Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

87

 

004 - NİSÂ' SÛRESİ

 

CÜZ :

5

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

60

"Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia (zu'm)edenleri görmez misin? Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı. Şeytan da onları (haktan) çok uzak bir dalâlete düşürmek istiyor."

A- "Kendilerini sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia (zu'm)edenleri görmez misin."

Burada hitab üslubu değiştirihyor ve kesin emre muhalefetle Allah'a ve Resulüne itaat etmeyenlerin hâllerini yadırgatmak (taaccüb ettirmek) için hitab, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih ediliyor. Onların, Kur’ân'a ve ondan önce indirilmiş olan Tevrat'a îmân etmek iddiasıyla vasiflandırılmaları, taaccübü tekid etmek ve kınama ile takbihi ağırlaştırmak içindir. Çünkü onların iddiası ile kendilerinden sâdır olan fiiller arasında tam bir çelişki vardır.

B- "Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı."

Bu istinaf cümlesi, "onlar ne yapıyorlar ki?" sualine cevabtır.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre:

Bir münafık, bir Yahudîden dâvâcı oldu. Yahudî, onu Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hükmüne davet etti. Münafık da, onu Yahudî Kâ'b b. Eşrefin hükmüne çağırdı. Sonra Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğine başvurmaya karar verdiler. Fakat münafık, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği hükme razı olmadı ve Ömer'in (radıyallahü anh) hakemliğine başvurmayı teklif etti. Nihayet Ömer'e (radıyallahü anh) geldiler ve Yahudî, olanları anlattı. Ömer, münafık şahsa:

"- Öyle mi? "diye sordu.

O da:

"- Evet!" dedi.

Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh):

"- Siz ıltiniz ben yanınıza çıkıncaya kadar yerinizden ayrılmayın !" dedi ve evine gidip kılıcını aldıktan sonra onların yanına geldi ve o münafığın boynunu vurdu.

Sonra da:

"- Allah ile Resulünün hükmüne razı olmayana ben böyle hükmederim." dedi.

İşte o sırada bu âyet-i kerîme nazil oldu ve Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) e:

"- Ömer, hak ile bâtıl arasını ayırdı." dedi.

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ömer'e (radıyallahü anh):

"Sen Faruk'sun (Ente'l-farûk / Hak ile bâtılın arasını ayırdın)!" buyurdu. Tağut, Yahudî Kâ'b b. Eşref'tir. Onun Tağut olarak isimlendirilmesi,

1- Tuğyanda (azgınlıkta) ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı düşmanca davranışlarda çok aşırı gittiğinden,

2- Şeytana benzetilmesinden ve onun ismiyle isimlendirilmesinden,

3- Başkalarının hakemliğini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hakemliğine tercih etmek şeytanın hakemliğine razı olmak sayilmasındandır.

Tabiînden Dahhâk diyor ki:

"- Tağut'tan maksad, Yahudilerin kâhinleri ve sihirbazlarıdır."

Yine Tabiînden Şâ'bî diyor ki:

"- O münafık şahıs, hasmını, Cüheyne kabilesinden bir kâhinin hakemliğine çağırmıştı."

Yine Tabiînden Süddî' diyor la:

"- Anlaşmazlık öldürülen bir şahıs ile ilgili olarak Benî Kurayza ile Benî Nadîr Yahudileri arasında vuku bulmuş ve iki fırkadan Müslüman olanlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in hakemliğini teklif etmişlerdi. Münafıklar ise, ancak, Eşlem kabilesinden kâhin Ebû Bürde'nin hakemliğini kabul edebileceklerini söylemişlerdi ve sonunda bunun hakemliğine başvurmuşlardı."

Hâdisede hakeme başvurulduğu hâlde taaccüb ve takbih makamında bunun zikredilmeyip yalnız hakeme başvurma isteğinin belirtilmesiyle yetinilmesı (Tağûtun önünde muhakeme olunmak istiyorlar), şu noktaya dikkat çekmek içindir:

Bunu istemek bile taaccüb gerektiren ve hiç almaması gereken bir davranıştır. Onu değil istemek bilfiil yapmak acaba ne sonuç doğurur?

Bu izah, münafıkların, Tevrat'a îmân etmek iddialarına daha münasip düşmektedir. Zira bu izah, onların Yahudî münafıklarından olmalarını gerektirdiği gibi, onların istedikleri hakem hükmünün de, Tevrat'a îmân iddialarına ters düştüğü sonucunu ortaya koyar. Fakat onların, Yahudî Kâ'b b. Eşrefin hakemhğini istemeleri, anılan sonucu bu açıklıkta ortaya koymaz. (Çünkü Yahudî hâkimi Kâ'b b. E, şrefin de Tevrat'a göre hükmetmesi akla gelebilir.)

Bir de, "Oysa onu inkâr ile emrolunmuşlardı" ifâdesinden ilk akla gelen, onların her iki kitab ta (Kur’ân'ıle Tevra'ta) da inkâr ile memur olmalarıdır. Bu ise, ancak şeytan ve onun meşhur dostları olan kâhinler ve sihirbazlardır; diğerleri değil.

C- "Şeytan da onları (haktan) çok uzak bir dalâlete düşürmek istiyor."

Bu cümle, daha önce geçen "Tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar" cümlesine atıftır ve bu da taaccüb hükmüne dahildir. Zira onların, kendilerini saptırmak isteyene uymaları ve hidâyetlerini isteyenden yüz çevirmeleri, en büyük acaibliktir.

61

"Onlara:"- Allah'ın indirdiğine ve Resulüne gelin!"dendiğinde, o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."

Bundan önce onların, Tağut'un hakemhğini istemeleri ile, Allahü teâlâ'nın Kitabından ve Allah'ın Resulünün hakemliğinden zımnen yüz çevirdikleri anlatılmıştı. Şimdi burada da onların bu tutumları sarahatle dile getiriliyor.

"O münafıklar..." denmek suretiyle, zamir makamında bu kelimenin zahir olarak zikredilmesi, onların nifakını tescil etmek, bu vasıfla onları zemmetmek ve hükmün illetini zımnen bildirmek içindir. (Yani bu davranışlarının sebebi, onların münafık olmalarıdır.)

Buradaki görmek,

- ya baş gözü ile görmektir; yüz çevirmek de, münafıkların hâlidir;

- ya da bu, kalb gözü ile görmektir.

Ancak birinci yaklaşım, münafıkların hâllerinin ortaya çıkması itibariyle daha uygundur.

62

"Nasıl, elleriyle yaptıkları kötülükler yüzünden kendilerine bir musıîbet erişince hemen sana gelerek :

"- Biz, yalnız iyilik etmek ve ara bulmak istedik!" diye Allah'a yemin ettiler ?"

Burada, onların cinayetlerinin gailesi ve vahim akıbeti açıklanıyor. Yani onların elleriyle işledikleri cinayetler ve ezcümle senin hükmünden yüz çevirip tağut'un hakemhğini istemeleri sebebiyle nifaklarının ortaya çıkması sebebiyle nifaklarının ortaya çıkmasından dolayı özür dilemek için hemen koşup geldiklerinde ve:

"- Biz, senden başkasını hakem seçmekle dâvayı güzellikle halletmeyi ve hasımların arasını bulmayı amaçladık yoksa sana ve senin hükmüne muhalefet etmek istemedik. Onun için yaptıklarınızdan dolayı bizi muâhaze etme!" diyerek Allahü teâlâ'ya yemin ettiklerinde hâlleri ne olacak?

Bu, onlar için bir ceza va'di olup yaptıklarına pişman olacaklarını, ancak pişmanlık ve özür dilemenin kendilerine bir faydası olmayacağını bildirir.

Bir görüşe göre, (daha önce belirtildiği şekilde Ömer'in (radıyallahü anh) öldürdüğü) münafığın velileri gelip Allahü teâlâ'nın heder ettiği kanının bedelini istemişler ve:

"- Bizim maktul arkadaşımız, hakemlik için Ömer (radıyallahü anh)e başvurmakla, ona iyilik yapmış, hasmı ile arasını bulmasını istemişti."demişlerdi.

63

"İşte onların kalblerinde olanları Allah biliyor. Artık sen onlara aldırma; kendilerine öğüt ver ve onlara te'sirli söz (kavl-i beliğ) söyle."

A- "İşte onların kalblerinde olanları Allah biliyor."

Burada uzak için "ülâlike / işte onlar" kelimesinin kullanılması, o kâfirlerin küfür ve nifakın pek uzak bir mertebesinde olduklarına işaret etmek içindir. Allah (celle celâlühü), o münafıkların kalblerinde taşıdıkları sana söyledikleri yalanlara tam bir tezat olan çeşitli şer ve fesatları gayet iyi bilmektedir.

B- "Artık sen onlara aldırma (Feea'riıd anhüm); kendilerine öğüt ver (veı'zhüm) ve onlara te'sirli söz (kavl-i beliğ) söyle."

Bu cümle, hazfedilmiş bir şartın cevabıdır. İki şekilde yorumlanabilir:

Resûlüm,

1- Onlar böyle olduğuna göre, artık sen de özürlerini kabul etme.

2- Onlar böyle de olsalar sen onları cezalandırma; çünkü cezasız bırakılmalarında maslahat var. Ve onların kalblerindekıleri bildiğini de açığa vurma, onların sırlarını ifşa etme ki, onlar hep endişe ve korku içinde kalsınlar.

3- Onları nifak ve hileden caydırmak için kendilerine, habis nefisleri ve Allahü teâlâ'nın gayet iyi bildiği kalbleri hakkında, teskli, maksad ve amaca uygun sözler söyle. Yanlarında kimsenin bulunmadığı bir yerde onlara nasihat et; çünkü bu nasihat daha etkili olur.

Hulâsa,  onların nefislerini, kalblerini etkileyen öyle sözler söyle ki, ondan tasalansınlar ve korkuya kapdsınlar. Bu da,

- onları ölümle tehdid etmek;

- kalplerindekı şer ve nifakın Allahü teâlâ'ca bilindiğini, bunun cezasının pek ağır olduğunu,

- içlerinde gizledikleri küfre rağmen zahiren îmân ve itaat göstermelerinden dolayı cezalarının ertelendiğini,

- nifak tünelinden çıkıp düşmanlıklarını açıkça icra ettikleri takdirde şiddetli bir azaba mâruz kalacaklarını hatırlatmakla olur.

Şüphe yok kı, Allahü teâlâ'nın cezası pek çetindir.

64

"Biz her Peygamberi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat olunması için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'tan bağışlanma dile (istiğfar et) selerdi. Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı elbette Allah'ı tevbeleri çok kabul eden (Tevvab), çok merhametti (Rahîym) bulurlardı."

A- "Biz her Peygamberi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat olunması için gönderdik."

Bu ibtidaî (bağımsız) kelâm, onların boş özürlerle cinayetlerini örtmelde meşgul oknaları ve tevbe ederek telâfi cihetine gitmemeleri noktasındaki hatâlarını beyân için bir ön hazırlıktır.

"Biz, Peygamberlerden her birini, başka bir şey için değil, ancak Allahü teâlâ'nın izniyle onlara itaat edilmesi için gönderdik." Çünkü peygamberler, Allahü teâlâ'nın emirlerini tebliğ ederler. Bundan dolayı Peygamberlere itaat, haddi zâtında Allahü teâlâ'ya itaattir ve onlara isyan da Allah'a isyandır. Nitekim bir âyette meâlen söyle buyurulur:

"Küm Resûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa 4/80)

Yahut bu cümle:

"Biz, her Peygamberi, ancak Allahü teâlâ'nın müyesser ve muvaffak kılmasıyla kendisine itaat edilmesi için gönderdik." demektir.

B- "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'tan bağışlanma dile (istiğfar et)selerdi, Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı elbette Allah'ı tevbeleri çok kabul eden (Tevvab), çok merhametli (Rahîym) bulurlardı."

Eğer onlar, sana itaat etmemekle ve senden başkasının hakemliğini istemekle, kendilerini, nifak azabına ilâveten diğer bir azaba da mâruz kıldıklarında;

- boş özürlerle, yalan yeminlerle cinayetlerini örtbas etme gayreti içine girmeden;

- eski cinayetlerine yenilerini katmadan;

- eski ve yeni bütün cinayetlerinden arınmak için hiç gecikmeden;

- sana gelse, seni vesile yaparak ihlas ile tevbe edip yalvarsa idiler;

- sen de Resûlüm bir şefaatçi olarak onlar için mağfiret dileseydin,

şüphesiz ki, Allahü teâlâ'yı ziyadesiyle tevbelerı çok kabul edici ve çok merhametk bulurlardı.

"Sen de onlar için mağfiret isteseydin" yerine, "Resul de onlar için istiğfar etmiş olsaydı — vestağfera lehümü'r-rasûle" sekimde gıyabî ifâdeye dönülmesi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ın şânını ve istiğfarını tâzîm ve onun şefaatinin mutlaka kabule şayan olduğuna dikkat çekmek içindir.

Bu ilâhî kelâm, okuyan ve dinleyenleri,

- ziyadesiyle tevbe ve istiğfara teşvik;

- münafıkları yaptıklarına fazlasıyla pişman ettirmek anlamını ifâde eder.

Çünkü bunda tevbelerinin kabul olunacağı ve onlara İlâhî rahmetin ineceği, onların da bunun eserlerini görecekleri müjdesi vardır. Bu ilâhî nimet ve rahmetin büyük bir rağbetle karşılanması gerekliken kaçırılması elbette büyük bir üzüntüyü mûcibtir.

65

"Öyle değil (Felâ)! Rabb'ına andolsun ki (Ve rabbike) aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça, verdiğin hükümden dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu tamamen kabullenmedikçe îmân etmiş olmazlar."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Yüce Allah'ın emriyle hükmettiği hâlde tahkim sıygasının kullanılması şu hakikati bildirmek içindir:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in mutlak hâkim olduğu nazara alınmasa bile, onu kendi aralarında hakem kabul ederek hükmüne rızâ göstermeleri lâzımdır. Daha açık bir deyişle bunun anlamı şudur:

"Ey Resûlüm! Rabbine yemin olsun ki:

- Taraflar, aralarındaki ihtilafları halletmek, için senin hükmüne baş vurmadıkça,

- Senin yapacağın muhakeme ve murafaaya muvafakat etmedikçe,

- Senin verdiğin hükümden gönüllerinde hiçbir sıkıntı, yahut hiçbir şüphe duymadan hem zahiren, hem de bâtmen ona tam bir itaat ve teskmiyet göstermedikçe îmân etmiş olmazlar."

Bir görüşe göre, bu âyet-i kerîme, söz konusu o Yahudî ile münafık hakkında nazil olmuştur.

Diğer bir görüşe göre ise, bu âyet Zübeyr (radıyallahü anh) ile zahiren Müslüman geçinen Medîneli bir şahıs hakkında inmiştir. Şöyle ki:

Bu ikisi Harre mevkiindeki hurma bahçelerini sulamayla ilgili olarak aralarında çıkan uyuşmazlığm halk için Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) başvurmuşlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"- Ya Zübeyr! Sen bahçelerini sula, sonra suyu komşuna bırak !" buyurmuş.

Medîneli, kızmış ve :

"- Senin halanın oğlu olduğu için mi ?" demiş.

O zaman Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yüz ifâdesi değişmiş ve bu sefer :

"- Ya Zübeyr! Sen bahçelerini sula, sonra sular duvarlara dayanıncaya kadar suyu tut ve hakkını tam olarak kullandıktan sonra suyu komşuna bırak !" buyurmuş.

Peygamber Zübeyr (radıyallahü anh)e verdiği ilk emirde, hasmının hakkı olmadığı hâlde ona lûtufkâr davranmasını istemişti. Fakat o Medîneli, Resûlüllahı (sallallahü aleyhi ve sellem) iltimas yapmakla itham edince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Zübeyir'in (radıyallahü anh) hakkını sarih bir hükümle tam olarak vermiştir.

Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in huzurundan çıktıktan sonra yolda Mikdad b. Esved (radıyallahü anh)in yanından geçerken o:

"- Resûlüllah kimin lehine hükmetti?" diye sormuş ve zahiren Müslüman geçmen Medîneli de, ağzının bir tarafını bükerek:

"- Halasının oğluna hükmetti! "demiş.

Mikdad'ın (radıyallahü anh) yanında bulunan bir Yahudî de, onun ne demek istediğini anlamış ve şöyle demişti:

"- Allah, bunları kahreylesin ! Bunlar, Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet ediyorlar, sonra da aralarında hükmederken verdiği bir hükümden dolayı onu itham ediyorlar. Allah'a yemin olsun ki, Mûsa'nın hayâtında biz bir kere böyle bir günah işledik; Allah, ondan dolayı bizi tevbeye davet etti ve:

"- Nefislerinizi öldürün !"dedi. Biz de o emri yerine getirdik (Fefea'lna) ve bizden öldürülenlerin sayısı (kâfirlerle yaptığımız savaşlarda) yetmiş bin kişiye ulaşti ve nihayet Rabbimiz bizden razı oldu."

Bunun üzerine Sabit b. Kays b. Şemmas ((radıyallahü anh) öl.633):

"- Vallahi, şüphe yok ki, Allah benim doğru konuştuğumu bilir; eğer. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), nefsimi öldürmemi bana emretse, kesinlikle nefsimi öldürürüm !" dedi.

Bir rivâyete göre, bunu söyleyenler Sabit b. Kays, İbni Mesüd ve Ammar b. Yask (radıyallahü anh) idiler.

O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:

"- Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, benim ümmetimden öyle erler var ki, onların kalblerindeki îmân, sarsılmaz dağlardan daha sağlamdır."

İşte bu âyet-i kerîme, bu zâtların şânı hakkında nazil olmuştur.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç