9
Eğer onu bir melek yapsaydık,
onu da elbette bir adam yapardık. Ve herhalde onları
(başkalarını) düşürmekte oldukları şüpheye
düşürürdük,
"Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam yapardık."
yani, onlar meleği gerçek suretinde
göremezlerdi. Meleği ancaft kesif cisimler şeklinde mücessem bir hal
aldıktan sonra görebilirlerdi. Çünkü, her bir tür, kendi türüne ısınır ve
kendisinden başka türlerden nefret edip uzaklaşır.
Şanı
yüce Allah, eğer İnsanlara gönderdiği
elçiyi bir melek olarak göndermiş olsaydı, ona yaklaşmaktan uzak dururlardı.
Orta ısınamaz, yanaşmazlardı. Onun konuşmasından dolayı içlerine korku girer
ve ondan çekinirlerdi. Bunun sonunda da onun sözüne kulak asamazlardı. Bu
korku, ona soru sormalarına engel olurdu. Bu suretle de
peygamber gönderme maslahatı
herkese, şamil olmazdı. Eğer elçi olarak gönderdiği o meleği melek
suretinden çıkartıp, ona ısınsınlar ve onun yanında huzurları kaçmasın diye
suretlerine benzer bir surete dönüştürmüş olsaydı, bu sefer: Sen bir melek
değilsin, sen ancak bir insansın. Biz de sana îman etmiyoruz diyecekler ve
eski hallerine döneceklerdi.
Melekler,
peygamberlere insan suretinde
gelirlerdi. Nitekim melekler, Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Lût'a insan
suretinde gelmişlerdi. Hazret-i Cebrâîl,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e Dihye
el-Kelbî suretinde gelirdi.
Yani, eğer melek inmiş olsaydı,
peygamberlere meleğin gelmesindeki
adet üzere mutlaka onu da bir insan suretinde göreceklerdi. Eğer melek, aslî
suretinde inmiş olsaydı onu göremeyeceklerdi. Biz onu, bir insan suretinde
göndermiş olsaydık, bu sefer işin İçinden çıkamaz ve şöyle derlerdi: Bu da
senin gibi bir sihirbazdır.
ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın:
"Ve herhalde onları... şüpheye düşürürdük."
âyeti, onların
başkanları, zayıf ve güçsüzlerini içine düşürdükleri şüphe gibi bir şüpheye
düşürürdük, demektir. Çünkü başkanlar zayıflara: Muhammed bir insandır.
Onunla sizin aranızda bir fark yoktur, diyorlar ve böylelikle onları şüphe
ve tereddüde düşürüyorlardı. Yüce Allah
onlara, eğer insan suretinde bir meleği indirmiş olsaydı, yaptıkları gibi
yine şüphe ve karışıklığa düşürmek için bir yollarının bulunacağını
bildirmektedir.
Karıştırmak demektir. Meselâ;
İşi ona karışık gösterdim denilir. Bu kelime ise aslında elbise ve benzeri
şeylere bürünüp örtünmek anlamındadır. Yüce
Allah "Şüpheye düşürürdük" diye buyurmak suretiyle bunu kendisine
izafe etmesi, yaratma cihetiyledir, Buna karşılık: "Başkalarını düşürmekte
oldukları" âyetinde de fiili kendilerine izafe etmesi ise kesb yönüyledir.
10
Yemin olsun, senden önce geçen
peygamberlerle de alay edildi
onlarla eğlenenleri, alaya aldıkları şey çepeçevre kuşatıverdi.
Daha sonra
yüce Allah,
Peygamberine -salât ve selâm ona-
teselli vermek ve gönlünü hoş etmek üzere:
"Yemin olsun senden önce geçen peygamberlerle
de alay edildi,., kuşatıverdi"
diye buyurmaktadır. Yani,
peygamberleriyle alay etmelerinin
bir cezası olarak, o peygamberlerin
ümmetlerine helâk edilmeleriyle sonuçlanan azap indi.
İndi,
(mealde; kuşattı) anlamındadır.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"(Kötü
tuzak ancak sahiplerini kuşatır."
(Fâtır,
35/43)
Yüce Allah'ın:...dıkları" âyetindeki; anlamındadır. Mastar
anlamında olduğu da söylenmiştir. Alaylarının akıbeti kendilerini çepeçevre
kuşattı, demek olur.
11
De ki: "Yeryüzünde gezip
dolaşın da, yalanlayanların sonu nice oldu, bir bakıverin."
Yüce Allah'ın:
"De ki Yeryüzünde gezip dolaşın..."
Yani, ey Muhammed, şu alay eden, eğlenen ve
yalanlayanlara de ki; Yeryüzünde gezip dolaşın ve sizden Önceki kâfirlerin
başına gelen cezalan ve acıklı azapları bilmek için bakın, bunlara dair
haber almaya çalışın.
Geçmiş ümmetlerin ve o
yurtlarda sakin olmuş olanların bıraktıkları eserlerle ve akıbetini görerek
ibret almak üzere yapılacak olan böyle bir yolculuk menduptur. Burada sözü
geçen "yalanlayıcılar" batılı yalanlayan değil, hakkı ve hak ehlini
yalanlayan kimselerdir.
12
De ki: "Göklerde ve yerde
olanlar kimindir?" De ki "Allah'ındır. O, rahmeti kendi üzerine yazmıştır.
Yemin olsun ki, hepinizi hakkında hiç şüphe olmayan Kıyâmet gününde
toplayacaktır. Kendilerini zarara uğratanlar, İşte onlar îman etmezler."
"De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir?"
Bu da yine onlara karşı
getirilen bir delildir. Âyetin anlamı da şudur: Ey Muhammed onlara:
"Göklerde ve yerde olanlar kimindir"
diye sor. Şayet onlar
Peki kimindir, diye soracak olsalar, sen de de ki o:
"Allah'ındır."
Yani:
Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nun olduğu ve ister onların itiraflarıyla,
isterse de onlara karşı getirilen delillerle, her şeyin yaratıcısının O
olduğu sabit olduğuna göre, şanı yüce Allah,
dünyada onlara çabucak bir azap göndermeye de kadirdir, öldükten sonra
onları diriltmeye de kadirdir.
Fakat Allah:
"Rahmeti kendi üzerine yazmıştır."
Yani, kendi lütuf ve kereminden bunu
vâdetmiştir. Mühlet vermiş (cezalandırmamış)tır.
Yüce Allah'ın burada "nefs : kendi" tabirinin zikrolunması, O'nun
var olan zatı demektir. Ve va'dini pekiştirmekte, bu hususta aradaki
aracıların varlığım ortadan kaldırmaktadır. İfadenin anlamı; şanı
yüce Allah'ın, kendisinden kaçıp
uzaklaşanlara, kendisine geri dönmeleri için karşılıksız bir merhametidir.
O'nun, kullarına oldukça merhametli olduğunu ve cezalandırmakta acele
etmediğini, dönüşlerini ve tevbelerini kabul edeceğini haber vermektir
Müslim'in
Sahîh'inde Ebû Hüreyre'den söyle dediği
kaydedilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
Yüce Allah, mahlukata dair kazasını (hükmünü)
izhar edince, nezdinde alıkonulmuş bir kitaba kendisi hakkında:
"Muhakkak Benim rahmetim
gazabıma galip gelir"
diye yazmıştır.
Az farkla: Müslim,
Tevbe 14. Ayrıca: Buhârî, Tevhid 15, 22,
28, 55, Bed'ul-Halk 1; Müslim, Tevbe 16;
Tirmizî, Deavât 99;
İbn Mâce, Mukaddime 13, Zühd J5;
Müsned, II, 242, 260.,.
Yanı
yüce Allah, hükmünü, kazasını izhar
edip dîlediği kimseye bunu açıklayınca, Lehv-i Mahfuzda -veya
dilediği bir şeyde- muktezâsı hak bir haber ve doğru bir va'd olan:
"Muhakkak Benim rahmetim gazabıma galip gelir" diye bir yazı izhar etti.
Yanı, Benim rahmetim gazabımı geçer ve ondan daha fazladır.
Yüce Allah'ın:
"Yemin olsun ki, hepinizi... toplayacaktır"
âyetindeki
"lâm", kasem
(yemin) lâm'ıdır. "Nun" harfi ise
te'kid "nûn"udur.
el-Ferrâ' ve başkaları der ki: İfadenin
bitişinin; Rahmet., yazmıştır" âyeti ile tamam olması mümkündür Bundan sonra
ise, beyan yotu ile yeni bir cümle olabilir. O takdirde;
"Yemin olsun ki, hepinizi... toplayacaktır"
âyetinin anlamı, size
mühlet verecek ve sizi biraraya toplamayı erteleyecektir, demektir.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir; Yani, O sizi, kabirlerden
inkâr ettiğiniz günde toplayacaktır. Burada;
(........) e" a'nın; :... de anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yani, yemin olsun ki, hepinizi... kıyâmet
gününde toplayacaktır, demek olur.
".
Yemin olsun ki hepinizi... toplayacaktır"
âyetinin, rahmetten bedel
olarak nasb mahallinde olmasının mümkün olduğu da söylenmiştir. O takdirde
başındaki "lâm"
anlamında olur ki, anlam şu demek
olur: Rabbinîz kendi üzerine sizi toplayacağını yazmıştır.
Nahivcilerin
bir çoğu yüce Allah'ın:
"Sonra
bütün o delilleri görmelerinin ardından onu bir süreye kadar mutlaka zindana
atacaklar diye bir görüşe sahip oldular"
(Yûsuf, 12/35) âyetini da; onu zindana
atmayı uygun gördüler diye açıklamışlardır.
Bunun,: Yazmıştır âyeti ile
nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yüce
Allah'ın:
":
Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Şöyle ki, içinizden kim bilmiyerek
kötü bir iş işler de..."
âyetinde yer alan; edatının böyle olduğu gibi.
Bu da rahmeti kıyâmet gününe kadar mühlet vermek şeklinde tefsir ettiği
görüşüne göre böyledir. Bu açıklama da
ez-Zeccâc tarafından yapılmıştır.
"Hiç şüphe olmayan"
hakkında hiç bir tereddüt bulunmayan.
"Kendilerini zarara uğratanlar, işte onlar îman etmezler"
âyeti, mübtedâ ve
haberdir. ez-Zeccâc bu açıklamayı
yapmıştır. Bu hususta yapılan en güzel açıklama da budur. Nitekim bir kimse:
"Bana ikram edene bir dirhem var" demek de böyledir. Burada "fa" harfi şart
ve cevap manasına da gelir. el-Ahfeş de
der ki: Arzu edilirse...ler, kimseler, ": Andolsunki hepinizi.,
toplayacaktır" âyetindeki "siz" zamirinden bedel olarak nasb mahallinde de
kabul edilebilir. Yanir kendilerini zarara uğratan müşrikleri hiç şüphesiz
toplayacaktır.
Ancak,
el-Müberred bu açıklamayı kabul etmeyip
bunun hatalı olduğunu söylemiştir. Çünkü hiçbir zaman ne muhatapdan, ne de
hitap edenden bedel yapılmaz. Meselâ Ben sana,
yani sen Zeyd'e uğradım ve sen bana, yani
ben Zeyd'e uğradın denilmez. Çünkü, bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur
ki açıklanmasına gerek bulunsun. Ancak el-Kutebî şöyle demektedir: Burada
(; ...ler) kimseler'in daha önce
kendilerinden söz edilen "yalanlayanlardan bedeî olmak üzere ceza
veya onlar için sıfat da olabilir. Bunun,
başlı başına bir nida olduğu da söylenmiştir.
13
Gecenin ve gündüzün içinde
barınan her şey O'nundur. O, herşeyi işitendir, bilendir.
Yüce Allah'ın:
"Gecenin ve gündüzün İçinde barınan her şey O'nundur."
âyeti, bu böylece sabit
olmuş değişmez bir gerçektir," demektir. Bu da onlara karşı getirilen bir
delildir.
Denildiğine göre, bu âyet-i
kerimenin iniş sebebi, onların söyledikleri şu sözlerdir: Bizler, seni bütün
bunları yapmana itenin muhtaçlıktan başka bir şey olmadığını biliyoruz, İşte
o bakımdan sen aramızda en zenginimiz oluncaya kadar senin için aramızda mal
toplayacağız. Yüce Allah bunun
üzerine buyurdu ki: Sen de onlara herşeyin Allah'ın olduğunu bildir. O, beni
muhtaçlıktan kurtarmaya kadir olandır.
":
Sükûn bulan, barınan"
âyetindeki sükûn bulmak, sakinleşmek, karar
bulmak, yerleşmek demektir. Maksat ise, sükun bulan ve hareket eden her şey
demektir. İşitenin bunu bilmesi dolayısıyla hareket eden ayrıca hazf
edilmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır:
Özellikle sükûn bulanın zikredilmesi, sükûnun kapsamına giren şeylerin
hareketin kapsamına giren şeylerden daha çok olduğundan dolayıdır. Şöyle de
denilmiştir; Âyetin anlamı, yarattığı herşey demektir Bu, hareket edeniyle,
sükûn bulanıyla bütün mahlukat hakkında umumidir. Çünkü bütün bunlar
üzerinden gece ve gündüz akıp gitmektedir. Buna göre sükûn bulmaktan kasıt,
hareketin zıddı değil, bütün mahlukattır, Bu hususta yapılan en güzel
açıklama budur. Çünkü, bu husustaki bütün farklı görüşleri bir araya
toparlayabilmektedir.
"O, herşeyi"
bütün varlıkların seslerini
"işitendir"
ve gizliliklerini en iyi
"bilendir."
14
De ki: "Ben, gökleri ve yeri
yaratan Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim? Ve O, yediriyor ama
yedirilmiyor." De ki: "Ben İslâm'a girenlerin ilki olmakla emrolundum ve
(bana:) Sakın müşriklerden olma,
(denildi)."
Yüce Allah'ın:
"De ki... Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim?"
âyetinde,
(biri Allah'tan başkası, diğeri de veli olmak
üzere.) iki mef'ûl vardır. Müşrikler onu atalarının dini olan putlara
ibadete davet edince, yüce Allah da
ona ey Muhammed
"de ki: Allah'tan başkasını mı dost edinecekmişim"
âyetini indirdi. Yani ben, Allah'tan başka
bir Rabb, bir mabud ve bir yardımcı mı edinecek mişim?
O Rab ki,
"gökleri ve yeri yaratandır."
Burada
"yaratan"
anlamına gelen; kelimesi Allah lâfza-i
celalinin sıfatı olarak esreli okunur. el-Ahfeş
ise, mahzuf bir mübteda takdiri ile merfü' okunmasını da câiz
görmüştür. ez-Zeccâc da der ki: medh
övgü olmak üzere mansub olması da caizdir. Ebû Ali el-Fârisî de der ki:
Mahzuf bir fiil takdiri ile nasb edilmesi caizdir. "Gökleri ve yeri yaratanı
terk mi edeyim" demiş gibidir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Ben... Allah'tan başkasını mı dost edinecek misim"
âyeti, Allah'ı dost
edinmeyi terke delalet etmektedir. Bu delaletin güçlülüğü dolayısıyla da
böyle bir fiil takdirine gitmek güzel bir şeydir.
"Ve O, yediriyor ama yedirilmiyor."
Genel olarak bu şekilde
okunmuştur, Yani O, rızık veriyor, ama O'na
rızık verilmiyor. Bunun delili de yüce Allah’ın
şu âyetidir
"Ve bana yemek yedirmelerini de istemiyorum."
(ez-Zariyat,
51/57.)
Saîd b. Cübeyr,
Mücahid ve el-A'meç ise bunu, O ise
yemek yedirir fakat kendisi yemez diye okumuşlardır ki, bu da güzel bir
kıraattir. Yani O, kullarına rızık vermekle
birlikte kendisi yaratıkların ihtiyaç duyduğu gıdaya muhtaç değildir, bundan
münezzehtir. Bununla birlikte her iki fiilde de
"yâ" harfleri ötreli, "ayn" harfleri
de esreli okunmuştur ki, anlamı şöyle olur: Şüphesiz ki Allah kullarına
yemek yedirir ve onları rızıklandırır, Halbuki veli
(edinilen put) ise ne kendisine yemek
yedirebilir, ne de kendisini veli edinenlere
(kendisine tapanlara). Birinci fiil,
"yâ ve ayn" harfleri üstün diye okunmuştur. Yani,
veli (edindikleri put)'nın kendisi yemek
yer, ikinci Fiil ise, "yâ" harfi ötreli,
"ayn" harfi de esreli olarak okunmuştur
Yani, veli
(edindikleri put) ise yemek yediremez.
Özellikle başka nimetler
arasından yemek yedirmenin zikredilîşi İse, bütün mahlukatın yemek yemeye
ihtiyaçlarının en önemli ihtiyaçlar arasında yer alışından dolayıdır.
"De ki; Ben islâm'a girenlerin îlki olmakla emrolundum."
Yani. yüce
Allah'ın emrine bağlanıp teslimiyet gösterenlerin ilki olmakla
emrolundum. Kavmimden ve ümmetim arasından ibadetini Ona halis kılanların
ilki olmakla emrolundum, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da
el-Hasen ve başkalarından
nakledilmiştir,
"Ve sakın müşriklerden olma."
Yani: Ve
bana:
"Sakın müşriklerden olma"
denildi, demektir.
15
De ki: ‘Eğer Rabbime isyan
edersem, gerçekten ben o büyük günün azabından korkarım.’
"De ki: Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten ben o büyük günün azabından
korkarım,"
Yani,
başkasına ibadet etmek suretiyle O'na isyan edecek olursam beni
azaplandıracağından korkarım.
Korkmak
(havf); hoşlanılmayan şeyin umulup
beklenilmeğidir. İbn Abbâs der ki:
Burada
"korkarım",
bilirim anlamındadır.
16
O gün
(azap) kimden çevirilip giderilirse,
(Allah) ona rahmet buyurmuş olur, İşte bu, apaçık bir kurtuluştur.
"O
gün"
Kıyâmet gününde kimden azap çevrilip
giderilirse, sallallahü aleyhi ve sellemılırsa
"ona rahmet buyurmuş olur."
Yani o,
umduğuna nail olmuş, kurtulmuş ve merhamete mazhar olmuş olur.
Kûfeliler;
"Giderilirse"
âyetini, "ya" harfini üstün ve "râ" harfini
esreli olarak okumuşlardır ki, Ebû Hatim
ve Ebû Ubeyd'in tercih ettiği kıraat
budur. Çünkü daha önce yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir?"
Yine ayrıca :
"Ona rahmet buyurmuş olur"
âyetinde, "rahmet buyrulmuş olur" diye meçhul
buyurmamıştır. Ayrıca Ubeyy de bunu; Allah onu kimden giderecek olursa" diye
okumuştur. Sîbeveyh ise -Medinelilerin
ve Ebû Amr'ın kıraati olan- birinci
kıraati tercih etmiştir.
Sîbeveyh der ki: Sözde hazfedilenler ne kadar az olursa o kadar
güzeldir.
"Yâ"
harfini üstün olarak okuyanların (Kûfelilerin
ve diğerlerinin) kıraatine gelince, bu kıraatin takdiri de: Allah o
azâbı kimden uzaklaştırırca...şeklinde olur. Diğer kıraate göre ise ifadenin
takdiri şöyle olur: Azap kimden uzaklaştırılırca...
"İşte bu apaçık"
besbelli bir
"kurtuluştur."
17
Eğer Allah sana bir zarar
dokundurursa yine O'ndan başka onu giderecek kimse yoktur. Eğer sana bir
hayır dokundurursa... İşte O, herşeye gücü yetendir.
Yüce Allah'ın:
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa yine O'ndan başka onu giderecek
kimse yoktur"
âyetinde geçen
"dokunmak"
ve
"gidermek, açmak"
cisimlerin sıfatlarındandır. Burada bir mecaz
ve ifadenin kullanımında bir genişlik vardır. Yani:
Ey Muhammed, sana fakirlik yahut hastalık gibi bir sıkıntı inecek olursa,
bunu O'ndan başka kaldıracak ve önleyecek kimse yoktur. Eğer sana bir
afiyet, bolluk ve nimet isabet edecek olursa,
"işte O, herşeye gücü yetendir"
yani, hayır
olsun zarar ve sıkıntı olsun.
İbn Abbâs
rivâyetle der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın terkisinde
bulunuyordum. Bana dedi ki:
"Ey delikanlı -yahut
yavrucuğum- sana Allah'ın kendileriyle fayda vereceği bir takım kelimeler
öğreteyim mi?" Ben, buyur dedim. Şöyle
buyurdu: "Allah'ı (n
hükümlerini) koru ki O da seni korusun. Allah'ı(n hükümlerini) koru ki, O'nu
rehber bulasın. Rahatlık zamanlarında sen Allah için iyilik yap ki, O da
sıkıntılı zamanlarında sana yardımcı olsun. Dilekte bulunacağın vakit
Allah'tan iste. Yardım isteyeceğin vakit Allah'tan dile. Çünkü ne olacaksa,
kalem artık onları yazmış ve kurumuştur. Eğer bütün mahlukat hep birlikte
sana Allah'ın senin hakkında takdir etmediği bir şey ile zarar vermek
isteyecek olsalar, buna güç yetiremezler. Sen, Allah için şükür ve yakîn ile
amel et ve şunu bil ki, hoşuna gitmedik şeylere sabretmende büyük bir hayır
vardır. Ve hiç şüphesiz zafer, sabır ile birliktedir. Kurtuluş, sıkıntılarla
beraberdir ve muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır."
Bunu, Ebû Bekr b. Sabit el-Hatib, "el-Faslu ve'l-Vasl" adlı
eserinde rivâyet etmiştir. Sahih bir hadistir.
Tirmizî de bu hadisi rivâyet etmiştir
Tirmizî, Sıfatu'l-
Kıyame 59; Müsned, I, 293, 303, 307.
ama bu rivâyet daha tamdır
18
Kullarının üstünde kahir
olandır O. O, hikmeti sonsuz olandır, herşeyden haberdardır.
Yüce Allah'ın:
"Kullarının üstünde kabir olandır O"
âyetindeki kahr, galebe
demektir. Kahir de galip gelen demektir. Kişi, kahredilen ve zelil kılınanın
haline düşürülecek olursa, denilir. Şair de der ki:
"Husayn kavminin önder olmasını
temenni etti.
Ama Husayn, akşamı zelil
kılınmış ve kahredilmiş etti."
Kahredildi, yenik düşürüldü,
mağlûb edildi anlamındadır.
"Kullarının üstünde"
âyetinin anlamı ise, onlara kahir olmak ve
galip gelmek suretiyle onlardan üstün olmak anlamındaki bir üstünlüktür.
Yani onlar, onun müsahhar kılması, emir ve
hükmü altındadırlar. Yoksa buradaki üstünlük mekânı anlamdaki bir üstünlük
değildir. Nitekim: Sultan raiyesinin üstündedir derken, mevki ve rütbesi
itibari ile üstündür anlaşılır. "Kahr" ifadesinde kudrette bulunmayan
fazladan bir mana vardır. Kahr, başkasını istediğine ulaşmaktan engellemek
demektir.
"O"
emrinde
"hikmeti sonsuz olandır"
kullarının yaptıkları amellerinden ve
"herşeyden haberdardır."
Yani, bu
sıfatlara sahip olana hiçbir şekilde şirk koşmamak icabeder.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Kimin şahidliği en büyüktür"
âyetine gelince,
müşrikler, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle
demişlerdi: Senin Allah'ın Rasulü olduğuna dair lehine kim şahidlik eder.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmişti. Bu,
el-Hasen ve başkalarından rivâyet edilmiştir.
|