6
Ey îman edenler, namaza
kalkacağınız kaman yüzlerinizi ve dirseklerle beraber ellerinizi
(kollarınızı) yıkayın. Başlarınıza mesh
edin. Her iki topuğunuzla beraber ayaklarınızı da
(yıkayın). Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz. Şayet hasta
veya yolculukta iseniz yahut İçinizden biri
ayak yolundan gelirse ya da kadınlara
yaklaşmış da su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin.
Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah, size güçlük çıkarmak
istemez. Ama, sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak
ister. Tâ ki, şükredesiniz.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
otuz iki başlık halinde sunacağız:
1-
Nüzul Sebebi:
el-Kuşeyrî
ile İbn Atiyye, bu âyet-i kerimenin
el-Mureysî gazvesinde gerdanlığım kaybeden Hazret-i
Âişe hakkında nâzil olduğunu
nakletmektedirler. Bu âyet-i kerîme aynı zamanda abdest ayetidir.
İbn Atiyye der ki: Abdest daha önce onlar tarafından bilinen ve
uygulanan birşey olduğundan dolayı, ayeti kerîme bu hususta âdeta onların
abdeste dair bu âyeti tilavet etmelerinden başkaca bir şeylerini artırmamış
gibidir. Bununla birlikte teyemmüm ile ilgili ruhsatı ve böyle bir faydayı
da onlara vermiş olmaktadır. Bizler ise, en-Nisa sûresinde yer alan âyet-i
kerimede (4/43- ayet, 20. başlıkta) bundan
farklı bir husus zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bu âyet-i kerimenin muhtevası,
yüce Allah'ın
(baştaraflarda) emretmiş olduğu akidlere ve
şer'î hükümlere tamamıyle bağlı kalmak ile sözünü ettiği nimetin
tamamlanması kapsamı içerisindedir. Çünkü böyle bir ruhsat da nimetin
tamamlanması arasında yer alır.
2-
"Namaza Kalkmak" İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:
İlim adamları,
yüce Allah'ın:
"Namaza kalkacağınız zaman"
âyeti ile hangi mananın
kastedildiği hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Bir kesim şöyle
demektedir; Bu, -namaz kılmak isteyen kişi İster abdestli olsun, ister
abdestsiz olsun-, her namaz kılmak isteme hali hakkında umumi bir lâfızdır.
O bakımdan namaz kılmak isteyen herkesin abdest alması gerekmektedir.
Nitekim Hazret-i Ali de böyle yapar ve bu âyet-i kerimeyi okurdu. Bunu, Ebû
Muhammed ed-Dârimî,
Müsned'inde zikretmiştir.
Dârimî, Vudû' 3.
Bunun bir benzeri İkrime'den de rivâyet
edilmiştir. İbn Sîrin de der ki: Halîfeler her namaz için ayrıca abdest
alırlardı.
Derim ki; Bu açıklamalara göre âyet-i kerîme muhkemdir, bunda
herhangi bir nesh sözkonusu değildir.
Bir kesim de der ki: Bu
hitap Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a hastır.
el-Ğasîl diye bilinen Abdullah b. Hanzala b. Ebi Âmir der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) her namaz için abdest almakla
emrolundu. Bu, kendisine ağır geldi. Sonra (her
namazdan önce) misvak kullanması emr olundu ve hades hali müstesna
abdest alma yükümlülüğü kaldırıldı. Alkame
b. el-Feğvâ babasından -ki, o ashâb-ı kiramdandi ve
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a Tebuk'a giderken kılavuzluk yapmıştı-
şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’a ruhsat bildirmek üzere indirilmiştir.
Çünkü, Hazret-i Peygamber
abdestsiz hiçbir iş yapmazdı. Kimse ile konuşmaz, kimsenin selamını almaz ve
buna benzer hiçbir işi abdestsiz yapmazdı. Yüce
Allah bu âyet-i kerîme ile Ona, abdestin diğer ameller bir yana
yalnızca namaza kalkmak için sözkonusu olduğunu bildirdi.
Bu manada ve daha kısa olarak:
Ebû Dâvûd, Tahâre 65;
Dârimî, Tahâre 3;
Müsned, V, 225.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Âyet-i kerîme ile kastedilen fazileti elde etmek üzere her namaz
için abdest almaktır. Bunlar, buradaki emri mendupluğa hamletmişlerdir.
Aralarında İbn Ömer'in de bulunduğu
birçok sahabe-i kiram bu fazileti ele geçirmek arzusuyla her bir namaz için
abdest alırlardı. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'yi
fethettiği gün -ümmetine (bir abdestle birden çok
farzı kılmanın mümkün olduğunu) beyan etmek arzusuyla, beş vakit
namazı tek bir abdestle kıldığı güne kadar bu şekilde hareket ederdi.
Derim ki, bu görüşün zahirine göre neshedici hükmün varid
oluşundan önce her bir namaz için abdest almak vacip değil de müstehab idi.
Ancak, durum böyle değildir. Çünkü, emir varid olduğu takdirde vücubu
gerektirir. Özellikle ashâb-ı kiram nezdinde bu böyledir. Çünkü onların
yaşayışlarından bildiğimiz ve öğrendiğimiz budur.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Önceleri herbir namaz için abdest almak farzdı. Daha sonra bu,
Mekke fethedildiği gün nesh olundu. Ancak bu, Enes yoluyla rivâyet edilen şu
hadis dolayısıyla yanlıştır. Enes der ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
her bir namaz için abdest alırdı. Onun ümmeti ise, böyle değildi.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre, 44;
Nesâî, Tahâre 101;
İbn Mâce, Tahâre 72.
Bu hadis ileride gelecektir. Yine Süveyd b. en-Nu'manın hadisi dolayısıyla
da bu farzın nesh olduğu görüşünün yanlış olması gerekmektedir Süveyd b.
en-Nu’man'ın rivâyetine göre, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) (Hayber yakınlarında
bir yer olan) es-Sahbâ denilen yerde iken aynı abdestle ikindi ve
akşam namazlarını kıldı. Bu Hayber gazvesinde olmuştu.
Buhârî, Vudû' 51;
Muvatta’', Tahâre 20.
Hayber gazvesi ise hicretin altıncı yılındadır.
Yedinci yılında olduğu da söylenmiştir. Mekke'nin fethi ise sekizinci
yılında olmuştur. Bu da Mâlikin
Muvatta’''ında rivâyet ettiği sahih bir
hadistir. Buhârî ve
Müslim de bunu rivâyet etmiştir.
Böylelikle bu iki Hadîs-i şerîfle
Mekke'nin fethinden önce herbir namaz için abdest almanın farz olmadığı
açıkça ortaya çıkmaktadır.
Denilse ki:
Müslim, Bureyde b. el-Husayb,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın her bir namaz için abdest aldığını
rivâyet etmektedir. Mekke fethedildiği gün ise, bütün
(bir günün) namazlarını tek bir abdestle
kıldı ve mestlerine mesh etti. Ömer
(radıyallahü anh) dedi ki: Bugün daha önce
yapmamış olduğun birşeyi yaptın? Hazret-i
Peygamber:
"Ben bunu kasten yaptım Ey
Ömer"
diye buyurdu.
Müslim,
Tahâre 86; Ebû Dâvûd, Tahâre 65;
Tirmizî, Tahâre 45;
Nesâî, Tahâre 101;
Müsned, V, 350, 358.
Peki, niye Hazret-i Ömer ona böyle bir
soru sordu ve durumu öğrenmek istedi?
Böyle diyene şu şekilde cevap
verilir: Hazret-i Ömer ona Hayber'de
(ikindi ve akşamı tek abdestle kıldığı)
namazından itibaren edindiği adete muhalefeti dolayısıyla bu soruyu
sormuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Tirmizî
de Enes'den rivâyet ettiğine göre; Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), abdestli
olsun olmasın her namaz için abdest alırdı. Humeyd der ki: Enes'e sordum:
Peki ya siz nasıl yapıyordunuz? Enes dedi ki: Bizler ise, bir tek abdest
alırdık. (Tirmizî) dedi ki: Bu, Hasen sahih
bir hadistir)-
Az önce bu hadise ve
kaynaklarına işaret edilmiştir. Yine
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Abdest üstüne abdest
bir nurdur."
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) buna göre herbir namaz için yeni bir
abdest alırdı. Küçük abdestini bozarken, bir kişi kendisine selam verdiği
halde teyemmüm edinceye kadar selamını almadı. Teyemmümden sonra selamını
aldı ve:
"Ben yüce Allah'ı abdestli
olmaksızın zikretmekten hoşlanmadım"
diye buyurdu. Bunu da Dârakutnî
rivâyet etmiştir.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 8; İbn Mâce, Tahâre 27;
Müsned, V;
Dârakutnî, 1,121,123,177,197.
es-Süddî ile
Zeyd b. Eslem der ki:
"Namaza kalkacağınız zaman"
âyeti, yataklarınızdan,
yani uykudan uyanıp kalktığınız zaman,
anlamındadır. Bu tevile göre âyetin maksadı, bütün hades hallerini
zikretmektir. Özellikle de hakkında bizatihi hades midir değil midir diye
ihtilaf edilen uyku zikredilmiş olmaktadır. Bu açıklamaya göre âyet-i
kerimede bir takdim ve tehir vardır ve ifadenin takdiri şöyledir: Ey îman
edenler, uykudan uyanıp namaz için kalkacağınız vakit, yahut sizden herhangi
bir kimse ayak yolundan gelirse, ya da
kadınlara yaklaşmış -yani bundan kasıt
küçük temas olan dokunmaktır- iseniz... yıkayınız.
Böylelikle küçük hadesli olanın
hükümleri tamamlanmış olmaktadır. Daha sonra da:
"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz"
diye buyurdu ki bu, bir
başka hades türünün hükmünü ifade etmektedir. Bundan sonra ise her iki
(küçük ve büyük) hades türü için de:
"Şayet hasta veya yolculukta iseniz ve su
bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin"
diye buyurulmuştur.
Mâlik'in -Allah'ın rahmeti
Üzerine olsun- arkadaşlarından Muhammed b. Mesleme ve başkaları da âyet-i
kerimenin bu te'vilini benimsemişler ve bu doğrultuda görüşlerini ifade
etmişlerdir.
İlim ehlinin çoğunluğu ise
şöyle demektedir: Âyetin manası: Sizlerhadesliolduğunuz halde namaza
kalkacağınız zaman... Buna göre ise âyet-i kerimede herhangi bir takdim ve
tehir yoktur. Aksine, âyet-i kerimede yüce
Allah'ın:
"Temizleniniz"
âyetine kadar su bulanın hükmü ifade edilmekte
ve "abdesısiz olduğunuz halde" ifadesinin kapsamına da küçük temas da
girmektedir. Bundan sonra da yüce Allah'ın:
"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz"
âyeti de her iki hades
türü ile ilgili olup su bulamayan kimsenin hükmü zikredilmektedir. Bu
durumda da
"kadınlara dokunmak"
(yaklaşmak)
cima demek olur. O bakımdan tıpkı su bulan kimse nasıl zikredîlmişse, su
bulamayan cünubun da zikredilmesi kaçınılmazdır. Bu ise,
Şâfiî'nin ve diğerlerinin te'vili
(açıklaması) dır. Sa'd b. Ebi Vakkas,
İbn Abbâs, Ebû Mur sa el-Eş'arî ve
bunların dışında birçok sahabinin görüşleri de bu doğrultuda gelmiştir.
Derim ki: Bu iki tevil, âyet-i kerîme hakkında söylenenlerin en
güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
"Kalkacağınız zaman"
(namaz)
kılmak istediğiniz zaman, demektir. Nitekim
yüce Allah:
"Kurban okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın"
(en-Nahl, 16/98) âyetinde, Kur'ân okumak
istediğinde... demektir. Çünkü namaza kalkış halinde abdest almaya imkân
yoktur.
3-
Abdest Alırken Yüzü Yıkamak:
"Yüzlerinizi yıkayın..."
âyetinde yüce
Allah dört organ zikretmektedir. Birisi yüzdür. Bunu yıkamak
farzdır. Eller de aynı şekilde. Başın farzı ise ittifakla meshedilmesidir.
Ayaklarda ise ileride geleceği üzere ihtilaf edilmiştir. Âyet-i kerimede
bunların dışında herhangi bir organdan söz edilmemektedir. Bu ise, bunların
dışında kalanların bir takım âdab ve sünnetler olduğunun delilidir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Yüzün yıkanması esnasında suyun
yüze götürülerek elin de yüz üzerinde gezdirilmesi kaçınılmazdır. Bize göre
yıkamanın gerçek mahiyeti budur. Biz, bu hususu en-Nisa sûresinde
(4/43- ayet, 13. başlıkta) açıklamış
bulunuyoruz. Bizden başkaları ise şöyle demektedir: Abdest alanın yapması
gereken şey, sadece suyu akıtmaktır. Eliyle ovalamak mükellefiyeti yoktur.
Şüphe yok ki kişi, kendisini suya daldırsa ve beraberinde yüz
ya da ellerini de daldırıp ovalamayacak
olsa, onun hakkında yüz ve ellerini yıkadı denilir. Bilindiği gibi bu
hususta ancak o iş için verilen ismin hasıl olmasına itibar edilir. Bu hasıl
olursa yeterlidir.
Sözlükte vech
(yüz); muvaceheden alınmadır, Vech, bir
takım azaları kapsayan eni ve boyu olan bir organdır. Onun uzunlamasına
sının, alnın üst tarafının başlangıcı olup, çenelerin sonuna kadar devam
eder. Enine sının ise iki kulak arasıdır Bu husus, tüysüz kimse hakkında
böyledir. Sakallı kimse ise, eğer çeneleri sakalla kaplı bulunuyor ise,
sakalı ya seyrektir, yahut sıktır. Şayet sakalı seyrek olup alttan teni
görünüyor ise, suyun tene ulaştırılması kaçınılmazdır. Şayet sık ise, bu
sefer farz -tıpkı başta bulunan saçta olduğu gibi- sakala intikal etmiş olur
(yani sakalın yıkanması gerekir).
Diğer taraftan sakalın çeneden
arta kalan ve aşağı doğru sarkan bölümü ile ilgili olarak Sulınûn,
İbnü’l-Kasım'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Mâlik'e: Sen ilim ehlinden
herhangi bir kimsenin sakal yüzdendir, o bakımdan onun üzerinden su
geçilmesi gerekir, diyen bir kimse işittin mi şeklinde sorulurken, şövle
dediğini dinledim: Evet, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesi
insanlarım yapmaları gereken bir iş değildir, dedikten sonra da bunu yapanı
ayıpladı.
Yine İbnü'l-Kasım, Mâlikten
şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alan kişi, içine suyu sokmaksızın
sakalının dış tarafını hareket ettirir. Devamla: Sakal tıpkı ayak parmakları
gibidir, der.
İbn Abdilhakem der ki: Sakalın
hilallendirilmesi, abdest alırken de guslederken de vaciptir.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, -hepsi de zayıf olan- çeşitli
yollardan abdest alırken sakalını hilallediği rivâyet edilmiştir, İbn
Huveyzimendâd da rukahâ, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesinin vacib
olmadığı üzerinde ittifak ettiklerini nakletmektedir. Bundan tek istisna,
Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edilen şu
sözüdür: Kişi ne diye sakalları bitmeden önce sakalını
(bittiği yeri) yıkıyor da, bu sakalı bitti
mi orayı yakamıyor? Ve tüysüz kimse ne diye çenesini yıkıyor da sakalı olan
kimse yıkamıyor?
Tahavî der ki: Teyemmümde vacib
olan yüzde tüyün bitiminden önce tenin mesh edilmesidir. Ancak tüyün
bitiminden sonra bu, onların (fukahanın)
hepsine göre de sakıt olur Abdestte de durum böyledir.
Ebû
Ömer der ki: Kim sakalın tümünün
yıkanmasını vacib kabul ederse, sakalı da yüz gibi kabul etmiş olur. Çünkü
vech (yüz) muvaceheden alınmıştır.
Yüce Allah ise, sakallı ile sakalsız
kimse arasında herhangi bir tahsise gitmeksizin mutlak bir emir ile yüzün
(vechin) yıkanmasını emretmiş
bulunmaktadır. O halde Kur'ân'ın zahirine göre sakalın yıkanması vacib olur.
Çünkü sakal, (yüzde) tenin bedelidir.
Derim ki:
İbnül-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve ben de bu görüşteyim, demiştir.
Çünkü, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) sakalını
yıkardı. Bunu, Tirmizî ve başkaları
rivâyet etmiştir. Böylelikle Hazret-i
Peygamber, fiili ile muhtemel olan bir şeyi tayin etmiş
olmaktadır, İbnü’l-Munzir de İshâk'dan kasten sakalını hilallendirmeyi terk
edenin tekrar bunu iade edeceğini belirttiğini nakletmektedir.
Tirmizî de Osman b. Affan
(radıyallahü anh)'den rivâyet ettiğine
göre, sakalını hilallendirirdi. Tirmizî
dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.
Tirmizî,
Tahâre 23; İbn Mâce, Tabire 50;
Dârimî, Vudû' 33
Ebû
Ömer der ki: Sakalın sarkan bölümünü
yıkamayı vacib kabul etmeyen, yıkanması emrolunan asıl yerin ten olduğu
görüşündedir. Dolayısıyla ona göre, tenin üstünde zahir olanın yıkanması
vacib olmaktadır. Sakalın sarkan bölümünün altında ise, yıkanması icabeden
herhangi bir yer yoktur. Dolayısıyla, sakalın
(tenin üstünde kalan bölümünün) yıkanması ondan bedel olmaktadır.
Yine fukahâ, favoriler ile
kulak arasındaki bölümün yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Vehb, Mâlik'ten şöyle dediğini
nakletmektedir: Sakal, saçının gerisinde kalan (ve
tüy bitmeyen) çeneye kadar gelen bölüm yüzden değildir. Ebû
Ömer ise der ki: Ben, İbn
Vehb'in Mâlik'ten rivâyet ettiği görüşü
çeşitli bölgelerde yaşayan fukahâdan herhangi bir kimsenin söylediğini
bilmiyorum.
Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki; Favoriler ile kulak arasında
saç bitmeyen bölüm yüzdendir ve yıkanması vacibtir
Şâfiî ve Ahmed de buna yakın görüş
belirtmişlerdir. Saç bitmeyen bu bölümü yıkamanın müstehab olduğu da
söylenmiştir İbnü'l-Arabî der ki;
Bence sahih olan, o bölümü, sakalı olan kimse için değil de tüyü bitmemiş
kimsenin yıkamasının gerektiğidir.
Derim ki: Kadı Abdülvehhab'ın tercihi de budur. Konu ile ilgili
görüş ayrılığının sebebi ise, bu bölüm hakkında muvacehe adının verilip
verilmeyeceğinden kaynaklanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşte
bu ihtimal dolayısıyla da yine fukahâ arasında yüzün yıkanma emrinin burnun
ve ağzın iç tarafını kapsayıp kapsamadığı hususunda görüş ayrılığı vardır.
Ahmed b. Hanbel, İshâk ve onlardan
başkaları, abdestte de gusulde de bunun vacib olduğunu kabul ederler. Şu
kadar var ki, Ahmed şöyle demektedir: Abdest alırken, burnuna su çekmeyi
(istinşak) terkeden kimse, daha sonra bunu
iade eder. Fakat mazmazayı (ağzına su verip
çalkalamayı) terkeden kimse bunu iade etmez. Genel olarak fukahâ ise
şöyle demektedir: İkisi de abdestte de gusulde de birer sünnettir. Çünkü
emir, ancak zahiri kapsar, batını
(gizli ve görünmeyen bölümü kapsamaz).
Araplar ise, ancak muvaceher kapsamına giren şeyler hakkında veclı tabirini
kullanırlar. Diğer taraftan yüce Allah
bunları Kitabında zikretmiş değildir. Müslümanlar da bunları vacib
görmediler ve herkes bu hususta da ittifak etmemiştir. Farz olan bir hüküm
ise ancak bu yollardan birisi ile sabit olur. Bu kabilden açıklamalar daha
önce en-Nisa sûresinde (4/43. ayet, 17. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır. Gözlere gelince, herkes icma ile gözlerin iç tararının
yıkanmasının gerekmediğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki, Abdullah b.
Ömer'den, gözlerine hafifçe su serptiği
rivâyet edilmiştir. Bunları yıkamanın sakıt oluş sebebi ise, bundan dolayı
rahatsızlanmak ihtimali ile bu işin zor oluşudur.
İbnü'l-Arabî der ki: Bundan dolayı,
Abdullah b. Ömer görmez olduktan sonra,
gözlerini yıkardı. Zira bundan dolayı rahatsız olmazdı.
Yüz ile ilgili bu hüküm Ger)
böylece anlaşıldığına göre, herhangi bir sınırlama sözkonusu olmaksızın, yüz
ile birlikte baştan bir bölümün yıkanması kaçınılmazdır. Nitekim başın
tümünün mesh edilmesi ile birlikte belli bir miktar tayini sözkonusu
olmaksızın yüzün de küçük bir bölümünün mesh edilmesinin vacib olduğunu
kabul eden görüş de buna benzemektedir. Bu hüküm ise, usul-u fıkıhta bir
kaideyi teşkil eden: "Kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir şey
tıpkı onun gibi vacibtir" kaidesine dayanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
4-
Abdestte Niyetin Hükmü:
İlim adamlarının
Cumhûru, abdestte niyetin mutlaka
gerekli olduğu görüşündedir Çünkü Hazret-i
Peygamber:
"Ameller ancak niyetler iledir"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Bed'u Vahy 1, Îman 41, Nikâh 5, Talâk 11 v.s.,.;
Müslim, İmare 155;
Ebû Dûvûd, Talâk 11;
Tirmizî Fedail-Cihâd 16;
Nesâî, Tahare 59, Talâk 24, Eymân 19;
İbn Mâce, Zuhd 26;
Müsned I, 25, 43.
Buhârî der ki: Böylelikle îman , abdest,
namaz, zekât, hac, oruç ve diğer ahkâm da bunun
(hadisin) kapsamına girmektedir. Yüce
Allah da:
"De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder"
(el-İsra, 17/84) diye buyurmaktadır ki, bu
da niyetine göre hareket eder, demektir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
de: "Fetihten sonra hicret yoktur. Fakat, cihad ve niyet vardır" diye
buyurmuştur.
Buhârî,
Îman 41. "...Fakat cihad ve niyet vardır" hadisi ayrıca şuralarda yer
almaktadır: Buhârî, Îman 41, Sayd 10,
Cihâd 1, 27, 194, Cizye 22, Menâkıbul-Ensâr 45 Meğâzi 53;
Müslim, İmâre 85, 86;
Ebû Dâvûd, Cihâd 2;
Tirmizî, Siyer 32;
Nesâî, Bey'at 15;
Dârimî, Siyer 69;
Müsned, I, 226, 266..., III, 32, 401, V,
187, VI, 137
Sâfiîlerden pek çok kişi ise
niyete gerek yoktur, demektedir. Bu, Hanefîlerin de görüşüdür. Derler ki:
Niyet, ancak bizatihi maksat olarak gözetilen ve başkalarına sebep teşkil
etmeyen farzlarda vacibtir. Bir diğer fiilin sahih olması için şart olan
amellere gelince, o fiili emreden âyet ile birlikte bir başka delalet
olmadığı sürece, bizzat emrin kendisi ile o işte niyet icâbetmez. Tahâret
ise şarttır Üzerinde namazın farz olmadığı bir kimseye taharet farzı da
vacib değildir. Ay hali ve lohusa olan kadın gibi.
Bizim
(mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ile, kimi
Şâfiîler ise,
yüce Allah'ın:
"Namaza kalkacağınız zaman yüklerinizi... yıkayın"
âyetini delil
göstermişlerdir. Yıkama fiili vacib olduğuna göre, o Fiilin sahih olabilmesi
için niyet de şart olur. Çünkü yüce Allah
tarafından farz kılmak, Allah'ın emrettiği işin yapılmasını icabettirir.
Buna göre bizler: Bunun için niyet vacib değildir diyecek olursak,
yüce Allah'ın emrettiğini yapmak için
bir maksat taşımanın onun için vacib olmadığını söylemiş oluruz. Bilindiği
gibi serinlemek veya herhangi bir maksat
için gusleden bir kimse, o vacibi eda etme maksadını gözetmiş değildir.
Hadiste de abdestin (küçük günahlar için)
keffaret teşkil ettiği sahih olarak sabit olmuştur. Eğer abdest, niyetsiz
olarak sahih olur denilecek olursa, günahlara keffaret olmaz. Diğer taraftan
yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar ve hanifler
olarak ibadet etmelerinden... başkasıyla emr olunmadılar."
(el-Beyyine, 98/5)
5-
Niyetin Takdim Ve Tehir Edilmesi:
İbnü'l-Arabî der ki: Kimi ilim adamımız şöyle demektedir: Bir
kimse gusletmek niyetiyle nehre gitmek üzere çıkarsa bu onun için yeterli
olur. Şayet yolda iken niyeti kaybolacak
(hatırından gidecek olursa) -ve eğer hamama gitmek için de yola
çıkar, yolda da niyeti kaybolacak olursa- niyeti batıl olur. Kadı Ebû Bekr
b. el-Arabî -Allah ondan razı olsun- der ki: Sıradan müftü geçinen kimseler,
buna dayanarak şöyle demişlerdir: Namaz için niyet, bu konudaki her iki
görüşe göre de uygun düşebilir. Ayrıca onlar, bu hususta zan ile yakin
arasında herhangi bir fark gözetemeyenlerden bir nass da irad etmişler ve
bunun şöyle dediğini nakletmişlerdir: Namazda niyetin tekbirden önce olması
caizdir. Müftü ve müctehid olmak isteyip de Allah'ın başarı ihsan etmediği
ve doğruya iletmediği böyle bir topluluğun Allah yardımcıları olsun, onların
yaptıklarını herkes görüp de ibret alsın. Şunu bilin ki, -Allah'ın rahmeti
üzerinize olsun- abdestte niyetin vacib olduğu hususunda ilim adamları
arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hususta Mâlik'in görüşü de farklı farklı
gelmiştir. Bu konuda ittifak sözkonusu olmadığından dolayı, bazı yerlerde
niyetin öne alınmasında müsamaha gösterilmiştir. Namaz hususunda ise,
İmâmlardan herhangi bir kimsenin görüş ayrılığı yoktur. Ve namaz,' bizzat
maksat olarak gözetilen aslî bir ibadettir. Üzerinde ittifak edilmiş maksat
olarak gözetilen aslî bir husus, nasıl hakkında görüş ayrılığı bulunan ve
asıl olmayıp tabi olan fer'î bir hususa hamledilerek aynı hükme tabi kabul
edilebilir? Bu, aşırı ahmaklıktan başka bir şey olabilir mi? Oruca gelince,
şeriat, oruç hakkında başlama vakti, gafil olunan
(uykuda bulunulabilen) bir zaman olduğundan dolayı, niyetin başlama
vaktinden öne alınmasını kabul etmekle bu husustaki zorluğu gidermiş
olmaktadır.
6-
Ellerin Yıkanması:
Yüce Allah'ın:
"Ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın"
âyeti ile ilgili olarak, dirseklerin yıkanacak sınırlar içerisinde olup
olmadığı hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, evet
dahildir demektedir. Çünkü:... e, a kadar" edatından sonra gelen, eğer
kendisinden öncekinin türünden ise kapsamına girer. Bunu
Sîbeveyh ve başkaları söylemiştir. Bu
husustaki açıklamalar, geniş bir şekilde açıklanmış olarak, el-Bakara
sûresinde (2/187. ayet 18. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Dirseklerin yıkamanın kapsamına girmediği de söylenmiştir Bu
husustaki her iki rivâyet de Mâlik'ten rivâyet edilmiştir.
İkincisi, Eşheb'e ait bir rivâyettir. İlim
adamlarının çoğunluğu ise birinci rivâyeti kabul etmiştir, sahih olan da
budur. Çünkü, Dârakutnî'nin Hazret-i
Cabir'den rivâyetine göre, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) abdest
aldığında, suyu dirsekleri üzerinde gezdirirdi.
Dârakutnî,
1, 83.
Bazı âlimler de şöyle
demişlerdir: "...... a kadar", "birlikte : beraber" anlamındadır. Nitekim,
Arapların: Küçük deve sürüsü küçük deve sürüsüne katılırsa, büyük bir sürü
olur" demesine benzer. Yani, küçük sürü,
küçük sürü ile beraber... demektir.
Ancak, daha önce en-Nisa
sûresinde (4/2. âyet, 4, başlıkta)
açıkladığımız gibi, buna gerek yoktur. Çünkü, Araplara göre "el" tabiri ile
parmak uçlarından kola kadar olan bölüm kastedilir. Yine "ayak" ile,
parmaklardan baldırın dibine kadar olan bölüm kastedilir. O halde, dirsekler
de "el" isminin kapsamı içerisine girmektedir. O bakımdan, şayet âyetin
anlamı "dirseklerele beraber" şeklinde olsaydı, ayrıca bunun ifade ettiği
bir mana olmazdı. Burada yüce Allah;...
a kadar" diye buyurduğuna göre, yıkamanın sınırı olarak dirsekler tesbit
edilmiş olmakta ve böylelikle dirseklerden tırnaklara kadar olan bölümün
yıkanması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu, doğru ve yerinde bir sözdür, hem
lügat hem de anlam itibari ile usule uygundur.
İbnül-Arabî der ki: Bu
meselenin kesişme noktasını, kadı Ebû Muhammed'den başka kimse anlamadı. O,
şöyle demiştir: "Dirseklere kadar" âyeti ellerden yıkanmaksızın bırakılacak
sınırı ifade etmektedir. Yoksa, onların yıkanacak olan sınırını değil İşte
bundan dolayı dirsekler yıkamanın kapsamına girer.
Derim ki:
Sözlükte el ve ayak kelimeleri, bizim dediğimiz yerleri de kapsadığından
dolayı, Ebû Hüreyre abdest alırken,
ellerini yıkarken koltuk altlarına kadar ve ayaklarını yıkarken de
bacaklarını da yıkar ve şöyle derdi: Ben, dostum
(sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Mü’minin
(kıyâmetle) süsü, abdestin ulaştığı yere
kadar ulaşır" derken dinledim.
Müslim,
Tahâre 40; Nesâî, Tahâre 110;
Müsned, II, 232, 371.
Kâdı Iyâd
ise der ki: Fakat insanlar, bundan farklı bir husus üzerinde icma etmişler
ve abdestin sınırlarını aşmaması gerektiğini kabul etmişlerdir. Çünkü
Hazret-i Peygamber:
"Kim bundan fazlasını yaparsa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur"
Nesâî,
Tahâre 105; İbn Mâce, Tahâre 48.
diye buyurmuştur.
Ondan başkaları ise şöyle
demiştir: Bu şekildeki bir uygulama, onun (Ebû
Hüreyre'nin) bir mezhebi
(görüşü) idi ve bu onun tek başına kabul
ettiği görüşlerden birisidir. Diğer taraftan o, bu uygulamayı
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den nakletmeyip, bunu
Hazret-i Peygamberin:
"Sizler abdest dolayısıyla yüzleri, elleri ve ayakları nurlandırılacak olan
kimselersiniz"
Müslim,
Tahâre 34'de bu lâfızla; yakın manalarda:
Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, 35-39;
Tirmizî, Cumua 74;
Nesâî, Tahâre 110;
İbn Mâce, Tahâre 6 v.s.
hadisi ile kendisinin de zikrettiği gibi:
"Kıyâmet gününde mü’minin süsü... ulaşır"
hadisinden istinbat etmiştir.
7-
Başlara Mesh Etmek:
Yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin"
âyetine gelince, en-Nisa sûresinde
(4/43- ayet, 43. başlıkta) meshin müşterek
bir lâfız olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Baş" İse,
insanların zorunlu olarak bildiği ve yüzün de bir bölümünü teşkil ettiği
organın tümünden ibarettir. Yüce Allah,
abdestte onu zikredip yüzün ise muayyen olarak yıkanacağım belirttiğine
göre, başın geri kalan bölümü de mesh için kalmaktadır.
Eğer
(yüzün) yıkanacağını sözkonusu etmemiş olsaydı, başın tamamını mesh
etmek gerekirdi. Başın üzerinde saç bulunan bölümü de, göz, burun ve ağzın
bulunduğu (yüz) bölümü de
(mesh edilecekti).
Mâlik, başın meshinin vücubu hususunda bizim zikrettiğimiz bu noktaya
da işaret etmiştir. Kendisine, abdest alırken başının bir bölümünü mesh
etmeyi terkeden kimse hakkında soru sorulunca, o şu cevabı vermiştir: Ne
dersin, eğer yüzünün bir bölümünü yıkamayı terketmiş olsaydı, bu o kimse
için yeterli olur muydu?
İşte, bizim zikretmiş olduğumuz
bu husus ile, kulakların baştan sayıldıkları ve onların da başın hükmünü
aldıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Ve bu şu sözü söyleyen Zührî'nin
kanaatine muhaliftir: Kulaklar yüzdendir ve yüzle beraber yıkanırlar. Yine
şu sözleri söyleyen Şabî'nin kanaatine de muhaliftir; Kulakların karşıdan
görünen bölümleri yüzdendir, arkalan ise baştandır. Aynı zamanda bu,
el-Hasen ve İshâk’ın da görüşüdür, bunu
İbn Ebi Hüreyre de Şâfiî'den
nakletmiştir. İleride (el-Hasen ve İshâkın)
bu husustaki delilleri gelecektir.
Başa, baş
(Re's) denilmesinin sebebi, yüksekliği ve
onda saçın bitmesi dolayısıyladır. Dağ başı
(radıyallahü anh'sü'l-Cebel) da burdan gelmektedir. Bizim "baş, bir
takım organların tümünün adıdır" dememizin sebebi ise, Şairin şu beyiti
(nde dile getirdiği anlam) dolayısıyladır:
"Onlar başımı yüklenip
götürdüklerinde -ki, başta benim çoğunluğum vardır-
Kavuşma yeri geçilip sonra da
beni götürseler..."
8-
Baştan Mesh Edilmesi Gereken Miktar:
Baştan meshedilecek miktarın
tayini hususunda ilim adamlarının onbir ayrı görüşü vardır. Bunların üçü
Ebû Hanîfeye, ikisi
Şâfiî'ye, altısı da bizim
(mezhebimize mensub) ilim adamlarımıza
aittir. Bunlardan sahih olan ise yalnızca bir tanedir. O da belirttiğimiz
gerekçeler dolayısıyla genelinin meshedilmesinin vacib olduğudur İlim
adamları icma ile başını tamamen meslı edenin güzel bir iş yaptığını ve
yapması gerekeni de ifa etmiş olacağını kabul etmişlerdir.
"Başlarınıza"
âyetinin başındaki
"be" harfi zaiddir Teblz (kısmilik
bildirmek) için değildir. Manası; Başlarınızı mesnediniz şeklindedir.
Şöyle de denilmiştir: Bu harfin
burada gelmesi, yüce Allah'ın:
"Yüzlerinizi... meshediniz"
(en-Nisa, 4/43) âyetinde teyemmüm ile
ilgili olarak yer alması gibidir. Eğer, bu harfin ifade ettiği anlam,
kısmîlik olsaydı, burada da bu kısmîlik anlamını ifade etmesi gerekirdi. Ve
bu(radıyallahü anhda) kısmîlik ifade
etmediği kesindir.
Şöyle de denilmiştir: Bu harfin
gelmesi, güzel bir mana ifade etmek içindir. O da şudur: Sözlükte yıkamak,
kendisiyle yıkanılan bir şeyi de gerektirir. Meshetmek ise, sözlükte
kendisiyle mesh olunan bir şeyi gerektirmez. Buna göre, eğer
("be" harfi olmaksızın): "Başlarınıza mesh
ediniz" demiş olsaydı, el ile (eli)
herhangi bir şey ile ıslatmaksızın başın üzerinde gezdirmek yeterli
olacaktı. Bu harfin burada gelmesi, kendisiyle mesh olunacak şeyi İfade
etmek içindir, o da sudur. Sanki; Ve su ile başlarınıza mesh edin buyurulmuş
gibidir. Bu da lügatte, iki şekilde açıklanabilecek fasih bir söyleyiştir Ya
Sîbeveyhin naklettiği şu beyit gibi kalb
yoluyla bir söyleyiştin
"Dudakları ak bir güvercinin,
tüylerinin yanlarını andırmaktadır.
Diş etlerini ise sanki sürme
tozuna sürmüş gibidir."
Sürme tozu ile mesh olunan, diş
etleri olmakla birlikte (şair burada) bunu
kalb ederek söylemiştir.
Yahut da bu âyet, fiilde
ortaklık ve nisbetinde eşitlik olmak üzere "be"
ile kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi;
"Onlar, geceleyin
(kötülük yapmak için) yürürken salınan
kirpileri
andırırlar ki, kötülükleri
Necran'a kadar ulaşmıştır; hatta Hecer'e.
"Be"
harfinin anlamı ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri bunlardır.
Şâfiî ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin"
âyetinin, başın bir bölümü ile başın tamamını mesh ediniz anlamlarına gelme
ihtimali vardır. Sünnet de bunun bir bölümünü mesh etmenin yeterli olduğuna
delalet etmiştir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) başının üst
tarafım mesh etmiştir. Bir başka yerde de şöyle demektedir: Denilse ki,
teyemmüm ile ilgili olarak yüce Allah:
"Yüzlerinizi mesnedin"
diye buyurmaktadır. Peki, teyemmümde yüzün bir
bölümünü meshetmek yeterli olur mu? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir:
Teyemmümde yüzün mesh edilmesi, yüzün yıkanmasından bedeldir, O bakımdan
yüzün yıkanması gereken yerlerinin tamamının mesh edilmesi kaçınılmaz bir
şeydir. Başın meshedilmesi ise (bedel değil)
bir asıldır. İşte aralarındaki fark budur.
Bizim ilim adamlarımız
İse, hadis ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap vermişlerdir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir mazeret dolayısıyla bunu yapmış
olabilir. Özellikle onun bu uygulaması, sefer esnasında olmuştur. Sefer ise,
birtakım mazeretlerin bulunması muhtemel olan bir haldir. Acele ve kısadan
kestirip atma zamanıdır. Birtakım meşakkatler ve tehlikeler dolayısıyla bir
çok farizalar hazfedilir. Diğer taraftan
Hazret-i Peygamber, sarığının üzerine meshetmedikçe, başının üst
tarafına meshetmekle yetinmemiştir. Bunu da
Müslim, Muğire b. Şu'be yoluyla rivâyet ettiği hadiste
zikretmektedir.
Müslim, Tahâre 81;
Müsned, IV, 244, 248, 250, 251
Eğer başın tamamını meshetmek vacib olmasaydı, sangının üzerine ayrıca mesh
etmezdi.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
9- Başa
Kaç Kere Mesh Verilir:
İlim adamlarının
Cumhûruna göre, tam ve kapsamlı tek
bir defa mesh etmek yeterli olur. Şâfiî
ise der ki: Abdest alan kişi, başını üç defa mesh eder. Enes ile
Saîd b. Cübeyr ve
Atâ'dan böylece rivâyet edilmiştir. İbn
Sîrin ise, başını iki defa mesh ederdi. Ebû
Dâvûd der ki: Hazret-i Osman yoluyla gelen bütün sahih hadisler,
başın bir defa meshedileceğine delalet etmektedir, Çünkü onlar, abdestin
(diğer organların yıkanmasının) üç defa
tekrarlanacağından söz etmekle birlikte, bu rivâyetlerde: "Ve başına
mesnetti" demekte ve herhangi bir sayı da zikretmemektedirler.
Ebû Dâvûd
Tahâre 51, hadis no: 108.
10-
Meshin Keyfiyeti ve Başlama Yeri;
Başının meshedilmeye
nereden başlanacağı hususunda (fukahâ)
farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der
ki: Başının ön tarafından meshetmeye başlar, sonra da ellerini başının arka
tarafına doğru götürür, daha sonra ön tarafına tekrar geri getirir. Tıpkı,
Müslim'in rivâyet ettiği, Abdullah b.
Zeyd yoluyla gelen hadiste olduğu gibi.
Buhârî,
Vudû' 39, 42, 46; Müslim, Tahâre 18;
Tirmizİ, Tahâre 24; Nesâî, Tahâre 11;
Müsned, IV, 39.
Şâfiî ve İbn Hanbel de bu görüştedir.
el-Hasen b. Hayy ise şöyle derdi: Muavviz b. Afra’nın kızı
er-Rubeyyi'in rivâyet ettiği hadise göre de başının arka tarafından başlar.
Ancak bu, lâfızlarında ihtilaf bulunan bir hadistir ve bütün yollarıyla
Abdullah b. Muhammed b. Akil'den gelmektedir. Hadis âlimlerine göre ise,
kuvvetli bir hafız (belleyip) değildir. Bu
hadisi, Ebû Dâvûd, Bişr b.
el-Mufaddal'dan, o, Abdullah'tan, o, er-Rubeyyî yoluyla rivâyet etmiştir.
İbn Adan da ondan (Abdullah b. Muhammed b.
Akil'den) o da er-Rubeyyi'den şunu rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bizim yanımızda, abdest aldı. Başının
tümünü, saçın bütün bitim yerlerinden itibaren dört bir yanından mesh etti.
Ancak, saçın üzerinde bulunduğu halini değiştirmedi.
Bu nitelikte bir abdest
alma şekli, İbn Ömer'den de rivâyet
edilmiş olup, bunda başının arka tarafından meshe başladığı da
belirtilmektedir.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 51, 128 ve 129 no'ltı hadisler-, ayrıca bk.
Tirmizî, Tahâre 25, 26;
İbn Mâce, Tahâre 52.
Bu hususta en sahih rivâyet,
Abdullah b. Zeyd'in rivâyetidir. Başın bir bölümünün meshini câiz kabul eden
herkes, başın meshedilecek bölümünün ön tarafı olduğu görüşündedir. İbrahim
ile en-Nehaî'den şöyle dedikleri rivâyet
edilmiştir Başının hangi tarafını meshedersen bu senin için yeterli olur.
İbn Ömer ise, başın sadece tepe
(bıngıldak) bölümünü meshetmekle
yetinmiştir.
Her iki elle bir arada mesh
etmenin müstalısen olduğu hususu üzerinde de tek bir elle meshin de yeterli
olduğu üzerinde de icma vardır.
Bununla birlikte başın
meshedilmesini gördüğü bölümünü mesh edinceye kadar tek bir parmakla
mesheden kimse hakkında ise farklı görüşler vardır. Meşhur olan kanaate göre
bunun yeterli olduğudur. Bu, Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür. Süfyan der ki:
Başım tek bir parmak ile mesh edecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir.
Bunun yeterli olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu, mesh sünnetinin dışına bir
çıkıştır, sanki bir oyun gibidir. Ancak, böyle bir şey hastalık zarureti
dolayısıyla yapılacak olursa, bunun yeterli geleceği hususunda ihtilaf
olmamalıdır.
Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed
derler ki: Üç parmaktan daha az parmakla başın meshedilmesi yeterli
değildir.
Birinci defa meshetmenin Kur'ân nassı ile farz olduğu icma ile kabul
edilmekle birlikte; ellerin başın saçları üzerinde geri getirilmesinin, farz
mı, sünnet mi, olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır.
Cumhûr, bunun sünnet olduğu
görüşündedir, farz olduğu da söylenmiştir.
11-
Başını Meskedecek Yerde Yıkarsa:
Abdest alan bir kimsenin,
başını meshedecek yerde yıkaması, (hususu ile
ilgili olarak) İbnü’l-Arabi şöyle demektedir: Bunun, o kimse için
yeterli olacağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak, İmâm
Fahru'l-İslâm eş-Şâşi, bize ders verdiğinde kendi mezheb âlimlerinden
Ebû'l-Abbas b. el-Kâss'ın bunun yeterli olmayacağını söylediğini bize haber
verdi. Ancak bu, yüce Allah'ın şu
âyetinde yermiş olduğu ve şeriatı iptal eden zahire tabi olmak kabilinden
fasid Dâvudî (Zahiriye) mezhebinden bir
aşırılıktan başka birşey değildir;
"Onlar, ancak dünya hayatının zahir kısmını bilirler"
(er-Rûm, 30/7);
"Yahut sözün zahirine göremi. "
(er-Ra'd, 13/33)
Yoksa, bu şekilde başını yıkayan bir kimse, emr olunduğu şeyi fazlasıyla
yapmış olmaktadır.
Denilse ki; Bu, kendisi ile
ibadet olunan lâfzın kapsamı dışına çıkmış bir fazlalıktır O zaman şöyle
deriz: Ancak, fiilin mahalline ulaştırılması hususunda ifade ettiği anlamın
dışına çıkmamıştır. Aynı şekilde bir kimse, önce başını meshetse, sonra da
başını tıraş edecek olsa, meshini iade etmekle mükellef değildir.
12-
Başta Bulunan Diğer Organların Meshi:
Mâlik, Ahmed, es-Sevrî,
Ebû Hanîfe ve diğerlerine göre, kulaklar
başın kapsamı içerisindedirler. Ancak, bunlar için ayrıca su almak hususunda
farklı görüşleri vardır. Mâlik ve Ahmed
der ki: Başını mesh ettiği sudan ayrı olarak kulakları için yeni bir su
alır. İbn Ömer'in yaptığı gibi.
Şâfiî de suyun yenilenmesi hususunda
böyle demiştir. Ayrıca der ki: Kulakların meshedilmesi, başlı başına bir
sünnettir. Kulaklar, yüzden de değildir, baştan da değildir. Çünkü, ilim
adamları, hacc sırasında kulaklar üzerinde bulunan saçı kestirmiyeceğini
ittifakla kabul etmişlerdir. Ebû Sevrin bu husustaki görüşü
Şâfiî'ninki gibidir.
es-Sevrî ile Ebû Hanîfe der ki:
Kulaklar, baş ile birlikte mesh olunurlar. Seleften bir topluluktan, ashâb
ve tabiinden bu görüşün bir benzeri de rivâyet edilmiştir. Dâvud
(ez-Zahirî)
der ki: Kulaklarını meshedecek olursa, iyi bir şeydir, Meshetmezse de birşey
gerekmez. Çünkü kulaklar Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmiş değillerdir. Ona
şöyle denilir: -Önceden de açıkladığımız gibi- baş, zaten onları İhtiva
etmektedir.
Ayrıca,
Nesâî, Ebû
Dâvûd ve diğerlerinin kitaplarında sahih hadislerde
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kulaklarının dış taraflarını da İç
taraflarını da meshettiğini, parmaklarını kulaklarının deliklerine soktuğunu
göstermektedir.
Ebû Dâvûd, Tahflre
51; ayrıca bk. Nesâî, Tahâre 84, 85.
Kulakların Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmemiş olması, onların mesh edilmesinin,
yüz ve ellerin yıkanması gibi bir farz olmadıklarına delalet etmektedir.
Mesh edilmeleri ise sünnet ile sabit olmuştur.
İlim ehli, abdest alan bir
kimsenin kulaklarını meshetmeyi terketmesini mekruh görürler ve böyle bir
şeyi yapan bir kimsenin Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
sünnetlerinden birisini terkettiği görüşündedirler. Bununla birlikte -İshâk
dışında- kulaklarına meshi iadeyi de vacib görmezler. İshâk ise der ki: Eğer
kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa, (bu
abdesti) onun için yeterli olmaz. Ahmed der ki: Kasten kulaklarını
meshetmeyi terkedecek olursa (abdestini)
tekrar iade etmesini müstehab görürüm.
Mâlikin arkadaşlarından Ali b. Ziyad'dan da şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Kim kasti olarak abdeşt yahut namaz sünnetlerinden birisini
terkedecek olursa iade eder. Ancak fukahâya göre bu, zayıf bir görüştür.
Böyle bir görüşü, geçmiş âlimlerden (seleften)
söyleyen bir kimse olmadığı gibi, bunun kıyas bakımından
(aklî açıdan) kabul edilecek bir tarafı da
yoktur. Durum böyle olsaydı, farz ve vacib olan bir şey diğerinden ayırt
edilemezdi.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
Kulakların yüzden olduğunu
kabul edenler, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secde
ettiği esnada söylediği sabit olan şu duasını delil gösterirler:
Yüzüm, kendisini yaratan,
ona suret veren, ona işitmek için kulaklar ve görmek için gözler bahşedene
secde ediyor."
Müslim,
Salatul-Müsafirin 201; Ebû Dâvûd, Salât
119; Tirmizî, Cumua 55, Deavüt 33;
Nesâî, Tatbik 67-70;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 70.
Görüldüğü
gibi burada Hazret-i Peygamber,
işitmeyi yüze izafe etmiştir. Böylelikle onların da yüzün hükmünü almaları
gerektiği sabit olmaktadır.
Ebû Dâvûd'un
Mûsannef inde (Sünen'inde) Hazret-i Osman
yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: Böylelikle o, kulakların iç ve
dış tarafını bir defa mesh etti, sonra ayaklarını yıkadı, sonra şöyle dedi;
Abdest hakkında soru soranlar nerede? İşte ben,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ı bu şekilde abdest alırken gördüm.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 51; Hadis kaynaklarında pekçok yerde geçen bu hadisin geçtiği yerler
için bk. el-Mu'cemut Mufehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, VI, 236.
Kulaklarının dış taraflarını
yüz ile birlikte yıkar; iç taraflarını da baş ile birlikte mesheder,
diyenler de yüce Allah'ın yüzü
yıkamayı, başı da mesh etmeyi emrettiğini delil gösterirler. Buna göre,
kulaklardan sana karşı görünenin yıkanması gerekir, çünkü o yüzdendir, sana
karşı görünmeyenin de meshedilmesi icabeder Çünkü o baştandır.
Ancak,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ali, Hazret-i Osman,
İbn Abbâs, er-Rubeyyi' ve diğerleri
yoluyla rivâyet edilen hadislerde kulaklarının iç ve dış taraflarını
meshettiğini belirten rivâyetler bunu reddetmektedir.
Kulaklar baştandır,
diyenler de Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
es-Sunabihî yoluyla gelen hadisteki şu sözünü delil gösterirler;
"Başını mesh ettiği takdirde günahlar başından -hatta
kulaklarından çıkıncaya kadar- çıkar." Bu
hadisi de Mâlik rivâyet etmiştir.
Nesâî,
Tahâre 85; İbn Mâce, Tahâre;
Muvatta’'; Tahâre 30, 31.
13-
Ayaklar:
Yüce Allah'ın:
"Ayaklarınızı da"
âyetini Nafi', İbn Âmir ve
el-Kisâî "lâm"
harfini nasb ile; şeklinde okumuşlardır. el-Velid b.
Müslim de Nafi'den bunu: şeklinde
"lâm" harfini ötreli olarak okuduğunu
rivâyet etmektedir. Bu aynı zamanda el-Hasen
ve el-A'meş Süleyman'ın da kıraatidir.
İbn Kesîr,
Ebû Amr ve Hamza ise, bu kelimeyi
"lâm" harfini esreli olarak; şeklinde
okumuşlardır. İşte ashâb ve tabiin de bu kıraatteki farklılığa göre farklı
görüşlere sahiptirler. Bu. kelimenin "lâm"
harfini üstün okuyan, bunda âmilin Yıkayın" âyeti olduğunu kabul etmiş ve
ayaklar hakkında farz olan şeyin mesh değil de yıkamak olduğunu
belirtmişlerdir.
Cumhûrun
ve ilim adamlarının büyük çoğunluğunun görüşü budur.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasından sabit olan da budur.
Birden çok Hadîs-i şerîfte, onun
söylediğinden de anlaşılması gereken budur. Nitekim
Hazret-i Peygamber, topuklarını
yıkamadıkları belli olan abdest almış bir topluluğu görünce, sesini
çıkarabildiği kadar: "Ateşten çekeceklerinden dolayı topukların vay haline!
Abdestinizi iyice alınız" diye yüksek sesle bağırmıştır.
Buhârî,
İlim 3, Vudû 27; Müslim, Tahâre 25-30;
Ebû Dâvûd, Tahâre 46;
Tirmizî, Tahâre 31;
Nesâî, Tahâre 89;
İbn Mâce, Tahâre 55;
Muvatta’'', Tahâre 5;
Müsned II, 193.
Diğer taraftan yüce Allah, ayakların
sınırlarını da tıpkı ellerde: "Dirseklere kadar" diye buyurduğu gibi,
ayaklar hakkında da: "Her iki topuğunuza kadar" diyerek belirtmiştir. İşte
bu, onların yıkanmalarının vacib olduğuna bir delildir.
Bu kelimenin
"lâm" harfini esreli okuyan kimse ise,
bundaki âmili "başlarınıza" kelimesinin başında gelen
"be" harfi kabul etmiştir
İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamları
ayakların yıkanmasının vücubunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ben,
müslümanların takilılerinden Taberî ile
onların dışında Rafızilerden başka bunu reddeden kimse bilmiyorum.
Taberî de delil olarak bu
"lâm" harfinin esreli kıraatine
yapışmıştır.
Derim ki: İbn Abbâs'tan ise:
Abdest, iki yıkama ve iki meshdir dediği rivâyet edilmiştir. Yine
el-Haccâc'ın, Ehvâzda hutbe irad edip abdesti söz konusu ederken şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayınız.
Başlarınıza mesnediniz. Ayaklarınızı da
(yıkayınız"). Çünkü Âdemoğlunun ayaklarından daha çok kirlenme
ihtimali yüksek herhangi bir uzvu yoktur. O bakımdan ayaklarınızın iç
tarafını, üstlerini ve topuklarım yıkayınız. Enes b.
Mâlik bunu işitince şöyle dedi: Allah
doğru söylemiştir. Haccac ise yalan söylemiştir.
Yüce Allah ise: Başlarınıza mcshcdin.
Ayaklarınızı da (mesh edin)" diye
buyurmuştur Bu olayı rivâyet eden der ki: (Enes b.
Mâlik) ayaklarını mesh ettiğinde onları ıslatırdı. Yine Enes'den
şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Kur'ân mesh ile nâzil olmuş, sünnet ise
yıkamayı emretmekle varid olmuştur.
İkrime de ayaklarını mesh eder ve şöyle dermiş: Ayaklar hakkında
yıkama söz konusu değildir. Onlar hakkında mesh nâzil olmuştur. Âmir
en-Nehaî de der ki: Cibril meshi
indirmiştir. Nitekim teyemmümde de yıkanması emr edilmiş organların mesh
edilmesi istenmekte, mesh edilmesi emredilmiş olanlar ise bağışlanmaktadır.
Katade de der ki: Allah, iki tane yıkama
ve iki tane meshi farz kılmıştır.
İbn Cerir et-Taberî, ayaklar
hakkında farz olanın, yıkamak ile mesh etmekten birisi arasında muhayyerlik
olduğu görüşündedir. Ve bu husustaki iki kıraati iki ayrı rivâyet gibi
değerlendirmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu
hususta söylenenlerin en güzellerinden birisi de şudur: Hem mesh hem de
yıkamak birarada vacibtir. "Ayaklarınız" anlamına gelen kelimenin
"lâm" harfini esreli okuyanların kıraatine
göre mesh vacibtir, onu üstün okuyanların kıraatine göre ise yıkamak
vacibtir Bu iki kıraat ise iki ayrı âyet durumundadır.
İbn Atiyye der ki: "Lâm" harfini
esreli okuyanlardan kimisi, ayaklar hakkında mesh etmenin onları yıkamak
anlamında olduğu görüşündedir.
Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü imeslıtI lâfzı müşterek bir
lâfızdır. Hem "mesh" anlamında kullanılır, hem de "yıkamak" anlamında
kullanılır, el-Herevî der ki: Bize
el-Ezherî haber verdi. Bize, Ebû Bekr b.
Muhammed b. Osman b. Said ed-Dârî haber verdi. Ebû Bekr, Ebû Hatîm'den, o,
Ebû Zeyd el-Ensarî'den şöyle dediğini nakletti: Arapçada mesh, hem yıkamak,
hem de meshetmek anlamına gelir. İşte bundan dolayı, abdest alıp da
azalarını yıkayan kimse hakkında; "Temessüh etti" denilir. Yine
yüce Allah seni günahlarından
arındırsın ve yıkayıp temizlesin anlamında "mesh" kelimesi kullanılarak;
denilir.
Araplardan nakil yoluyla meshin
yıkamak anlamına geldiği de sabit olduğuna göre, buradaki
"lâm" harfinin esreli okunuşu ile kast
edilen yıkamaktır, diyenlerin görüşleri tercihe değer olur, ağırlık kazanır.
Bu tercih ise, mesh ve yıkama ihtimaline gelmeyen nasb kıraati sebebiyle ve
yıkamayı tesbit eden hadislerin çokluğu ile, hadis İmâmlarının rivâyet
ettiği, sayılamayacak kadar çok sahih haberlerde ayakları yıkamayı terk
edenlere yapılan tehditlerle daha da ağırlık kazanır.
Diğer taraftan baş hakkında
mesh, ayaklardan önce mef'ûl olmak üzere yıkanan şeyler
(eller ve ayaklar) arasına girmek suretiyle
sırasını beyan etmek için girmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur:
Sizler yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar
ayaklarınızı yıkayınız, başlarınıza da mesh ediniz. Baş ayaklardan önce bir
mef'ûl olduğuna göre, tilavette de onlardan öne gelmiştir. -Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır-. Yoksa baş, ayaklardan önce zikredildiği için abdestin
sıfatı hususunda ayaklar onunla ortak özellikte olduklarından dolayı
değildir.
Âsım b. Küleyb, Ebû Abdurrahman es-Sülemi'den
şöyle dediğini rivâyet e-der: Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin -Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun- bana: diye (ayaklarınızı
da mesnedin anlamına gelecek şekilde lâm harfini esreli olarak)
okudular. Bu sırada davacılar arasında hüküm vereh
Ali
(radıyallahü anh) bunu işitti ve: Ayaklarınızı da
(yıkayın anlamına gelecek şekilde "lâm" harfini
üstün olarak) diye düzeltti. İşte bu,
(âmili itibariyle) mukaddem olan, söz ve söylenişi İtibari ile
mualıher olan türdendir.
Ebû İshâk, el-Haris'ten, o,
Ali"(radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Ayakları topuklara kadar yıkayınız. İbn Mes'ûd ile
İbn Abbâs'tan da bu kelimenin "lâm"
harfini nasb ile; Ayaklarınızı da (yıkayın),
şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir.
"Ayaklar"
anlamındaki kelimenin "lân harfinin esreli
okunuşu, ayakların kayıtlı olarak mesh edileceklerini belirtmek için
gelmiştir. Bu kayıt da ayakların mestli olmaları halidir. Biz bu kaydı,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan öğrenmiş bulunuyoruz. Zira,
ayaklarında mest bulunmaksızın ayaklarını meshettiğine dair sahih bir
rivâyet gelmiş değildir. Böylelikle
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
fiili ile hangi durumda ayağın yıkanacağını, hangi durumda da mesh
edileceğini belirtmiş olmaktadır, da denilmiştir. Bu da güzel bir
açıklamadır.
Denilse ki: Mestler üzerine
mesh etmek el-Mâide sûresi ile (bu âyet-i
kerimedeki bu kelimenin esreli okunuşu ile) nesh edilmiştir. Nitekim
İbn Abbâs böyle demiş,
Ebû Hüreyre ve
Âişe neshi reddetmiş,
Mâlik de pndan gelen bir rivâyete göre
onu reddetmiştir. Şöyle cevap verilir. Bir şeyi bir kimse reddeder, ondan
bir başkası da kabul ederse, reddedenin delili yok demektir Mestler üzerine
mesh edileceğini ise, ashâbtan ve başkalarından pek çok sayıda kimse kabul
etmiştir.
el-Hasen
der ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından
yetmiş kişi, mestler üzerine mesh ettiklerini bana nakletmişterdir.
Hemmam'dan sahih nakil ile sabit olduğuna göre o şöyle demiştir Cerir, önce
küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim
en-Nehaî der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da önce küçük abdestini bozdu, sonra
abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim
en-Nehaî devamla der ki: Bu hadis,
(ilim adamlarının) hoşlarına giderdi. Çünkü
Cerir'in İslama girmesi, el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra olmuştu.
Hadis ve devamı için bk.
Buhârî, Salât 25; Müslim, Tahâre
72; Ebû Dâvûd, Tahâre 60;
Tirmizî, Tahâre 70;
Nesâî, Tahâre 96;
İbn Mâce, Tahâre 84.
Bu ise karşı görüşü sallallahü aleyhi ve sellemunup da el-Vakidînin,
Abdulhamid b. Cafer'den, onun babasından, Cerir'in Ramazan ayının onaltıncı
gününde İslama girdiğini ve el-Mâide sûresinin İse Zülhicce ayında, arefe
gününde nâzil olduğu şeklinde varid olan ve delil diye gösterdikleri bu
rivâyeti reddeden açık bir nasstır. Çünkü onların naklettikleri bu rivâyet,
oldukça vâhî (gevşek ve sağlam olmayan) bir
rivâyet olduğundan dolayı sabit olamayan bir hadistir. el-Mâide sûresinden,
arafe gününde nâzil olan daha önce de belirtildiği gibi:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim..."
ayetidir. Ahmerî b.
Hanbel der ki: Ben, mestler üzerine mesh hususunda Cerir'in rivâyet ettiği
hadisi güzel buluyorum. Çünkü orîün İslama girişi el-Mâide sûresinin nâzil
oluşundan sonradır. Ebû Hüreyre ve
Âişe
(radıyallahü anhüma)'dan gelen rivâyetler ise onlardan sahih olarak
gelmiş değildir. Zira, Âişe'nin bu
hususta herhangi bir bilgisi yoktu. Bundan dolayı Hazret-i
Âişe bu hususta kendisine soru soran
kimseyi Ali
(radıyallahü anh)'a göndermiş ve ona havale ederek şöyle demiştir;
Sen ona sor. Çünkü o, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
yolculuğa çıkardı...
Müslim,
Tahâre 85; Nesâî, Tahâre 99;
İbn Mâce, Tahâre 86;
Müsned, I, 96, 100, 113.
İmâm Mâlik'ten gelen ve onun
mestler üzerine meshi reddettiğine dair rivâyet ise münk,er bir rivâyettir
ve sahih değildir. Sahih ise, onun ölümü esnasında İbn Nâfi'e söylediği şu
sözlerdir: Ben, özet olarak kendim ayakları yıkama görüşünü alırdım. Bununla
birlikte (mestler üzerine) ayaklarını mesh
eden kimsenin yerine getirmesi gerekenler hususunda kusurlu davrandığı
görüşünde de değildim. İşte Ahmed b. Hanbel
de, İbn Vehb'in Mâlikten naklettiği:
"Ben, mukimken olsun, yolculukta iken olsun mesh etmem" şeklindeki sözlerim
buna göre yorumlamıştır. Ahmed der ki: Nitekim
İbn Ömer'den de onun etrafındakilere mestlerine mesh etmelerini
emrettiği halde, kendisinin mestlerini çıkartıp abdest alırken onları
yıkadığını ve; "Abdest almak bana sevdirildi" dediği rivâyet edilmiştir.
Buna yakın bir rivâyet Ebû Eyyub'dan da gelmiştir. Ahmed
(radıyallahü anh) der ki: Her kim bunu
(mestler üzerine mesh etmeyi).
İbn Ömer, Ebû Eyyub ve Mâlik'in yaptığı
şekilde terkedecek olursa, bu yaptığını reddetmem. Bununla birlikte de böyle
birisinin arkasında namaz kılarız ve ayıplamayız. Ancak, bunu bir takım
bid'at ehli kimselerin yaptığı gibi mestler üzerine meshi câiz görmediği
için terketmesî hali müstesnadır, böyle birisinin arkasında namaz kılmayız.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: şeklindeki üâm harfinin esreli okunuşu şeklindeki)
kıraatin sadece lâfza atfedilip, manaya atfedilmemiş olduğu da söylenmiştir.
Bu da aynı şekilde yıkamaya
delâlet eder. Çünkü, gözönünde bulundurulan manadır, lâfız değildir. Onun
esreli okunuşu ise, Arapların yaptığı gibi, civar
(yakınlık, komşuluk) dolayısıyla bir çerdir. Bu husus, Kurân-ı
Kerîm’de olsun, başka yerlerde olsun varid olmuştur Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Üzerinize alevli ateş ve erimiş bakır bırakılır"
(er-Rahmân, 55/35) şeklinde
(ötreli olması gerekiyorken) esreli olarak
okunmuştur.
"Nûhâs : Erimiş bakır"
kelimesini İbn Kesîr, İbn Muhaysın,
Mücâhid ve
Ebû Amr esreli okumuşlardır. (Kurtubî,
er-Rahmân, 55/35- âyetin tefsiri).
Çünkü, bilindiği gibi nühâs,
duman anlamındadır. Yine yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Bilakis o, çok şerefli bir Kur'ân'dır. Levh-i mahfuzdadır"
(el-Burûc, 85/21-22) şeklinde
(son kelimesi) esreli olarak okunmuştur.evh"in
sıfatı olarak cer ile okumuşlardır.
Şair İmruu’l-Kays da der ki:
"(Yağmur
kendisini tepeden tırnağa kadar ıslatmış olduğu için babamız),
İnsanlar arasında baştan
aşağıya çizgili bir elbiseye bürünmüş yaşlı bir kimseye benziyordu.'
Böylelikle o, mısraın son
kelimesinin i'rabı merfu' olması gerekiyorken, civar dolayısıyla esreli
okumuştur. Şair Züheyr de şöyle demektedir:
"Zaman onu oyuncak etti ve
değiştirdi onu
Benden sonra önüne kattığı
toprağı sürükleyip götüren rüzgârlar ve yağmurlar,"
Ebû Hatim
der ki: Burada (yağmur anlamına gelen) son
kelimenin merfu' olması gerekirdi. Ancak o, kendisinden önceki kelimeye
civarı dolayısıyla esreli okumuştur. Nitekim Araplar şöyle der: Bu harab
olmuş bir kertenkele deliğidir. Burada (harab
olmuş anlamına gelen kelimeyi) merfu' olması gerekirken esreli
okumuştur. Bu, el-Ahfeş ile
Ebû Ubeyde'nin görüşüdür,
en-Nehhâs ise bunu kabul etmez ve şöyle
der: Bu büyük bir yanlışlıktır. Çünkü, civarın konuşmada kıyasa esas kabul
edilmemesi gerekir. Çünkü bir yanlışlıktır, bu yanlışlığın
(şiirdeki) benzeri ise "ikvâ"dır.
İkva: Şiirin kusurlarından olup kâfiyeyi teşkil eden
kelimelerin i'râbmın birbirinden farklı olması demektir.
(İbn Manzfir, Lisanu'l-Arab, XV, 207-20,)
Derim ki:
Ayaklar hakkında farz olanın yıkamak olduğu hususunda hükmü kesinleştiren
daha önce verdiğimiz açıklamalar ile,
Hazret-i Peygamberin söylediği sabit olan:
"Topukların ve ayakların iç taraflarının ateşten vay hallerine".
Tirmizî, Tahâre 31;
Müsned. IV, 191.
âyetidir. Hazret-i Peygamber,
yüce Allah'ın muradına muhalefet
dolayısıyla bize ateşi hatırlatarak bizi korkutmaktadır. Bilindiği gibi,
vacibi (Farzı) terkedenden başkası ateş ile
azâb edilmez.
Yine bilindiği gibi mesh etmek,
uzvun tamamım kaplaması anlamına gelmez. Ayakların meshedileceğini
söyleyenler, ayakların iç taraflarının değil de, üst taraflarının mesti
edileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hadis-î şerif ile ayakların
mesh edileceğini söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğu açıkça ortaya
çıkmaktadır. Zira, meshi kabul edenlere göre, ayakların iç taraflarının
meşinle bir ilgisi yoktur. Ayakların iç taraflarına mesh ile değil, ancak
yıkamakla ulaşılır
İcma cihetinden bir diğer delil
de şudur: Ayaklarını yıkayan bir kimsenin üzerinde vacib olanı yerine
getirdiği ittifakla kabul edilmiş olmakla birlikte, ayaklarını mesh eden
kimse hakkında bu açıdan ihtilaf etmişlerdir. O halde yakın
(kesin) olan, hakkında ihtilaf edilen
değil, icma ile kabul olunandır. Buyû'k bir çoğunluk, kâfenin kâffeden
(yani mütevatir şekilde), onların da
peygamberlerinden şunu naklettikleri
sabittir: Hazret-i Peygamber
abdest aldığı sırada bir iki ve üç defa -onları iyice temizleyinceye kadar-
yıkardı. Daha önce yaptığımız açıklamalar ile birlikte ayakların
yıkanacağına dair delil olarak bu kadarı yeterli görülmelidir. Böylelikle
açıkça ortaya çıkmış oluyor ki, bu kelimenin lâm harfinin esreli okunuşunun
da anlamı -Önceden de açıkladığımız gibi- mesh etmek değil, yıkamaktır. Ve
yüce Allah'ın
"Ayaklarınızı da (yıkayın)"
âyetindeki amil, yüce Allah'ın;
"Yıkayım"
âyetidir. Araplar ise fiil, birden çok şeyler
arasında yalnızca birisine ait olmakla birlikte bir diğer şeyi de o şeye
atfedebılmektedir. Mesela, ekmek ve süt yedim denilir Bu da, ekmek yedim,
süt içtim demektir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:
"Ben ona yem olarak saman ve
soğuk su verdim.
Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Kocanı Savaşta gördüm ben
Bir kılıç kuşanmış ve bir de
mızrak.
Bir diğeri de şöyle demektedir:
"...Ve yavruladı
İki vadinin etrafında
Ceylanları ve Deve kuşları.
Bir diğer şair de şöyle
demektedir:
"Sütü çokça içen ve hurmayı ve
keş'i."
Bu ifadelerin takdiri ise
(sırası ile) şöyledir: Ben ona yem olarak
saman verdim ve ona su içirdim; Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olarak;
vadinin iki tarafında Ceylanları yavruladı, Deve kuşları ise yumurtladı.
-Çünkü Deve kuşları yavrulamaz, olsa olsa yumurtlar-; Süt içen ve Hurma ve
keş yiyen... Bu durumda yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin... ayaklarınızı da
(yıkayın)"
âyetinde, lafzen meshe atıf olmakla birlikte, mana ciheti ile yıkamaya atıf
olup, maksat ayakların yıkanmasıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
14.
Topuklar:
Yüce Allah; "Her iki topuğunuza kadar..." diye buyurmaktadır.
Buhârî
şunu rivâyet eder: Bana Mûsa anlattı, dedi ki: Bize, Vuheyb Amr'dan -İbn
Yahya- haber verdi, Amr babasından dedi ki: Ben, Amr b. Ebî Hasen'in,
Abdullah b. Zeyd'e Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın abdesti
hakkında soru sorduğuna şahit oldum. (Abdullah b.
Zeyd) su dolu bir kab getirilmesini istedi. Onlara
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest alıcı gibi abdest aldı.
Kaptan eline su boşalttı ve ellerini üç defa yıkadı. Daha sonra elini su
kabına sokarak üç avuç alıp ağzını çalkaladı, burnuna su çekti ve sümkürdü.
Sonra, elini (yine su kabına) sokarak üç
defa yüzünü yıkadı. Sonra yine elini (kaba)
sokarak üç defa (Buhârî'de
iki defadır) dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Daha sonra yine
elini (kaba) sokarak başını nıesh etti ve
bir defa ellerini öne ve arkaya getirip götürdü. Sonra da ayaklarını
topuklara kadar yıkadı.
Buhârî,
Vudu 39; Müslim, Tahâre 18;
Nesâî, Tahâre 80;
Dârimî, Vudû 21;
Müsned, IV, 39.
İşte bu
Hadîs-i şerîf,
yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin"
âyetinde yer alan "be"
harfinin zaid olduğunun delilidir. Çünkü, (hadis
rivâyetinde) bu harfi kullanmaksızın "başını mesh etti" demiştir.
Diğer taraftan başın meshi bir defadır. Müslim'in
Sahih'inde bu husus, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste "ellerini ileri
ve geri götürüp getirdi" sözünün açıklaması şöylece gelmiştir:
(Meshetmeye) başının ön tarafından başladı
ve sonra da ellerini kafasının arkasına kadar götürdü. Daha sonra da yine
ellerini başladığı yere getirinceye kadar geri getirdi.
Müslim,
Tahâre 18.
İlim adamları, "topuklar"
hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhûr,
ayağın her iki tarafında tümsekçe görülen iki kemik olduğu görüşündedir.
el-Esmaî ise, insanların, topuk ayağın üst tarafındadır, şeklindeki
sözlerini kabul etmez. Bunu es-Sıkah'la nakletmektedir.
İbnü'l-Kasımın da böyle dediği
rivâyet edildiği gibi, Muhammed b. el-Hasen
de böyle demiştir. İbn Atiyye de der ki:
Ben, herhangi bir kimsenin abdest sınırını buraya kadar kabul ettiğini
bilmiyorum. Fakat Abdulvehhab "et-Telkin" adlı eserinde bu hususta karışık
ve insanı tereddüde düşüren ifadeler kullanmıştır.
Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)
da şöyle demektedir: Topukların, bacak ekleminin
(ayakla) birleştiği yerdeki iki kemik olduğu hususunda farklı kanaat
bildiren kimseyi bilmiyorum Taberî de
Yûnus'tan, o, Eşheb'den, o, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Abdestin kendilerine kadar ulaştırılması gereken iki topuk, ayak ökçesinin
karşısında bulunan ve bacağa bitişik (çıkıntı
yapan) iki kemiktir. Yoksa topuk, ayağın üst tarafındaki çıkıntı
değildir.
Derim ki:
Hem dilde, hem de Hazret-i Peygamberin
sünnetinde sahih olan da budur. Çünkü, Arapçada topuk
(el-Ka'b) kelimesi, yükseklik anlamından
alınmıştır. Kâ'beye bu isim buradan verilmiştir. Memelerin tomurcuklanmasını
ifade etmek için de bu tabir kullanılır. Kanalın ka'b'i, kanal borusu
demektir. Her iki boğum arasındaki boruya da kab denilir. Teşbih yoluyla
şeref ve şan hakkında da kullanılabilir
Hadîs-i şerîfteki:
"Allah'a yemin olsun ki, şan ve
şerefin devamlı yüksek kalacaktır."
Bu, Hazret-i
Peygamberin Temimli Mahreme kızı Kayle'ye hitaben söylediği bir
sözdür. (İbn Hacer, el-lsabe, VIII, 288).
Sünnetten bu lâfzın topuk
anlamına geldiğine dair delile gelince,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
Ebû Dâvûd'un en-Nu'man b. Beşir'den
rivâyetine göre şöyle buyurmuştur:
"Allah'a yemin ederim, ya saflarınızı dosdoğru yaparsınız, yahut da Allah
kalpleriniz arasına ayrılık koyar"
(en-Nu'man) dedi ki: Bunun
üzerine baktım ki kişi, omuzunu arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının
dizine, topuğunu (ka'b'ını) arkadaşının
topuğuna (kab'ına) yapıştırıyor.
Buhârî, Ezan 76;
Ebû Dâvûd, Salat 93;
Müsned, IV, 276.
Akb ise, ayağın arka tarafında ökçe sinirinin altındadır. Ökçe siniri
(ukûb) ise bacak ve ayağın eklem yeridir,
Hazret-i Peygamberin ayak ökçesi
ile bacağın arka tarafının birleştikleri kalınca
(kıkırdakımsı) damarın
"(ukrûb'un: ökçe sinirinin)
ateşten dolayı vay haline"
İbn Mâce, Tahâre 55;
Müsned, II, 201, 471, III, 369, 393, VI,
40. diye
buyurmuştur. Yani buralar yıkanmayacak
olursa,. Nitekim Hazret-i Peygamber:
"Ayak topuklarının ve
ayakların iç taraflarının cehennemden dolayı vay hallerine.".
15-
Ayak Parmaklarının Arasını Yıkamak (Hilalleme):
İbn
Vehb, Mâlikten şöyle dediğini
nakletmektedir: Abdest alırken olsun, guslederken olsun, kişinin ayak
parmaklarının arasını yıkamak yükümlülüğü yoktur. Zora koşmakta ve aşırıya
gitmekte de bir hayır yoktur. İbn Vehb
der ki: Ayak parmaklarının arasını yıkamak teşvik edilmiş bir husustur. El
parmaklarının arasının yıkanması ise kaçınılmaz bir şeydir. İbnü'l-Kasım,
Mâlik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ayak parmaklarının arasını
hilallemeyene birşey gerekmez. Muhammed b. Halid, İbnül-Kasım'dan, o,
Mâlik'ten bir nehirde abdest alıp ayaklarını hareket ettiren kimse hakkında
şöyle dediğini nakletmektedir: Elleriyle ayaklarını yıkamadığı sürece bu
kendisi için yeterli değildir. İbnü'l-Kasım da der ki: Ayaklarından birini
diğeri ile yıkiyabilirse, bu da onun için yeterli olur.
Derim ki: Sahih olan, ayağın diğer kısımlarında olduğu gibi, her
iki ayağın (parmaklarının) arasını da
yıkamadıkça bunun yeterli olmayacağıdır, Çünkü, nasıl ki el parmakları elden
ise, bunlar da ayaktandırlar. El parmaklarının birbirlerinden rahat
ayrılabilir olmalarıyla ayak parmaklarının birbirine bitişik olmalarına da
itibar edilmez. Çünkü, kişi nasıl elinin tümünü yıkamakla emrolunmuş ise,
ayağının da tümünü yıkamakla emr olunmuştur.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet olunduğuna göre, abdest
aldığı vakit, serçe parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 59; Tirmizî, Tahâre 30.
Diğer taraftan,
Hazret-i Peygamberin ayaklarını yıkadığına dair rivâyetler de
sabit olmuştur. Bu rivâyetler ise umumu (parmak
araları dahil olmak üzere tamamını) yıkamayı gerektirir.
Mâlik
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ömrünün sonlarında, ya serçe
parmağıyla veya herhangi bir parmağıyla
ayak parmaklarının arasını ovalardı. Buna sebep ise, İbn
Vehb'in kendisine, İbn Lehîa'dan,
el-Leys b. Sa'd'ın da Yezid b. Amr
el-Gıfarî'den, o, Abdurrahman el-Hubullîden, o, el-Müstevrid b. Şeddâd
el-Kureyşî'den naklettiği şu hadisi şeriftir. el-Müstevrid dedi ki: Ben,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı abdest alırken gördüm. Serçe parmağı
ile ayak parmaklarının arasını hilallerdi. İbn
Vehb dedi ki: Mâlik bana, bu
gerçekten güzel bir şeydir ve ben bunu ancak şu anda işittim, dedi
İbn Mâce,
Tahâre 54; Müsned, IV, 229
İbn
Vehb der ki: Ben, Mâlik'e bundan sonra
abdest alırken parmak aralarını hilalleme hakkında soru sorulduğunu ve bunun
yapılmasını emrettiğini duydum.
Huzeyfe de
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet
etmektedir:
"Parmak aralarını hilalleyin
(yıkayın) ki, onların aralarına ateş girmesin."
Dârakutnî,
I, 95.
Bu ise, hilallemeyi terki tehdit hususunda açık bir nasstır. Böylelikle
bizim dediğimiz sabit olmaktadır.
Başarıya ulaştıran Allah'tır.
16-
Abdest Fiillerini Ardı Arkasına Yapmak (Muvalât):
Âyetin lâfızları, abdest
azaları arasında muvalâtı (birini diğerinin ardı
arkasına yıkamayı) gerektirmektedir Muvalât; abdest alan kimsenin
abdest bölümleri arasında herhangi bir süre sokmaksızın, fiilleri ardı
arkasına yapması ve abdestten olmayan bir fiili de araya sokuşturmaması
demektir.
Bu Hususta ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır İbn Ebi Seleme ile İbn
Vehb der ki: Bu, hatırında olsun veya
olmasın abdest farzlarından bir farzdır. Her kim, kasti olarak
ya da unutarak abdest azalarını
(yıkamakta) birbirinden ayırırsa, bu onun
için yeterli olmaz.
İbn Abdilhakem ise, ister
unutsun isterse de kasti olarak terketsin
(muvalâtsız olarak) aldığı abdest onun için yeterlidir.
Mâlik ise, el-Müdevvene ve Kitab-ı
Muhammed'de şöyle demektedir: Muvalât sakıttır.
(Yani, muvalât mükellefiyeti yoktur).
Şâfiî de böyle demiştir. Mâlik ve
İbnü'l-Kasım der ki: Kasti olarak ayrı ayrı yıkarsa, bu abdesti olmaz.
Unutarak yaparsa olur.
Mâlik, İbn Habib yoluyla gelen rivâyette şöyle demiştir: Muvalâtı
terketmek, yıkanan abdest azaları hakkında olur, fakat meshedilen aza için
yeterli olmaz.
Bu hususta böylece beş ayrı
görüş ortaya çıkmaktadır ki, bunların iki asli dayanağı vardır.
Birincisi: Şanı
yüce Allah mutlak bir emir vermiş
bulunmaktadır. O halde sen, bu emirleri istersen peş peşe yerine getir,
istersen ayrı ayrı yerine getir. Çünkü asıl maksat, namaza kalkmak esnasında
bütün azaların yıkanmış olmasıdır.
İkincisi ise, bu organları yıkamak değişik rükünleri olan birtakım
ibadetlerdir. Namazda olduğu gibi bunların da ardı arkasına yapılması
icabeder. Bu ise daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
17-
Tertip (Sıralama) :
Yine âyet-i kerimenin lâfızları
tertibi de ihtiva etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. el-Ebherî
der ki: Tertip (âyette zikredilen sıraya uygun
abdest almak) bir sünnettir. Mezhebin zahir görüşü, unutan kimse için
sıralamayı bozarak abdest almanın dahi yeterli olacağı şeklindedir
Kasten bu sırayı bozan hakkında
ise farklı görüşler vardır. Bu şekilde sırayı bozması onun için yeterli
olmakla birlikte, gelecekte tertibe uygun olarak abdest alır, denilmiştir.
Kadı Ebû Bekr ve başkaları İse,
böyle bir şekildeki abdest yeterli olmaz, demektedir. Çünkü böyle bir kişi,
abes bir iş yapmaktadır. Şâfiî ve diğer
arkadaşları da bu kanaattedir. Ahmed b. Hanbel,
Ebû Ubeyd el-Kasim b. Sellâm, İshâk ve
Ebû Sevr de bu görüştedir, Mâlik'in arkadaşı Ebû Mus'ab da bu kanaattedir ve
bunu Muhtasar'ında zikretmiştir. Bunu, Medine âlimlerinden nakletmektedir
ki, Mâlik de, abdest alırken ellerini
(dirseklerine kadar) yüzünden önce yıkayıp
âyet-i kerimedeki tertibe riayet etmeden abdest alan kimsenin, o abdest ile
kılmış olduğu namazlan iade etmekle yükümlü olduğu hususunda Medine âlimleri
ile aynı görüştedir.
Bununla beraber
Mâlik, kendisinden nakledilen
rivâyetlerin çoğunda ve en meşhurlarında şu kanaattedir:
"Vav" atıf edatı, arka arkaya yapmayı
gerektirmediği gibi, tertibi ve sıralamayı da ifade etmez.
Ebû Hanîfe'nin, arkadaşlarının,
es-Sevrî'nin,
Evzaî'nin, Leys b. Sa'd'ın, Müzenî'nin
ve Dâvud b. Ali'nin görüşü de budur.
el-Kiya et-Taberî
der ki: Yüce Allah'ın:
"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın"
âyeti,
Şâfiî'nin mezhebinde sahih kabul edilen
görüşe göre, ister ayrı ayrı yıkasın, ister bir arada yıkasın, ister peş
peşe yıkasın yeterli olmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda bu, ilim
adamlarının çoğunluğunun da görüşüdür.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Ancak
Mâlik, daha sonra kılacağı namazlar
için, sıraya uygun şekilde yeniden abdest almasını müstehab kabul etmekle
birlikte böyle bir şeyi yapmanın vacib olduğu görüşünde değildir. Onun
mezhebinden anlaşılan budur. Ali b. Ziyad da Mâlikten şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Bir kimse, önce kollarını yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, daha
sonra da sırasını hatırlayacak olsa, kollarını tekrar yıkar. Eğer namaz
kılıncaya kadar bu sırayı hatırlamayacak olursa, abdestini de namazını da
iade eder. Ali (b. Ziyad) dedi ki: Bundan
sonra ise şöyle dedi: Hayır namazı iade etmez, fakat daha sonra kılacağı
namazlar için abdestini tekrar eder.
Bu husustaki görüş ayrılığının
sebebine gelince, yüce Allah'ın:
"Yıkayın"
âyetindeki "fa" harfinin takibi gerektirdiği
hususudur. Bu harf, bir şartın cevabı olarak geldiğinden dolayı, şart
koşulanı bu şarta bağlamış olur. Buna göre, hepsinde tertibi
gerektirmektedir. Buna şu şekilde cevap verilmektedir: Bu "fa" yüzden
başlamayı gerektirmektedir. Zira, şartın cevabı budur. Hepsinde tertibi
gerektirmesi ise, şartın cevabının tek bir mana olması halinde sözkonusu
olurdu. Hepsi ayrı cümleler halinde bir cevap teşkil ettiklerine göre, artık
hangisini yıkamaya başlarsan aldırma. Zira istenen şey, bu şartın cevabının
gerçekleştirilmesidir.
Şöyle de denilmiştir: Tertibe
riayet âyeti kerimedeki atıf için kullanılan "vav"dan
ötürüdür. Ancak durum böyle değildir. Zira, bir kimse, Zeyd ve Amr dövüştü.
Bekir ve Halid davalaştı diyecek olursa, buradaki
"vav" harfinin umüfâale" kipi dolayısıyla kullanılması,
"vav"ın tertip
(sıralama) için kullanılmasına imkârî vermez. Doğru olan şöyle
demektir: Abdest azaları ile ilgili tertib dört husustan anlaşılmaktadır:
1)
Hazret-i Peygamberin hacc
esnasında: "Allah'ın kendisinden başladığından biz de başlarız"
Müslim,
Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56;
Tirmizî, Hacc 38, Tefsir 2. Sûre 14;
Nesâî, Hacc 168, 172;
İbn Mâce, Menâsik 84;
Dârimî, Menasik, 34;
Muvatta’', Hacc 126.
dediği şekilde, Allah'ın başladığı ile başlamak,
2)
Selefin icmaı. Çünkü onlar tertibe riayet ediyorlardı.
3)
Abdesti namaza benzetmek,
4)
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hususa
devam etmesi.
Bunun
(yani tertibe riayet etmemenin) câiz olduğunu kabul edenler cünupluk
dolayısıyla organların yıkanması için tertibin gerekmediği hususunda icmaın
bulunduğunu delil gösterirler. İşte abdest azalarını yıkamakta da durum
böyledir. Çünkü, abdestte nazarı itibara alınan husus yıkamaktır. Sıraya
göre başlamak değildir.
Hazret-i Ali'den de şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: Ben, abdestimi tamam aldıktan sonra azalarımdan
hangisiyle başladığıma aldırış etmem.
Dârakutnî,
I, 89 Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Ellerinden önce ayaklarını yıkamaya başlamanda bir
mahzur yoktur. Dârakutnî der ki: Bu,
mürsel bir rivâyettir, sabit olmaz.
Dârakutnî,
I, 89. Yine aynı yerde kaydedildiğine göre; Abdullah b. Mes'ûd'a; abdest
alıp sol azalarını sağ azalarından önce yıkayanın abdestinin hükmü sorulmuş,
o da; "Bir sakıncası yoktur" diye cevap vermiştir.
Dârakutnî, bu rivâyeti de "sahih" diye
nitelendirilmiştir.
Evla olan ise tertibin vücubudur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
18-
Abdest Almak Halinde Namaz Vakti Çıkacaksa:
Abdestle uğraşmak halinde, eğer
namaz vakti çıkacaksa, ilim adamlarının çoğunluğuna göre teyemmüm etmez.
Mâlik; böyle bir durumda teyemmüm etmeyi câiz kabul eder. Çünkü
teyemmüm asıl itibariyle namaz vaktini muhafaza etmek için gelmiştir Eğer
böyle bir durum söz konusu olmasaydi, namazın suyun bulunacağı zamana kadar
tehir edilmesi icabederdi.
Cumhûr ise,
yüce Allah'ın:
"Su bulamamıssanız o vakit... teyemmüm edin"
âyetini delil
göstermişlerdir. Böyle bir kimse ise gerçekte su bulmaktadır. Dolayısıyla o,
teyemmümün sahih olabilmesi için gerekli şarttan mahrumdur, o bakımdan
teyemmüm edemez.
19-
Necasetin İzale Edilmesi:
Kimi İlim adamı bu âyet-i
kerimeyi necasetin izale edilmesinin vacib olmadığına delil göstermiştir.
Çünkü yüce Allah:
"Namaza kalkacağınız zaman"
diye buyurmuş ve istincadan söz etmeksizin
abdest almaktan söz etmiştir. Eğer necasetin izale edilmesi vacib olsaydı,
öncelikle ondan söz edilmesi gerekirdi. Bu, Ebû
Hanîfe'nin, mezhebine mensup ilim adamlarının görüşüdür. Ayrıca,
'Eşheb'in Mâlik'ten yaptığı bir rivâyet de böyledir.
İbn
Vehb ise, Mâlik'ten şöyle dediğini
nakletmektedir; İster hatırlasın, ister unutmuş olsun necasetin izale
edilmesi vacibtir. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin
de görüşüdür.
İbnü'l-Kasım der ki:
Hatırlaması halinde izale edilmesi vacibtir. Unuttuğu takdirde ise, sakıt
olur.
Ebû
Hanîfe ise der ki: Eğer Bağlı dirhem
bununla miskal şeklindeki büyükçe dirhemi kastetmektedir- miktarından fazla
olursa, necasetin izale edilmesi icabeder. Ebû
Hanîfe bunu, af olunan ve necasetin alışılmış çıkış yerine kıyasen
söylemiştir. Sahih olan ise, İbn Vehb'in
yaptığı rivâyettir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) kabirdeki iki
kişi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Şüphe yok ki bu iki kişiye azap edilmektedir. Bununla birlikte büyük bir
şeyden ötürü onlara azap edilmiyor. Bunlardan birisi laf alıp götürürdü.
Diğeri ise, sidiğinden gereği gibi korunmuyordu."
Nesâî,
Cenâiz 116; İbn. Mâce, Tahare 19;
ayrıca: Buhârî, Vudû’ 55, 56,
Cenâiz 82, 83, Edeb 46, 49;
Müslim, Tahâre 111;
Ebû Dâvûd, Tahâre 11;
Tirmizî, Tahâre 53;
Nesâî, Tahâre 27, Cenâiz 116;
İbn Mâce, Tahâre 26;
Dârimî, Vudû' 61;
Müsned, I, 226.
Azap ise, ancak vacib olan
birşeyin terkedilmesi dolayısıyla sözkonusu olur. Kur'ân-ı Kerîmin
(bu âyetinin) zahirinde ise buna dair
(aleyhte) delil olacak bir taraf yoktur.
Çünkü şanı yüce Allah, abdest ile
ilgili âyet-i kerimede özel olarak abdestin niteliklerini beyan buyurmuş ve
ne necasetin izale edilmesini, ne de başka herhangi bir şeyi sözkonusu
etmiştir.
20-
Mestler Üzerine Mesh Etmek;
Ayeti kerîme aynı şekilde
-açıkladığımız gibi- mestler üzerine meshe de delalet etmektedir. Bu hususta
îmam Mâlik'ten üç rivâyet vardır:
1)
Haricilerin söylediği gibi mutlak olarak mestin üzerine meshetmeyi kabul
etmemek. Böyle bir rivâyet münker bir rivâyettir ve sahih değildir. Bu
konudaki açıklamalar da önceden geçmiştir.
2)
Mukimken değil de yalnızca yolculuk halinde iken meshetmek. Çünkü mesh ile
ilgili hadislerin büyük çoğunluğu, yolculuk halinde varid olmuştur.
3)
Ancak, Hazret-i Peygamber'in
çöplükte abdest bozduğuna dair Hadîs-i şerîf,
mukimken de meshin câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisi
Müslim Hazret-i Huzeyfe yoluyla rivâyet
etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Ben ve Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte
yürüyorduk. Hazret-i Peygamber
bir duvarın arka tarafında bulunan bir feavmin çöplüğüne gitti. Sizden
herhangi biriniz nasıl ayakta dikiliyorsa öylece durdu ve küçük abdestini
bozdu. Ben ondan uzaklaştım. Bana işaret edince geldim ve topuğunun yanında
işini bitirinceye kadar ayakta durdum.
Buhârî,
Vudû’ 60, öl, Mezâlim 27; Müslim, Tahâre
74; Nesâîr Tahâre 24;
İbn Mâce, Tahâre 13;
Dârimî, Vudû’ 9;
Müsned, V, 394
Bir rivâyette de şu fazlalık vardır: Sonra abdest aldı ve mestleri üzerine
mesh etti.
Müslim,
Tahâre 73; Ebû Dâvûd, Tahâre 12;
Tirmizî, Tahâre 9;
Nesâî, Tahâre 17, 24;
Müsned, V, 402.
Bunun bir benzeri de
Şureyh b. Hâni yoluyla gelen şu Hadîs-i
şerîftir. Şureyh dedi ki: Ben, Âişe'ye
mestler üzerine meshe dair soru sormak üzere gittim, şöyle dedi: Sen, İbn
Ebi Talib'in yanına git. Ona sor. Çünkü,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte o yolculuk yapardı. Ona sorunca şöyle dedi:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) yolcu için, geceli gündüzlü üç gün,
mukim için de bir gün ve bir gece (mesh etme
süresi) tayin eni
Müslim, Tahâre 89;
Nesâî, Tahare 99;
İbn Mâce, Tahâre 86;
Müsned, I, 96, 100, 113.
Bu ise Mâlik'ten gelen üçüncü rivâyettir ve buna göre hem mukimken, hem de
yolculukta meslı ederdi. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
21-
Mesh Etme Süresi:
Mâlik'e göre yolcu, belli bir
vakitle sınırlı olmasızın mestlerine mesh edebilir. Aynı zamanda bu,
el-Leys b. Sa'd'ın da görüşüdür. İbn
Vehb der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken
dinledim: Bizim bu şehrimiz ahalisine göre bu hususta belli bir süre
sözkonusu değildir.
Ebû Dâvûd
da Ubey b. Umare'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasulü,
mestler üzerine mesh edeyim mi? Hazret-i
Peygamber:
“Evet”
diye buyurdu. Bir gün mü, diye sordu,
Hazret-i Peygamber;
“Evet bir gün”, diye
buyurdu. Yine: İki gün mü, diye sordu,
Hazret-i Peygamber:
“Evet, iki gün” diye
buyurdu. Peki, üç gün mesh edebilir miyim diye sorunca,
Hazret-i Peygamber:
“Evet istediğin kadar süreyle
meshedebilirsin” diye buyurdu. Bir
rivâyette de: "Evet,
mesh etmek istediğin sürece meshedebilirsin "
diye buyurdu. Ebû Dâvûd der
ki: Ancak bu hadisin senedinde ihtilaf vardır. Pek kuvvetli değildir.
Ebû Dâvûd,
Tahâre 61.
Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, en-Nu'man (b.
Sabit, yani, Ebû Hanîfe) ve Taberî
der ki: Mukim kimse bir gün bir gece, yolcu olan da geceli gündüzlü üç gün
mesh eder. Bu görüşlerini Şureyh yoluyla, ve onun benzeri yollarla hadislere
binaen belirtmişlerdir. Mâlik'ten de Harun'a veya
halifelerden birisine gönderdiği mektubunda bu görüş rivâyet edilmekle
birlikte, Mâlik'in mezhebine mensup ilim adamları bunu kabul
etmemektedirler.
22-
Mestin Abdestli îken Giyilmesi Gereği:
Hepsine göre mesh etmek,
mestlerini abdestli olarak giyen kimse için mümkündür. Çünkü, Muğire b. Şube
yoluyla gelen hadiste Muğire şöyle demiştir: Bir yolculukta, bir gece
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idim... Bu hadiste şunlar
da zikredilmektedir: Onun mestlerini çıkarmak için eğildim, şöyle buyurdu:
"Onları bırak. Çünkü ben, mestlerimi temiz iken
(abdestli iken) giydim"
dedi ve mestleri üzerine mesh etti.
Buhârî,
Vudû 49; Müslim, Tahâre 79;
Ebû Dâvûd, Tahâre 60.
Esbağ ise,
Hazret-i Peygamber'in burada sözünü
ettiği temizliğin (taharetin) teyemmüm
olduğu görüşündedir. Bu kanaatini de, teyemmümün hadesi kaldırdığına dair
görüşüne binaen söylemiştir.
Dâvud ise İstisna olarak şöyle
demiştir: Burada taharetten kasıt, yalnızca necasetten taharettir. Kişinin
ayakları necasetten yana temiz ise, mestleri ferine mesh etmesi de câiz
olur, Bu görüş ayrılığının sebebi ise, "taharet" isminin müşterek bir isim
oluşudur.
23-
Belikti Mest Üzerine Meşk Etmek:
Mâlik'e göre, basit bir yırtığı
bulunsa dahi mestin üzerine mesh etmek caizdir. İbn Huveyzimendâd der ki:
Bunun anlamı, yırtığın ondan yararlanmaya ve onu giymeye engel olmamasıdır.
Benzeri bir yırtığı bulunan mestle yürümenin de mümkün olmasıdır. Mâlik'in
bu görüşünün bir benzerini Leys, Sevrît Şâfiî
ve Tabert de ifade etmiştir. Yine Sevrî ve
Taberî'den, tamamı ile yırtık mestin üzerine meshin câiz olduğu
görüşü de rivâyet edilmiştir el-Evzaî
der ki: (Yırtık olan) mest üzerine de mesh
eder, ayağın görünen kısmı üzerine de mesh eder. Bu,
Taberî'nin de görüşüdür.
Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer, ayağın görünen bölümü üç parmaktan az
ise mesh edebilir. Üç parmağı görünüyor ise mesh edemez. Ancak bu konu ile
ilgili tevkife (yani delile) gerek kılan
bir sınırlandırmadır. Bilindiği gibi, ashâb-ı kiramın
(Allah onlardan razı olsun) mestleri de
onların dışında tabiinin mestleri de az miktardaki yırtıklardan
kurtulamıyordu. Bu kadarı ise, onların
Cumhûruna göre arTedilmiştir.
Şâfiî'den de rivâyet edildiğine göre, eğer yırtık ayağın ön tarafında
bulunuyor ise, mestin üzerine mesh câiz olmaz.
el-Hasen b. Hayy de der ki: Eğer mestin açılan kısmını çorap örtmekte
ise, mestin üzerine mesh edebilir. Şayet ayağın herhangi bir bölümü açığa
çıkıyor ise mesh edemez.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Bu, kalın
olmaları halinde çoraplar üzerinde meshe dair kanaatine binaendir. Aynı
zamanda bu, Sevrî, Ebû Yûsuf ve
Muhammed'in de görüşüdür ki, bu husus bir sonraki başlığın konusudur.
24-
Çoraplar Üzerine Mesh Etmek:
Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre,
çoraplar üzerine mesh, ancak bunların deri ile kaplanmış olmaları halinde
câiz olur. Mâlik'in iki görüşünden birisi de budur. Mâlik'in bir başka
görüşüne göre ise, deri ile kaplanmış olsalar dahi çoraplar üzerine mesh
câiz değildir.
Ebû Dâvûd'un
Kitabında ise, Muğire b. Şube'den gelen rivâyete göre,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı ve çorapları ve nalinleri
üzerine mesh etti. Ebû Dâvûd dedi ki:
Abdurrahman b. Mehdi bu hadisi nakletmezdi. Çünkü, Muğire'den bilinen,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mestler üzerine mesh ettiğidir Bu
hadis, Ebû Mûsa el-Eşarîden, o da
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye de rivâyet edilmekle birlikte,
pek kuvvetli de değildir, muttasıl da değildir.
Ebû Dâvûd der ki: Ali b. Ebî Tâlib,
Ebû Mes'ûd, el-Berâ b. Azib, Enes b. Mâlik,
Ebû Umame, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys, çoraplar üzerine mesh etmişlerdir.
Bu husus, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb
ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir.
Ebû Dâvûd,
Tahare 62; ayrıca bk.: Tirmizî, Tahâre
74; İbn Mâce, Tahâre 88;
Müsned, IV, 252.
Allah hepsinden razı olsun.
Derim ki: Nalinlere (ayakkabılara)
meshe gelince, Ebû Muhammed ed-Dârimî
Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir:
Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Yûnus Ebû
İshâk'tan haber verdi. Ebû İshâk, Abdu Hayr'dan dedi ki; Ben, Ali'yi abdest
alıp nalinlere mesh ettiğini ve bunu geniş tuttuğunu gördüm. Sonra dedi ki:
Şayet Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı benim şu
yaptığım gibi yaparken görmemiş olsaydım, şüphesiz ayakların iç taraflarının
üst taraflarından mesh edilmeye daha bir lâyık olduğu görüşüne varırdım. Ebû
Muhammed ed-Dârimî -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- der ki: Bu hadis, yüce Allah'ın:
"Başlarınıza meshedin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da
(yıkayın)"
âyeti ile nesh olmuştur.
Dârimî,
Vudû'43.
Derim ki:
Ali
(radıyallahü anh)'ın: "Ayakların iç taraflarının üst taraflarına göre
mesh edilmeye daha lâyık oldukları görüşüne varırdım" şeklindeki sözünün bir
benzerini mestler üzerine mesh hakkında da söylemiştir. Bunu
Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den gelen bir
söz olarak şöylece kaydetmiştir: Şayet din, görüş ile tesbit edilen bir şey
olsaydı, mestin iç taraflarım mesh etmek üst taraflarını mesh etmekten daha
evla olması gerekirdi. Ve ben, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ı mestlerinin
üst tarafını mesh ederken gördüm.
Ebû Dâvûd,
Tahare 63.
Mâlik ve Şâfiî, iç taraftarına
mesh etmeyip, mestlerinin üst tarafımmeshedenkimse hakkında; bu kadarı onun
için yeterlidir, demişlerdir. Ancak Mâlik
şunu da söyler: Kim bu şekilde mesh edecek olursa, vakit çıkmadan
(kıldığı namazım) iade eder. Her kim
mestlerinin iç taraflarım mesh edip, üst taraflarını mesh etmeyecek olursa
bu, yeterli olmaz. Vakit içinde de vakit çıktıktan sonra da
(kıldığı namazı) iade etmesi gerekir.
Mâlik'in bütün arkadaşları da böyle demiştir.
Ancak, Eşheb'den şöyle dediği
de rivâyet edilmiştir: Mestlerin iç tarafları ile dış tarafları arasında bir
fark yoktur. Her kim dış taraflarına mesh etmeyip yalnızca iç taraflarını
mesh edecek olur ise, yalnızca vakit içerisinde
(kılmış olduğu namazı vakit çıkmadıkça) iade eder.
Safirden de, dış taraflarım
mesh etmeksizin yalnızca iç taraflarını mesh etmenin yeterli olduğunu ifade
ettiği rivâyet edilmiştir Ancak, mezhebinden meşhur olan şudur: Her kim
mestlerinin yalmzcalç taraflarını mesh eder ve bu kadarıyla yetinirse bu,
onun için yeterli değildir ve o kimse mestine mesh etmiş olmaz.
Ebû Hanîfe ve es-Sevrî derler ki:
Mestlerinin yalnızca üst taraflarını mesheder, iç taraflarını meshetmez.
Ahmed b. Hanbel, İshak ve bir topluluk
da böyle demişlerdir.
Mâlik,
Şâfiî ve arkadaşlarınca tercih edilen
görüş , mestlerin hem üst, hem alt taraflarım mesh etmektir. Bu, aynı
zamanda İbn Ömer ve İbn Şihab'ın da
görüşüdür. Çünkü Ebû Dâvûd ile
Dârakutnî, Muğire b. Şube'den şöyle
dediğini rivâyet etmişlerdir: Tebûk gazvesinde
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest almasına yardımcı oldum.
Mestinin üstünü ve altını mesh etti. Ebû Dâvûd
dedi ki: Sevr'in bu hadisi, Recâ b. Hayve'den işitmediği de rivâyet
edilmiştir.
Ebû Davüd, Tahâre 63;
Darâkutnî, I, 195.
25-
Mestlerine Meşk Etmiş Olduğu Halde Mestlerini Çıkarmak:
Mestlerine mesh etmiş iken,
mestlerini çıkartan kimsenin durumu hakkında tükahanın üç farklı görüşü
vardır:
1)
Bunun yerine ayaklarını yıkar, eğer gecikecek olursa, yeniden abdest alır.
Bunu, Mâlik ve Leys söylemiştir.
Şâfiî,
Ebû Hanîfe ve arkadaşları da böyle
demektedir
Ancak yeniden abdest
almasına gerek yokıur." Yani yalnız
ayaklarını yıkamakla yetinir.
el-Evzaîden
ve en-Nehaî’den de bu rivâyet gelmekle birlikte, "bunun yerine" diye
birşeyden söz etmezler.
2)
Yeniden abdest alır. Bunu, el-Hasen b.
Hayy demiştir. el-Evzaî ve en-Nehaî'den
de böyle dedikleri rivâyet edilmiştir.
3)
Ona hiçbir şey gerekmez ve bu haliyle namaz kılar. Bunu da
İbn Ebi Leyla ve
Hasan-ı Basrî söylemiştir. Bu, aynı
zamanda, İbrahim en-Nehaîden gelen bir rivâyettir -Allah onlardan razı
olsun.
26-
Cunup Olanın Temizlenmesi Gereği:
Yüce Allah'ın:
"Eğer cünup iseniz, yıkanıp temizleniniz"
âyetinde geçen
"cünub"un
anlamına dair açıklamalar daha önce en-Nisâ sûresinde
(4/43. ayet, 8 baslıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
"Yıkanıp temizleniniz"
âyeti ise, su ile yıkanma emrini vermektedir.
Bundan dolayı Hazret-i Ömer ile İbn
Mes'ûd (radıyallahü anhüma) cünup olan bir
kimsenin hiçbir şekilde teyemmüm etmeyeceği, aksine, suyu bulacağı vakte
kadar namazım kılmayacağı görüşünde idiler.
İnsanların
Cumhûru ise şöyle demişlerdir:
Hayır, buradaki bu ibare, su bulan kimse içindir. Su bulan kimseye dair
hükümler açısından cünubun durumu ise, bundan sonra
yüce Allah'ın:
"Ya
da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız"
âyetinde zikredilmiştir.
Burada geçen yaklaşmak (mülâmese) ise, cima
demektir.
Hazret-i Ömer ile İbn Mes'ûd'dan ise, genel olarak kabul gören görüşü
benimsedikleri ve cünubun teyemmüm edeceğini de ifade ettikleri sahih olarak
sabit olmuştur. İmrân b. Husayn hadisi ise bu hususta açık bir nasstır. O da
şöyledir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) topluluk
arasında kenarda duran ve namaz kılmayan bir kimse gördü ve:
"Ey filan, toplulukla birlikte namaz kılmaktan seni alıkoyan nedir?"
diye
sorunca, adam: Ey Allah'ın Rasulü, ben cünup oldum ve su da bulamadım dedi,
Hazret-i Peygamber:
"(Böyle bir durumda) sen, temiz
toprağa yönel. Çünkü o sana yeterlidir"
diye buyurdu. Bu hadisi Buhârî
rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Teyemmüm 6,9; Nesâî, Tahare 202;
Müsned, IV, 484.
27-
Umum Lâfız, Çoğunlukla Görülen Âdet ile Tahsis Edilebilir mi?
Yüce Allah'ın:
"Şayet hasta veya yolculukta iseniz, yahut
içinizden biri ayak yolundan gelirse..."
âyetine dair açıklamalar,
en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 20. başlık ve
devamında) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Burada ise, orada
sözkonusu etmediğimiz usul(-ı fıkha dair)
bir meseleyi eklemek istiyoruz. O da umumun, galip görülen adet ile tahsis
edilmesi meselesidir.
Ayet-i kerimede geçen "el-Gâit
(ayak yolu)" yine en- Nisa sûresinde
açıkladığımız gibi, iki necaset çıkış yerinden çıkan hadeslerden kinayedir.
Ve bu umumi bir ifadedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımızın çoğunluğu
bunu, alışılmış şekilde ve çıkması alışılmış hadesler ile tahsis
etmişlerdir. Küçük çakıl taşları ile kurt gibi alışılmadık şeyler çıksa,
yahut da alışılmış olan şey kendisini tutamadığı için ve hastalık
dolayısıyla çıkacak olursa, bunların herhangi birisi abdest bozucu olmaz. Bu
hususta lafia yönelmelerinin sebebi de şudur: Lâfız, her ne kadar medlulü
için sözkonusu ise de kullanımdaki çoğunluğu bir örf haline gelir ve örten
çoğunlukla kullanılan anlam, bu lâfzın mutlak olarak kullanılması halinde o
lâfzı duyan tarafından anlaşılır. Bunun dışında kalan
(ve istisnai olarak anlaşılan) bununla
birlikte lâfzın kendisi hakkında kullanıldığı anlamlar ise zihne gelmez,
uzak kalır. Dolayısıyla bu lâfız, bu istisnai şeylere delalet etmez. Böyle
bir lâfız, tıpkı "dâbbe" lâfzındakî durum gibi bir hal alır. Zira, bu kelime
mutlak olarak kullanıldığı takdirde, hatıra dört ayaklılar gelir. Bu lâfzı
işitenin hatırına karınca hiçbir zaman gelmez- Dolayısıyla böyle bir lâfız
kullanıldı mı, karınca zahiren bu lâfzın delâletine girmez ve kastedilmiş de
olmaz
Muhalif kanaate sahip olan
(usulcüler) ise derler ki: Çoğunlukla kast
edilenin öncelikle hatıra gelmesi, nadiren o lâfız ile kastedilenin
kastedilmemiş olmasını gerektirmez. Çünkü, lâfzın kullanımı
(vaz'ı) her ikisini de kapsamaktadır. Bu da
bu lâfzı söyleyen kimsenin şuurunda, her ikisini de kast etmiş olduğuna
delalettir,
Ancak
birinci görüş daha sahihtir. Konu ile ilgili tamamlayıcı diğer
açıklamalar ise usul(-i fıkıh)
kitaplarındadır.
28-
Kadınlara Yaklaşmak, Yakut Dokunmak:
Yüce Allah’ın: "Ya da kadınlara
yaklaşmış da su bulamazsanız..." âyetinde geçen yaklaşma
(lems)" ile ilgili olarak
Ebû Ubeyde, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: Öpmek, lemstendir. Çımadan daha aşağı bütün
fiiller de birer lemsdir. İbn Ömer de
böyle demiştir. Muhammed b. Yezid de bunu tercih ederek şöyle der: Çünkü
âyet-i kerimenin baş tarafında cimada bulunan kimseye ne gerektiği
yüce Allah'ın:
"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz"
âyeti ile ifade
edilmiştir.
Abdullah b. Abbas ise der ki:
Lems ile mes ve gışyân, cima demektir. Fakat,
yüce Allah kinayeli hitab eder. Yine
Mücahid, yüce Allah'ın:
"Boş söz ile karşılaştıklarında da şereflice geçerler"
(el-Furkan, 25/72) âyeti hakkında şöyle
demiştir: Yani, nikâhı sözkonusu
ettiklerinde ondan kinayeli lâfızlarla söz ederler, en- Nisa sûresinde
(4/43. ayet, 26. başlıkta.) geçmiş bu
hususa dair yeterli açıklamalar bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
29- Su
ve Tbprak Bulamayanın Hükmü:
Yüce Allah'ın:
"Su bulamazsanız"
âyeti ile ilgili açıklamalar en-Nisâ sûresinde
(4/43. ayet, 27. başlık ve devamında)
geçtiği gibi; sağlıklı ve mukîm bir kimsenin hapse atılmak yahut bağlanarak
tutuklamak suretiyle bu durumda olacağına dair açıklamalar da orada geçmiş
bulunmaktadır. İşte hakkında: Eğer su da toprak da bulamayacak olur, vaktin
de çıkacağından korkarsa diye sözedilen kimsedir.
Fukaha, böyle bir kimsenin
hükmü hususunda dört farklı görüşe sahiptir:
1)
İbn Huveyzimendâd der ki: Mâlik'in mezhebine göre sahih olan,
böyle bir kimse namaz kılmaz ve onun üzerinde herhangi bir yükümlülük de
yoktur. Yine İbn Huveyzimendâd der ki: Medineli âlimler, bunu Mâlik'ten
rivâyet etmişlerdir. Mezhebin sahih olan görüşü de budur.
2)
İbnü'l-Kasım der ki: Namaz kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda
Şâfiî'nin görüşüdür.
3)
Eşheb der ki: Kılar, fakat iade etmez.
4)
Esbağ der ki: Ne kılar, ne de kazasını yapar.
Ebû Hanîfe de bu görüştedir.
Hanefî mezhebinde kabul edilen görüş, böyle
bir kimsenin niyetsiz, ve kıraatsız olarak icma ile namaz kılıcağı, su
ya da toprak kullanma imkânını bulduğu
takdirde de namazını iâde edeceği şeklindedir.
Ebû
Ömer b.
Abdi’l-Berr der ki: Ben, İbn Huveyzîmendâd'ın
Mâlikî mezhebinden sahih olanın,
zikrettiği husus olduğunu nasıl kabul etmeye kalkıştığını bilemiyorum?
Çünkü, selefin Cumhûru da,
tükahanın geneli de Mâlikîler topluluğu
da buna muhalif kanaattedir. Zannederim, Mâlik'in de rivâyet ettiği hadiste
geçen: "...Ve su kenarında da değillerdi..." hadisindeki zahir İfadeden bu
neticeye varmıştır. Bu hadiste namaz kıldıklarından söz edilmemektedir.
Ancak, bu hadiste buna dair delil olamaz. Çünkü, Hişam b. Urve babasından,
o, Hazret-i Âişe'den bu hadiste şunu da
zikretmektedir; Abdestsiz olarak namaz kıldılar.
Buhârî,
Teyemmüm 1, 2; Müslim, Hnyz 108-109;
Muvatta’'; Tahâre 89.
Şu kadar var ki, namazlarını iade ettiklerinden söz etmemiştir. Fukahadan
bir kesim de bu görüştedir. Ebû Sevr der ki: Kıyas da bunu gerektirmektedir.
Derim ki: el-Müzenî, el-Kiyâ et-Taberî'nin
belirttiğine göre, Hazret-i Âişe
(radıyallahü anha)'ın gerdanlığının
kaybolması olayında sözü geçen hususları delil göstermistir. Bu hadiste
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, gerdanlık aramak üzere gönderdiği
ashâbı, teyemmümsüz ve abdestsiz olarak namaz kıldılar ve bunu
Hazret-i Peygambere haber verdiler.
Bundan sonra teyemmüm âyeti nâzil oldu,
Hazret-i Peygamber onların bu şekilde abdestsiz ve teyemmümsüz
olarak namaz kılmalarına da karşı çıkmadı. Teyemmüm İse, henüz meşru
kılınmamış olduğuna göre onlar, tamamiyle taharetsiz olarak namazlarını
kılmış oldular. Buradan hareketle el-Müzenî der ki: Böyle bir kimse için
namazını iade etmesi sözkonusu değildir. Bu da gerçekleştirilmesine imkân
olmaması halinde mutlak olarak taharetin olmamasına rağmen namaz kılmanın
câiz oluşu hususunda açık bir nasstır.
Ebû
Ömer der ki: Bunun, baygın hakkında da
böylece kabul edilmesi gerekmez. Çünkü, baygın bir kimse, aklını
kaybetmiştir. Ne su, ne de toprak kullanamayan kimse ise aklı başında bir
kimsedir.
İbnül-Kasım ve diğer ilim
adamları ise derler ti; Aklı başında olduğu takdirde namaz kılmak onun için
vacibtir. Bunları kullanmaya engel olan husus oltadan kalktığı takdirde
abdest alır, yahut teyemmüm eder ve namazını kılar.
Şâfiî'den de iki rivâyet gelmiştir. Ondan meşhur olan rivâyete göre,
olduğu gibi namaz kılar. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir, el-Müzenî der ki:
Şayet temiz toprak kullanmaya güç yetiremeyecek şekilde mahbus bulunuyor
ise, namazını kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda
Ebû Yûsuf, Muhammed,
es-Sevrî ve
Taberî'nin de görüşüdür.
Züfer b. el-Hüzeyl der ki:
Mukimken hapsedilen kişi, temiz toprak bulacak olsa dahi namaz kılmaz. Bu
ise onun kabul ettiği asıl kaideye göredir. Çünkü ona göre, -önceden de
geçtiği üzere- mukim iken teyemmüm etmek sözkonusu değildir.
Ebû
Ömer der ki: Olduğu halde namaz kılar ve
taharet almaya güç yetirdiği takdirde namazını iade eder diyen kimseler,
abdestsiz olarak namaz kılmayı ihtiyaten kabul etmiş ve şöyle demişlerdir:
Hazret-i Peygamber:
"Allah, taharetsiz olarak hiçbir namazı kabul etmez"
Buhârî,
vudu' 2 (aynı manada);
Müslim, Tahâre 1;
Nesâî, Tahâre 104, Zekât 48;
İbn Mâce, Tahâre 2;
Dârimî, Vudû 21;
Müsned, 11,5
buyururken, abdest ve taharet almaya güç yetiren kimseleri kastetmiştir.
Buna güç yetiremeyen kimsenin durumu ise böyle değildir. Çünkü, vakit bir
farzdır. Ve o, vakit içinde kılmaya güç yetirmektedir. Dolayısıyla vakit
içinde güç yetirebildiği şekilde namazını kılar, sonra iade eder. Böylelikle
hem vakit, hem de taharet hususunda bir arada ihtiyata uygun olanı yapmış
olur.
Namaz kılmaz diyenler ise,
hadisin zahirinden hareketle bu görüşe sahip olmuşlardır. Bu da
Mâlik, İbn
Nafî' ve Esbağın görüşüdür. Onlar derler ki: Su ve temiz toprak
bulamayan bir kimse, namazını da kılmaz, namaz vakti çıkacak olursa kazasını
da yapmaz. Çünkü, namazın şartlan gerçekleşmediği için kabul edilmeyişi,
şartlarını gerçekleştirme imkânım bulamadığı halde, namaz ile muhatap
olmadığına delalet etmektedir. Dolayısıyla onun zimmetinde herhangi bir
yükümlülük sözkonusu olmaz, bundan dolayı da kaza yapmaz. Bu açıklamayı Ebû
Ömer'den başkaları yapmıştır. Bu görüşe
göre taharet, namazın vücubunun şartlarından olur.
30-
Toprakla Teyemmüm:
Yüce Allah'ın:
"Tertemiz toprakla teyemmüm edin"
âyeti ile ilgili olarak,
ilim adamlarının tertemiz toprak (es-sa'îd)e
dair açıklamalar, daha önce en-Nisâ sûresinde
(4/43. ayeti 41. başlıkta) geçmiş bulumaktadır. İmrân b. Husayn'ın
rivâyet ettiği hadis ise Mâlikin
söylediğine delil olabilecek açık bir nasstır. Çünkü, eğer sa'îd
(tertemiz toprak) toprak, olsaydı,
Hazret-i Peygamber'in o adama: Sana
toprağı tavsiye ederim, o senin için yeterlidir, demesi gerekirdi,
Hazret-i Peygamber,
"Sana sa'îdi tavsiye ederim"
demekle onu, yeryüzüne havale etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır
"Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün."
âyetine dair açıklamalar
da en-Nisâ sûresinde (4/43. ayetin, 43- başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır. Orada konuyu takip edebilirsiniz.
31-
Abdestin Fazileti:
Âyete dair
açıklamalarımız bu noktaya gelmişken, şunu bil ki, ilim adamları abdest ve
taharetin faziletinden de söz etmişlerdir. Bu da bu bölümün sonucunu teşkil
eder. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Abdest imanın yarısıdır."
Bunu Müslim, Ebû
Mâlik el-Eş'arî yoluyla rivâyet
etmiştir.
Müslim,
Tahâre 1; Tirmizî, Deavat 85;
Nesâî, Zekât 1;
Dârimî, Vudû' 2;
Müsned, V, M2-344.
Buna dair açıklamalar el-Bakara
sûresinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
İbnü'l-Arabî der ki: Abdest, dinde
aslî bir İbadettir Müslümanların temizliğidir. Âlemler arasında bu ümmete
özel olarak verilmiştir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest
alıp şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"İşte bu, benim abdest şeklimdir. Benden önceki
peygamberlerin de abdest şeklidir, atam İbrahim'in de abdest
şeklidir." Ancak bu rivâyet, sahih
değildir. Ondan (İbnü'l-Arabî'den)
başkaları da şöyle demiştir: Bu, Hazret-i
Peygamberin:
"Sizin başkalarında bulunmayan bir alametiniz vardır"
âyeti ile çatışma halinde değildir. Çünkü, öncekiler de abdest
alırlardı. Bu ümmete has olan ise, abdest değil, gurre ve tahcil’dir.
(Abdest azaları olan yüz, kol ve ayaklardaki
aydınlık ve parlaklıktır). Bunlar ise
yüce Allah'ın, bu ümmetin ve
Peygamberinin şerefini artırmak için bu ümmete tahsis edip
lütfettiği şeyler arasındadır. Diğer ümmetlere göre sahip olduğu sair
üstünlükler gibi. Nitekim bu ümmetin
Peygamberi de Makam-ı Mahmud ve diğer şeyler ile sair
peygamberlerden üstün kılınmıştır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
Ebû
Ömer der ki:
Peygamberlerin de abdest alıp bu
yolla gurre ve tahciî'i kazanmış olmaları, Fakat onlara tabi olanların
abdest almamış olmaları da mümkündür. Nitekim Hazret-i Mûsa'dan şöyle dediği
nakledilmektedir: "Rabbim, hepsi de
peygamberleri andıran bir ümmet bulmaktayım. O ümmeti benim
ümmetim kıl. Yüce Allah ona: "Hayır,
o ümmet Muhammed'in ümmetidir" şeklindeki karşılıklı konuşma uzunca bir
hadiste geçmektedir.
İbn
Abdi’l-Berr,
el-İstizkâr, II, 180.
Yine Salim b. Abdullah b.
Ömer, Kâ'b el-Ahbar'dan şunu rivâyet
etmektedir: Kâ'b el-Ahbar, şöylece rüyasını anlatan bir adamı dinlemiş:
İnsanlar hesab için bir araya getirilip toplanmış, daha sonra
peygamberler -her bir
peygamber ile ümmeti de birlikte
olmak üzere- davet edilmiş, her bir
peygamberin aralarında yürüdüğü iki nuru olduğunu görmüş.
Ümmetinden ona tabi olanların ise, aydınlığında yürüdüğü tek bir nuru
varmış. Nihayet Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) çağrılmış.
Başındaki saçın ve yüzünün bütünüyle nûr olduğunu, ona bakan herkesin bunu
gördüğünü görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların da
peygamberlerin nurları gibi ikişer
nuru varmış, Kâ'b, bu anlatılanın rüya olduğunu bilmeksizin ona şöyle demiş:
Sana bu hadisi kim nakletti ve bunu sana kim öğretti? Adam ona, bu
anlattığının rüya olduğunu bildirmiş. Kâ'b ona, kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan Allah adına yemin verdirerek, gerçekten sen bu
söylediklerini rüyanda mı gördün diye sormuş adam Allah'a yemin
ederim ki evet; ben bunu rüyamda gördüm
deyince, Kâ'b şöyle demiş: Nefsim elinde olan Allah'a -veya:
Muhammed'i hak ile gönderene- yemin ederim ki
işte bu; Allah'ın kitabında Ahmed’in ve onun ümmetinin niteliğidir
peygamberlerin niteliği de böyledir.
Senin bu söylediklerin sanki Tevrat'tandır İbn
Abdi’l-Berr bunu, et-Temktd adlı kitabında senediyle kaydetmiştir.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Yine sair
ümmetlerin de abdest aldıkları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Ancak ben bunu, sahih bir yolla bilmiyorum.
İbn Abdil-Berr, el-İstizkâr, II, 180; Temhîd,
XX, 258-259.
Müslim,
Ebû Hüreyre'den
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet
etmektedir:
"Müslüman -veya mü’min- abdest
aldığı ve yüzünü yıkadığı vakit, iki gözü ile nazar ettiği her bir günah su
ile -yahut suyun son damlası ile-birlikte çıkar gider. Ellerini yıkadığında,
elleriyle yakalamış olduğu her bir günah su ile -yahut suyun son damlası
ile- birlikte ellerinden çıkar gider. Ayaklarını yıkadığında, ayakları ile
yürüyüp işlediği her bir günah, su ile -veya suyun son damlası ile- birlikte
ayağından çıkıp gider. Ve nihayet bütün günahlardan arınmış olarak çıkar."
Müslim,
Tahâre 32; Muvatta’' Tahâre 31;
Müsned, II, 303.
Mâlik'in, Abdullah
es-Sunabihî'den rivâyet ettiği hadis İse, bundan daha tamamdır. Doğrusu
adının Abdullah değil, Ebû Abdullah (es-Sunâbihî)
olduğudur Bu da Mâlik'in yanıldığı hususlardan birisidir. Asıl ismi ise,
Abdurrahman b. Useyle'dir. Şamlı büyük bir tabiidir. Çünkü Hazret-i Ebû
Bekir'in halifeliğinin ilk dönemlerine yetişmiştir, Ebû Abdullah es-Sunâbihî
der ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a Yemen'den
muhacir olarak geldim. el-Cuhfe denilen yere vardığımızda, bir bineklî ile
karşılaştık, ona ne haber diye sorduk, o da; üç gün Önce
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı defnettik dedi...
Muvatta’',
Tahâre 3; Nesâî, Tahâre 85;
İbn Mâce, Tahâre 6. îmân.
İşte bu hadisler ile bu
manadaki Amr b. Akabe yoluyla rivâyet edilen hadis ve diğerleri bize,
bunlarla kast edilenin abdestin günahları uzaklaştırmak için meşru kılınmış
bir ibadet olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, abdestin şer'i bir niyete de
muhtaç olmasını gerektirmektedir. Çünkü abdest, günahları silmek ve Allah
nezdinde dereceleri yükseltmek için meşru kılınmıştır.
32-
Yüce Allah'ın Tekliften Kastı Ümmete Zorluk Değil, Ümmeti Arındırmak,
Nimetini Tamamlamaktır:
Yüce Allah'ın: -Allah size güçlük çıkarmak istemez âyeti dinde
sizin için bir darlık meydana getirmek istemez demektir. Bunun bir delili de
Yüce Allah'ın:
"Dinde size güçlük vermedi"
(el-Hac, 22/78) âyetidir.
Bu âyet-i kerimedeki, sıladır.
Yani, size güçlük çıkarmak istemedi,
demektir.
"Ama sîzi, iyice temizlemeyi... diler."
Ebû Hüreyre ile es-Sunâbihî yoluyla
gelen hadislerde zikredildiği gibi, günahlarınızı temizlemek ister. Buradaki
temizlemenin hades ve cünupluktan olduğu da söylenmiştir. Allah'a itaat
edenlerin niteliği olan temizlenmişlikle vasfedilmeye hak kazanasınız
diye... anlamında olduğu da söylenmiştir,
Said b. el-Müseyyeb Sizi temizlemeyi..." âyetini, diye okumuştur.
Mana birdir.
"Ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister."
Hastalık ve yolculuk
halinde size teyemmüm yapma ruhsatını vermek sûretiyle.
Bu tamamlamanın, şeriat
hükümlerini açıklamakla olacağı söylendiği gibi, günahların bağışlanmasıyla
olacağı da söylenmiştir. "Nimetin tamamlanması, cennete girmek ve
cehennemden kurtuluştur" denildiği de haber olarak nakledilmiştir.
"Tâ. ki, şükredesiniz."
Yani,
nimetlerine şükredip O'na itaate yönelesiniz...
7
Allah'ın size verdiği nimetini
ve: "Dinledik ve itaat ettik" dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o
sözünü de hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah, göğüslerde
gizleneni çok iyi bilendir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın size verdiği nimetini ve: Dinledik ve itaat ettik dediğiniz zaman
sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın..."
âyetinde sözü geçen
"söz ve misak"ın,
yüce Allah'ın:
"Hani Rabbin, Âdem oğullarının sırtlarından... zürriyetlerini çıkarıp
almış."
(el-A'raf, 7/172) âyetinde geçen söz olduğu
söylenmiştir ki, bunu Mücahid ve
başkalan söylemiştir. Bizler böyle bir sözün alındığını her ne kadar
hatırlamıyor isek dahi, doğru sözlü yüce Rabbimiz bize bunu haber
vermektedir. Dolayısıyla bizden alınan böyle bir söze bağlı kalmakla
emrolunmamız mümkündür.
Bu âyetin Tevrat'ta
kendilerinden alınan sözleri gereği gibi korumak üzere yahudilere bir hitab
olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbâs, es-Süddî gibi
müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise bu,
(ashâb-ı kiram'ın)
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları hoşlarına giden ve
gitmeyen hususlarda onu dinleyip itaat edeceklerine dair verdikleri söz ve
misaktir. Onlar, Hazret-i Peygambere
dinledik ve itaat ettik; demişlerdi. Nitekim, Akabe gecesi ve ağacın
altındaki bey'at de böyle cerayan etmişti. Yüce
Allah da bunu, kendi zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur:
"Ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar..."
(el-Feth, 48/10) diye buyurmuştur. Ashâb-ı
kiram, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a Akabe
yakınlarında, bizzat kendilerini, hanımlarım ve evlatlarını korudukları gibi
onu da korumak, ashâbı ile birlikte kendilerine hicret etmek üzere
bey'atleştiler. Ona ilk bey'at eden el-Berâ b. Ma'rûr olmuştu.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) lehine işi sağlama bağlamak ve bu
hususta anılan akdi oldukça sıkı tutmak hususunda oldukça övülmeye değer bir
konumu olmuştu o gece. "Seni hak ile gönderen adına yemin olsun ki, kendi
çoluk çocuğumuzu ne şekilde koruyor isek seni de o şekilde koruyacağız. Ey
Allah'ın Rasulü, bize bey'at et! Bizler, Allah'a yemin olsun ki, Savaş
erleriyiz, güzel silah kullanan kimseleriz. Biz bunu atalarımızdan miras
aldık..." Buna dair haber oldukça meşhurdur ve İbn İshâk Sîretî'nde yer
almaktadır. Rıdvan bey'atine dair açıklamalar da yeri gelince
(el-Feth, 48/18. ayetin tefsiri)
yapılacaktır.
Bu âyet,
(sûrenin baş tarafında yer alan)
yüce Allah'ın:
"Akidleri yerine getirin."
(el-Mâide 5/1)
âyeti ile ilişkili bulunmaktadır. Onlar, verdikleri sözlere bağlı kaldılar.
Allah, peygamberlerine ve İslama
yaptıkları hizmetlerin mükâfatlarını versin, onlardan razı olsun ve onları
razı etsin.
"Ve Allah'tan korkun"
yani, O'na muhalefet etmek hususunda ondan
korkun. Çünkü O, her şeyi bilendir.
8
Ey Îman edenler, Allah için
hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa
olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya
daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.
Yüce Allah'ın:
"Ey îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar..."
âyetinin anlamı, daha
önce Nisa sûresinde (4/135- ayetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır, Anlamı şudur: Ben, sizin üzerinizdeki nimetimi
tamamladığıma göre, siz de Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun.
"Allah için"
âyetinden kasıt ise, Allah'tan alacağınız
sevap için O'nun hakkını yerine getirin ve akrabalarınıza meyletmeksizin
düşmanlarınıza da haksızlık etmeksizin, hakka uygun ve adaletli olarak
şahidlik yapın.
"Bir topluluğa olan kininiz"
sizi adaleti terketmeye ve düşmanlık
duygularıyla hareket etmeyi de hakka tercih etmeye itmesin.
Bu âyette, düşman bir kimsenin
Allah için düşmanlık yaptığı kimse aleyhindeki hükmünün ve yine onun
aleyhindeki şahidliğinin geçerli olduğuna da delil vardır. Çünkü o kimseye
buğz etmekle birlikte ona adaleti emretmektedir. Şayet ona buğz etmekle
birlikte düşmanının aleyhindeki hükmü ve şahidliği câiz olmamış olsaydı,
onun hakkında adaleti gözetme emrini vermenin izah edilir bir tarafı
olmazdı.
Yine âyet-i kerîme, kâfirin
küfrünün kendisine adaletli davranmaya engel olmadığına ve yalnızca
aralarından kendisiyle Savaşılmaya ve köle edinmeye lâyık olan kimselere
karşı çıkmakla yetinmeye, onlara müsle yapmanın câiz olmadığına da delâlet
etmektedir. İsterse onlar, kadınlarımızı ve çocuklarımızı öldürmüş ve
davranışlarıyla da bizleri kedere boğmuş olsunlar. Bizim onları gam ve
kedere boğmak için kastı olarak müsle yaparak
(azalarını keserek, ya da işkence yaparak) onları öldürmek hakkına
sahip değiliz. İşte o meşhur kıssada Abdullah b. Revâha, söyledikleriyle
buna işaret etmiştir. İşte âyet-i kerimenin anlamı budur.
"Bir topluluğa olan kininiz.."
âyetinin anlamı; bu
sûrenin baş tarafında (5/2. ayet, 12. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır. "
Sizi sürüklemesin"
âyeti, şeklinde de okunmuştur.
el-Kisâî der ki: Bu iki okuyuş iki ayrı
söyleyiştir. ez-Zeccâc ise şöyle
demektedir: İkinci okuyuşun anlamı, sizi
suça, günaha sokmasın şeklindedir. Nitekim, beni günaha soktu, demek
isterken, demek gibi.
"Çünkü o, takvaya daha yakındır"
âyeti sizin Allah'a karşı takvalı davranmanıza
daha yakındır, demektir. Ateşten sakınmanız için daha uygundur, anlamında
olduğu da söylenmiştir.
9
Allah, îman edip de salih
ameller işleyenlere "onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır"
diye va'delmiştir.
"Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır"
âyetinin anlamına
gelince: Yani Allah,
mü’minler hakkında: "Onlar için
mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" diye buyurmuştur. Bu da bu
mükâfatın mahiyetini, özünü, İnsanların kavrayışlarının bilmesine imkân
yoktur demektir. Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler
gizlendiğini hiçbir kimse bitemez"
(es-Secde,
32/17)
Yüce Allah:
"Çok büyük bir ecir çok şerefli bir ecir, büyük bir ecir"
diye buyurduğu
takdirde, bunun ölçüsünü kim takdir edebilir ki? Allah'ın va'di, onlara
verilen bu söz "kavi: demek" kabilinden olduğu için
"
Onlar için mağfiret... vardır"
âyetinin başına
"lâm" harfinin getirilmesi uygun düşmüştür. Ve bu âyet nasb
mahallindedir. Çünkü, va'dolunan şey mahallindedir ve onlara kendileri için
mağfiret olduğunu vadetmiştir. Veya, onlara
mağfiret va'detmiştir, anlamındadır. Ancak cümle,
(i'rab bakımından) tek bir kelime gibidir. Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Salihler için şöyle bir
mükâfat olduğunu gördük;
Cennetler ve Selsebil pınarı.
Görüldüğü gibi, burada da cümle
nasb mahallindedir. işte bundan dolayı, bu-cümleye yapılan atıflar da mansub
gelmiştir.
Bu âyetin, va'dolunan şeyin
mahzuf olmak üzere ref’ mahallinde olduğu da söylenmiştir. Takdiri de
şöyledir: Onlara yaptığı vaadler içerisinde onlar için bir mağfiret ve büyük
bir ecir vardır Bu anlamdaki bir açıklama
el-Hasen’den nakledilmiştir.
|