Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

97

 

004 - NİSÂ' SÛRESİ

 

CÜZ :

5

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

122

"İman eden ve sâlih amel (iş) işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız; onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"

A- "İman eden ve sâlih amel (iş)işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız ; onlar orada sürekli kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır."

Kâfirlere yönelik vaîdin hemen yanında mü'minlere mükâfat va'din de bulunulması, mü'minlerin sevincini ve kâfirlerin de üzüntüsünü arttırmak içindir.

B- "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir ?"

Bu cümle, son derece beliğ bir üslupla mâkabkni tekid eder. Burada şeytanın kendi dostlarına verdiği yalan va'dlerin karşısında, Allahü teâlâ'nın kendi dostlarına verdiği doğru va'dler zikredilmiştir.

123

"(Allah'ın mükâfatları) sizin kuruntularınıza veya Ehl-i Kitab'ın kuruntularına göre değildir. Küm bir kötülük işlerse onun karşılığım görür. O, kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamaz."

A- "(Allah'ın mükâfatları)sizin kuruntularınıza veya Ehl-i Kitabin kuruntularına göre değildir."

Ey Müslümanlar! Allahü teâlâ'nın va'dettiği mükâfatlar ne sizin kuruntularınızla ne de Ehl-i Kitabin kuruntularıyla hasıl olur. Onlar ancak îmân ve sâlih ameller ile hasıl olur.

Ehl-i Kitab'ın bilinen kuruntularının yanında Müslümanların kuruntularının da zikredilmesi, herhalde Müslümanların dahi kuruntularının hiç yarar sağlamayacağını bildirmek içindir. Nitekim,

"Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "Şimdi ben tevbe ettim!" diyenler için değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir." (Nisa 4/18) meâlindeki âyet de bu kabildendir. Daha önce izahı geçti.

Hasen el-Basrî diyor ki:

"İman, temenni ile olmaz ; fakat geçerli olan îmân kalbe iyice yerleşen ve amel ile tasdik edilen îmândır."

Rivâyet olunuyor ki, mağfiret kuruntuları bir kavmi oyaladı ve nihayet güzel ameller işlemeden dünyadan ayrıldılar. Onlar dünyada:

"- Biz, Allah hakkında hüsnü zanda bulunuyoruz" diyorlardı.

Ama onlar yalan söylediler; çünkü eğer Allahü teâlâ bakında hüsnü zanda bulunsalardı, muhakkak güzel işler yaparlardı.

Diğer bir görüşe göre de Müslümanlarla Ehl-i Kitab, birbirlerine karşı tefahurda bulundular.

Ehl-i Kitab:

"- Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir ve Kitabımız da, sizin Kitabınızdan öncedir. Bundan dolayı biz, Allahü teâlâ'ya sizden daha yakınız "dediler.

Müslümanlar da:

"- Hayır, biz sizden daha üstünüz ; bizim peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur ve bizim Kitabımız da, önceki Kitabların hükümlerini kaldırmıştır " dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu (Fenezelet).

Bir görüşe göre ise, bu âyetteki hitab, müşrikler içindir. Bundan önceki (116-121) âyetlerin müşrikler hakkında olması da, bu görüşü destekler niteliktedir. Yani gerçekler, müşriklerin kuruntularına göre değildir. Onların kuruntuları:

"- Cennet ve cehennem yoktur ; "

"- Durum, bunların iddia ettikleri gibi de olsa, bizim hatimiz daha hayırlı va daha güzel olacaktır ; "

"- Muhakkak surette bana mal ve evlad verilecektir ; " sözleri ile ifâde ettikleridir.

Yine gerçekler, Ehl-ı Kitab'ın kuruntuları gibi de değildir. Onların sözleri de::

"- Yahudi veya Hıristiyan olmayan hiç kimse cennete giremez." (Bakara 2/111)

"Ateş sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır." (Bakara 2/80)

A- "Kim bir kötülük işlerse onun karşılığını görür."

Bu cümle, mâkabkni açıklar. Dünyada bir kötülük işleyen kimse, dünyada veya ahirette onun cezasını mutlaka görür (A'cılen ev ecelen). Rivâyete göre bu âyet-i kerime nazil olunca Ebû Bekir (radıyallahü anh) sormaktan kendini alamadı:

"- Ya Resûlallah! Buna göre kim Allah (celle celâlühü) in azabından kurtulabilir ?"

Resülallâh (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Pekiyi, sen dünyada üzülmüyor musun veya hastalanmıyor musun (ev temradu) veya başına bir musibet gelmiyor mu? "buyurdu.

Ebû Bekir de: "Elbette bunlar oluyor (Beli)!" dedi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "İşte bu ceza onlardır (Hüve zâke)!" buyurdu.

B- "O, kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamaz."

Allahü teâlâ'nın dostluğu ve yardımı dışında, ilâhî azabı önlemek için ona sahip çıkıp kendisine yardım edecek bir dost ve yardımcı da bulamaz.

124

"Erkek ve kadın, kim bir mü'min olarak sâlih amel işlerse işte onlar cennete gireceklerdir. Ve onlara kıl kadar haksizlik edilmeyecektir."

Burada sâlih amellerden maksad, onların tamamı olmayıp fakat bir kısmıdır. Çünkü her fert, bütün sâlih amelleri gerçekleştiremez ve zaten bununla mükellef de değildir.

Sâlih amellerin sevabı mûcib olması için îmân ile beraber olması şarttır. İman olmadan saklı amel işlenmesi mümkün değildir.

Bura da "zâkke" (işte onlar) kelimesinin kullanılması, daha önce çok kere izah edildiği gibi, işaret edilenlerin, derecelerinin ve şeref mertebelerinin çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Kimseye kıl kadar haksizlik yapılmayacak, itaatkârların mükâfatları tenkıis; âsilerin cezaları da tezyid edilmeyecektir. Nasıl aksi iddia edilebilir ki, cezayı veren Erhamu'rrahımîn'dir (merhametiilerin en büyük merhametiisidır).

125

"Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim eden ve İbrâhîm'in hanîf dinine uyandan daha güzel kim olabilir? Allah, İbrâhîm'i dost (Halîl) edinmişti."

A- "Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim eden ve İbrâhîm'in hanîf dininine uyandan daha güzel kim olabilir."

Bu cümlenin tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

Kim kendini Allahü teâlâ'ya hâlis kılıp O'ndan başka Rab tanımazsa...

Kim yüzüyle yalnız ona secde ederse...

Kim bütün amellerini Maşla yalnız Allah (celle celâlühü) için yaparsa...

Kim bütün işlerini Allahü teâlâ'ya havale ederse...

Din bakımından bunları yapan kimseden, daha güzel veya ona eşit biri olamaz. Her ne kadar ibarede, ona eşit olmanın reddi sarahaten yoksa da, genel örf ve yaygın istimal (kullanım) bu şekildedir. Nitekim,

"Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!" (Ankebût 29/68) mealindeki âyet ile benzerlerinde de bu mânâ kastedilir.

Kimin dini, (muhsin olarak)kendini ihlâsla (samimiyetle) Allahü teâlâ'ya veren, bâtıla değil Hakka yönelen;

İbrâhîm'in, İslâm'a muvafık, sağlıklı ve kabulünde ittifak bulunan dininden daha güzel olabilir?

Âyet-i kerime, bu mertebenin, beşerî gücün ulaşabileceği son nokta olduğuna dikkat çekmektedir.

"Muhsin" kelimesi, hasenatı (iyilikleri) yapan ve kötülükleri terk eden veya salih amelleri layikı veçhile ifâ eden demektir.

Amellerin bu vasfı güzelliği, onun zatî güzelliğini de gerektirir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ihsanı şöyle açıklamıştır:

"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibâdet etmendir (En ta'büdu-llâhe keenneke terahü); sen O'nu göremüyorsun ama, O, seni görüyor (Fe in lem tekün terahü feinnehu yerake)."1

B- "Allah İbrâhîm'i dost edinmişti."

Allahü teâlâ, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) seçip üstün kılmış ve dostun dosta yaptığı ikramlara benzer ikramlarla onu taltif etmiştir.

İbrâhîm adının zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, onun şânını tazim ve bir de bu kirazı (bağlantısız) cümlenin istiklâlini tekid içindir.

1-Halil kelimesinin mastarı olan hullet, hilal (karışmak) anlamındandır. Çünkü dostluk, nefse ve ruha karışan bir sevgidir.

2-Halil, halel anlamındandır. Zira iki dost, birbirinin halelini (eksiğini) tamamlar.

3-Halil, hail veya kumdaki yol demektir. Çünkü iki dost, aynı yolda, uyum içinde olurlar.

4-Halil, hallet yani haslet anlamındandır. Zira iki dostun hasletleri birbirine benzer.

Bu arızî (bağlantısız) cümlenin büyük faydaları vardır. Şöyle ki:

İbrâhîm (aleyhisselâm) in dinine uymaya teşvik eder. Zira Allahü teâlâ katında Halil olarak isimlendirilmeye hak kazanacak kadar O'na yakın olan bir kimsenin yoluna uymak, en büyük himmet ve gayretin hedefi ve gözlerin dikildiği en yüksek şeref olmaya lâyıktır.

Rivâyet olunuyor ki, İbrâhîm (aleyhisselâm), insanların maruz kaldığı bir erzak sıkıntısı (kriz) döneminde Mısır'da bulunan bir dostuna haber gönderip ondan erzak istedi. Onun dostu da şöyle bir cevap gönderdi:

"- Eğer İbrâhîm, kendisi için erzak isteseydi, veriridim; fakat o, misafirleri için istiyor; insanların çektiği sıkıntıyı biz de çekiyoruz."

Böylece İbrâhîm in adamları boş döndüler. Nihayet yumuşak kumlarla kaplı bir dereden geçerken, insanlara karşı mahcubiyet olmasın diye çuvallarını kum doldurdular ve onları İbrâhîm'in evine getirip indirdikten sonra dağıldılar. Onlardan biri de, İbrâhîm in huzuruna çıkıp olanları kendisine arz etti.

İbrâhîm özellikle de erzak almak umuduyla kapısında toplanan insanlar için çok üzüldü. O sırada bir uyku bastırdı. Kendisi uyurken bundan habersiz olan eşi Sâre, gidip çuvallara baktı; çuvalların en yüksek kalite beyaz buğdaylarla dolu olduğunu gördü, sonra onlardan bolca ekmek yaptı. Bir rivâyete göre, yaptığı ekmekleri de insanlara dağıttı. İbrâhîm uyanınca, sıcak ekmek kokusunu aldı ve sordu:

"- Bu ekmekleri nereden buldunuz?"

Sâre:

"- Nereden olacak? Senin Mısırlı dostundan bulduk" dedi.

İşte o zaman İbrâhîm:

"- Hayır, bu, dostum Allah (celle celâlühü) katındandır!" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, ona Halil adını verdi.

126

"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve Allah, her şeyi kuşatmıştır."

A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır."

Bu ibtidaî cümle, Allahü teâlâ'ya itaat etmenin, bütün göklerin ve yerin sakinlerine vacib olduğunu bildirir. Bu cümle,

göklerde ve yerde bulunan her şeyin yaratılış ve mülkiyet olarak Allah'a (celle celâlühü) ait olduğunu hiçbir varlığın O'nun hükümranlığı dışına çıkamayacağını beyan eder. Binaenaleyh herkese, yaptıklarına göre hayır veya şer olarak karşılığını verecektir.

Bir görüşe göre de, bu cümle şunu belirtir:

Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) Halil (dost) edinmesi, Allahü teâlâ'nın bu dostluğa ihtiyacı olduğundan değildir. Oysa insanlar arasında dostlukların temelinde birbirlerine duydukları ihtiyaç vardır. Çünkü insanlar işlerinde birbirlerine muhtaçtır.

Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i dost edinmesi ise, sırf ona ikramda bulunmak ve ona şeref kazandırmak içindir.

Diğer bir görüşe göre de, bu cümle şunu ifâde eder:

Allah (celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) dost edinmesi, sadece Allahü teâlâ'nın iradesiyle olmuştur. Yani göklerde ve yerde bulunanlar, hepsi Allah (celle celâlühü) ındır; onlardan dilediği şeyleri dilediği kimseler için seçer.

B- "Allah her şeyi kuşatmıştır."

Bu cümle de, zikredilen veçhelere göre makablini açıklayıcı zeyl mahiyetindedir. Zira Allahü teâlâ'nın ilim ve kudret olarak bütün eşyayı ve ezcümle göklerde ve yerde bulunan mükellefleri ve onların amellerini kuşatmış, ihata etmiş olması, zikredilen hususları en mükemmel şekilde açıklar.

127

"Kadınlar hakkında senden fetva istiyor (istifta' ediyor)lar.

(Resûlüm) de ki:

Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor:

Yazılmış olan (miras hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle davranmanız hakkında Kitab'ta size okunan âyetler var. Hayır olarak her ne yaparsanız Allah, şüphesiz onu hakkıyla bilir."

A- "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. (Resûlüm) de ki:

Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor.

Yazılmış olan (miras hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle davranmanız hakisin da Kitab'ta size okunan âyetler var."

"- Resûlüm; senden kadınlar hakkındaki hükümleri soruyorlar."

Onların sordukları özellikle kadınların mirastaki payları değildi. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlarla ilgili bir çok şey sormuşlardı. Sorulan konulardan bir çoğuna ilişkin hükümlerin beyanı, Kur’ân'ın ilgili âyetlerine havale edilmiştir.

Bazı hükümler de burada açıklanıyor.

"Ve mâ yütlâ a'ieyküm fi'l- Kitabi / Kitabta size okunan" bir arızî (ara) cümle de olabilir. Buna göre Kitab'tan maksad, Levh-ı Mahfûz'dur ve amaç okunan âyetlerin yüceliğini ortaya koymak, Kitab'ın tesis ettiği hukuka göre adaleti ve hakkaniyeti sağlamaktır.

Bu tefsire göre, "mâ yütlâ/ okunanlar" kavramı hem daha önce geçen âyetlerde okunanları, hem de bundan sonraki âyetlerde okunacakları kapsar.

"Ve mâ yütlâ aleyküm fi'l Kitabi / Kitab'ta size okunan" cümlesi, yemin cümlesi de olabilir. Buna göre, üzerine yemin edilenin şanını tazım için zikredilmiş olur. Yani

"De ki:

- Ve Kitab'ta size okunanlara yemin ederim." anlamına gelir En zahir (açık) olan ilk tefsire göre:

"Fi yetâme'n-nisâ — yetim kadınlar hakkında", ifadesi, "ve ma yütlâ a'ieyküm’-- size okunan" ile bağlantılıdır.

Bu takdirde anlam:

"Yetim kadınlar hakkında size okunan..." şeklinde olur.

Ondan sonraki iki tefsir görüşüne göre ise bu ifade, "fi hin ne / kadınlar hakkında" lafzına yöneliktir.

Bu takdirde de anlam:

"O kadınlar da şunlardır." şeklinde olur.

O yetim kadınlar için yazılı haklar da miras hakları ile ilgilidir.

Cahiliye devrinde insanlar, yetim kadınların şahıslarına değil fakat onların mallarına rağbet ederek, onları yemek için, ya da onların meliklerini tam olarak vermemek için onlarla evleniyorlardı.

Aışe'den (radıyallahü anha) rivâyet olunduğuna göre, bu âyette zikredilen yetim kadınlardan murad, velisinin (nikâhı düşen uzak akrabasının) yanında bulunan yetim kızlar veya kadınlardır. Velileri onların malına ve güzelliğine rağbet ederek diğer eşlerinin mehrınden aşağı bir mahirle onlarla evleniyorlardı. İşte bu yetim kızların mehirleri adaletle ödenmeden onlarla evlenmek yasaklandı.

Yahutta "en tenkihûhünne — o yetim kadınları nikahlamak" fiilinin başında "fi" harfi, değil de, "an" harfi gizlidir (mukadderdir).

Bu takdirde anlam;

"Nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar..." olur.

Aışe'den rivâyet olunduğuna göre, bunlar o yetim kızlardı ki, velileri miraslarına göz dikerek ne kendileri onlarla evleniyor, ne de onları başkalarıyla evlendiriyorlardı.

Âişe'den (radıyallahü anha) gelen diğer bir rivâyete göre de, bunlar velilerinin yanında bulunan yetim kadınlardı. Velileri, onların hem varisi ve hem de hurma ağaçları dahil bütün mallarına ortak idiler. Bu veliler, kendileri o yetim kızlarla evlenmedikleri gibi, onları başkalarıyla da evlendirmiyorlar, onların kocalarını mallarına ortak yapmak istemiyorlar, evlenmelerine engel oluyorlardı.

Birinci görüş (yetim kadınları mallarını yemek için nikahlamak istemek) ile son görüşe (nikahlamak istememek) göre, onlar için yazılmış olan haktan murad, miras paylarıdır ve onlar hakkında okunan âyetlerden de murad:

"Yetimlere mallarını verin." (Nisa 4/2) ve

"Sız de o malları büyüyecekler diye israf ederek tez elden yemeyin." (Nisa 4/6) mealindeki âyetler ve onların mallarına dokunmamakla ilgili diğer nasslardır.

İkinci tefsir (o yetim kadınları meliklerini tam olarak vermeden nikahlamak istiyorsunuz) görüşüne göre ise, kendileri için yazılmış olan haktan murad, melikleridir ve onlar hakkında okunan âyetlerden murad da,

"Eğer yetimler hakkında adalet icrasından korkarsanız..." (Nisa 4/3) mealindeki âyettir.

Yaşı küçük çaresiz çocuklar hakkında okunan âyet de,

"Allah çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu emrediyor: Erkeğe iki kadın payı vardır." (Nisa 4/11) mealindeki âyettir.

Bilindiği gibi cahiliye Arapları, kadınlara mirastan hak vermedikleri gibi yaşı küçük çocuklara da miras vermiyolardı, Miras ancak iş gören erkeklere has idi.

Rivâyete göre Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Resûllullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelip dedi ki:

Haber aldık ki (Ahberena) sen (bıenneke), ölenin kızına mirasın yarısını veriyormuş sun (ta'tıî'l-ibııete'n-nısfe) ve ölenin kızkardeşine de mirasın yansını veriyormuşsun (ve'l-uhte'n-nisfe), Biz ise ancak, savaşanları ve ganimet alanları vâris yapıyorduk."

Peygamber

"- Ben öyle emrolundum / Kezâlike ümırtü." buyurdu.

Yetim çocuklara karşı âdil davranmak hakkında okunan âyet de,

"Yetimlere mallarını verin; temiz (tayyib)ı, murdar (habîs) ile değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nısâ 4/2) mealindeki âyet ile benzerleridir.

Bu hıtab, ya idareciler içindir, ya da veliler ve vasiler içindir.

B- "Hayır olarak her ne yaparsanız Allah, şüphesiz onu hakkıyla bük."

1-Zikredilenlerle ilgili hayır olarak her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bük ve onun karşıhğını verir.

2-Mutlak mânâda hayır olarak ne yaparsanız Allah, onun da karşılığım verir. Bu tefsire göre de, zikredilenlerle ilgili hayırlar, öncelikle buna dahildir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç