıklarını iddia etmeleri üzerine de bu defa kabın,
vasiyet edenin malı olduğuna dair mirasçılara yemin ettirmiş ve bu yeminle kabın
bedelini mirasçılara iade ettirmiştir.
|