122
"İman eden ve sâlih amel
(iş) işleyenleri de
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız; onlar orada sürekli
(muhalleden)
kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"
A- "İman eden ve sâlih amel
(iş)işleyenleri de
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız ; onlar orada sürekli
kalacaklardır. Allah'ın va'di haktır."
Kâfirlere
yönelik vaîdin hemen yanında mü'minlere mükâfat va'din de bulunulması,
mü'minlerin sevincini ve kâfirlerin de üzüntüsünü arttırmak içindir.
B- "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir ?"
Bu cümle,
son derece beliğ bir üslupla mâkabkni tekid eder. Burada şeytanın kendi
dostlarına verdiği yalan va'dlerin karşısında, Allahü teâlâ'nın kendi dostlarına
verdiği doğru va'dler zikredilmiştir.
123
"(Allah'ın mükâfatları)
sizin kuruntularınıza veya Ehl-i Kitab'ın kuruntularına göre değildir. Küm bir
kötülük işlerse onun karşılığım görür. O, kendisi için Allah'tan başka ne bir
dost ne de bir yardımcı bulamaz."
A- "(Allah'ın
mükâfatları)sizin kuruntularınıza veya Ehl-i
Kitabin kuruntularına göre değildir."
Ey
Müslümanlar! Allahü teâlâ'nın va'dettiği mükâfatlar ne sizin kuruntularınızla ne
de Ehl-i Kitabin kuruntularıyla hasıl olur. Onlar ancak îmân ve sâlih ameller
ile hasıl olur.
Ehl-i
Kitab'ın bilinen kuruntularının yanında Müslümanların kuruntularının da
zikredilmesi, herhalde Müslümanların dahi kuruntularının hiç yarar
sağlamayacağını bildirmek içindir. Nitekim,
"Yoksa
(o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük
işlemekteyken ölüm gelip çatınca "Şimdi ben tevbe ettim!" diyenler için
değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir." (Nisa
4/18) meâlindeki âyet de bu kabildendir. Daha önce izahı geçti.
Hasen
el-Basrî diyor ki:
"İman,
temenni ile olmaz ; fakat geçerli olan îmân kalbe iyice yerleşen ve amel ile
tasdik edilen îmândır."
Rivâyet olunuyor ki, mağfiret kuruntuları
bir kavmi oyaladı ve nihayet güzel ameller işlemeden dünyadan ayrıldılar. Onlar
dünyada:
"- Biz,
Allah hakkında hüsnü zanda bulunuyoruz" diyorlardı.
Ama onlar
yalan söylediler; çünkü eğer Allahü teâlâ bakında hüsnü zanda bulunsalardı,
muhakkak güzel işler yaparlardı.
Diğer bir görüşe göre de Müslümanlarla Ehl-i
Kitab, birbirlerine karşı tefahurda bulundular.
Ehl-i
Kitab:
"- Bizim
peygamberimiz, sizin peygamberinizden
öncedir ve Kitabımız da, sizin Kitabınızdan öncedir. Bundan dolayı biz, Allahü
teâlâ'ya sizden daha yakınız "dediler.
Müslümanlar
da:
"- Hayır,
biz sizden daha üstünüz ; bizim peygamberimiz,
peygamberlerin sonuncusudur ve bizim Kitabımız da, önceki Kitabların hükümlerini
kaldırmıştır " dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu
(Fenezelet).
Bir görüşe göre ise, bu âyetteki hitab,
müşrikler içindir. Bundan önceki (116-121)
âyetlerin müşrikler hakkında olması da, bu görüşü destekler niteliktedir.
Yani gerçekler, müşriklerin kuruntularına göre
değildir. Onların kuruntuları:
"- Cennet
ve cehennem yoktur ; "
"- Durum,
bunların iddia ettikleri gibi de olsa, bizim hatimiz daha hayırlı va daha güzel
olacaktır ; "
"- Muhakkak
surette bana mal ve evlad verilecektir ; " sözleri ile ifâde ettikleridir.
Yine
gerçekler, Ehl-ı Kitab'ın kuruntuları gibi de değildir. Onların sözleri de::
"- Yahudi
veya Hıristiyan olmayan hiç kimse cennete giremez."
(Bakara 2/111)
"Ateş
sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır." (Bakara
2/80)
A- "Kim bir kötülük işlerse onun karşılığını görür."
Bu cümle,
mâkabkni açıklar. Dünyada bir kötülük işleyen kimse, dünyada veya ahirette onun
cezasını mutlaka görür (A'cılen ev ecelen).
Rivâyete göre bu âyet-i kerime nazil olunca Ebû
Bekir (radıyallahü anh) sormaktan kendini
alamadı:
"- Ya
Resûlallah! Buna göre kim Allah (celle celâlühü)
in azabından kurtulabilir ?"
Resülallâh
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"- Pekiyi,
sen dünyada üzülmüyor musun veya hastalanmıyor musun
(ev temradu) veya başına bir musibet gelmiyor mu? "buyurdu.
Ebû Bekir de: "Elbette bunlar oluyor
(Beli)!" dedi.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da:
"İşte bu ceza onlardır (Hüve zâke)!" buyurdu.
B- "O, kendisi için Allah'tan başka ne bir dost ne de
bir yardımcı bulamaz."
Allahü
teâlâ'nın dostluğu ve yardımı dışında, ilâhî azabı önlemek için ona sahip çıkıp
kendisine yardım edecek bir dost ve yardımcı da bulamaz.
124
"Erkek ve kadın, kim bir mü'min olarak sâlih amel
işlerse işte onlar cennete gireceklerdir. Ve onlara kıl kadar haksizlik
edilmeyecektir."
Burada
sâlih amellerden maksad, onların tamamı olmayıp fakat bir kısmıdır. Çünkü her
fert, bütün sâlih amelleri gerçekleştiremez ve zaten bununla mükellef de
değildir.
Sâlih
amellerin sevabı mûcib olması için îmân ile beraber olması şarttır. İman olmadan
saklı amel işlenmesi mümkün değildir.
Bura da
"zâkke" (işte onlar) kelimesinin kullanılması,
daha önce çok kere izah edildiği gibi, işaret edilenlerin, derecelerinin ve
şeref mertebelerinin çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.
Kimseye kıl
kadar haksizlik yapılmayacak, itaatkârların mükâfatları tenkıis; âsilerin
cezaları da tezyid edilmeyecektir. Nasıl aksi iddia edilebilir ki, cezayı veren
Erhamu'rrahımîn'dir (merhametiilerin en büyük
merhametiisidır).
125
"Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim
eden ve İbrâhîm'in hanîf dinine uyandan daha güzel kim olabilir? Allah,
İbrâhîm'i dost (Halîl)
edinmişti."
A- "Din bakımından, iyilik yaparak özünü Allah'a teslim
eden ve İbrâhîm'in hanîf dininine uyandan daha güzel kim olabilir."
Bu cümlenin
tefsirinde değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
Kim kendini
Allahü teâlâ'ya hâlis kılıp O'ndan başka Rab tanımazsa...
Kim yüzüyle
yalnız ona secde ederse...
Kim bütün
amellerini Maşla yalnız Allah (celle celâlühü)
için yaparsa...
Kim bütün
işlerini Allahü teâlâ'ya havale ederse...
Din
bakımından bunları yapan kimseden, daha güzel veya ona eşit biri olamaz. Her ne
kadar ibarede, ona eşit olmanın reddi sarahaten yoksa da, genel örf ve yaygın
istimal (kullanım) bu şekildedir. Nitekim,
"Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!"
(Ankebût 29/68) mealindeki âyet ile benzerlerinde de bu mânâ kastedilir.
Kimin dini,
(muhsin olarak)kendini ihlâsla
(samimiyetle) Allahü teâlâ'ya veren, bâtıla
değil Hakka yönelen;
İbrâhîm'in,
İslâm'a muvafık, sağlıklı ve kabulünde ittifak bulunan dininden daha güzel
olabilir?
Âyet-i
kerime, bu mertebenin, beşerî gücün ulaşabileceği son nokta olduğuna dikkat
çekmektedir.
"Muhsin"
kelimesi, hasenatı (iyilikleri) yapan ve
kötülükleri terk eden veya salih amelleri layikı veçhile ifâ eden demektir.
Amellerin
bu vasfı güzelliği, onun zatî güzelliğini de gerektirir.
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) ihsanı şöyle açıklamıştır:
"İhsan,
Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibâdet etmendir (En
ta'büdu-llâhe keenneke terahü); sen O'nu göremüyorsun ama, O, seni
görüyor (Fe in lem tekün terahü feinnehu yerake)."1
B- "Allah İbrâhîm'i dost edinmişti."
Allahü
teâlâ, İbrâhîm'i (aleyhisselâm) seçip üstün
kılmış ve dostun dosta yaptığı ikramlara benzer ikramlarla onu taltif etmiştir.
İbrâhîm
adının zamir makamında zahir olarak zikredilmesi, onun şânını tazim ve bir de bu
kirazı (bağlantısız) cümlenin istiklâlini tekid
içindir.
1-Halil
kelimesinin mastarı olan hullet, hilal (karışmak)
anlamındandır. Çünkü dostluk, nefse ve ruha karışan bir sevgidir.
2-Halil,
halel anlamındandır. Zira iki dost, birbirinin halelini
(eksiğini) tamamlar.
3-Halil,
hail veya kumdaki yol demektir. Çünkü iki dost, aynı yolda, uyum içinde olurlar.
4-Halil,
hallet yani haslet anlamındandır. Zira iki
dostun hasletleri birbirine benzer.
Bu arızî
(bağlantısız) cümlenin büyük faydaları vardır.
Şöyle ki:
İbrâhîm
(aleyhisselâm) in dinine uymaya teşvik eder.
Zira Allahü teâlâ katında Halil olarak isimlendirilmeye hak kazanacak kadar O'na
yakın olan bir kimsenin yoluna uymak, en büyük himmet ve gayretin hedefi ve
gözlerin dikildiği en yüksek şeref olmaya lâyıktır.
Rivâyet olunuyor ki, İbrâhîm
(aleyhisselâm), insanların maruz kaldığı bir
erzak sıkıntısı (kriz) döneminde Mısır'da
bulunan bir dostuna haber gönderip ondan erzak istedi. Onun dostu da şöyle bir
cevap gönderdi:
"- Eğer
İbrâhîm, kendisi için erzak isteseydi, veriridim; fakat o, misafirleri için
istiyor; insanların çektiği sıkıntıyı biz de çekiyoruz."
Böylece
İbrâhîm in adamları boş döndüler. Nihayet yumuşak kumlarla kaplı bir dereden
geçerken, insanlara karşı mahcubiyet olmasın diye çuvallarını kum doldurdular ve
onları İbrâhîm'in evine getirip indirdikten sonra dağıldılar. Onlardan biri de,
İbrâhîm in huzuruna çıkıp olanları kendisine arz etti.
İbrâhîm
özellikle de erzak almak umuduyla kapısında toplanan insanlar için çok üzüldü. O
sırada bir uyku bastırdı. Kendisi uyurken bundan habersiz olan eşi Sâre, gidip
çuvallara baktı; çuvalların en yüksek kalite beyaz buğdaylarla dolu olduğunu
gördü, sonra onlardan bolca ekmek yaptı. Bir rivâyete göre, yaptığı ekmekleri de
insanlara dağıttı. İbrâhîm uyanınca, sıcak ekmek kokusunu aldı ve sordu:
"- Bu
ekmekleri nereden buldunuz?"
Sâre:
"- Nereden
olacak? Senin Mısırlı dostundan bulduk" dedi.
İşte o
zaman İbrâhîm:
"- Hayır,
bu, dostum Allah (celle celâlühü) katındandır!"
dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, ona Halil adını verdi.
126
"Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve
Allah, her şeyi kuşatmıştır."
A- "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır."
Bu ibtidaî
cümle, Allahü teâlâ'ya itaat etmenin, bütün göklerin ve yerin sakinlerine vacib
olduğunu bildirir. Bu cümle,
göklerde ve
yerde bulunan her şeyin yaratılış ve mülkiyet olarak Allah'a
(celle celâlühü) ait olduğunu hiçbir varlığın
O'nun hükümranlığı dışına çıkamayacağını beyan eder. Binaenaleyh herkese,
yaptıklarına göre hayır veya şer olarak karşılığını verecektir.
Bir görüşe göre de, bu cümle şunu belirtir:
Allah
(celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i
(aleyhisselâm) Halil
(dost) edinmesi, Allahü teâlâ'nın bu dostluğa ihtiyacı olduğundan
değildir. Oysa insanlar arasında dostlukların temelinde birbirlerine duydukları
ihtiyaç vardır. Çünkü insanlar işlerinde birbirlerine muhtaçtır.
Allah
(celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i dost edinmesi
ise, sırf ona ikramda bulunmak ve ona şeref kazandırmak içindir.
Diğer bir görüşe göre de, bu cümle şunu
ifâde eder:
Allah
(celle celâlühü) ın, İbrâhîm'i
(aleyhisselâm) dost edinmesi, sadece Allahü
teâlâ'nın iradesiyle olmuştur. Yani göklerde ve
yerde bulunanlar, hepsi Allah (celle celâlühü)
ındır; onlardan dilediği şeyleri dilediği kimseler için seçer.
B- "Allah her şeyi kuşatmıştır."
Bu cümle
de, zikredilen veçhelere göre makablini açıklayıcı zeyl mahiyetindedir. Zira
Allahü teâlâ'nın ilim ve kudret olarak bütün eşyayı ve ezcümle göklerde ve yerde
bulunan mükellefleri ve onların amellerini kuşatmış, ihata etmiş olması,
zikredilen hususları en mükemmel şekilde açıklar.
127
"Kadınlar hakkında senden fetva istiyor
(istifta' ediyor)lar.
(Resûlüm)
de ki:
Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor:
Yazılmış olan (miras
hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak
istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle
davranmanız hakkında Kitab'ta size okunan âyetler var. Hayır olarak her ne
yaparsanız Allah, şüphesiz onu hakkıyla bilir."
A- "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar.
(Resûlüm)
de ki:
Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor.
Yazılmış olan (miras
hakkın)ı kendilerine vermeyip de nikahlamak
istediğiniz yetim kadınlara, zavallı çocuklara ve yetimlere hakkaniyetle
davranmanız hakisin da Kitab'ta size okunan âyetler var."
"-
Resûlüm; senden kadınlar hakkındaki
hükümleri soruyorlar."
Onların
sordukları özellikle kadınların mirastaki payları değildi.
Peygamber'e
(sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlarla ilgili bir çok şey sormuşlardı.
Sorulan konulardan bir çoğuna ilişkin hükümlerin beyanı, Kur’ân'ın ilgili
âyetlerine havale edilmiştir.
Bazı
hükümler de burada açıklanıyor.
"Ve mâ
yütlâ a'ieyküm fi'l- Kitabi / Kitabta size okunan" bir arızî
(ara) cümle de olabilir. Buna göre Kitab'tan
maksad, Levh-ı Mahfûz'dur ve amaç okunan âyetlerin yüceliğini ortaya koymak,
Kitab'ın tesis ettiği hukuka göre adaleti ve hakkaniyeti sağlamaktır.
Bu tefsire
göre, "mâ yütlâ/ okunanlar" kavramı hem daha önce geçen âyetlerde okunanları,
hem de bundan sonraki âyetlerde okunacakları kapsar.
"Ve mâ
yütlâ aleyküm fi'l Kitabi / Kitab'ta size okunan" cümlesi, yemin cümlesi de
olabilir. Buna göre, üzerine yemin edilenin şanını tazım için zikredilmiş olur.
Yani
"De ki:
- Ve
Kitab'ta size okunanlara yemin ederim." anlamına gelir En zahir
(açık) olan ilk tefsire göre:
"Fi
yetâme'n-nisâ — yetim kadınlar hakkında", ifadesi, "ve ma yütlâ a'ieyküm’-- size
okunan" ile bağlantılıdır.
Bu takdirde
anlam:
"Yetim
kadınlar hakkında size okunan..." şeklinde olur.
Ondan
sonraki iki tefsir görüşüne göre ise bu ifade, "fi hin ne / kadınlar hakkında"
lafzına yöneliktir.
Bu takdirde
de anlam:
"O kadınlar
da şunlardır." şeklinde olur.
O yetim
kadınlar için yazılı haklar da miras hakları ile ilgilidir.
Cahiliye
devrinde insanlar, yetim kadınların şahıslarına değil fakat onların mallarına
rağbet ederek, onları yemek için, ya da onların
meliklerini tam olarak vermemek için onlarla evleniyorlardı.
Aışe'den
(radıyallahü anha) rivâyet olunduğuna göre, bu
âyette zikredilen yetim kadınlardan murad, velisinin
(nikâhı düşen uzak akrabasının) yanında bulunan yetim kızlar veya
kadınlardır. Velileri onların malına ve güzelliğine rağbet ederek diğer
eşlerinin mehrınden aşağı bir mahirle onlarla evleniyorlardı. İşte bu yetim
kızların mehirleri adaletle ödenmeden onlarla evlenmek yasaklandı.
Yahutta "en tenkihûhünne — o yetim kadınları
nikahlamak" fiilinin başında "fi" harfi, değil de, "an" harfi gizlidir
(mukadderdir).
Bu takdirde
anlam;
"Nikahlamak
istemediğiniz yetim kadınlar..." olur.
Aışe'den
rivâyet olunduğuna göre, bunlar o yetim kızlardı ki, velileri miraslarına göz
dikerek ne kendileri onlarla evleniyor, ne de onları başkalarıyla
evlendiriyorlardı.
Âişe'den
(radıyallahü anha) gelen diğer bir rivâyete göre
de, bunlar velilerinin yanında bulunan yetim kadınlardı. Velileri, onların hem
varisi ve hem de hurma ağaçları dahil bütün mallarına ortak idiler. Bu veliler,
kendileri o yetim kızlarla evlenmedikleri gibi, onları başkalarıyla da
evlendirmiyorlar, onların kocalarını mallarına ortak yapmak istemiyorlar,
evlenmelerine engel oluyorlardı.
Birinci
görüş (yetim kadınları mallarını yemek için nikahlamak
istemek) ile son görüşe (nikahlamak istememek)
göre, onlar için yazılmış olan haktan murad, miras paylarıdır ve onlar hakkında
okunan âyetlerden de murad:
"Yetimlere
mallarını verin." (Nisa 4/2) ve
"Sız de o
malları büyüyecekler diye israf ederek tez elden yemeyin."
(Nisa 4/6) mealindeki âyetler ve onların
mallarına dokunmamakla ilgili diğer nasslardır.
İkinci
tefsir (o yetim kadınları meliklerini tam olarak
vermeden nikahlamak istiyorsunuz) görüşüne göre ise, kendileri için
yazılmış olan haktan murad, melikleridir ve onlar hakkında okunan âyetlerden
murad da,
"Eğer
yetimler hakkında adalet icrasından korkarsanız..."
(Nisa 4/3) mealindeki âyettir.
Yaşı küçük
çaresiz çocuklar hakkında okunan âyet de,
"Allah
çocuklarınızın veraseti hakkında size şunu emrediyor: Erkeğe iki kadın payı
vardır." (Nisa 4/11) mealindeki âyettir.
Bilindiği
gibi cahiliye Arapları, kadınlara mirastan hak vermedikleri gibi yaşı küçük
çocuklara da miras vermiyolardı, Miras ancak iş gören erkeklere has idi.
Rivâyete
göre Uyeyne b. Hısn el-Fezarî, Resûllullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelip dedi ki:
Haber aldık
ki (Ahberena) sen
(bıenneke), ölenin kızına mirasın yarısını veriyormuş sun
(ta'tıî'l-ibııete'n-nısfe) ve ölenin
kızkardeşine de mirasın yansını veriyormuşsun (ve'l-uhte'n-nisfe), Biz ise ancak, savaşanları ve ganimet alanları
vâris yapıyorduk."
Peygamber
"- Ben öyle
emrolundum / Kezâlike ümırtü." buyurdu.
Yetim
çocuklara karşı âdil davranmak hakkında okunan âyet de,
"Yetimlere
mallarını verin; temiz (tayyib)ı, murdar
(habîs) ile değiştirmeyin. Onların mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nısâ 4/2)
mealindeki âyet ile benzerleridir.
Bu hıtab,
ya idareciler içindir,
ya da veliler ve vasiler içindir.
B- "Hayır olarak her ne yaparsanız Allah, şüphesiz onu
hakkıyla bük."
1-Zikredilenlerle ilgili hayır olarak her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu
hakkıyla bük ve onun karşıhğını verir.
2-Mutlak
mânâda hayır olarak ne yaparsanız Allah, onun da karşılığım verir. Bu tefsire
göre de, zikredilenlerle ilgili hayırlar, öncelikle buna dahildir.
|