Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

107

 

005 - MÂİDE SÛRESİ

 

CÜZ :

6

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6

Ey îman edenler, namaza kalkacağınız kaman yüzlerinizi ve dirseklerle beraber ellerinizi (kollarınızı) yıkayın. Başlarınıza mesh edin. Her iki topuğunuzla beraber ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz. Şayet hasta veya yolculukta iseniz yahut İçinizden biri ayak yolundan gelirse ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin. Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Ama, sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki, şükredesiniz.

Bu âyete dair açıklamalarımızı otuz iki başlık halinde sunacağız:

1- Nüzul Sebebi:

el-Kuşeyrî ile İbn Atiyye, bu âyet-i kerimenin el-Mureysî gazvesinde gerdanlığım kaybeden Hazret-i Âişe hakkında nâzil olduğunu nakletmektedirler. Bu âyet-i kerîme aynı zamanda abdest ayetidir.

İbn Atiyye der ki: Abdest daha önce onlar tarafından bilinen ve uygulanan birşey olduğundan dolayı, ayeti kerîme bu hususta âdeta onların abdeste dair bu âyeti tilavet etmelerinden başkaca bir şeylerini artırmamış gibidir. Bununla birlikte teyemmüm ile ilgili ruhsatı ve böyle bir faydayı da onlara vermiş olmaktadır. Bizler ise, en-Nisa sûresinde yer alan âyet-i kerimede (4/43- ayet, 20. başlıkta) bundan farklı bir husus zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu âyet-i kerimenin muhtevası, yüce Allah'ın (baştaraflarda) emretmiş olduğu akidlere ve şer'î hükümlere tamamıyle bağlı kalmak ile sözünü ettiği nimetin tamamlanması kapsamı içerisindedir. Çünkü böyle bir ruhsat da nimetin tamamlanması arasında yer alır.

2- "Namaza Kalkmak" İle İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

İlim adamları, yüce Allah'ın:

"Namaza kalkacağınız zaman" âyeti ile hangi mananın kastedildiği hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Bir kesim şöyle demektedir; Bu, -namaz kılmak isteyen kişi İster abdestli olsun, ister abdestsiz olsun-, her namaz kılmak isteme hali hakkında umumi bir lâfızdır. O bakımdan namaz kılmak isteyen herkesin abdest alması gerekmektedir. Nitekim Hazret-i Ali de böyle yapar ve bu âyet-i kerimeyi okurdu. Bunu, Ebû Muhammed ed-Dârimî, Müsned'inde zikretmiştir. Dârimî, Vudû' 3. Bunun bir benzeri İkrime'den de rivâyet edilmiştir. İbn Sîrin de der ki: Halîfeler her namaz için ayrıca abdest alırlardı.

Derim ki; Bu açıklamalara göre âyet-i kerîme muhkemdir, bunda herhangi bir nesh sözkonusu değildir.

Bir kesim de der ki: Bu hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hastır. el-Ğasîl diye bilinen Abdullah b. Hanzala b. Ebi Âmir der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her namaz için abdest almakla emrolundu. Bu, kendisine ağır geldi. Sonra (her namazdan önce) misvak kullanması emr olundu ve hades hali müstesna abdest alma yükümlülüğü kaldırıldı. Alkame b. el-Feğvâ babasından -ki, o ashâb-ı kiramdandi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Tebuk'a giderken kılavuzluk yapmıştı- şöyle dediğini nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’a ruhsat bildirmek üzere indirilmiştir. Çünkü, Hazret-i Peygamber abdestsiz hiçbir iş yapmazdı. Kimse ile konuşmaz, kimsenin selamını almaz ve buna benzer hiçbir işi abdestsiz yapmazdı. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile Ona, abdestin diğer ameller bir yana yalnızca namaza kalkmak için sözkonusu olduğunu bildirdi. Bu manada ve daha kısa olarak: Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Dârimî, Tahâre 3; Müsned, V, 225.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerîme ile kastedilen fazileti elde etmek üzere her namaz için abdest almaktır. Bunlar, buradaki emri mendupluğa hamletmişlerdir. Aralarında İbn Ömer'in de bulunduğu birçok sahabe-i kiram bu fazileti ele geçirmek arzusuyla her bir namaz için abdest alırlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'yi fethettiği gün -ümmetine (bir abdestle birden çok farzı kılmanın mümkün olduğunu) beyan etmek arzusuyla, beş vakit namazı tek bir abdestle kıldığı güne kadar bu şekilde hareket ederdi.

Derim ki, bu görüşün zahirine göre neshedici hükmün varid oluşundan önce her bir namaz için abdest almak vacip değil de müstehab idi. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü, emir varid olduğu takdirde vücubu gerektirir. Özellikle ashâb-ı kiram nezdinde bu böyledir. Çünkü onların yaşayışlarından bildiğimiz ve öğrendiğimiz budur.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Önceleri herbir namaz için abdest almak farzdı. Daha sonra bu, Mekke fethedildiği gün nesh olundu. Ancak bu, Enes yoluyla rivâyet edilen şu hadis dolayısıyla yanlıştır. Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her bir namaz için abdest alırdı. Onun ümmeti ise, böyle değildi. Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre, 44; Nesâî, Tahâre 101; İbn Mâce, Tahâre 72. Bu hadis ileride gelecektir. Yine Süveyd b. en-Nu'manın hadisi dolayısıyla da bu farzın nesh olduğu görüşünün yanlış olması gerekmektedir Süveyd b. en-Nu’man'ın rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (Hayber yakınlarında bir yer olan) es-Sahbâ denilen yerde iken aynı abdestle ikindi ve akşam namazlarını kıldı. Bu Hayber gazvesinde olmuştu. Buhârî, Vudû' 51; Muvatta’', Tahâre 20. Hayber gazvesi ise hicretin altıncı yılındadır. Yedinci yılında olduğu da söylenmiştir. Mekke'nin fethi ise sekizinci yılında olmuştur. Bu da Mâlikin Muvatta’''ında rivâyet ettiği sahih bir hadistir. Buhârî ve Müslim de bunu rivâyet etmiştir. Böylelikle bu iki Hadîs-i şerîfle Mekke'nin fethinden önce herbir namaz için abdest almanın farz olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Denilse ki: Müslim, Bureyde b. el-Husayb, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın her bir namaz için abdest aldığını rivâyet etmektedir. Mekke fethedildiği gün ise, bütün (bir günün) namazlarını tek bir abdestle kıldı ve mestlerine mesh etti. Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Bugün daha önce yapmamış olduğun birşeyi yaptın? Hazret-i Peygamber: "Ben bunu kasten yaptım Ey Ömer" diye buyurdu. Müslim, Tahâre 86; Ebû Dâvûd, Tahâre 65; Tirmizî, Tahâre 45; Nesâî, Tahâre 101; Müsned, V, 350, 358. Peki, niye Hazret-i Ömer ona böyle bir soru sordu ve durumu öğrenmek istedi?

Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Ömer ona Hayber'de (ikindi ve akşamı tek abdestle kıldığı) namazından itibaren edindiği adete muhalefeti dolayısıyla bu soruyu sormuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Tirmizî de Enes'den rivâyet ettiğine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), abdestli olsun olmasın her namaz için abdest alırdı. Humeyd der ki: Enes'e sordum: Peki ya siz nasıl yapıyordunuz? Enes dedi ki: Bizler ise, bir tek abdest alırdık. (Tirmizî) dedi ki: Bu, Hasen sahih bir hadistir)- Az önce bu hadise ve kaynaklarına işaret edilmiştir. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Abdest üstüne abdest bir nurdur."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna göre herbir namaz için yeni bir abdest alırdı. Küçük abdestini bozarken, bir kişi kendisine selam verdiği halde teyemmüm edinceye kadar selamını almadı. Teyemmümden sonra selamını aldı ve: "Ben yüce Allah'ı abdestli olmaksızın zikretmekten hoşlanmadım" diye buyurdu. Bunu da Dârakutnî rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Tahâre 8; İbn Mâce, Tahâre 27; Müsned, V; Dârakutnî, 1,121,123,177,197. es-Süddî ile Zeyd b. Eslem der ki:

"Namaza kalkacağınız zaman" âyeti, yataklarınızdan, yani uykudan uyanıp kalktığınız zaman, anlamındadır. Bu tevile göre âyetin maksadı, bütün hades hallerini zikretmektir. Özellikle de hakkında bizatihi hades midir değil midir diye ihtilaf edilen uyku zikredilmiş olmaktadır. Bu açıklamaya göre âyet-i kerimede bir takdim ve tehir vardır ve ifadenin takdiri şöyledir: Ey îman edenler, uykudan uyanıp namaz için kalkacağınız vakit, yahut sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse, ya da kadınlara yaklaşmış -yani bundan kasıt küçük temas olan dokunmaktır- iseniz... yıkayınız.

Böylelikle küçük hadesli olanın hükümleri tamamlanmış olmaktadır. Daha sonra da:

"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" diye buyurdu ki bu, bir başka hades türünün hükmünü ifade etmektedir. Bundan sonra ise her iki (küçük ve büyük) hades türü için de:

"Şayet hasta veya yolculukta iseniz ve su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin" diye buyurulmuştur.

Mâlik'in -Allah'ın rahmeti Üzerine olsun- arkadaşlarından Muhammed b. Mesleme ve başkaları da âyet-i kerimenin bu te'vilini benimsemişler ve bu doğrultuda görüşlerini ifade etmişlerdir.

İlim ehlinin çoğunluğu ise şöyle demektedir: Âyetin manası: Sizlerhadesliolduğunuz halde namaza kalkacağınız zaman... Buna göre ise âyet-i kerimede herhangi bir takdim ve tehir yoktur. Aksine, âyet-i kerimede yüce Allah'ın:

"Temizleniniz" âyetine kadar su bulanın hükmü ifade edilmekte ve "abdesısiz olduğunuz halde" ifadesinin kapsamına da küçük temas da girmektedir. Bundan sonra da yüce Allah'ın:

"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" âyeti de her iki hades türü ile ilgili olup su bulamayan kimsenin hükmü zikredilmektedir. Bu durumda da

"kadınlara dokunmak" (yaklaşmak) cima demek olur. O bakımdan tıpkı su bulan kimse nasıl zikredîlmişse, su bulamayan cünubun da zikredilmesi kaçınılmazdır. Bu ise, Şâfiî'nin ve diğerlerinin te'vili (açıklaması) dır. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Abbâs, Ebû Mur sa el-Eş'arî ve bunların dışında birçok sahabinin görüşleri de bu doğrultuda gelmiştir.

Derim ki: Bu iki tevil, âyet-i kerîme hakkında söylenenlerin en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

"Kalkacağınız zaman" (namaz) kılmak istediğiniz zaman, demektir. Nitekim yüce Allah:

"Kurban okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (en-Nahl, 16/98) âyetinde, Kur'ân okumak istediğinde... demektir. Çünkü namaza kalkış halinde abdest almaya imkân yoktur.

3- Abdest Alırken Yüzü Yıkamak:

"Yüzlerinizi yıkayın..." âyetinde yüce Allah dört organ zikretmektedir. Birisi yüzdür. Bunu yıkamak farzdır. Eller de aynı şekilde. Başın farzı ise ittifakla meshedilmesidir. Ayaklarda ise ileride geleceği üzere ihtilaf edilmiştir. Âyet-i kerimede bunların dışında herhangi bir organdan söz edilmemektedir. Bu ise, bunların dışında kalanların bir takım âdab ve sünnetler olduğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Yüzün yıkanması esnasında suyun yüze götürülerek elin de yüz üzerinde gezdirilmesi kaçınılmazdır. Bize göre yıkamanın gerçek mahiyeti budur. Biz, bu hususu en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 13. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Bizden başkaları ise şöyle demektedir: Abdest alanın yapması gereken şey, sadece suyu akıtmaktır. Eliyle ovalamak mükellefiyeti yoktur. Şüphe yok ki kişi, kendisini suya daldırsa ve beraberinde yüz ya da ellerini de daldırıp ovalamayacak olsa, onun hakkında yüz ve ellerini yıkadı denilir. Bilindiği gibi bu hususta ancak o iş için verilen ismin hasıl olmasına itibar edilir. Bu hasıl olursa yeterlidir.

Sözlükte vech (yüz); muvaceheden alınmadır, Vech, bir takım azaları kapsayan eni ve boyu olan bir organdır. Onun uzunlamasına sının, alnın üst tarafının başlangıcı olup, çenelerin sonuna kadar devam eder. Enine sının ise iki kulak arasıdır Bu husus, tüysüz kimse hakkında böyledir. Sakallı kimse ise, eğer çeneleri sakalla kaplı bulunuyor ise, sakalı ya seyrektir, yahut sıktır. Şayet sakalı seyrek olup alttan teni görünüyor ise, suyun tene ulaştırılması kaçınılmazdır. Şayet sık ise, bu sefer farz -tıpkı başta bulunan saçta olduğu gibi- sakala intikal etmiş olur (yani sakalın yıkanması gerekir).

Diğer taraftan sakalın çeneden arta kalan ve aşağı doğru sarkan bölümü ile ilgili olarak Sulınûn, İbnü’l-Kasım'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Mâlik'e: Sen ilim ehlinden herhangi bir kimsenin sakal yüzdendir, o bakımdan onun üzerinden su geçilmesi gerekir, diyen bir kimse işittin mi şeklinde sorulurken, şövle dediğini dinledim: Evet, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesi insanlarım yapmaları gereken bir iş değildir, dedikten sonra da bunu yapanı ayıpladı.

Yine İbnü'l-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alan kişi, içine suyu sokmaksızın sakalının dış tarafını hareket ettirir. Devamla: Sakal tıpkı ayak parmakları gibidir, der.

İbn Abdilhakem der ki: Sakalın hilallendirilmesi, abdest alırken de guslederken de vaciptir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, -hepsi de zayıf olan- çeşitli yollardan abdest alırken sakalını hilallediği rivâyet edilmiştir, İbn Huveyzimendâd da rukahâ, abdest esnasında sakalın hilallendirilmesinin vacib olmadığı üzerinde ittifak ettiklerini nakletmektedir. Bundan tek istisna, Saîd b. Cübeyr'den rivâyet edilen şu sözüdür: Kişi ne diye sakalları bitmeden önce sakalını (bittiği yeri) yıkıyor da, bu sakalı bitti mi orayı yakamıyor? Ve tüysüz kimse ne diye çenesini yıkıyor da sakalı olan kimse yıkamıyor?

Tahavî der ki: Teyemmümde vacib olan yüzde tüyün bitiminden önce tenin mesh edilmesidir. Ancak tüyün bitiminden sonra bu, onların (fukahanın) hepsine göre de sakıt olur Abdestte de durum böyledir.

Ebû Ömer der ki: Kim sakalın tümünün yıkanmasını vacib kabul ederse, sakalı da yüz gibi kabul etmiş olur. Çünkü vech (yüz) muvaceheden alınmıştır. Yüce Allah ise, sakallı ile sakalsız kimse arasında herhangi bir tahsise gitmeksizin mutlak bir emir ile yüzün (vechin) yıkanmasını emretmiş bulunmaktadır. O halde Kur'ân'ın zahirine göre sakalın yıkanması vacib olur. Çünkü sakal, (yüzde) tenin bedelidir.

Derim ki: İbnül-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve ben de bu görüşteyim, demiştir. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sakalını yıkardı. Bunu, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmiştir. Böylelikle Hazret-i Peygamber, fiili ile muhtemel olan bir şeyi tayin etmiş olmaktadır, İbnü’l-Munzir de İshâk'dan kasten sakalını hilallendirmeyi terk edenin tekrar bunu iade edeceğini belirttiğini nakletmektedir. Tirmizî de Osman b. Affan (radıyallahü anh)'den rivâyet ettiğine göre, sakalını hilallendirirdi. Tirmizî dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tahâre 23; İbn Mâce, Tabire 50; Dârimî, Vudû' 33

Ebû Ömer der ki: Sakalın sarkan bölümünü yıkamayı vacib kabul etmeyen, yıkanması emrolunan asıl yerin ten olduğu görüşündedir. Dolayısıyla ona göre, tenin üstünde zahir olanın yıkanması vacib olmaktadır. Sakalın sarkan bölümünün altında ise, yıkanması icabeden herhangi bir yer yoktur. Dolayısıyla, sakalın (tenin üstünde kalan bölümünün) yıkanması ondan bedel olmaktadır.

Yine fukahâ, favoriler ile kulak arasındaki bölümün yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vehb, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Sakal, saçının gerisinde kalan (ve tüy bitmeyen) çeneye kadar gelen bölüm yüzden değildir. Ebû Ömer ise der ki: Ben, İbn Vehb'in Mâlik'ten rivâyet ettiği görüşü çeşitli bölgelerde yaşayan fukahâdan herhangi bir kimsenin söylediğini bilmiyorum.

Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise derler ki; Favoriler ile kulak arasında saç bitmeyen bölüm yüzdendir ve yıkanması vacibtir Şâfiî ve Ahmed de buna yakın görüş belirtmişlerdir. Saç bitmeyen bu bölümü yıkamanın müstehab olduğu da söylenmiştir İbnü'l-Arabî der ki; Bence sahih olan, o bölümü, sakalı olan kimse için değil de tüyü bitmemiş kimsenin yıkamasının gerektiğidir.

Derim ki: Kadı Abdülvehhab'ın tercihi de budur. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi ise, bu bölüm hakkında muvacehe adının verilip verilmeyeceğinden kaynaklanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İşte bu ihtimal dolayısıyla da yine fukahâ arasında yüzün yıkanma emrinin burnun ve ağzın iç tarafını kapsayıp kapsamadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Ahmed b. Hanbel, İshâk ve onlardan başkaları, abdestte de gusulde de bunun vacib olduğunu kabul ederler. Şu kadar var ki, Ahmed şöyle demektedir: Abdest alırken, burnuna su çekmeyi (istinşak) terkeden kimse, daha sonra bunu iade eder. Fakat mazmazayı (ağzına su verip çalkalamayı) terkeden kimse bunu iade etmez. Genel olarak fukahâ ise şöyle demektedir: İkisi de abdestte de gusulde de birer sünnettir. Çünkü emir, ancak zahiri kapsar, batını (gizli ve görünmeyen bölümü kapsamaz). Araplar ise, ancak muvaceher kapsamına giren şeyler hakkında veclı tabirini kullanırlar. Diğer taraftan yüce Allah bunları Kitabında zikretmiş değildir. Müslümanlar da bunları vacib görmediler ve herkes bu hususta da ittifak etmemiştir. Farz olan bir hüküm ise ancak bu yollardan birisi ile sabit olur. Bu kabilden açıklamalar daha önce en-Nisa sûresinde (4/43. ayet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Gözlere gelince, herkes icma ile gözlerin iç tararının yıkanmasının gerekmediğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki, Abdullah b. Ömer'den, gözlerine hafifçe su serptiği rivâyet edilmiştir. Bunları yıkamanın sakıt oluş sebebi ise, bundan dolayı rahatsızlanmak ihtimali ile bu işin zor oluşudur. İbnü'l-Arabî der ki: Bundan dolayı, Abdullah b. Ömer görmez olduktan sonra, gözlerini yıkardı. Zira bundan dolayı rahatsız olmazdı.

Yüz ile ilgili bu hüküm Ger) böylece anlaşıldığına göre, herhangi bir sınırlama sözkonusu olmaksızın, yüz ile birlikte baştan bir bölümün yıkanması kaçınılmazdır. Nitekim başın tümünün mesh edilmesi ile birlikte belli bir miktar tayini sözkonusu olmaksızın yüzün de küçük bir bölümünün mesh edilmesinin vacib olduğunu kabul eden görüş de buna benzemektedir. Bu hüküm ise, usul-u fıkıhta bir kaideyi teşkil eden: "Kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir şey tıpkı onun gibi vacibtir" kaidesine dayanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

4- Abdestte Niyetin Hükmü:

İlim adamlarının Cumhûru, abdestte niyetin mutlaka gerekli olduğu görüşündedir Çünkü Hazret-i Peygamber: "Ameller ancak niyetler iledir" diye buyurmuştur. Buhârî, Bed'u Vahy 1, Îman 41, Nikâh 5, Talâk 11 v.s.,.; Müslim, İmare 155; Ebû Dûvûd, Talâk 11; Tirmizî Fedail-Cihâd 16; Nesâî, Tahare 59, Talâk 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zuhd 26; Müsned I, 25, 43. Buhârî der ki: Böylelikle îman , abdest, namaz, zekât, hac, oruç ve diğer ahkâm da bunun (hadisin) kapsamına girmektedir. Yüce Allah da:

"De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder" (el-İsra, 17/84) diye buyurmaktadır ki, bu da niyetine göre hareket eder, demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Fetihten sonra hicret yoktur. Fakat, cihad ve niyet vardır" diye buyurmuştur. Buhârî, Îman 41. "...Fakat cihad ve niyet vardır" hadisi ayrıca şuralarda yer almaktadır: Buhârî, Îman 41, Sayd 10, Cihâd 1, 27, 194, Cizye 22, Menâkıbul-Ensâr 45 Meğâzi 53; Müslim, İmâre 85, 86; Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Tirmizî, Siyer 32; Nesâî, Bey'at 15; Dârimî, Siyer 69; Müsned, I, 226, 266..., III, 32, 401, V, 187, VI, 137

Sâfiîlerden pek çok kişi ise niyete gerek yoktur, demektedir. Bu, Hanefîlerin de görüşüdür. Derler ki: Niyet, ancak bizatihi maksat olarak gözetilen ve başkalarına sebep teşkil etmeyen farzlarda vacibtir. Bir diğer fiilin sahih olması için şart olan amellere gelince, o fiili emreden âyet ile birlikte bir başka delalet olmadığı sürece, bizzat emrin kendisi ile o işte niyet icâbetmez. Tahâret ise şarttır Üzerinde namazın farz olmadığı bir kimseye taharet farzı da vacib değildir. Ay hali ve lohusa olan kadın gibi.

Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ile, kimi Şâfiîler ise, yüce Allah'ın:

"Namaza kalkacağınız zaman yüklerinizi... yıkayın" âyetini delil göstermişlerdir. Yıkama fiili vacib olduğuna göre, o Fiilin sahih olabilmesi için niyet de şart olur. Çünkü yüce Allah tarafından farz kılmak, Allah'ın emrettiği işin yapılmasını icabettirir. Buna göre bizler: Bunun için niyet vacib değildir diyecek olursak, yüce Allah'ın emrettiğini yapmak için bir maksat taşımanın onun için vacib olmadığını söylemiş oluruz. Bilindiği gibi serinlemek veya herhangi bir maksat için gusleden bir kimse, o vacibi eda etme maksadını gözetmiş değildir. Hadiste de abdestin (küçük günahlar için) keffaret teşkil ettiği sahih olarak sabit olmuştur. Eğer abdest, niyetsiz olarak sahih olur denilecek olursa, günahlara keffaret olmaz. Diğer taraftan yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar ve hanifler olarak ibadet etmelerinden... başkasıyla emr olunmadılar." (el-Beyyine, 98/5)

5- Niyetin Takdim Ve Tehir Edilmesi:

İbnü'l-Arabî der ki: Kimi ilim adamımız şöyle demektedir: Bir kimse gusletmek niyetiyle nehre gitmek üzere çıkarsa bu onun için yeterli olur. Şayet yolda iken niyeti kaybolacak (hatırından gidecek olursa) -ve eğer hamama gitmek için de yola çıkar, yolda da niyeti kaybolacak olursa- niyeti batıl olur. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî -Allah ondan razı olsun- der ki: Sıradan müftü geçinen kimseler, buna dayanarak şöyle demişlerdir: Namaz için niyet, bu konudaki her iki görüşe göre de uygun düşebilir. Ayrıca onlar, bu hususta zan ile yakin arasında herhangi bir fark gözetemeyenlerden bir nass da irad etmişler ve bunun şöyle dediğini nakletmişlerdir: Namazda niyetin tekbirden önce olması caizdir. Müftü ve müctehid olmak isteyip de Allah'ın başarı ihsan etmediği ve doğruya iletmediği böyle bir topluluğun Allah yardımcıları olsun, onların yaptıklarını herkes görüp de ibret alsın. Şunu bilin ki, -Allah'ın rahmeti üzerinize olsun- abdestte niyetin vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hususta Mâlik'in görüşü de farklı farklı gelmiştir. Bu konuda ittifak sözkonusu olmadığından dolayı, bazı yerlerde niyetin öne alınmasında müsamaha gösterilmiştir. Namaz hususunda ise, İmâmlardan herhangi bir kimsenin görüş ayrılığı yoktur. Ve namaz,' bizzat maksat olarak gözetilen aslî bir ibadettir. Üzerinde ittifak edilmiş maksat olarak gözetilen aslî bir husus, nasıl hakkında görüş ayrılığı bulunan ve asıl olmayıp tabi olan fer'î bir hususa hamledilerek aynı hükme tabi kabul edilebilir? Bu, aşırı ahmaklıktan başka bir şey olabilir mi? Oruca gelince, şeriat, oruç hakkında başlama vakti, gafil olunan (uykuda bulunulabilen) bir zaman olduğundan dolayı, niyetin başlama vaktinden öne alınmasını kabul etmekle bu husustaki zorluğu gidermiş olmaktadır.

6- Ellerin Yıkanması:

Yüce Allah'ın:

"Ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" âyeti ile ilgili olarak, dirseklerin yıkanacak sınırlar içerisinde olup olmadığı hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, evet dahildir demektedir. Çünkü:... e, a kadar" edatından sonra gelen, eğer kendisinden öncekinin türünden ise kapsamına girer. Bunu Sîbeveyh ve başkaları söylemiştir. Bu husustaki açıklamalar, geniş bir şekilde açıklanmış olarak, el-Bakara sûresinde (2/187. ayet 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Dirseklerin yıkamanın kapsamına girmediği de söylenmiştir Bu husustaki her iki rivâyet de Mâlik'ten rivâyet edilmiştir. İkincisi, Eşheb'e ait bir rivâyettir. İlim adamlarının çoğunluğu ise birinci rivâyeti kabul etmiştir, sahih olan da budur. Çünkü, Dârakutnî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldığında, suyu dirsekleri üzerinde gezdirirdi. Dârakutnî, 1, 83.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "...... a kadar", "birlikte : beraber" anlamındadır. Nitekim, Arapların: Küçük deve sürüsü küçük deve sürüsüne katılırsa, büyük bir sürü olur" demesine benzer. Yani, küçük sürü, küçük sürü ile beraber... demektir.

Ancak, daha önce en-Nisa sûresinde (4/2. âyet, 4, başlıkta) açıkladığımız gibi, buna gerek yoktur. Çünkü, Araplara göre "el" tabiri ile parmak uçlarından kola kadar olan bölüm kastedilir. Yine "ayak" ile, parmaklardan baldırın dibine kadar olan bölüm kastedilir. O halde, dirsekler de "el" isminin kapsamı içerisine girmektedir. O bakımdan, şayet âyetin anlamı "dirseklerele beraber" şeklinde olsaydı, ayrıca bunun ifade ettiği bir mana olmazdı. Burada yüce Allah;... a kadar" diye buyurduğuna göre, yıkamanın sınırı olarak dirsekler tesbit edilmiş olmakta ve böylelikle dirseklerden tırnaklara kadar olan bölümün yıkanması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu, doğru ve yerinde bir sözdür, hem lügat hem de anlam itibari ile usule uygundur.

İbnül-Arabî der ki: Bu meselenin kesişme noktasını, kadı Ebû Muhammed'den başka kimse anlamadı. O, şöyle demiştir: "Dirseklere kadar" âyeti ellerden yıkanmaksızın bırakılacak sınırı ifade etmektedir. Yoksa, onların yıkanacak olan sınırını değil İşte bundan dolayı dirsekler yıkamanın kapsamına girer.

Derim ki: Sözlükte el ve ayak kelimeleri, bizim dediğimiz yerleri de kapsadığından dolayı, Ebû Hüreyre abdest alırken, ellerini yıkarken koltuk altlarına kadar ve ayaklarını yıkarken de bacaklarını da yıkar ve şöyle derdi: Ben, dostum (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "Mü’minin (kıyâmetle) süsü, abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır" derken dinledim. Müslim, Tahâre 40; Nesâî, Tahâre 110; Müsned, II, 232, 371.

Kâdı Iyâd ise der ki: Fakat insanlar, bundan farklı bir husus üzerinde icma etmişler ve abdestin sınırlarını aşmaması gerektiğini kabul etmişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Kim bundan fazlasını yaparsa, haddi aşmış ve zulmetmiş olur" Nesâî, Tahâre 105; İbn Mâce, Tahâre 48. diye buyurmuştur.

Ondan başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekildeki bir uygulama, onun (Ebû Hüreyre'nin) bir mezhebi (görüşü) idi ve bu onun tek başına kabul ettiği görüşlerden birisidir. Diğer taraftan o, bu uygulamayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den nakletmeyip, bunu Hazret-i Peygamberin: "Sizler abdest dolayısıyla yüzleri, elleri ve ayakları nurlandırılacak olan kimselersiniz" Müslim, Tahâre 34'de bu lâfızla; yakın manalarda: Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, 35-39; Tirmizî, Cumua 74; Nesâî, Tahâre 110; İbn Mâce, Tahâre 6 v.s. hadisi ile kendisinin de zikrettiği gibi: "Kıyâmet gününde mü’minin süsü... ulaşır" hadisinden istinbat etmiştir.

7- Başlara Mesh Etmek:

Yüce Allah'ın:

"Başlarınıza mesh edin" âyetine gelince, en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 43. başlıkta) meshin müşterek bir lâfız olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. "Baş" İse, insanların zorunlu olarak bildiği ve yüzün de bir bölümünü teşkil ettiği organın tümünden ibarettir. Yüce Allah, abdestte onu zikredip yüzün ise muayyen olarak yıkanacağım belirttiğine göre, başın geri kalan bölümü de mesh için kalmaktadır.

Eğer (yüzün) yıkanacağını sözkonusu etmemiş olsaydı, başın tamamını mesh etmek gerekirdi. Başın üzerinde saç bulunan bölümü de, göz, burun ve ağzın bulunduğu (yüz) bölümü de (mesh edilecekti).

Mâlik, başın meshinin vücubu hususunda bizim zikrettiğimiz bu noktaya da işaret etmiştir. Kendisine, abdest alırken başının bir bölümünü mesh etmeyi terkeden kimse hakkında soru sorulunca, o şu cevabı vermiştir: Ne dersin, eğer yüzünün bir bölümünü yıkamayı terketmiş olsaydı, bu o kimse için yeterli olur muydu?

İşte, bizim zikretmiş olduğumuz bu husus ile, kulakların baştan sayıldıkları ve onların da başın hükmünü aldıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Ve bu şu sözü söyleyen Zührî'nin kanaatine muhaliftir: Kulaklar yüzdendir ve yüzle beraber yıkanırlar. Yine şu sözleri söyleyen Şabî'nin kanaatine de muhaliftir; Kulakların karşıdan görünen bölümleri yüzdendir, arkalan ise baştandır. Aynı zamanda bu, el-Hasen ve İshâk’ın da görüşüdür, bunu İbn Ebi Hüreyre de Şâfiî'den nakletmiştir. İleride (el-Hasen ve İshâkın) bu husustaki delilleri gelecektir.

Başa, baş (Re's) denilmesinin sebebi, yüksekliği ve onda saçın bitmesi dolayısıyladır. Dağ başı (radıyallahü anh'sü'l-Cebel) da burdan gelmektedir. Bizim "baş, bir takım organların tümünün adıdır" dememizin sebebi ise, Şairin şu beyiti (nde dile getirdiği anlam) dolayısıyladır:

"Onlar başımı yüklenip götürdüklerinde -ki, başta benim çoğunluğum vardır-

Kavuşma yeri geçilip sonra da beni götürseler..."

8- Baştan Mesh Edilmesi Gereken Miktar:

Baştan meshedilecek miktarın tayini hususunda ilim adamlarının onbir ayrı görüşü vardır. Bunların üçü Ebû Hanîfeye, ikisi Şâfiî'ye, altısı da bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımıza aittir. Bunlardan sahih olan ise yalnızca bir tanedir. O da belirttiğimiz gerekçeler dolayısıyla genelinin meshedilmesinin vacib olduğudur İlim adamları icma ile başını tamamen meslı edenin güzel bir iş yaptığını ve yapması gerekeni de ifa etmiş olacağını kabul etmişlerdir.

"Başlarınıza" âyetinin başındaki "be" harfi zaiddir Teblz (kısmilik bildirmek) için değildir. Manası; Başlarınızı mesnediniz şeklindedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu harfin burada gelmesi, yüce Allah'ın:

"Yüzlerinizi... meshediniz" (en-Nisa, 4/43) âyetinde teyemmüm ile ilgili olarak yer alması gibidir. Eğer, bu harfin ifade ettiği anlam, kısmîlik olsaydı, burada da bu kısmîlik anlamını ifade etmesi gerekirdi. Ve bu(radıyallahü anhda) kısmîlik ifade etmediği kesindir.

Şöyle de denilmiştir: Bu harfin gelmesi, güzel bir mana ifade etmek içindir. O da şudur: Sözlükte yıkamak, kendisiyle yıkanılan bir şeyi de gerektirir. Meshetmek ise, sözlükte kendisiyle mesh olunan bir şeyi gerektirmez. Buna göre, eğer ("be" harfi olmaksızın): "Başlarınıza mesh ediniz" demiş olsaydı, el ile (eli) herhangi bir şey ile ıslatmaksızın başın üzerinde gezdirmek yeterli olacaktı. Bu harfin burada gelmesi, kendisiyle mesh olunacak şeyi İfade etmek içindir, o da sudur. Sanki; Ve su ile başlarınıza mesh edin buyurulmuş gibidir. Bu da lügatte, iki şekilde açıklanabilecek fasih bir söyleyiştir Ya Sîbeveyhin naklettiği şu beyit gibi kalb yoluyla bir söyleyiştin

"Dudakları ak bir güvercinin, tüylerinin yanlarını andırmaktadır.

Diş etlerini ise sanki sürme tozuna sürmüş gibidir."

Sürme tozu ile mesh olunan, diş etleri olmakla birlikte (şair burada) bunu kalb ederek söylemiştir.

Yahut da bu âyet, fiilde ortaklık ve nisbetinde eşitlik olmak üzere "be" ile kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi;

"Onlar, geceleyin (kötülük yapmak için) yürürken salınan kirpileri

andırırlar ki, kötülükleri Necran'a kadar ulaşmıştır; hatta Hecer'e.

"Be" harfinin anlamı ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri bunlardır.

Şâfiî ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Başlarınıza mesh edin" âyetinin, başın bir bölümü ile başın tamamını mesh ediniz anlamlarına gelme ihtimali vardır. Sünnet de bunun bir bölümünü mesh etmenin yeterli olduğuna delalet etmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başının üst tarafım mesh etmiştir. Bir başka yerde de şöyle demektedir: Denilse ki, teyemmüm ile ilgili olarak yüce Allah:

"Yüzlerinizi mesnedin" diye buyurmaktadır. Peki, teyemmümde yüzün bir bölümünü meshetmek yeterli olur mu? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Teyemmümde yüzün mesh edilmesi, yüzün yıkanmasından bedeldir, O bakımdan yüzün yıkanması gereken yerlerinin tamamının mesh edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Başın meshedilmesi ise (bedel değil) bir asıldır. İşte aralarındaki fark budur.

Bizim ilim adamlarımız İse, hadis ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap vermişlerdir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mazeret dolayısıyla bunu yapmış olabilir. Özellikle onun bu uygulaması, sefer esnasında olmuştur. Sefer ise, birtakım mazeretlerin bulunması muhtemel olan bir haldir. Acele ve kısadan kestirip atma zamanıdır. Birtakım meşakkatler ve tehlikeler dolayısıyla bir çok farizalar hazfedilir. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber, sarığının üzerine meshetmedikçe, başının üst tarafına meshetmekle yetinmemiştir. Bunu da Müslim, Muğire b. Şu'be yoluyla rivâyet ettiği hadiste zikretmektedir. Müslim, Tahâre 81; Müsned, IV, 244, 248, 250, 251 Eğer başın tamamını meshetmek vacib olmasaydı, sangının üzerine ayrıca mesh etmezdi.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

9- Başa Kaç Kere Mesh Verilir:

İlim adamlarının Cumhûruna göre, tam ve kapsamlı tek bir defa mesh etmek yeterli olur. Şâfiî ise der ki: Abdest alan kişi, başını üç defa mesh eder. Enes ile Saîd b. Cübeyr ve Atâ'dan böylece rivâyet edilmiştir. İbn Sîrin ise, başını iki defa mesh ederdi. Ebû Dâvûd der ki: Hazret-i Osman yoluyla gelen bütün sahih hadisler, başın bir defa meshedileceğine delalet etmektedir, Çünkü onlar, abdestin (diğer organların yıkanmasının) üç defa tekrarlanacağından söz etmekle birlikte, bu rivâyetlerde: "Ve başına mesnetti" demekte ve herhangi bir sayı da zikretmemektedirler. Ebû Dâvûd Tahâre 51, hadis no: 108.

10- Meshin Keyfiyeti ve Başlama Yeri;

Başının meshedilmeye nereden başlanacağı hususunda (fukahâ) farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Başının ön tarafından meshetmeye başlar, sonra da ellerini başının arka tarafına doğru götürür, daha sonra ön tarafına tekrar geri getirir. Tıpkı, Müslim'in rivâyet ettiği, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste olduğu gibi. Buhârî, Vudû' 39, 42, 46; Müslim, Tahâre 18; Tirmizİ, Tahâre 24; Nesâî, Tahâre 11; Müsned, IV, 39.

Şâfiî ve İbn Hanbel de bu görüştedir. el-Hasen b. Hayy ise şöyle derdi: Muavviz b. Afra’nın kızı er-Rubeyyi'in rivâyet ettiği hadise göre de başının arka tarafından başlar. Ancak bu, lâfızlarında ihtilaf bulunan bir hadistir ve bütün yollarıyla Abdullah b. Muhammed b. Akil'den gelmektedir. Hadis âlimlerine göre ise, kuvvetli bir hafız (belleyip) değildir. Bu hadisi, Ebû Dâvûd, Bişr b. el-Mufaddal'dan, o, Abdullah'tan, o, er-Rubeyyî yoluyla rivâyet etmiştir. İbn Adan da ondan (Abdullah b. Muhammed b. Akil'den) o da er-Rubeyyi'den şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizim yanımızda, abdest aldı. Başının tümünü, saçın bütün bitim yerlerinden itibaren dört bir yanından mesh etti. Ancak, saçın üzerinde bulunduğu halini değiştirmedi.

Bu nitelikte bir abdest alma şekli, İbn Ömer'den de rivâyet edilmiş olup, bunda başının arka tarafından meshe başladığı da belirtilmektedir. Ebû Dâvûd, Tahâre 51, 128 ve 129 no'ltı hadisler-, ayrıca bk. Tirmizî, Tahâre 25, 26; İbn Mâce, Tahâre 52.

Bu hususta en sahih rivâyet, Abdullah b. Zeyd'in rivâyetidir. Başın bir bölümünün meshini câiz kabul eden herkes, başın meshedilecek bölümünün ön tarafı olduğu görüşündedir. İbrahim ile en-Nehaî'den şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir Başının hangi tarafını meshedersen bu senin için yeterli olur. İbn Ömer ise, başın sadece tepe (bıngıldak) bölümünü meshetmekle yetinmiştir.

Her iki elle bir arada mesh etmenin müstalısen olduğu hususu üzerinde de tek bir elle meshin de yeterli olduğu üzerinde de icma vardır.

Bununla birlikte başın meshedilmesini gördüğü bölümünü mesh edinceye kadar tek bir parmakla mesheden kimse hakkında ise farklı görüşler vardır. Meşhur olan kanaate göre bunun yeterli olduğudur. Bu, Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür. Süfyan der ki: Başım tek bir parmak ile mesh edecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bunun yeterli olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu, mesh sünnetinin dışına bir çıkıştır, sanki bir oyun gibidir. Ancak, böyle bir şey hastalık zarureti dolayısıyla yapılacak olursa, bunun yeterli geleceği hususunda ihtilaf olmamalıdır.

Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed derler ki: Üç parmaktan daha az parmakla başın meshedilmesi yeterli değildir.

Birinci defa meshetmenin Kur'ân nassı ile farz olduğu icma ile kabul edilmekle birlikte; ellerin başın saçları üzerinde geri getirilmesinin, farz mı, sünnet mi, olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhûr, bunun sünnet olduğu görüşündedir, farz olduğu da söylenmiştir.

11- Başını Meskedecek Yerde Yıkarsa:

Abdest alan bir kimsenin, başını meshedecek yerde yıkaması, (hususu ile ilgili olarak) İbnü’l-Arabi şöyle demektedir: Bunun, o kimse için yeterli olacağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak, İmâm Fahru'l-İslâm eş-Şâşi, bize ders verdiğinde kendi mezheb âlimlerinden Ebû'l-Abbas b. el-Kâss'ın bunun yeterli olmayacağını söylediğini bize haber verdi. Ancak bu, yüce Allah'ın şu âyetinde yermiş olduğu ve şeriatı iptal eden zahire tabi olmak kabilinden fasid Dâvudî (Zahiriye) mezhebinden bir aşırılıktan başka birşey değildir;

"Onlar, ancak dünya hayatının zahir kısmını bilirler" (er-Rûm, 30/7);

"Yahut sözün zahirine göremi. " (er-Ra'd, 13/33) Yoksa, bu şekilde başını yıkayan bir kimse, emr olunduğu şeyi fazlasıyla yapmış olmaktadır.

Denilse ki; Bu, kendisi ile ibadet olunan lâfzın kapsamı dışına çıkmış bir fazlalıktır O zaman şöyle deriz: Ancak, fiilin mahalline ulaştırılması hususunda ifade ettiği anlamın dışına çıkmamıştır. Aynı şekilde bir kimse, önce başını meshetse, sonra da başını tıraş edecek olsa, meshini iade etmekle mükellef değildir.

12- Başta Bulunan Diğer Organların Meshi:

Mâlik, Ahmed, es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve diğerlerine göre, kulaklar başın kapsamı içerisindedirler. Ancak, bunlar için ayrıca su almak hususunda farklı görüşleri vardır. Mâlik ve Ahmed der ki: Başını mesh ettiği sudan ayrı olarak kulakları için yeni bir su alır. İbn Ömer'in yaptığı gibi. Şâfiî de suyun yenilenmesi hususunda böyle demiştir. Ayrıca der ki: Kulakların meshedilmesi, başlı başına bir sünnettir. Kulaklar, yüzden de değildir, baştan da değildir. Çünkü, ilim adamları, hacc sırasında kulaklar üzerinde bulunan saçı kestirmiyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ebû Sevrin bu husustaki görüşü Şâfiî'ninki gibidir.

es-Sevrî ile Ebû Hanîfe der ki: Kulaklar, baş ile birlikte mesh olunurlar. Seleften bir topluluktan, ashâb ve tabiinden bu görüşün bir benzeri de rivâyet edilmiştir. Dâvud (ez-Zahirî) der ki: Kulaklarını meshedecek olursa, iyi bir şeydir, Meshetmezse de birşey gerekmez. Çünkü kulaklar Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmiş değillerdir. Ona şöyle denilir: -Önceden de açıkladığımız gibi- baş, zaten onları İhtiva etmektedir.

Ayrıca, Nesâî, Ebû Dâvûd ve diğerlerinin kitaplarında sahih hadislerde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kulaklarının dış taraflarını da İç taraflarını da meshettiğini, parmaklarını kulaklarının deliklerine soktuğunu göstermektedir. Ebû Dâvûd, Tahflre 51; ayrıca bk. Nesâî, Tahâre 84, 85. Kulakların Kur'ân-ı Kerîm’de zikredilmemiş olması, onların mesh edilmesinin, yüz ve ellerin yıkanması gibi bir farz olmadıklarına delalet etmektedir. Mesh edilmeleri ise sünnet ile sabit olmuştur.

İlim ehli, abdest alan bir kimsenin kulaklarını meshetmeyi terketmesini mekruh görürler ve böyle bir şeyi yapan bir kimsenin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetlerinden birisini terkettiği görüşündedirler. Bununla birlikte -İshâk dışında- kulaklarına meshi iadeyi de vacib görmezler. İshâk ise der ki: Eğer kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa, (bu abdesti) onun için yeterli olmaz. Ahmed der ki: Kasten kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa (abdestini) tekrar iade etmesini müstehab görürüm.

Mâlikin arkadaşlarından Ali b. Ziyad'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kim kasti olarak abdeşt yahut namaz sünnetlerinden birisini terkedecek olursa iade eder. Ancak fukahâya göre bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü, geçmiş âlimlerden (seleften) söyleyen bir kimse olmadığı gibi, bunun kıyas bakımından (aklî açıdan) kabul edilecek bir tarafı da yoktur. Durum böyle olsaydı, farz ve vacib olan bir şey diğerinden ayırt edilemezdi.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Kulakların yüzden olduğunu kabul edenler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın secde ettiği esnada söylediği sabit olan şu duasını delil gösterirler:

Yüzüm, kendisini yaratan, ona suret veren, ona işitmek için kulaklar ve görmek için gözler bahşedene secde ediyor." Müslim, Salatul-Müsafirin 201; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Cumua 55, Deavüt 33; Nesâî, Tatbik 67-70; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 70. Görüldüğü gibi burada Hazret-i Peygamber, işitmeyi yüze izafe etmiştir. Böylelikle onların da yüzün hükmünü almaları gerektiği sabit olmaktadır.

Ebû Dâvûd'un Mûsannef inde (Sünen'inde) Hazret-i Osman yoluyla gelen hadiste şöyle denilmektedir: Böylelikle o, kulakların iç ve dış tarafını bir defa mesh etti, sonra ayaklarını yıkadı, sonra şöyle dedi; Abdest hakkında soru soranlar nerede? İşte ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı bu şekilde abdest alırken gördüm. Ebû Dâvûd, Tahâre 51; Hadis kaynaklarında pekçok yerde geçen bu hadisin geçtiği yerler için bk. el-Mu'cemut Mufehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, VI, 236.

Kulaklarının dış taraflarını yüz ile birlikte yıkar; iç taraflarını da baş ile birlikte mesheder, diyenler de yüce Allah'ın yüzü yıkamayı, başı da mesh etmeyi emrettiğini delil gösterirler. Buna göre, kulaklardan sana karşı görünenin yıkanması gerekir, çünkü o yüzdendir, sana karşı görünmeyenin de meshedilmesi icabeder Çünkü o baştandır.

Ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, İbn Abbâs, er-Rubeyyi' ve diğerleri yoluyla rivâyet edilen hadislerde kulaklarının iç ve dış taraflarını meshettiğini belirten rivâyetler bunu reddetmektedir.

Kulaklar baştandır, diyenler de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın es-Sunabihî yoluyla gelen hadisteki şu sözünü delil gösterirler; "Başını mesh ettiği takdirde günahlar başından -hatta kulaklarından çıkıncaya kadar- çıkar." Bu hadisi de Mâlik rivâyet etmiştir. Nesâî, Tahâre 85; İbn Mâce, Tahâre; Muvatta’'; Tahâre 30, 31.

13- Ayaklar:

Yüce Allah'ın:

"Ayaklarınızı da" âyetini Nafi', İbn Âmir ve el-Kisâî "lâm" harfini nasb ile; şeklinde okumuşlardır. el-Velid b. Müslim de Nafi'den bunu: şeklinde "lâm" harfini ötreli olarak okuduğunu rivâyet etmektedir. Bu aynı zamanda el-Hasen ve el-A'meş Süleyman'ın da kıraatidir. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Hamza ise, bu kelimeyi "lâm" harfini esreli olarak; şeklinde okumuşlardır. İşte ashâb ve tabiin de bu kıraatteki farklılığa göre farklı görüşlere sahiptirler. Bu. kelimenin "lâm" harfini üstün okuyan, bunda âmilin Yıkayın" âyeti olduğunu kabul etmiş ve ayaklar hakkında farz olan şeyin mesh değil de yıkamak olduğunu belirtmişlerdir.

Cumhûrun ve ilim adamlarının büyük çoğunluğunun görüşü budur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasından sabit olan da budur. Birden çok Hadîs-i şerîfte, onun söylediğinden de anlaşılması gereken budur. Nitekim Hazret-i Peygamber, topuklarını yıkamadıkları belli olan abdest almış bir topluluğu görünce, sesini çıkarabildiği kadar: "Ateşten çekeceklerinden dolayı topukların vay haline! Abdestinizi iyice alınız" diye yüksek sesle bağırmıştır. Buhârî, İlim 3, Vudû 27; Müslim, Tahâre 25-30; Ebû Dâvûd, Tahâre 46; Tirmizî, Tahâre 31; Nesâî, Tahâre 89; İbn Mâce, Tahâre 55; Muvatta’'', Tahâre 5; Müsned II, 193. Diğer taraftan yüce Allah, ayakların sınırlarını da tıpkı ellerde: "Dirseklere kadar" diye buyurduğu gibi, ayaklar hakkında da: "Her iki topuğunuza kadar" diyerek belirtmiştir. İşte bu, onların yıkanmalarının vacib olduğuna bir delildir.

Bu kelimenin "lâm" harfini esreli okuyan kimse ise, bundaki âmili "başlarınıza" kelimesinin başında gelen "be" harfi kabul etmiştir İbnü'l-Arabî der ki: İlim adamları ayakların yıkanmasının vücubunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ben, müslümanların takilılerinden Taberî ile onların dışında Rafızilerden başka bunu reddeden kimse bilmiyorum. Taberî de delil olarak bu "lâm" harfinin esreli kıraatine yapışmıştır.

Derim ki: İbn Abbâs'tan ise: Abdest, iki yıkama ve iki meshdir dediği rivâyet edilmiştir. Yine el-Haccâc'ın, Ehvâzda hutbe irad edip abdesti söz konusu ederken şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayınız. Başlarınıza mesnediniz. Ayaklarınızı da (yıkayınız"). Çünkü Âdemoğlunun ayaklarından daha çok kirlenme ihtimali yüksek herhangi bir uzvu yoktur. O bakımdan ayaklarınızın iç tarafını, üstlerini ve topuklarım yıkayınız. Enes b. Mâlik bunu işitince şöyle dedi: Allah doğru söylemiştir. Haccac ise yalan söylemiştir. Yüce Allah ise: Başlarınıza mcshcdin. Ayaklarınızı da (mesh edin)" diye buyurmuştur Bu olayı rivâyet eden der ki: (Enes b. Mâlik) ayaklarını mesh ettiğinde onları ıslatırdı. Yine Enes'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Kur'ân mesh ile nâzil olmuş, sünnet ise yıkamayı emretmekle varid olmuştur.

İkrime de ayaklarını mesh eder ve şöyle dermiş: Ayaklar hakkında yıkama söz konusu değildir. Onlar hakkında mesh nâzil olmuştur. Âmir en-Nehaî de der ki: Cibril meshi indirmiştir. Nitekim teyemmümde de yıkanması emr edilmiş organların mesh edilmesi istenmekte, mesh edilmesi emredilmiş olanlar ise bağışlanmaktadır. Katade de der ki: Allah, iki tane yıkama ve iki tane meshi farz kılmıştır.

İbn Cerir et-Taberî, ayaklar hakkında farz olanın, yıkamak ile mesh etmekten birisi arasında muhayyerlik olduğu görüşündedir. Ve bu husustaki iki kıraati iki ayrı rivâyet gibi değerlendirmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenenlerin en güzellerinden birisi de şudur: Hem mesh hem de yıkamak birarada vacibtir. "Ayaklarınız" anlamına gelen kelimenin "lâm" harfini esreli okuyanların kıraatine göre mesh vacibtir, onu üstün okuyanların kıraatine göre ise yıkamak vacibtir Bu iki kıraat ise iki ayrı âyet durumundadır.

İbn Atiyye der ki: "Lâm" harfini esreli okuyanlardan kimisi, ayaklar hakkında mesh etmenin onları yıkamak anlamında olduğu görüşündedir.

Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü imeslıtI lâfzı müşterek bir lâfızdır. Hem "mesh" anlamında kullanılır, hem de "yıkamak" anlamında kullanılır, el-Herevî der ki: Bize el-Ezherî haber verdi. Bize, Ebû Bekr b. Muhammed b. Osman b. Said ed-Dârî haber verdi. Ebû Bekr, Ebû Hatîm'den, o, Ebû Zeyd el-Ensarî'den şöyle dediğini nakletti: Arapçada mesh, hem yıkamak, hem de meshetmek anlamına gelir. İşte bundan dolayı, abdest alıp da azalarını yıkayan kimse hakkında; "Temessüh etti" denilir. Yine yüce Allah seni günahlarından arındırsın ve yıkayıp temizlesin anlamında "mesh" kelimesi kullanılarak; denilir.

Araplardan nakil yoluyla meshin yıkamak anlamına geldiği de sabit olduğuna göre, buradaki "lâm" harfinin esreli okunuşu ile kast edilen yıkamaktır, diyenlerin görüşleri tercihe değer olur, ağırlık kazanır. Bu tercih ise, mesh ve yıkama ihtimaline gelmeyen nasb kıraati sebebiyle ve yıkamayı tesbit eden hadislerin çokluğu ile, hadis İmâmlarının rivâyet ettiği, sayılamayacak kadar çok sahih haberlerde ayakları yıkamayı terk edenlere yapılan tehditlerle daha da ağırlık kazanır.

Diğer taraftan baş hakkında mesh, ayaklardan önce mef'ûl olmak üzere yıkanan şeyler (eller ve ayaklar) arasına girmek suretiyle sırasını beyan etmek için girmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayınız, başlarınıza da mesh ediniz. Baş ayaklardan önce bir mef'ûl olduğuna göre, tilavette de onlardan öne gelmiştir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-. Yoksa baş, ayaklardan önce zikredildiği için abdestin sıfatı hususunda ayaklar onunla ortak özellikte olduklarından dolayı değildir.

Âsım b. Küleyb, Ebû Abdurrahman es-Sülemi'den şöyle dediğini rivâyet e-der: Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bana: diye (ayaklarınızı da mesnedin anlamına gelecek şekilde lâm harfini esreli olarak) okudular. Bu sırada davacılar arasında hüküm vereh Ali (radıyallahü anh) bunu işitti ve: Ayaklarınızı da (yıkayın anlamına gelecek şekilde "lâm" harfini üstün olarak) diye düzeltti. İşte bu, (âmili itibariyle) mukaddem olan, söz ve söylenişi İtibari ile mualıher olan türdendir.

Ebû İshâk, el-Haris'ten, o, Ali"(radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ayakları topuklara kadar yıkayınız. İbn Mes'ûd ile İbn Abbâs'tan da bu kelimenin "lâm" harfini nasb ile; Ayaklarınızı da (yıkayın), şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir.

"Ayaklar" anlamındaki kelimenin "lân harfinin esreli okunuşu, ayakların kayıtlı olarak mesh edileceklerini belirtmek için gelmiştir. Bu kayıt da ayakların mestli olmaları halidir. Biz bu kaydı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan öğrenmiş bulunuyoruz. Zira, ayaklarında mest bulunmaksızın ayaklarını meshettiğine dair sahih bir rivâyet gelmiş değildir. Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fiili ile hangi durumda ayağın yıkanacağını, hangi durumda da mesh edileceğini belirtmiş olmaktadır, da denilmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.

Denilse ki: Mestler üzerine mesh etmek el-Mâide sûresi ile (bu âyet-i kerimedeki bu kelimenin esreli okunuşu ile) nesh edilmiştir. Nitekim İbn Abbâs böyle demiş, Ebû Hüreyre ve Âişe neshi reddetmiş, Mâlik de pndan gelen bir rivâyete göre onu reddetmiştir. Şöyle cevap verilir. Bir şeyi bir kimse reddeder, ondan bir başkası da kabul ederse, reddedenin delili yok demektir Mestler üzerine mesh edileceğini ise, ashâbtan ve başkalarından pek çok sayıda kimse kabul etmiştir.

el-Hasen der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbından yetmiş kişi, mestler üzerine mesh ettiklerini bana nakletmişterdir. Hemmam'dan sahih nakil ile sabit olduğuna göre o şöyle demiştir Cerir, önce küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî devamla der ki: Bu hadis, (ilim adamlarının) hoşlarına giderdi. Çünkü Cerir'in İslama girmesi, el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra olmuştu. Hadis ve devamı için bk. Buhârî, Salât 25; Müslim, Tahâre 72; Ebû Dâvûd, Tahâre 60; Tirmizî, Tahâre 70; Nesâî, Tahâre 96; İbn Mâce, Tahâre 84. Bu ise karşı görüşü sallallahü aleyhi ve sellemunup da el-Vakidînin, Abdulhamid b. Cafer'den, onun babasından, Cerir'in Ramazan ayının onaltıncı gününde İslama girdiğini ve el-Mâide sûresinin İse Zülhicce ayında, arefe gününde nâzil olduğu şeklinde varid olan ve delil diye gösterdikleri bu rivâyeti reddeden açık bir nasstır. Çünkü onların naklettikleri bu rivâyet, oldukça vâhî (gevşek ve sağlam olmayan) bir rivâyet olduğundan dolayı sabit olamayan bir hadistir. el-Mâide sûresinden, arafe gününde nâzil olan daha önce de belirtildiği gibi:

"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim..." ayetidir. Ahmerî b. Hanbel der ki: Ben, mestler üzerine mesh hususunda Cerir'in rivâyet ettiği hadisi güzel buluyorum. Çünkü orîün İslama girişi el-Mâide sûresinin nâzil oluşundan sonradır. Ebû Hüreyre ve Âişe (radıyallahü anhüma)'dan gelen rivâyetler ise onlardan sahih olarak gelmiş değildir. Zira, Âişe'nin bu hususta herhangi bir bilgisi yoktu. Bundan dolayı Hazret-i Âişe bu hususta kendisine soru soran kimseyi Ali (radıyallahü anh)'a göndermiş ve ona havale ederek şöyle demiştir; Sen ona sor. Çünkü o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yolculuğa çıkardı... Müslim, Tahâre 85; Nesâî, Tahâre 99; İbn Mâce, Tahâre 86; Müsned, I, 96, 100, 113.

İmâm Mâlik'ten gelen ve onun mestler üzerine meshi reddettiğine dair rivâyet ise münk,er bir rivâyettir ve sahih değildir. Sahih ise, onun ölümü esnasında İbn Nâfi'e söylediği şu sözlerdir: Ben, özet olarak kendim ayakları yıkama görüşünü alırdım. Bununla birlikte (mestler üzerine) ayaklarını mesh eden kimsenin yerine getirmesi gerekenler hususunda kusurlu davrandığı görüşünde de değildim. İşte Ahmed b. Hanbel de, İbn Vehb'in Mâlikten naklettiği: "Ben, mukimken olsun, yolculukta iken olsun mesh etmem" şeklindeki sözlerim buna göre yorumlamıştır. Ahmed der ki: Nitekim İbn Ömer'den de onun etrafındakilere mestlerine mesh etmelerini emrettiği halde, kendisinin mestlerini çıkartıp abdest alırken onları yıkadığını ve; "Abdest almak bana sevdirildi" dediği rivâyet edilmiştir. Buna yakın bir rivâyet Ebû Eyyub'dan da gelmiştir. Ahmed (radıyallahü anh) der ki: Her kim bunu (mestler üzerine mesh etmeyi). İbn Ömer, Ebû Eyyub ve Mâlik'in yaptığı şekilde terkedecek olursa, bu yaptığını reddetmem. Bununla birlikte de böyle birisinin arkasında namaz kılarız ve ayıplamayız. Ancak, bunu bir takım bid'at ehli kimselerin yaptığı gibi mestler üzerine meshi câiz görmediği için terketmesî hali müstesnadır, böyle birisinin arkasında namaz kılmayız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: şeklindeki üâm harfinin esreli okunuşu şeklindeki) kıraatin sadece lâfza atfedilip, manaya atfedilmemiş olduğu da söylenmiştir.

Bu da aynı şekilde yıkamaya delâlet eder. Çünkü, gözönünde bulundurulan manadır, lâfız değildir. Onun esreli okunuşu ise, Arapların yaptığı gibi, civar (yakınlık, komşuluk) dolayısıyla bir çerdir. Bu husus, Kurân-ı Kerîm’de olsun, başka yerlerde olsun varid olmuştur Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Üzerinize alevli ateş ve erimiş bakır bırakılır" (er-Rahmân, 55/35) şeklinde (ötreli olması gerekiyorken) esreli olarak okunmuştur. "Nûhâs : Erimiş bakır" kelimesini İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Mücâhid ve Ebû Amr esreli okumuşlardır. (Kurtubî, er-Rahmân, 55/35- âyetin tefsiri).

Çünkü, bilindiği gibi nühâs, duman anlamındadır. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Bilakis o, çok şerefli bir Kur'ân'dır. Levh-i mahfuzdadır" (el-Burûc, 85/21-22) şeklinde (son kelimesi) esreli olarak okunmuştur.evh"in sıfatı olarak cer ile okumuşlardır.

Şair İmruu’l-Kays da der ki:

"(Yağmur kendisini tepeden tırnağa kadar ıslatmış olduğu için babamız),

İnsanlar arasında baştan aşağıya çizgili bir elbiseye bürünmüş yaşlı bir kimseye benziyordu.'

Böylelikle o, mısraın son kelimesinin i'rabı merfu' olması gerekiyorken, civar dolayısıyla esreli okumuştur. Şair Züheyr de şöyle demektedir:

"Zaman onu oyuncak etti ve değiştirdi onu

Benden sonra önüne kattığı toprağı sürükleyip götüren rüzgârlar ve yağmurlar,"

Ebû Hatim der ki: Burada (yağmur anlamına gelen) son kelimenin merfu' olması gerekirdi. Ancak o, kendisinden önceki kelimeye civarı dolayısıyla esreli okumuştur. Nitekim Araplar şöyle der: Bu harab olmuş bir kertenkele deliğidir. Burada (harab olmuş anlamına gelen kelimeyi) merfu' olması gerekirken esreli okumuştur. Bu, el-Ahfeş ile Ebû Ubeyde'nin görüşüdür, en-Nehhâs ise bunu kabul etmez ve şöyle der: Bu büyük bir yanlışlıktır. Çünkü, civarın konuşmada kıyasa esas kabul edilmemesi gerekir. Çünkü bir yanlışlıktır, bu yanlışlığın (şiirdeki) benzeri ise "ikvâ"dır. İkva: Şiirin kusurlarından olup kâfiyeyi teşkil eden kelimelerin i'râbmın birbirinden farklı olması demektir. (İbn Manzfir, Lisanu'l-Arab, XV, 207-20,)

Derim ki: Ayaklar hakkında farz olanın yıkamak olduğu hususunda hükmü kesinleştiren daha önce verdiğimiz açıklamalar ile, Hazret-i Peygamberin söylediği sabit olan: "Topukların ve ayakların iç taraflarının ateşten vay hallerine". Tirmizî, Tahâre 31; Müsned. IV, 191. âyetidir. Hazret-i Peygamber, yüce Allah'ın muradına muhalefet dolayısıyla bize ateşi hatırlatarak bizi korkutmaktadır. Bilindiği gibi, vacibi (Farzı) terkedenden başkası ateş ile azâb edilmez.

Yine bilindiği gibi mesh etmek, uzvun tamamım kaplaması anlamına gelmez. Ayakların meshedileceğini söyleyenler, ayakların iç taraflarının değil de, üst taraflarının mesti edileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hadis-î şerif ile ayakların mesh edileceğini söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira, meshi kabul edenlere göre, ayakların iç taraflarının meşinle bir ilgisi yoktur. Ayakların iç taraflarına mesh ile değil, ancak yıkamakla ulaşılır

İcma cihetinden bir diğer delil de şudur: Ayaklarını yıkayan bir kimsenin üzerinde vacib olanı yerine getirdiği ittifakla kabul edilmiş olmakla birlikte, ayaklarını mesh eden kimse hakkında bu açıdan ihtilaf etmişlerdir. O halde yakın (kesin) olan, hakkında ihtilaf edilen değil, icma ile kabul olunandır. Buyû'k bir çoğunluk, kâfenin kâffeden (yani mütevatir şekilde), onların da peygamberlerinden şunu naklettikleri sabittir: Hazret-i Peygamber abdest aldığı sırada bir iki ve üç defa -onları iyice temizleyinceye kadar- yıkardı. Daha önce yaptığımız açıklamalar ile birlikte ayakların yıkanacağına dair delil olarak bu kadarı yeterli görülmelidir. Böylelikle açıkça ortaya çıkmış oluyor ki, bu kelimenin lâm harfinin esreli okunuşunun da anlamı -Önceden de açıkladığımız gibi- mesh etmek değil, yıkamaktır. Ve yüce Allah'ın

"Ayaklarınızı da (yıkayın)" âyetindeki amil, yüce Allah'ın;

"Yıkayım" âyetidir. Araplar ise fiil, birden çok şeyler arasında yalnızca birisine ait olmakla birlikte bir diğer şeyi de o şeye atfedebılmektedir. Mesela, ekmek ve süt yedim denilir Bu da, ekmek yedim, süt içtim demektir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:

"Ben ona yem olarak saman ve soğuk su verdim.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Kocanı Savaşta gördüm ben

Bir kılıç kuşanmış ve bir de mızrak.

Bir diğeri de şöyle demektedir:

"...Ve yavruladı

İki vadinin etrafında Ceylanları ve Deve kuşları.

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Sütü çokça içen ve hurmayı ve keş'i."

Bu ifadelerin takdiri ise (sırası ile) şöyledir: Ben ona yem olarak saman verdim ve ona su içirdim; Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olarak; vadinin iki tarafında Ceylanları yavruladı, Deve kuşları ise yumurtladı. -Çünkü Deve kuşları yavrulamaz, olsa olsa yumurtlar-; Süt içen ve Hurma ve keş yiyen... Bu durumda yüce Allah'ın:

"Başlarınıza mesh edin... ayaklarınızı da (yıkayın)" âyetinde, lafzen meshe atıf olmakla birlikte, mana ciheti ile yıkamaya atıf olup, maksat ayakların yıkanmasıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

14. Topuklar:

Yüce Allah; "Her iki topuğunuza kadar..." diye buyurmaktadır.

Buhârî şunu rivâyet eder: Bana Mûsa anlattı, dedi ki: Bize, Vuheyb Amr'dan -İbn Yahya- haber verdi, Amr babasından dedi ki: Ben, Amr b. Ebî Hasen'in, Abdullah b. Zeyd'e Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın abdesti hakkında soru sorduğuna şahit oldum. (Abdullah b. Zeyd) su dolu bir kab getirilmesini istedi. Onlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest alıcı gibi abdest aldı. Kaptan eline su boşalttı ve ellerini üç defa yıkadı. Daha sonra elini su kabına sokarak üç avuç alıp ağzını çalkaladı, burnuna su çekti ve sümkürdü. Sonra, elini (yine su kabına) sokarak üç defa yüzünü yıkadı. Sonra yine elini (kaba) sokarak üç defa (Buhârî'de iki defadır) dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Daha sonra yine elini (kaba) sokarak başını nıesh etti ve bir defa ellerini öne ve arkaya getirip götürdü. Sonra da ayaklarını topuklara kadar yıkadı. Buhârî, Vudu 39; Müslim, Tahâre 18; Nesâî, Tahâre 80; Dârimî, Vudû 21; Müsned, IV, 39.

İşte bu Hadîs-i şerîf, yüce Allah'ın:

"Başlarınıza mesh edin" âyetinde yer alan "be" harfinin zaid olduğunun delilidir. Çünkü, (hadis rivâyetinde) bu harfi kullanmaksızın "başını mesh etti" demiştir. Diğer taraftan başın meshi bir defadır. Müslim'in Sahih'inde bu husus, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste "ellerini ileri ve geri götürüp getirdi" sözünün açıklaması şöylece gelmiştir: (Meshetmeye) başının ön tarafından başladı ve sonra da ellerini kafasının arkasına kadar götürdü. Daha sonra da yine ellerini başladığı yere getirinceye kadar geri getirdi. Müslim, Tahâre 18.

İlim adamları, "topuklar" hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhûr, ayağın her iki tarafında tümsekçe görülen iki kemik olduğu görüşündedir. el-Esmaî ise, insanların, topuk ayağın üst tarafındadır, şeklindeki sözlerini kabul etmez. Bunu es-Sıkah'la nakletmektedir.

İbnü'l-Kasımın da böyle dediği rivâyet edildiği gibi, Muhammed b. el-Hasen de böyle demiştir. İbn Atiyye de der ki: Ben, herhangi bir kimsenin abdest sınırını buraya kadar kabul ettiğini bilmiyorum. Fakat Abdulvehhab "et-Telkin" adlı eserinde bu hususta karışık ve insanı tereddüde düşüren ifadeler kullanmıştır.

Şâfiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Topukların, bacak ekleminin (ayakla) birleştiği yerdeki iki kemik olduğu hususunda farklı kanaat bildiren kimseyi bilmiyorum Taberî de Yûnus'tan, o, Eşheb'den, o, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Abdestin kendilerine kadar ulaştırılması gereken iki topuk, ayak ökçesinin karşısında bulunan ve bacağa bitişik (çıkıntı yapan) iki kemiktir. Yoksa topuk, ayağın üst tarafındaki çıkıntı değildir.

Derim ki: Hem dilde, hem de Hazret-i Peygamberin sünnetinde sahih olan da budur. Çünkü, Arapçada topuk (el-Ka'b) kelimesi, yükseklik anlamından alınmıştır. Kâ'beye bu isim buradan verilmiştir. Memelerin tomurcuklanmasını ifade etmek için de bu tabir kullanılır. Kanalın ka'b'i, kanal borusu demektir. Her iki boğum arasındaki boruya da kab denilir. Teşbih yoluyla şeref ve şan hakkında da kullanılabilir Hadîs-i şerîfteki: "Allah'a yemin olsun ki, şan ve şerefin devamlı yüksek kalacaktır." Bu, Hazret-i Peygamberin Temimli Mahreme kızı Kayle'ye hitaben söylediği bir sözdür. (İbn Hacer, el-lsabe, VIII, 288).

Sünnetten bu lâfzın topuk anlamına geldiğine dair delile gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Dâvûd'un en-Nu'man b. Beşir'den rivâyetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, ya saflarınızı dosdoğru yaparsınız, yahut da Allah kalpleriniz arasına ayrılık koyar" (en-Nu'man) dedi ki: Bunun üzerine baktım ki kişi, omuzunu arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının dizine, topuğunu (ka'b'ını) arkadaşının topuğuna (kab'ına) yapıştırıyor. Buhârî, Ezan 76; Ebû Dâvûd, Salat 93; Müsned, IV, 276. Akb ise, ayağın arka tarafında ökçe sinirinin altındadır. Ökçe siniri (ukûb) ise bacak ve ayağın eklem yeridir,

Hazret-i Peygamberin ayak ökçesi ile bacağın arka tarafının birleştikleri kalınca (kıkırdakımsı) damarın "(ukrûb'un: ökçe sinirinin) ateşten dolayı vay haline" İbn Mâce, Tahâre 55; Müsned, II, 201, 471, III, 369, 393, VI, 40. diye buyurmuştur. Yani buralar yıkanmayacak olursa,. Nitekim Hazret-i Peygamber: "Ayak topuklarının ve ayakların iç taraflarının cehennemden dolayı vay hallerine.".

15- Ayak Parmaklarının Arasını Yıkamak (Hilalleme):

İbn Vehb, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alırken olsun, guslederken olsun, kişinin ayak parmaklarının arasını yıkamak yükümlülüğü yoktur. Zora koşmakta ve aşırıya gitmekte de bir hayır yoktur. İbn Vehb der ki: Ayak parmaklarının arasını yıkamak teşvik edilmiş bir husustur. El parmaklarının arasının yıkanması ise kaçınılmaz bir şeydir. İbnü'l-Kasım, Mâlik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ayak parmaklarının arasını hilallemeyene birşey gerekmez. Muhammed b. Halid, İbnül-Kasım'dan, o, Mâlik'ten bir nehirde abdest alıp ayaklarını hareket ettiren kimse hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Elleriyle ayaklarını yıkamadığı sürece bu kendisi için yeterli değildir. İbnü'l-Kasım da der ki: Ayaklarından birini diğeri ile yıkiyabilirse, bu da onun için yeterli olur.

Derim ki: Sahih olan, ayağın diğer kısımlarında olduğu gibi, her iki ayağın (parmaklarının) arasını da yıkamadıkça bunun yeterli olmayacağıdır, Çünkü, nasıl ki el parmakları elden ise, bunlar da ayaktandırlar. El parmaklarının birbirlerinden rahat ayrılabilir olmalarıyla ayak parmaklarının birbirine bitişik olmalarına da itibar edilmez. Çünkü, kişi nasıl elinin tümünü yıkamakla emrolunmuş ise, ayağının da tümünü yıkamakla emr olunmuştur.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet olunduğuna göre, abdest aldığı vakit, serçe parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. Ebû Dâvûd, Tahâre 59; Tirmizî, Tahâre 30. Diğer taraftan, Hazret-i Peygamberin ayaklarını yıkadığına dair rivâyetler de sabit olmuştur. Bu rivâyetler ise umumu (parmak araları dahil olmak üzere tamamını) yıkamayı gerektirir. Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ömrünün sonlarında, ya serçe parmağıyla veya herhangi bir parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. Buna sebep ise, İbn Vehb'in kendisine, İbn Lehîa'dan, el-Leys b. Sa'd'ın da Yezid b. Amr el-Gıfarî'den, o, Abdurrahman el-Hubullîden, o, el-Müstevrid b. Şeddâd el-Kureyşî'den naklettiği şu hadisi şeriftir. el-Müstevrid dedi ki: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı abdest alırken gördüm. Serçe parmağı ile ayak parmaklarının arasını hilallerdi. İbn Vehb dedi ki: Mâlik bana, bu gerçekten güzel bir şeydir ve ben bunu ancak şu anda işittim, dedi İbn Mâce, Tahâre 54; Müsned, IV, 229

İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'e bundan sonra abdest alırken parmak aralarını hilalleme hakkında soru sorulduğunu ve bunun yapılmasını emrettiğini duydum.

Huzeyfe de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Parmak aralarını hilalleyin (yıkayın) ki, onların aralarına ateş girmesin." Dârakutnî, I, 95. Bu ise, hilallemeyi terki tehdit hususunda açık bir nasstır. Böylelikle bizim dediğimiz sabit olmaktadır.

Başarıya ulaştıran Allah'tır.

16- Abdest Fiillerini Ardı Arkasına Yapmak (Muvalât):

Âyetin lâfızları, abdest azaları arasında muvalâtı (birini diğerinin ardı arkasına yıkamayı) gerektirmektedir Muvalât; abdest alan kimsenin abdest bölümleri arasında herhangi bir süre sokmaksızın, fiilleri ardı arkasına yapması ve abdestten olmayan bir fiili de araya sokuşturmaması demektir.

Bu Hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır İbn Ebi Seleme ile İbn Vehb der ki: Bu, hatırında olsun veya olmasın abdest farzlarından bir farzdır. Her kim, kasti olarak ya da unutarak abdest azalarını (yıkamakta) birbirinden ayırırsa, bu onun için yeterli olmaz.

İbn Abdilhakem ise, ister unutsun isterse de kasti olarak terketsin (muvalâtsız olarak) aldığı abdest onun için yeterlidir. Mâlik ise, el-Müdevvene ve Kitab-ı Muhammed'de şöyle demektedir: Muvalât sakıttır. (Yani, muvalât mükellefiyeti yoktur). Şâfiî de böyle demiştir. Mâlik ve İbnü'l-Kasım der ki: Kasti olarak ayrı ayrı yıkarsa, bu abdesti olmaz. Unutarak yaparsa olur.

Mâlik, İbn Habib yoluyla gelen rivâyette şöyle demiştir: Muvalâtı terketmek, yıkanan abdest azaları hakkında olur, fakat meshedilen aza için yeterli olmaz.

Bu hususta böylece beş ayrı görüş ortaya çıkmaktadır ki, bunların iki asli dayanağı vardır. Birincisi: Şanı yüce Allah mutlak bir emir vermiş bulunmaktadır. O halde sen, bu emirleri istersen peş peşe yerine getir, istersen ayrı ayrı yerine getir. Çünkü asıl maksat, namaza kalkmak esnasında bütün azaların yıkanmış olmasıdır.

İkincisi ise, bu organları yıkamak değişik rükünleri olan birtakım ibadetlerdir. Namazda olduğu gibi bunların da ardı arkasına yapılması icabeder. Bu ise daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

17- Tertip (Sıralama) :

Yine âyet-i kerimenin lâfızları tertibi de ihtiva etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. el-Ebherî der ki: Tertip (âyette zikredilen sıraya uygun abdest almak) bir sünnettir. Mezhebin zahir görüşü, unutan kimse için sıralamayı bozarak abdest almanın dahi yeterli olacağı şeklindedir

Kasten bu sırayı bozan hakkında ise farklı görüşler vardır. Bu şekilde sırayı bozması onun için yeterli olmakla birlikte, gelecekte tertibe uygun olarak abdest alır, denilmiştir.

Kadı Ebû Bekr ve başkaları İse, böyle bir şekildeki abdest yeterli olmaz, demektedir. Çünkü böyle bir kişi, abes bir iş yapmaktadır. Şâfiî ve diğer arkadaşları da bu kanaattedir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ubeyd el-Kasim b. Sellâm, İshâk ve Ebû Sevr de bu görüştedir, Mâlik'in arkadaşı Ebû Mus'ab da bu kanaattedir ve bunu Muhtasar'ında zikretmiştir. Bunu, Medine âlimlerinden nakletmektedir ki, Mâlik de, abdest alırken ellerini (dirseklerine kadar) yüzünden önce yıkayıp âyet-i kerimedeki tertibe riayet etmeden abdest alan kimsenin, o abdest ile kılmış olduğu namazlan iade etmekle yükümlü olduğu hususunda Medine âlimleri ile aynı görüştedir.

Bununla beraber Mâlik, kendisinden nakledilen rivâyetlerin çoğunda ve en meşhurlarında şu kanaattedir: "Vav" atıf edatı, arka arkaya yapmayı gerektirmediği gibi, tertibi ve sıralamayı da ifade etmez. Ebû Hanîfe'nin, arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, Evzaî'nin, Leys b. Sa'd'ın, Müzenî'nin ve Dâvud b. Ali'nin görüşü de budur.

el-Kiya et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın:

"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" âyeti, Şâfiî'nin mezhebinde sahih kabul edilen görüşe göre, ister ayrı ayrı yıkasın, ister bir arada yıkasın, ister peş peşe yıkasın yeterli olmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda bu, ilim adamlarının çoğunluğunun da görüşüdür.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Ancak Mâlik, daha sonra kılacağı namazlar için, sıraya uygun şekilde yeniden abdest almasını müstehab kabul etmekle birlikte böyle bir şeyi yapmanın vacib olduğu görüşünde değildir. Onun mezhebinden anlaşılan budur. Ali b. Ziyad da Mâlikten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir kimse, önce kollarını yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, daha sonra da sırasını hatırlayacak olsa, kollarını tekrar yıkar. Eğer namaz kılıncaya kadar bu sırayı hatırlamayacak olursa, abdestini de namazını da iade eder. Ali (b. Ziyad) dedi ki: Bundan sonra ise şöyle dedi: Hayır namazı iade etmez, fakat daha sonra kılacağı namazlar için abdestini tekrar eder.

Bu husustaki görüş ayrılığının sebebine gelince, yüce Allah'ın:

"Yıkayın" âyetindeki "fa" harfinin takibi gerektirdiği hususudur. Bu harf, bir şartın cevabı olarak geldiğinden dolayı, şart koşulanı bu şarta bağlamış olur. Buna göre, hepsinde tertibi gerektirmektedir. Buna şu şekilde cevap verilmektedir: Bu "fa" yüzden başlamayı gerektirmektedir. Zira, şartın cevabı budur. Hepsinde tertibi gerektirmesi ise, şartın cevabının tek bir mana olması halinde sözkonusu olurdu. Hepsi ayrı cümleler halinde bir cevap teşkil ettiklerine göre, artık hangisini yıkamaya başlarsan aldırma. Zira istenen şey, bu şartın cevabının gerçekleştirilmesidir.

Şöyle de denilmiştir: Tertibe riayet âyeti kerimedeki atıf için kullanılan "vav"dan ötürüdür. Ancak durum böyle değildir. Zira, bir kimse, Zeyd ve Amr dövüştü. Bekir ve Halid davalaştı diyecek olursa, buradaki "vav" harfinin umüfâale" kipi dolayısıyla kullanılması, "vav"ın tertip (sıralama) için kullanılmasına imkârî vermez. Doğru olan şöyle demektir: Abdest azaları ile ilgili tertib dört husustan anlaşılmaktadır:

1) Hazret-i Peygamberin hacc esnasında: "Allah'ın kendisinden başladığından biz de başlarız" Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 38, Tefsir 2. Sûre 14; Nesâî, Hacc 168, 172; İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimî, Menasik, 34; Muvatta’', Hacc 126. dediği şekilde, Allah'ın başladığı ile başlamak,

2) Selefin icmaı. Çünkü onlar tertibe riayet ediyorlardı.

3) Abdesti namaza benzetmek,

4) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hususa devam etmesi.

Bunun (yani tertibe riayet etmemenin) câiz olduğunu kabul edenler cünupluk dolayısıyla organların yıkanması için tertibin gerekmediği hususunda icmaın bulunduğunu delil gösterirler. İşte abdest azalarını yıkamakta da durum böyledir. Çünkü, abdestte nazarı itibara alınan husus yıkamaktır. Sıraya göre başlamak değildir.

Hazret-i Ali'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben, abdestimi tamam aldıktan sonra azalarımdan hangisiyle başladığıma aldırış etmem. Dârakutnî, I, 89 Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ellerinden önce ayaklarını yıkamaya başlamanda bir mahzur yoktur. Dârakutnî der ki: Bu, mürsel bir rivâyettir, sabit olmaz. Dârakutnî, I, 89. Yine aynı yerde kaydedildiğine göre; Abdullah b. Mes'ûd'a; abdest alıp sol azalarını sağ azalarından önce yıkayanın abdestinin hükmü sorulmuş, o da; "Bir sakıncası yoktur" diye cevap vermiştir. Dârakutnî, bu rivâyeti de "sahih" diye nitelendirilmiştir. Evla olan ise tertibin vücubudur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

18- Abdest Almak Halinde Namaz Vakti Çıkacaksa:

Abdestle uğraşmak halinde, eğer namaz vakti çıkacaksa, ilim adamlarının çoğunluğuna göre teyemmüm etmez.

Mâlik; böyle bir durumda teyemmüm etmeyi câiz kabul eder. Çünkü teyemmüm asıl itibariyle namaz vaktini muhafaza etmek için gelmiştir Eğer böyle bir durum söz konusu olmasaydi, namazın suyun bulunacağı zamana kadar tehir edilmesi icabederdi.

Cumhûr ise, yüce Allah'ın:

"Su bulamamıssanız o vakit... teyemmüm edin" âyetini delil göstermişlerdir. Böyle bir kimse ise gerçekte su bulmaktadır. Dolayısıyla o, teyemmümün sahih olabilmesi için gerekli şarttan mahrumdur, o bakımdan teyemmüm edemez.

19- Necasetin İzale Edilmesi:

Kimi İlim adamı bu âyet-i kerimeyi necasetin izale edilmesinin vacib olmadığına delil göstermiştir. Çünkü yüce Allah:

"Namaza kalkacağınız zaman" diye buyurmuş ve istincadan söz etmeksizin abdest almaktan söz etmiştir. Eğer necasetin izale edilmesi vacib olsaydı, öncelikle ondan söz edilmesi gerekirdi. Bu, Ebû Hanîfe'nin, mezhebine mensup ilim adamlarının görüşüdür. Ayrıca, 'Eşheb'in Mâlik'ten yaptığı bir rivâyet de böyledir.

İbn Vehb ise, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir; İster hatırlasın, ister unutmuş olsun necasetin izale edilmesi vacibtir. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin de görüşüdür.

İbnü'l-Kasım der ki: Hatırlaması halinde izale edilmesi vacibtir. Unuttuğu takdirde ise, sakıt olur.

Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer Bağlı dirhem bununla miskal şeklindeki büyükçe dirhemi kastetmektedir- miktarından fazla olursa, necasetin izale edilmesi icabeder. Ebû Hanîfe bunu, af olunan ve necasetin alışılmış çıkış yerine kıyasen söylemiştir. Sahih olan ise, İbn Vehb'in yaptığı rivâyettir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kabirdeki iki kişi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bu iki kişiye azap edilmektedir. Bununla birlikte büyük bir şeyden ötürü onlara azap edilmiyor. Bunlardan birisi laf alıp götürürdü. Diğeri ise, sidiğinden gereği gibi korunmuyordu." Nesâî, Cenâiz 116; İbn. Mâce, Tahare 19; ayrıca: Buhârî, Vudû’ 55, 56, Cenâiz 82, 83, Edeb 46, 49; Müslim, Tahâre 111; Ebû Dâvûd, Tahâre 11; Tirmizî, Tahâre 53; Nesâî, Tahâre 27, Cenâiz 116; İbn Mâce, Tahâre 26; Dârimî, Vudû' 61; Müsned, I, 226.

Azap ise, ancak vacib olan birşeyin terkedilmesi dolayısıyla sözkonusu olur. Kur'ân-ı Kerîmin (bu âyetinin) zahirinde ise buna dair (aleyhte) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şanı yüce Allah, abdest ile ilgili âyet-i kerimede özel olarak abdestin niteliklerini beyan buyurmuş ve ne necasetin izale edilmesini, ne de başka herhangi bir şeyi sözkonusu etmiştir.

20- Mestler Üzerine Mesh Etmek;

Ayeti kerîme aynı şekilde -açıkladığımız gibi- mestler üzerine meshe de delalet etmektedir. Bu hususta îmam Mâlik'ten üç rivâyet vardır:

1) Haricilerin söylediği gibi mutlak olarak mestin üzerine meshetmeyi kabul etmemek. Böyle bir rivâyet münker bir rivâyettir ve sahih değildir. Bu konudaki açıklamalar da önceden geçmiştir.

2) Mukimken değil de yalnızca yolculuk halinde iken meshetmek. Çünkü mesh ile ilgili hadislerin büyük çoğunluğu, yolculuk halinde varid olmuştur.

3) Ancak, Hazret-i Peygamber'in çöplükte abdest bozduğuna dair Hadîs-i şerîf, mukimken de meshin câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisi Müslim Hazret-i Huzeyfe yoluyla rivâyet etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Ben ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte yürüyorduk. Hazret-i Peygamber bir duvarın arka tarafında bulunan bir feavmin çöplüğüne gitti. Sizden herhangi biriniz nasıl ayakta dikiliyorsa öylece durdu ve küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştım. Bana işaret edince geldim ve topuğunun yanında işini bitirinceye kadar ayakta durdum. Buhârî, Vudû’ 60, öl, Mezâlim 27; Müslim, Tahâre 74; Nesâîr Tahâre 24; İbn Mâce, Tahâre 13; Dârimî, Vudû’ 9; Müsned, V, 394 Bir rivâyette de şu fazlalık vardır: Sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. Müslim, Tahâre 73; Ebû Dâvûd, Tahâre 12; Tirmizî, Tahâre 9; Nesâî, Tahâre 17, 24; Müsned, V, 402.

Bunun bir benzeri de Şureyh b. Hâni yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîftir. Şureyh dedi ki: Ben, Âişe'ye mestler üzerine meshe dair soru sormak üzere gittim, şöyle dedi: Sen, İbn Ebi Talib'in yanına git. Ona sor. Çünkü, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte o yolculuk yapardı. Ona sorunca şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yolcu için, geceli gündüzlü üç gün, mukim için de bir gün ve bir gece (mesh etme süresi) tayin eni Müslim, Tahâre 89; Nesâî, Tahare 99; İbn Mâce, Tahâre 86; Müsned, I, 96, 100, 113. Bu ise Mâlik'ten gelen üçüncü rivâyettir ve buna göre hem mukimken, hem de yolculukta meslı ederdi. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

21- Mesh Etme Süresi:

Mâlik'e göre yolcu, belli bir vakitle sınırlı olmasızın mestlerine mesh edebilir. Aynı zamanda bu, el-Leys b. Sa'd'ın da görüşüdür. İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Bizim bu şehrimiz ahalisine göre bu hususta belli bir süre sözkonusu değildir.

Ebû Dâvûd da Ubey b. Umare'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, mestler üzerine mesh edeyim mi? Hazret-i Peygamber: “Evet” diye buyurdu. Bir gün mü, diye sordu, Hazret-i Peygamber; “Evet bir gün”, diye buyurdu. Yine: İki gün mü, diye sordu, Hazret-i Peygamber: “Evet, iki gün” diye buyurdu. Peki, üç gün mesh edebilir miyim diye sorunca, Hazret-i Peygamber: “Evet istediğin kadar süreyle meshedebilirsin” diye buyurdu. Bir rivâyette de: "Evet, mesh etmek istediğin sürece meshedebilirsin " diye buyurdu. Ebû Dâvûd der ki: Ancak bu hadisin senedinde ihtilaf vardır. Pek kuvvetli değildir. Ebû Dâvûd, Tahâre 61.

Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, en-Nu'man (b. Sabit, yani, Ebû Hanîfe) ve Taberî der ki: Mukim kimse bir gün bir gece, yolcu olan da geceli gündüzlü üç gün mesh eder. Bu görüşlerini Şureyh yoluyla, ve onun benzeri yollarla hadislere binaen belirtmişlerdir. Mâlik'ten de Harun'a veya halifelerden birisine gönderdiği mektubunda bu görüş rivâyet edilmekle birlikte, Mâlik'in mezhebine mensup ilim adamları bunu kabul etmemektedirler.

22- Mestin Abdestli îken Giyilmesi Gereği:

Hepsine göre mesh etmek, mestlerini abdestli olarak giyen kimse için mümkündür. Çünkü, Muğire b. Şube yoluyla gelen hadiste Muğire şöyle demiştir: Bir yolculukta, bir gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte idim... Bu hadiste şunlar da zikredilmektedir: Onun mestlerini çıkarmak için eğildim, şöyle buyurdu: "Onları bırak. Çünkü ben, mestlerimi temiz iken (abdestli iken) giydim" dedi ve mestleri üzerine mesh etti. Buhârî, Vudû 49; Müslim, Tahâre 79; Ebû Dâvûd, Tahâre 60.

Esbağ ise, Hazret-i Peygamber'in burada sözünü ettiği temizliğin (taharetin) teyemmüm olduğu görüşündedir. Bu kanaatini de, teyemmümün hadesi kaldırdığına dair görüşüne binaen söylemiştir.

Dâvud ise İstisna olarak şöyle demiştir: Burada taharetten kasıt, yalnızca necasetten taharettir. Kişinin ayakları necasetten yana temiz ise, mestleri ferine mesh etmesi de câiz olur, Bu görüş ayrılığının sebebi ise, "taharet" isminin müşterek bir isim oluşudur.

23- Belikti Mest Üzerine Meşk Etmek:

Mâlik'e göre, basit bir yırtığı bulunsa dahi mestin üzerine mesh etmek caizdir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bunun anlamı, yırtığın ondan yararlanmaya ve onu giymeye engel olmamasıdır. Benzeri bir yırtığı bulunan mestle yürümenin de mümkün olmasıdır. Mâlik'in bu görüşünün bir benzerini Leys, Sevrît Şâfiî ve Tabert de ifade etmiştir. Yine Sevrî ve Taberî'den, tamamı ile yırtık mestin üzerine meshin câiz olduğu görüşü de rivâyet edilmiştir el-Evzaî der ki: (Yırtık olan) mest üzerine de mesh eder, ayağın görünen kısmı üzerine de mesh eder. Bu, Taberî'nin de görüşüdür.

Ebû Hanîfe ise der ki: Eğer, ayağın görünen bölümü üç parmaktan az ise mesh edebilir. Üç parmağı görünüyor ise mesh edemez. Ancak bu konu ile ilgili tevkife (yani delile) gerek kılan bir sınırlandırmadır. Bilindiği gibi, ashâb-ı kiramın (Allah onlardan razı olsun) mestleri de onların dışında tabiinin mestleri de az miktardaki yırtıklardan kurtulamıyordu. Bu kadarı ise, onların Cumhûruna göre arTedilmiştir.

Şâfiî'den de rivâyet edildiğine göre, eğer yırtık ayağın ön tarafında bulunuyor ise, mestin üzerine mesh câiz olmaz. el-Hasen b. Hayy de der ki: Eğer mestin açılan kısmını çorap örtmekte ise, mestin üzerine mesh edebilir. Şayet ayağın herhangi bir bölümü açığa çıkıyor ise mesh edemez.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, kalın olmaları halinde çoraplar üzerinde meshe dair kanaatine binaendir. Aynı zamanda bu, Sevrî, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de görüşüdür ki, bu husus bir sonraki başlığın konusudur.

24- Çoraplar Üzerine Mesh Etmek:

Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre, çoraplar üzerine mesh, ancak bunların deri ile kaplanmış olmaları halinde câiz olur. Mâlik'in iki görüşünden birisi de budur. Mâlik'in bir başka görüşüne göre ise, deri ile kaplanmış olsalar dahi çoraplar üzerine mesh câiz değildir.

Ebû Dâvûd'un Kitabında ise, Muğire b. Şube'den gelen rivâyete göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı ve çorapları ve nalinleri üzerine mesh etti. Ebû Dâvûd dedi ki: Abdurrahman b. Mehdi bu hadisi nakletmezdi. Çünkü, Muğire'den bilinen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mestler üzerine mesh ettiğidir Bu hadis, Ebû Mûsa el-Eşarîden, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye de rivâyet edilmekle birlikte, pek kuvvetli de değildir, muttasıl da değildir. Ebû Dâvûd der ki: Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Mes'ûd, el-Berâ b. Azib, Enes b. Mâlik, Ebû Umame, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys, çoraplar üzerine mesh etmişlerdir. Bu husus, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb ve İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Ebû Dâvûd, Tahare 62; ayrıca bk.: Tirmizî, Tahâre 74; İbn Mâce, Tahâre 88; Müsned, IV, 252. Allah hepsinden razı olsun.

Derim ki: Nalinlere (ayakkabılara) meshe gelince, Ebû Muhammed ed-Dârimî Müsned'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Yûnus Ebû İshâk'tan haber verdi. Ebû İshâk, Abdu Hayr'dan dedi ki; Ben, Ali'yi abdest alıp nalinlere mesh ettiğini ve bunu geniş tuttuğunu gördüm. Sonra dedi ki: Şayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı benim şu yaptığım gibi yaparken görmemiş olsaydım, şüphesiz ayakların iç taraflarının üst taraflarından mesh edilmeye daha bir lâyık olduğu görüşüne varırdım. Ebû Muhammed ed-Dârimî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu hadis, yüce Allah'ın:

"Başlarınıza meshedin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın)" âyeti ile nesh olmuştur. Dârimî, Vudû'43.

Derim ki: Ali (radıyallahü anh)'ın: "Ayakların iç taraflarının üst taraflarına göre mesh edilmeye daha lâyık oldukları görüşüne varırdım" şeklindeki sözünün bir benzerini mestler üzerine mesh hakkında da söylemiştir. Bunu Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den gelen bir söz olarak şöylece kaydetmiştir: Şayet din, görüş ile tesbit edilen bir şey olsaydı, mestin iç taraflarım mesh etmek üst taraflarını mesh etmekten daha evla olması gerekirdi. Ve ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı mestlerinin üst tarafını mesh ederken gördüm. Ebû Dâvûd, Tahare 63.

Mâlik ve Şâfiî, iç taraftarına mesh etmeyip, mestlerinin üst tarafımmeshedenkimse hakkında; bu kadarı onun için yeterlidir, demişlerdir. Ancak Mâlik şunu da söyler: Kim bu şekilde mesh edecek olursa, vakit çıkmadan (kıldığı namazım) iade eder. Her kim mestlerinin iç taraflarım mesh edip, üst taraflarını mesh etmeyecek olursa bu, yeterli olmaz. Vakit içinde de vakit çıktıktan sonra da (kıldığı namazı) iade etmesi gerekir. Mâlik'in bütün arkadaşları da böyle demiştir.

Ancak, Eşheb'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Mestlerin iç tarafları ile dış tarafları arasında bir fark yoktur. Her kim dış taraflarına mesh etmeyip yalnızca iç taraflarını mesh edecek olur ise, yalnızca vakit içerisinde (kılmış olduğu namazı vakit çıkmadıkça) iade eder.

Safirden de, dış taraflarım mesh etmeksizin yalnızca iç taraflarını mesh etmenin yeterli olduğunu ifade ettiği rivâyet edilmiştir Ancak, mezhebinden meşhur olan şudur: Her kim mestlerinin yalmzcalç taraflarını mesh eder ve bu kadarıyla yetinirse bu, onun için yeterli değildir ve o kimse mestine mesh etmiş olmaz.

Ebû Hanîfe ve es-Sevrî derler ki: Mestlerinin yalnızca üst taraflarını mesheder, iç taraflarını meshetmez. Ahmed b. Hanbel, İshak ve bir topluluk da böyle demişlerdir.

Mâlik, Şâfiî ve arkadaşlarınca tercih edilen görüş , mestlerin hem üst, hem alt taraflarım mesh etmektir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer ve İbn Şihab'ın da görüşüdür. Çünkü Ebû Dâvûd ile Dârakutnî, Muğire b. Şube'den şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: Tebûk gazvesinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest almasına yardımcı oldum. Mestinin üstünü ve altını mesh etti. Ebû Dâvûd dedi ki: Sevr'in bu hadisi, Recâ b. Hayve'den işitmediği de rivâyet edilmiştir. Ebû Davüd, Tahâre 63; Darâkutnî, I, 195.

25- Mestlerine Meşk Etmiş Olduğu Halde Mestlerini Çıkarmak:

Mestlerine mesh etmiş iken, mestlerini çıkartan kimsenin durumu hakkında tükahanın üç farklı görüşü vardır:

1) Bunun yerine ayaklarını yıkar, eğer gecikecek olursa, yeniden abdest alır. Bunu, Mâlik ve Leys söylemiştir.

Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşları da böyle demektedir Ancak yeniden abdest almasına gerek yokıur." Yani yalnız ayaklarını yıkamakla yetinir. el-Evzaîden ve en-Nehaî’den de bu rivâyet gelmekle birlikte, "bunun yerine" diye birşeyden söz etmezler.

2) Yeniden abdest alır. Bunu, el-Hasen b. Hayy demiştir. el-Evzaî ve en-Nehaî'den de böyle dedikleri rivâyet edilmiştir.

3) Ona hiçbir şey gerekmez ve bu haliyle namaz kılar. Bunu da İbn Ebi Leyla ve Hasan-ı Basrî söylemiştir. Bu, aynı zamanda, İbrahim en-Nehaîden gelen bir rivâyettir -Allah onlardan razı olsun.

26- Cunup Olanın Temizlenmesi Gereği:

Yüce Allah'ın:

"Eğer cünup iseniz, yıkanıp temizleniniz" âyetinde geçen "cünub"un anlamına dair açıklamalar daha önce en-Nisâ sûresinde (4/43. ayet, 8 baslıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Yıkanıp temizleniniz" âyeti ise, su ile yıkanma emrini vermektedir. Bundan dolayı Hazret-i Ömer ile İbn Mes'ûd (radıyallahü anhüma) cünup olan bir kimsenin hiçbir şekilde teyemmüm etmeyeceği, aksine, suyu bulacağı vakte kadar namazım kılmayacağı görüşünde idiler.

İnsanların Cumhûru ise şöyle demişlerdir: Hayır, buradaki bu ibare, su bulan kimse içindir. Su bulan kimseye dair hükümler açısından cünubun durumu ise, bundan sonra yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız" âyetinde zikredilmiştir. Burada geçen yaklaşmak (mülâmese) ise, cima demektir.

Hazret-i Ömer ile İbn Mes'ûd'dan ise, genel olarak kabul gören görüşü benimsedikleri ve cünubun teyemmüm edeceğini de ifade ettikleri sahih olarak sabit olmuştur. İmrân b. Husayn hadisi ise bu hususta açık bir nasstır. O da şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) topluluk arasında kenarda duran ve namaz kılmayan bir kimse gördü ve:

"Ey filan, toplulukla birlikte namaz kılmaktan seni alıkoyan nedir?" diye sorunca, adam: Ey Allah'ın Rasulü, ben cünup oldum ve su da bulamadım dedi, Hazret-i Peygamber: "(Böyle bir durumda) sen, temiz toprağa yönel. Çünkü o sana yeterlidir" diye buyurdu. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Teyemmüm 6,9; Nesâî, Tahare 202; Müsned, IV, 484.

27- Umum Lâfız, Çoğunlukla Görülen Âdet ile Tahsis Edilebilir mi?

Yüce Allah'ın:

"Şayet hasta veya yolculukta iseniz, yahut içinizden biri ayak yolundan gelirse..." âyetine dair açıklamalar, en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 20. başlık ve devamında) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Burada ise, orada sözkonusu etmediğimiz usul(-ı fıkha dair) bir meseleyi eklemek istiyoruz. O da umumun, galip görülen adet ile tahsis edilmesi meselesidir.

Ayet-i kerimede geçen "el-Gâit (ayak yolu)" yine en- Nisa sûresinde açıkladığımız gibi, iki necaset çıkış yerinden çıkan hadeslerden kinayedir. Ve bu umumi bir ifadedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımızın çoğunluğu bunu, alışılmış şekilde ve çıkması alışılmış hadesler ile tahsis etmişlerdir. Küçük çakıl taşları ile kurt gibi alışılmadık şeyler çıksa, yahut da alışılmış olan şey kendisini tutamadığı için ve hastalık dolayısıyla çıkacak olursa, bunların herhangi birisi abdest bozucu olmaz. Bu hususta lafia yönelmelerinin sebebi de şudur: Lâfız, her ne kadar medlulü için sözkonusu ise de kullanımdaki çoğunluğu bir örf haline gelir ve örten çoğunlukla kullanılan anlam, bu lâfzın mutlak olarak kullanılması halinde o lâfzı duyan tarafından anlaşılır. Bunun dışında kalan (ve istisnai olarak anlaşılan) bununla birlikte lâfzın kendisi hakkında kullanıldığı anlamlar ise zihne gelmez, uzak kalır. Dolayısıyla bu lâfız, bu istisnai şeylere delalet etmez. Böyle bir lâfız, tıpkı "dâbbe" lâfzındakî durum gibi bir hal alır. Zira, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdirde, hatıra dört ayaklılar gelir. Bu lâfzı işitenin hatırına karınca hiçbir zaman gelmez- Dolayısıyla böyle bir lâfız kullanıldı mı, karınca zahiren bu lâfzın delâletine girmez ve kastedilmiş de olmaz

Muhalif kanaate sahip olan (usulcüler) ise derler ki: Çoğunlukla kast edilenin öncelikle hatıra gelmesi, nadiren o lâfız ile kastedilenin kastedilmemiş olmasını gerektirmez. Çünkü, lâfzın kullanımı (vaz'ı) her ikisini de kapsamaktadır. Bu da bu lâfzı söyleyen kimsenin şuurunda, her ikisini de kast etmiş olduğuna delalettir,

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Konu ile ilgili tamamlayıcı diğer açıklamalar ise usul(-i fıkıh) kitaplarındadır.

28- Kadınlara Yaklaşmak, Yakut Dokunmak:

Yüce Allah’ın: "Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız..." âyetinde geçen yaklaşma (lems)" ile ilgili olarak Ebû Ubeyde, Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Öpmek, lemstendir. Çımadan daha aşağı bütün fiiller de birer lemsdir. İbn Ömer de böyle demiştir. Muhammed b. Yezid de bunu tercih ederek şöyle der: Çünkü âyet-i kerimenin baş tarafında cimada bulunan kimseye ne gerektiği yüce Allah'ın:

"Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz" âyeti ile ifade edilmiştir.

Abdullah b. Abbas ise der ki: Lems ile mes ve gışyân, cima demektir. Fakat, yüce Allah kinayeli hitab eder. Yine Mücahid, yüce Allah'ın:

"Boş söz ile karşılaştıklarında da şereflice geçerler" (el-Furkan, 25/72) âyeti hakkında şöyle demiştir: Yani, nikâhı sözkonusu ettiklerinde ondan kinayeli lâfızlarla söz ederler, en- Nisa sûresinde (4/43. ayet, 26. başlıkta.) geçmiş bu hususa dair yeterli açıklamalar bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

29- Su ve Tbprak Bulamayanın Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Su bulamazsanız" âyeti ile ilgili açıklamalar en-Nisâ sûresinde (4/43. ayet, 27. başlık ve devamında) geçtiği gibi; sağlıklı ve mukîm bir kimsenin hapse atılmak yahut bağlanarak tutuklamak suretiyle bu durumda olacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunmaktadır. İşte hakkında: Eğer su da toprak da bulamayacak olur, vaktin de çıkacağından korkarsa diye sözedilen kimsedir.

Fukaha, böyle bir kimsenin hükmü hususunda dört farklı görüşe sahiptir:

1) İbn Huveyzimendâd der ki: Mâlik'in mezhebine göre sahih olan, böyle bir kimse namaz kılmaz ve onun üzerinde herhangi bir yükümlülük de yoktur. Yine İbn Huveyzimendâd der ki: Medineli âlimler, bunu Mâlik'ten rivâyet etmişlerdir. Mezhebin sahih olan görüşü de budur.

2) İbnü'l-Kasım der ki: Namaz kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Şâfiî'nin görüşüdür.

3) Eşheb der ki: Kılar, fakat iade etmez.

4) Esbağ der ki: Ne kılar, ne de kazasını yapar. Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Hanefî mezhebinde kabul edilen görüş, böyle bir kimsenin niyetsiz, ve kıraatsız olarak icma ile namaz kılıcağı, su ya da toprak kullanma imkânını bulduğu takdirde de namazını iâde edeceği şeklindedir.

Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr der ki: Ben, İbn Huveyzîmendâd'ın Mâlikî mezhebinden sahih olanın, zikrettiği husus olduğunu nasıl kabul etmeye kalkıştığını bilemiyorum? Çünkü, selefin Cumhûru da, tükahanın geneli de Mâlikîler topluluğu da buna muhalif kanaattedir. Zannederim, Mâlik'in de rivâyet ettiği hadiste geçen: "...Ve su kenarında da değillerdi..." hadisindeki zahir İfadeden bu neticeye varmıştır. Bu hadiste namaz kıldıklarından söz edilmemektedir. Ancak, bu hadiste buna dair delil olamaz. Çünkü, Hişam b. Urve babasından, o, Hazret-i Âişe'den bu hadiste şunu da zikretmektedir; Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Buhârî, Teyemmüm 1, 2; Müslim, Hnyz 108-109; Muvatta’'; Tahâre 89. Şu kadar var ki, namazlarını iade ettiklerinden söz etmemiştir. Fukahadan bir kesim de bu görüştedir. Ebû Sevr der ki: Kıyas da bunu gerektirmektedir.

Derim ki: el-Müzenî, el-Kiyâ et-Taberî'nin belirttiğine göre, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha)'ın gerdanlığının kaybolması olayında sözü geçen hususları delil göstermistir. Bu hadiste Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, gerdanlık aramak üzere gönderdiği ashâbı, teyemmümsüz ve abdestsiz olarak namaz kıldılar ve bunu Hazret-i Peygambere haber verdiler. Bundan sonra teyemmüm âyeti nâzil oldu, Hazret-i Peygamber onların bu şekilde abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılmalarına da karşı çıkmadı. Teyemmüm İse, henüz meşru kılınmamış olduğuna göre onlar, tamamiyle taharetsiz olarak namazlarını kılmış oldular. Buradan hareketle el-Müzenî der ki: Böyle bir kimse için namazını iade etmesi sözkonusu değildir. Bu da gerçekleştirilmesine imkân olmaması halinde mutlak olarak taharetin olmamasına rağmen namaz kılmanın câiz oluşu hususunda açık bir nasstır.

Ebû Ömer der ki: Bunun, baygın hakkında da böylece kabul edilmesi gerekmez. Çünkü, baygın bir kimse, aklını kaybetmiştir. Ne su, ne de toprak kullanamayan kimse ise aklı başında bir kimsedir.

İbnül-Kasım ve diğer ilim adamları ise derler ti; Aklı başında olduğu takdirde namaz kılmak onun için vacibtir. Bunları kullanmaya engel olan husus oltadan kalktığı takdirde abdest alır, yahut teyemmüm eder ve namazını kılar.

Şâfiî'den de iki rivâyet gelmiştir. Ondan meşhur olan rivâyete göre, olduğu gibi namaz kılar. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir, el-Müzenî der ki: Şayet temiz toprak kullanmaya güç yetiremeyecek şekilde mahbus bulunuyor ise, namazını kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Ebû Yûsuf, Muhammed, es-Sevrî ve Taberî'nin de görüşüdür.

Züfer b. el-Hüzeyl der ki: Mukimken hapsedilen kişi, temiz toprak bulacak olsa dahi namaz kılmaz. Bu ise onun kabul ettiği asıl kaideye göredir. Çünkü ona göre, -önceden de geçtiği üzere- mukim iken teyemmüm etmek sözkonusu değildir.

Ebû Ömer der ki: Olduğu halde namaz kılar ve taharet almaya güç yetirdiği takdirde namazını iade eder diyen kimseler, abdestsiz olarak namaz kılmayı ihtiyaten kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber: "Allah, taharetsiz olarak hiçbir namazı kabul etmez" Buhârî, vudu' 2 (aynı manada); Müslim, Tahâre 1; Nesâî, Tahâre 104, Zekât 48; İbn Mâce, Tahâre 2; Dârimî, Vudû 21; Müsned, 11,5 buyururken, abdest ve taharet almaya güç yetiren kimseleri kastetmiştir. Buna güç yetiremeyen kimsenin durumu ise böyle değildir. Çünkü, vakit bir farzdır. Ve o, vakit içinde kılmaya güç yetirmektedir. Dolayısıyla vakit içinde güç yetirebildiği şekilde namazını kılar, sonra iade eder. Böylelikle hem vakit, hem de taharet hususunda bir arada ihtiyata uygun olanı yapmış olur.

Namaz kılmaz diyenler ise, hadisin zahirinden hareketle bu görüşe sahip olmuşlardır. Bu da Mâlik, İbn Nafî' ve Esbağın görüşüdür. Onlar derler ki: Su ve temiz toprak bulamayan bir kimse, namazını da kılmaz, namaz vakti çıkacak olursa kazasını da yapmaz. Çünkü, namazın şartlan gerçekleşmediği için kabul edilmeyişi, şartlarını gerçekleştirme imkânım bulamadığı halde, namaz ile muhatap olmadığına delalet etmektedir. Dolayısıyla onun zimmetinde herhangi bir yükümlülük sözkonusu olmaz, bundan dolayı da kaza yapmaz. Bu açıklamayı Ebû Ömer'den başkaları yapmıştır. Bu görüşe göre taharet, namazın vücubunun şartlarından olur.

30- Toprakla Teyemmüm:

Yüce Allah'ın:

"Tertemiz toprakla teyemmüm edin" âyeti ile ilgili olarak, ilim adamlarının tertemiz toprak (es-sa'îd)e dair açıklamalar, daha önce en-Nisâ sûresinde (4/43. ayeti 41. başlıkta) geçmiş bulumaktadır. İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadis ise Mâlikin söylediğine delil olabilecek açık bir nasstır. Çünkü, eğer sa'îd (tertemiz toprak) toprak, olsaydı, Hazret-i Peygamber'in o adama: Sana toprağı tavsiye ederim, o senin için yeterlidir, demesi gerekirdi, Hazret-i Peygamber, "Sana sa'îdi tavsiye ederim" demekle onu, yeryüzüne havale etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

"Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün." âyetine dair açıklamalar da en-Nisâ sûresinde (4/43. ayetin, 43- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Orada konuyu takip edebilirsiniz.

31- Abdestin Fazileti:

Âyete dair açıklamalarımız bu noktaya gelmişken, şunu bil ki, ilim adamları abdest ve taharetin faziletinden de söz etmişlerdir. Bu da bu bölümün sonucunu teşkil eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Abdest imanın yarısıdır." Bunu Müslim, Ebû Mâlik el-Eş'arî yoluyla rivâyet etmiştir. Müslim, Tahâre 1; Tirmizî, Deavat 85; Nesâî, Zekât 1; Dârimî, Vudû' 2; Müsned, V, M2-344.

Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

İbnü'l-Arabî der ki: Abdest, dinde aslî bir İbadettir Müslümanların temizliğidir. Âlemler arasında bu ümmete özel olarak verilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın abdest alıp şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "İşte bu, benim abdest şeklimdir. Benden önceki peygamberlerin de abdest şeklidir, atam İbrahim'in de abdest şeklidir." Ancak bu rivâyet, sahih değildir. Ondan (İbnü'l-Arabî'den) başkaları da şöyle demiştir: Bu, Hazret-i Peygamberin: "Sizin başkalarında bulunmayan bir alametiniz vardır" âyeti ile çatışma halinde değildir. Çünkü, öncekiler de abdest alırlardı. Bu ümmete has olan ise, abdest değil, gurre ve tahcil’dir. (Abdest azaları olan yüz, kol ve ayaklardaki aydınlık ve parlaklıktır). Bunlar ise yüce Allah'ın, bu ümmetin ve Peygamberinin şerefini artırmak için bu ümmete tahsis edip lütfettiği şeyler arasındadır. Diğer ümmetlere göre sahip olduğu sair üstünlükler gibi. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de Makam-ı Mahmud ve diğer şeyler ile sair peygamberlerden üstün kılınmıştır.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ebû Ömer der ki: Peygamberlerin de abdest alıp bu yolla gurre ve tahciî'i kazanmış olmaları, Fakat onlara tabi olanların abdest almamış olmaları da mümkündür. Nitekim Hazret-i Mûsa'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "Rabbim, hepsi de peygamberleri andıran bir ümmet bulmaktayım. O ümmeti benim ümmetim kıl. Yüce Allah ona: "Hayır, o ümmet Muhammed'in ümmetidir" şeklindeki karşılıklı konuşma uzunca bir hadiste geçmektedir. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, II, 180.

Yine Salim b. Abdullah b. Ömer, Kâ'b el-Ahbar'dan şunu rivâyet etmektedir: Kâ'b el-Ahbar, şöylece rüyasını anlatan bir adamı dinlemiş: İnsanlar hesab için bir araya getirilip toplanmış, daha sonra peygamberler -her bir peygamber ile ümmeti de birlikte olmak üzere- davet edilmiş, her bir peygamberin aralarında yürüdüğü iki nuru olduğunu görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların ise, aydınlığında yürüdüğü tek bir nuru varmış. Nihayet Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çağrılmış. Başındaki saçın ve yüzünün bütünüyle nûr olduğunu, ona bakan herkesin bunu gördüğünü görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların da peygamberlerin nurları gibi ikişer nuru varmış, Kâ'b, bu anlatılanın rüya olduğunu bilmeksizin ona şöyle demiş: Sana bu hadisi kim nakletti ve bunu sana kim öğretti? Adam ona, bu anlattığının rüya olduğunu bildirmiş. Kâ'b ona, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah adına yemin verdirerek, gerçekten sen bu söylediklerini rüyanda mı gördün diye sormuş adam Allah'a yemin ederim ki evet; ben bunu rüyamda gördüm deyince, Kâ'b şöyle demiş: Nefsim elinde olan Allah'a -veya: Muhammed'i hak ile gönderene- yemin ederim ki işte bu; Allah'ın kitabında Ahmed’in ve onun ümmetinin niteliğidir peygamberlerin niteliği de böyledir. Senin bu söylediklerin sanki Tevrat'tandır İbn Abdi’l-Berr bunu, et-Temktd adlı kitabında senediyle kaydetmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Yine sair ümmetlerin de abdest aldıkları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak ben bunu, sahih bir yolla bilmiyorum. İbn Abdil-Berr, el-İstizkâr, II, 180; Temhîd, XX, 258-259.

Müslim, Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Müslüman -veya mü’min- abdest aldığı ve yüzünü yıkadığı vakit, iki gözü ile nazar ettiği her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile-birlikte çıkar gider. Ellerini yıkadığında, elleriyle yakalamış olduğu her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile- birlikte ellerinden çıkar gider. Ayaklarını yıkadığında, ayakları ile yürüyüp işlediği her bir günah, su ile -veya suyun son damlası ile- birlikte ayağından çıkıp gider. Ve nihayet bütün günahlardan arınmış olarak çıkar." Müslim, Tahâre 32; Muvatta’' Tahâre 31; Müsned, II, 303.

Mâlik'in, Abdullah es-Sunabihî'den rivâyet ettiği hadis İse, bundan daha tamamdır. Doğrusu adının Abdullah değil, Ebû Abdullah (es-Sunâbihî) olduğudur Bu da Mâlik'in yanıldığı hususlardan birisidir. Asıl ismi ise, Abdurrahman b. Useyle'dir. Şamlı büyük bir tabiidir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğinin ilk dönemlerine yetişmiştir, Ebû Abdullah es-Sunâbihî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Yemen'den muhacir olarak geldim. el-Cuhfe denilen yere vardığımızda, bir bineklî ile karşılaştık, ona ne haber diye sorduk, o da; üç gün Önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı defnettik dedi... Muvatta’', Tahâre 3; Nesâî, Tahâre 85; İbn Mâce, Tahâre 6. îmân.

İşte bu hadisler ile bu manadaki Amr b. Akabe yoluyla rivâyet edilen hadis ve diğerleri bize, bunlarla kast edilenin abdestin günahları uzaklaştırmak için meşru kılınmış bir ibadet olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, abdestin şer'i bir niyete de muhtaç olmasını gerektirmektedir. Çünkü abdest, günahları silmek ve Allah nezdinde dereceleri yükseltmek için meşru kılınmıştır.

32- Yüce Allah'ın Tekliften Kastı Ümmete Zorluk Değil, Ümmeti Arındırmak, Nimetini Tamamlamaktır:

Yüce Allah'ın: -Allah size güçlük çıkarmak istemez âyeti dinde sizin için bir darlık meydana getirmek istemez demektir. Bunun bir delili de Yüce Allah'ın:

"Dinde size güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) âyetidir.

Bu âyet-i kerimedeki, sıladır. Yani, size güçlük çıkarmak istemedi, demektir.

"Ama sîzi, iyice temizlemeyi... diler." Ebû Hüreyre ile es-Sunâbihî yoluyla gelen hadislerde zikredildiği gibi, günahlarınızı temizlemek ister. Buradaki temizlemenin hades ve cünupluktan olduğu da söylenmiştir. Allah'a itaat edenlerin niteliği olan temizlenmişlikle vasfedilmeye hak kazanasınız diye... anlamında olduğu da söylenmiştir,

Said b. el-Müseyyeb Sizi temizlemeyi..." âyetini, diye okumuştur. Mana birdir.

"Ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." Hastalık ve yolculuk halinde size teyemmüm yapma ruhsatını vermek sûretiyle.

Bu tamamlamanın, şeriat hükümlerini açıklamakla olacağı söylendiği gibi, günahların bağışlanmasıyla olacağı da söylenmiştir. "Nimetin tamamlanması, cennete girmek ve cehennemden kurtuluştur" denildiği de haber olarak nakledilmiştir.

"Tâ. ki, şükredesiniz." Yani, nimetlerine şükredip O'na itaate yönelesiniz...

7

Allah'ın size verdiği nimetini ve: "Dinledik ve itaat ettik" dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah, göğüslerde gizleneni çok iyi bilendir.

Yüce Allah'ın:

"Allah'ın size verdiği nimetini ve: Dinledik ve itaat ettik dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın..."

âyetinde sözü geçen

"söz ve misak"ın, yüce Allah'ın:

"Hani Rabbin, Âdem oğullarının sırtlarından... zürriyetlerini çıkarıp almış." (el-A'raf, 7/172) âyetinde geçen söz olduğu söylenmiştir ki, bunu Mücahid ve başkalan söylemiştir. Bizler böyle bir sözün alındığını her ne kadar hatırlamıyor isek dahi, doğru sözlü yüce Rabbimiz bize bunu haber vermektedir. Dolayısıyla bizden alınan böyle bir söze bağlı kalmakla emrolunmamız mümkündür.

Bu âyetin Tevrat'ta kendilerinden alınan sözleri gereği gibi korumak üzere yahudilere bir hitab olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbâs, es-Süddî gibi müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise bu, (ashâb-ı kiram'ın) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları hoşlarına giden ve gitmeyen hususlarda onu dinleyip itaat edeceklerine dair verdikleri söz ve misaktir. Onlar, Hazret-i Peygambere dinledik ve itaat ettik; demişlerdi. Nitekim, Akabe gecesi ve ağacın altındaki bey'at de böyle cerayan etmişti. Yüce Allah da bunu, kendi zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur:

"Ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar..." (el-Feth, 48/10) diye buyurmuştur. Ashâb-ı kiram, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Akabe yakınlarında, bizzat kendilerini, hanımlarım ve evlatlarını korudukları gibi onu da korumak, ashâbı ile birlikte kendilerine hicret etmek üzere bey'atleştiler. Ona ilk bey'at eden el-Berâ b. Ma'rûr olmuştu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) lehine işi sağlama bağlamak ve bu hususta anılan akdi oldukça sıkı tutmak hususunda oldukça övülmeye değer bir konumu olmuştu o gece. "Seni hak ile gönderen adına yemin olsun ki, kendi çoluk çocuğumuzu ne şekilde koruyor isek seni de o şekilde koruyacağız. Ey Allah'ın Rasulü, bize bey'at et! Bizler, Allah'a yemin olsun ki, Savaş erleriyiz, güzel silah kullanan kimseleriz. Biz bunu atalarımızdan miras aldık..." Buna dair haber oldukça meşhurdur ve İbn İshâk Sîretî'nde yer almaktadır. Rıdvan bey'atine dair açıklamalar da yeri gelince (el-Feth, 48/18. ayetin tefsiri) yapılacaktır.

Bu âyet, (sûrenin baş tarafında yer alan) yüce Allah'ın:

"Akidleri yerine getirin." (el-Mâide 5/1) âyeti ile ilişkili bulunmaktadır. Onlar, verdikleri sözlere bağlı kaldılar. Allah, peygamberlerine ve İslama yaptıkları hizmetlerin mükâfatlarını versin, onlardan razı olsun ve onları razı etsin.

"Ve Allah'tan korkun" yani, O'na muhalefet etmek hususunda ondan korkun. Çünkü O, her şeyi bilendir.

8

Ey Îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar..." âyetinin anlamı, daha önce Nisa sûresinde (4/135- ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, Anlamı şudur: Ben, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladığıma göre, siz de Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun.

"Allah için" âyetinden kasıt ise, Allah'tan alacağınız sevap için O'nun hakkını yerine getirin ve akrabalarınıza meyletmeksizin düşmanlarınıza da haksızlık etmeksizin, hakka uygun ve adaletli olarak şahidlik yapın.

"Bir topluluğa olan kininiz" sizi adaleti terketmeye ve düşmanlık duygularıyla hareket etmeyi de hakka tercih etmeye itmesin.

Bu âyette, düşman bir kimsenin Allah için düşmanlık yaptığı kimse aleyhindeki hükmünün ve yine onun aleyhindeki şahidliğinin geçerli olduğuna da delil vardır. Çünkü o kimseye buğz etmekle birlikte ona adaleti emretmektedir. Şayet ona buğz etmekle birlikte düşmanının aleyhindeki hükmü ve şahidliği câiz olmamış olsaydı, onun hakkında adaleti gözetme emrini vermenin izah edilir bir tarafı olmazdı.

Yine âyet-i kerîme, kâfirin küfrünün kendisine adaletli davranmaya engel olmadığına ve yalnızca aralarından kendisiyle Savaşılmaya ve köle edinmeye lâyık olan kimselere karşı çıkmakla yetinmeye, onlara müsle yapmanın câiz olmadığına da delâlet etmektedir. İsterse onlar, kadınlarımızı ve çocuklarımızı öldürmüş ve davranışlarıyla da bizleri kedere boğmuş olsunlar. Bizim onları gam ve kedere boğmak için kastı olarak müsle yaparak (azalarını keserek, ya da işkence yaparak) onları öldürmek hakkına sahip değiliz. İşte o meşhur kıssada Abdullah b. Revâha, söyledikleriyle buna işaret etmiştir. İşte âyet-i kerimenin anlamı budur.

"Bir topluluğa olan kininiz.." âyetinin anlamı; bu sûrenin baş tarafında (5/2. ayet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. " Sizi sürüklemesin" âyeti, şeklinde de okunmuştur. el-Kisâî der ki: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: İkinci okuyuşun anlamı, sizi suça, günaha sokmasın şeklindedir. Nitekim, beni günaha soktu, demek isterken, demek gibi.

"Çünkü o, takvaya daha yakındır" âyeti sizin Allah'a karşı takvalı davranmanıza daha yakındır, demektir. Ateşten sakınmanız için daha uygundur, anlamında olduğu da söylenmiştir.

9

Allah, îman edip de salih ameller işleyenlere "onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" diye va'delmiştir.

"Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" âyetinin anlamına gelince: Yani Allah, mü’minler hakkında: "Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" diye buyurmuştur. Bu da bu mükâfatın mahiyetini, özünü, İnsanların kavrayışlarının bilmesine imkân yoktur demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiçbir kimse bitemez" (es-Secde, 32/17)

Yüce Allah:

"Çok büyük bir ecir çok şerefli bir ecir, büyük bir ecir" diye buyurduğu takdirde, bunun ölçüsünü kim takdir edebilir ki? Allah'ın va'di, onlara verilen bu söz "kavi: demek" kabilinden olduğu için

" Onlar için mağfiret... vardır" âyetinin başına "lâm" harfinin getirilmesi uygun düşmüştür. Ve bu âyet nasb mahallindedir. Çünkü, va'dolunan şey mahallindedir ve onlara kendileri için mağfiret olduğunu vadetmiştir. Veya, onlara mağfiret va'detmiştir, anlamındadır. Ancak cümle, (i'rab bakımından) tek bir kelime gibidir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Salihler için şöyle bir mükâfat olduğunu gördük;

Cennetler ve Selsebil pınarı.

Görüldüğü gibi, burada da cümle nasb mahallindedir. işte bundan dolayı, bu-cümleye yapılan atıflar da mansub gelmiştir.

Bu âyetin, va'dolunan şeyin mahzuf olmak üzere ref’ mahallinde olduğu da söylenmiştir. Takdiri de şöyledir: Onlara yaptığı vaadler içerisinde onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır Bu anlamdaki bir açıklama el-Hasen’den nakledilmiştir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç