80
Peygambere itaat
eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni
onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici)
göndermedik.
"Peygambere
itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur"
âyeti ile Rasulüne itaat
etmenin bizzat kendisine itaat etmek olduğunu bildirmektedir.
Müslim'in Sahih'inde
Ebû Hüreyre'den
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Bana itaat eden Allah'a itaat
etmiş olur. Bana asi olan da Allah'a isyan etmiş olur (Benim tayin ettiğim)
emire itaat eden bana itaat etmiş demektir. (Benim tayin ettiğim) emire isyan
eden de bizzat bana isyan etmiş gibidir."
Bir diğer rivâyette ise:
"Benim emirime itaat eden, ve benim emirime isyan eden"
şeklinde ifade edilmiştir
Buhârî,
Cihâd 109, Ahkâm 1; Müslim, İmare 32-33;
Nesâî, Bey'at 27;
İbn Mâce, Cihâd 39;
Müsned, II, 244, 252-253. 270, 313...
"Kim
de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu"
onların amellerini koruyup gözeten
"(gözetleyici)
göndermedik."
Sana düşen sadece tebliğdir. el-Kutebi der ki:
Burada Hafız (koruyucu, gözetleyici) hesaba
çekici anlamındadır. Allah bunu kılıç ayeti ile nesh ederek, Allah'a ve Rasulüne
muhalefet edenlerle Savaşmasını emretmiştir.
81
"İtaat ederiz" derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden
bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların geceleyin
kurdukları planlarını yazıyor. Artık yüz çevir onlardan ve Allah'a tevekkül et.
Vekil olarak Allah yeter.
İtaatin Mahiyeti:
Yüce
Allah'ın:
"İtaat
ederiz, derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup
(huzurundayken) söylediklerinin aksine
geceleyin plan kurarlar"
âyetinde yer alan "İtaat ederiz" âyetinin anlamı,
İşimiz itaat etmektir, şeklindedir. Bunun mansub olarak “.....” şeklinde
okunması da uygundur, Yani biz bir itaatte
bulunuruz, demektir. Bu da Nasr b. Âsım ile
el-Hasen'in ve el-Cahderi’nin kıraatidir.
Bu âyet, müfessirlerin çoğunluğunun
görüşüne göre münafıklar hakkındadır. Yani bu
münafıklar senin yanında bulunduklarında: İşimiz itaat etmektir
veya biz bir itaatte bulunuruz derler. Ancak
onların bu sözlerinin bir faydası yoktur. Zira itaat etme gerektiğine inanmayan
bir kimse gerçekte itaat eden bir kimse değildir. Çünkü
yüce Allah, onların açığa vurduklarıyla
gerçekten itaat ettiklerini kabul etmemektedir. Şayet buna dair inanç olmaksızın
itaat mümkün olsaydı, onların gerçekten itaat ettiklerine hüküm verirdi. O halde
itaatin fiilen var olmakla birlikte gereğine de inanılarak yapılması halinde
itaat olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Fakat
yanından ayrılınca"
yanından çıkıp gittiklerinde "içlerinden bir grup
söylediklerinin aksine geceleyin plân kurarlar." Burada "grup"
(taife), kelimesini müzekker olarak kabul
etmesi bunun bir takım erkekler anlamına geldiğinden dolayıdır.
Kûfeliler (Sam di
) âyetindeki "te" ile "ti" harflerini
birbirine idğam ile okurlar. Çünkü her ikisinin de mahreci birdir, Ancak Kisaî,
fiilde böyle bir idğamın yapılmasını çirkin görmüştür, Basralılara göre ise bu
çirkin değildir.
“Geceleyin plan kurarlar âyeti,
geceleyin uydururlar ve olmadık şekilde gösterirler, demektir. Bunun
değiştirmek, tebdil etmek ve tahrif etmeli anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yani, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine
söylediği ve verdiği emirleri değiştirirler demektir. Buna göre tebyît, tebdil
anlamındadır. Şair'in şu beyiti de bu kabildendir:
"Geldiler bana, fakat ben onların yaptıkları değişikliği
kabul etmedim.
Onlar bana olmadık bir işi yapmak teklifi ile gelmişler
Onların aralarında bekâr bulunanı Münir'e nikâhlıyayım diye
(Sorarım size) hiç hür
oğlu hür olan bir kişi, köleyi nikâhlar mı?"
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Abdulmelik sözümü tahrif etti
Allah kahretsin onu, o nankör kulu."
Bu kelime geceleyin düzenlemek,
planlamak anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır;
"Halbuki onlar, onun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledikleri
zaman."
(en-Nisa, 4/108)
Araplarda bir iş sağlamca planlanıp
kurulduğu zaman "Geceden hazırlanıp planlanmış bir iş" tabirini kullanırlar.
Bunu anlatmak için özel olarak gece
tabirinin kullanılması ise, geceleyin başka türlü meşguliyetlerin olmamasından
dolayıdır. Şair der ki:
"Geceleyin işlerini kararlaştırdılar.
Sabahı ettiklerinde Savaştaymış gibi bağırıp
çağırıyorlardı"
Geceleyin oruç tutmaya niyet etmek
için de bu kelimenin kullanılması buradan gelmektedir. “.....” ise, üzerinden
gece geçen su demektir. Yine bu kelime kişinin önemsediği ve üzerinde düşündüğü,
gece boyunca hatırında tuttuğu iş anlamına da gelir. Şair el-Huzlî der ki:
"Onun sözlerini kendim için bir azık yaparım
Geceleyin beni düşündürecek içinden çıkılamaz işlerden
çekindiğim vakit."
Düşmanın geceleyin gelip baskın
yapmasına da; “.....” denilir. Bir işi geceleyin yapmayı ifade etmek üzere de:
“.....” tabiri kutlanılır. Nitekim gündüzün yapılan işi ifade etmek üzere de;
“.....” tabiri kullanılır. Bir şeyi takdir etmek anlamında da kullanılır.
Önce onların söyledikleri sözü
zikredip sonra da: "İçlerinden bir gurup dediklerinin aksine geceleyin plan
kurarlar" diye onlardan söz etmesinin hikmeti nedir, diye sorulacak olursa,
şöyle cevap verilir: Burada yüce Allah,
küfür ve münafıklığı üzere kalacağını bildiği kimselerin halini ifade etmekte,
bir süre sonra döneceğini bildiği kimseleri de affetmiş bulunmaktadır,
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah burada, hazır bulunup da ne
yapacağını şaşıran kimselerin halini ifade etmiştir. Emri İşitip de sesini
çıkarmayan itaat eden kimselerden ise gözetmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtm Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor."
Yani, şanı yüce
Allah bunu, karşılığında onları cezalandırmak üzere amel defterlerine
tesbit etmektedir. ez-Zeccâc der ki: Bunun
anlamı Kitab-ı Kerîminde bunu da sana inzal buyuruyor, şeklindedir.
Bu âyet-i kerimede belirtmiş
olduğumuz gibi mücerred söz söylemenin birşey ifade etmeyeceğine delil vardır.
Çünkü onlar "itaat ederiz" deyip bunu sözlü olarak söyledikleri halde, Allah
onların gerçekten itaal ettiklerini kabul etmemekte ve itaatlerinin doğru olduğu
şeklinde lehlerine hüküm vermemektedir. Çünkü onlar,
Hazret-i Peygambere itaat etme
gerektiğine inanmıyorlardı. Böylelikle fiilen itaat etmekle birlikte itaatin
gereğine inanılmadıkça itaat eden kimsenin itaat etmiş olmayacağı sabit
olmaktadır.
Yüce
Allah'ın:
"Artık
yüzçevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. Hâla onlar
Kur'ânı gereği gibi düşünmeyecekler mi"
âyetindeki:
"Artık
yüz çevir onlardan"
âyeti, onların isimlerini bildirme, haber verme
anlamındadır. Bu açıklama ed-Dahhak'tan
nakledilmiştir ki, kastettiği kimseler de münafıklardır. Onları cezalandırma
anlamında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra yüce
Allah, düşmanına karşı yardım ve zafer ihsan edeceği hususunda
yalnızca kendisine tevekkül edip, yalnızca kendisine güvenmesini emr etmektedir.
Denildiğine göre bu, yüce Allah'ın:
"Ey
Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad
et"
(et-Tevbe, 9/83) âyeti ile nesh edilmiştir.
Daha sonra
yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde
dikkatle düşünmek, onun hakkında ve manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz
çevirdiklerinden dolayı münafıkları ayıplamaktadır. Birşey üzerinde tedebbür
etmek, onun akıbeti 'üzerinde tefekkür edip düşünmek demektir.
Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten olmak
üzere); “.....” diye buyurulmaktadır. Ki, birbirinize arkanızı
dönmeyiniz, demektir. “.....” İşleri sonuna vardı, anlamındadır. Tedbîr ise,
insanın âdeta akibetinin nereye varacağını görüyormuşçasına İşini düzenlemesi
demektir.
82
Hâlâ onlar Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o,
(Kur'ân) Allah'tan başkasından gelseydi,
elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı,
Bu âyeti kerîme ile
yüce Allah'ın:
"Onlar
hâlâ Kur'ânı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?"
(Muhammed, 47/24) âyeti, anlamının bilinmesi
için Kur'ân üzerinde tefekkür etmenin vücubuna delil teşkil etmektedir.
Böylelikle bu: Kur'ân tefsirinden ancak
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan.
sabit olan rivâyetler alınır deyip de Arap diline uygun bir şekilde tevil
yapmayı yasak kabul edenlerin görüşlerinin de yanlışlığını ortaya koymakta ve
onların görüşlerini reddetmektedir. Bu âyette, düşünme ve istidlalin
emredildiğine, taklid'in yanlışlığına dair delil bulunduğu gibi, kıyasın da delü
olarak kabul olunduğuna dair delil vardır.
Yüce
Allah'ın:
"Eğer
O, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok
şeyler bulurlardı"
âyetine gelince; Elbette onda farklılıklar ve
çelişkiler bulurlardı, demektir. Bu açıklama İbn
Abbâs, Katade ve
İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Kıraat
lâfızlarının farklılığı, misallerin lâfızları, delâletler, Sûrelerin miktarları
ve âyetler arasındaki farklılıklar ise bunun kapsamına girmemektedir. Buradaki
farklılıktan kasıt ise, çelişki ve birbirini tutmayan şeylerdir
Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı
şudur: Size bu bildirilen âyetler, Allah'tan başkasından gelmiş olsaydı, bunlar
arasında tutarsızlıklar olurdu.
Yine şöyle denilmiştir: Çokça söz
söyleyen kim varsa mutlaka onun sözünde pek çok tutarsızlıklar olur ya sözün
niteliklerinde ve lâfızlarında olur yahut da mananın güzelliğinde olur ya
çelişkilerinde görülür yada yalan söz olur. Ancak
yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîmi indirerek onun üzerinde dikkatle
düşünmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, ne sözlerin niteliğinde ne de
farklılık görmektedirler, ne de herhangi bir şekilde onu reddedecek imkanları
vardır. Ne onda bir çelişki buluyorlar, ne de kendilerine haber verilen ve
bildirilen gaybî haberlerde herhangi bir yalana rastlıyorlar.
83
Kendilerine güven veya
korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne
veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş
olsalardı, içlerinden işin İç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu
elbette bilirlerdi, Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, -pek az
müstesna- şeytana uymuş gitmiştiniz.
"Kendilerine güven... e dair bir haber geldiğinde"
âyetindeki
(üp edatında şart manası vardır. Ancak bundan dolayı
“.....” edatı eklenecek olsa dahi ceza (cevabı) pek gelmez. Kullanılışı
da azdır. Sîbeveyh der ki: Güzel olan Ka'b
b. Züheyr'in şu beyitinde söylediği gibidir:
"Benim bu dişi devem oradan kalkmak istediğinde
Güneşin batım vaktinde alışmadığı bir yere gidip de dehşete
kapılmış bir öküz gibidir (hızlıca gider)."
Yani
(Sîbeveyh şunu demek istiyor): Güzel olan bu
beyitte şair cezm etmediği gibi; “.....” ile cezm etmemektir. Buna dair
açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında
(2/11. ayetin tefsirinde.)-geçmiş bulunmaktadır.
Bu âyetin anlamı da şudur:
Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının da öldürülmeleri gibi
güvenlik ihtiva eden herhangi bir husus işitecek olurlarsa
"veya
korkuya dair bir haber geldiğinde"
yani bunun zıddı
bir haber alacak olurlarsa "onu hemen yayıverirler" ifşa edip açıklarlar. İşin
gerçek mahiyetini kavramadan onu dillerine dolayıverirler.
Bu davranışı zayıf müslümanların
gösterdiğini söylediği el-Hasen’den
nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu
açıklıyor ve bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu
olmayacağını sanıyorlardı. ed-Dahhak ve
İbn Zeyd ise derler ki: Bu âyet münafıklar
hakkındadır. Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan
söylediklerinden ötürü bu şekilde davranmaları onlara yasaklandı,
"Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir
sahiplerine döndürmüş olsalardı"
yani,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisi, yahut emir sahipleri olan
kimseler bunu söyleyip açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp
açıklamamış olsalardı...
Emir sahipleri;
el-Hasen,
Katade ve başkalarından, ilim ve fıkıh sahibi kimselerdir diye
nakledilmiştir. es-Süddî ve
İbn Zeyd ise yöneticilerdir diye
açıklamıştır. Maksadın, askeri birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir.
"İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette
bilirlerdi"
Yani bu kimseler
neyin açıklanması gerektiğini, neyin de gizlenmesi gerektiğini bilirlerdi.
İşin iç yüzünü araştırıp çıkarmak
(istinbat), suyu kaynağından çıkartmak
demektir. Nabat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk
suyudur Buna nabat adının verilmesi ise, onların (bu
şekilde su çıkartanların) yerde bulunan şeyleri dışarı çıkartmalarından
dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi,
nass ve icma'ın bulunmaması halinde içtihatta bulunmaya da delalet etmektedir.
Yüce
Allah'ın:
“
Allah'ın üzerinizdeki lütfü ve merhameti olmasaydı"
âyeti
(ndaki “.....” kelimesinin) merfu' olması
Sîbeveyh'e göre mübtedâ olduğundan
dolayıdır. Sîbeveyh'e göre
(“.....” edatının) haberinin izhar edilmesi
câiz değildir. Ancak Kûfeliler derlerki:
Bu kelimenin merf'u' olması “.....” dolayısıyladır.
"Pek
az müstesna, şeytana uymuş gitmiştiniz"
âyeti ile ilgili olarak üç
görüş vardır. İbn Abbâs ve başkaları derler
ki: Âyetin anlamı şudur Onlar, bu sözü yaygınlaştırırlardı. Aralarından pek azı
müstesna bunu yaymaz ve bunu açıklamazlardı. Nahivcilerden
el-Kisâî,
el-Ahfeş, Ebû Ubeyd gibi bir gurup
ile Ebû Hatim ve et
Taberî de böyle demiştir
Bunun: Bunu içlerinden işin iç
yüzünü araştırıp çıkaranlar -aralarından pek azı müstesna- bilirlerdi anlamında
olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen
ve başkları tarafından yapılmıştır.
Bunu
ez-Zeccâc da tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü çoğunluk bu istinbatı
bilebilirdi. Zira bu bir haberi öğrenmekten ibarettir.
Birinci görüşü ise el-Ferrâ' tercih
eder ve şöyle der: Çünkü seriyelere dair bilgi ortaya çıktığı takdirde işin iç
yüzünü araştırıp çıkaranlar da, başkaları da bunu bilir Haberi yaygınlaştırmak
ise, kimisinde olur, kimisinde olmaz, el-Kelbî
de yine ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İşte bundan dolayı ben de bu
istisnanın, haberi yaygınlaştırmaktan yapılmış olmasını güzel görmekteyim.
en-Nehhâs da der ki: Bu iki görüş, mecazı
esas almaktadır. Yani, o bununla ifadede bir
takdim ve tehir olduğunu söylemek istiyor.
Üçüncü
bir görüş ise, mecazın olmadığı şeklindedir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur:
Şayet Allah aranızda ilahi belgeleri ortaya koyan bir
peygamber göndermek suretiyle size
lütufta bulunmayıp size rahmet etmemiş olsaydı, hiç şüphesiz kâfir olur ve şirk
koşardınız. Aranızdan pek az kişi müstesna. Ancak o azınlık Allah'ı tevhid
ederlerdi.
Bu hususta
dördüncü bir görüş daha vardır.
ed-Dahhak der ki: Bunun anlamı şudur: Pek
azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz. Yani
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı çok az kişi müstesna kendi
kendilerine şeytanın telkinlerini yaparlarch. Bu pek az kimselerden kasıt ise,
Allah'ın kalplerini takva ile sınadığı kimselerdir.
Bu görüşe göre ise
"pek az müstesna"
âyeti yüce Allah'ın:
"Şeytana uymuş gitmiştiniz"
âyetinden istisna edilmiştir. el-Mehdevî ise der
ki: Fakat ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşü kabul etmezler. Zira Allah'ın
lütuf ve rahmeti olmasaydı, insanların tümü şeytana uymuş gitmiş olurdu.
84
Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden
sorumlusun. Mü’minleri de
(cihâda) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah,
o kâfirlerin baskısını önler. Allah, kahrı da daha çetin olandır, ibret alınacak
cezası da daha şiddetli olandır.
Yüce
Allah'ın;
"Sen
artık Allah yolunda Savaş"
âyetindeki "fâ" daha önce geçen
yüce Allah'ın:
"...
Kim Allah yolunda Savaşıp da öldürülür yahut zafer elde ederse, ona pek büyük
bir mükâfat vereceğiz." Sen artık Allah yolunda Savaş"
(en-Nisa, 4/74) âyeti ile alakalıdır
Yani, bundan dolayı sen artık Savaşmaksın,
demektir. Bunun yüce Allah'ın:
"Size
ne oluyor ki Allah yolunda... Savaşmıyorsunuz."
(en-Nisa, 4/75.)
"Sen
artık Allah yolunda Savaş"
âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir
Âyetin ifade ettiği anlam şöyle
gibidir: Yalnız başına olsan, dahi, düşmanlarla cihadı ve düşmana karşı
mü’min mustaz'afların yardımına koşmayı asla
terk etme. Çünkü yüce Allah kendisine
zafer vaadinde bulunmuştur. ez-Zeccâc der ki:
Yüce Allah,
Peygamberine tek başına çarpışacak olsa
dahi cihad etmesini emretmiştir. Çünkü ona yardım taahhüdünde bulunmuştur
İbn Atiyye
der ki: Lâfzın zahirinden anlaşılan budur. Şu kadar varki, Savaşmanın ümmet
dışarıda bırakılarak yalnız ona kısa bir süre dahi farz kılındığına dair
herhangi bir haber gelmiş değildir. O halde âyetin anlamı -doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır- lâfız itibariyle ona hitap olması şeklindedir. Bu da herkese
özel olarak kendisine yapılan hitaplara bir örnektir.
Yani, ey Muhammed ve senin ümmetinden olan herkese şu söz söylenmiştir:
"Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." İşte bundan
dolayı her mü’minin yalnız başına olacak
olsa dahi cihad etmesi gerekin Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Allah'a yemin ederim ki, boynum koparılıncaya
kadar mutlaka onlarla Savaşacağım"
Buhârî, Şurut 15;
Müsned, IV, 323, 329.
âyeti de bu kabildendir. Yine Arapların irtidat ettikleri sırada Hazret-i Ebû
Bekir'in söylediği: "Eğer sağ elim bu hususta bana muhalefet edecek olursa, sol
elimle ona karşı cihad ederim" şeklindeki sözü de bu kabildendir.
Bu âyet-i kerimenin küçük Bedir
sırasında nâzil olduğu söylenmiştir. Ebû Süfyan, Uhud'dan ayrıldığı sırada
Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile küçük Bedir panayırında buluşmak üzere sözleşmişti.
Sözleşilen vakit gelince Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) yetmiş süvari ile
birlikte oraya çıkıp gittiği halde Ebû Süfyan oraya gelmediğinden herhangi bir
Savaş olmamıştır. Bu ise, daha önce Âl-i İmrân Sûresinde geçtiği üzere
Mücahid'in yaptığı açıklamaya uygun
düşmektedir (Al-i İmrân, 3/172. ayetin tefsiri.)
Buna göre ayetler arasındaki ilişki
ve âyetin burada yer almasının izahı şöyle yapılır;
Yüce Allah münafıkları daha önceden olayları karıştırmak ve asılsız
sözleri yaygınlaştırmak ile nitelendirdi. Daha sonra da
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem)'a onlardan yüz çevirip, bu hususta hiçbir kimse ona
yardım etmeyecek olsa dahi, Allah yolunda ciddi ve gayretli bir şekilde
Savaşmasını emretti.
Yüce
Allah'ın:
“Sen
ancak kendinden sorumlusun"
âyetindeki “.....” Mükellef tutulursun, âyeti
geniş zaman fiili olduğundan dolayı merfu'dur. Cezm edilmeyiş sebebi ise,
birinci emrin illeti (sebebi) olmadığından
dolayıdır. el-Ahfeş ise bunun cezmînin mümkün
olduğunu iddia etmiştir.
"Ancak
kendin"
âyeti ise, faili zikredilmeyen (meçhul fiilin)
haberidir. Yani: Sen başkasının da bunu yapması
için mecbur edilmezsin ve bundan dolayı da sorumlu tutulmazsın.
Yüce Allah'ın:
"Mü’minleri de
(cihada) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah,
o kâfirlerin baskısını önler"
âyetine dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde
sunacağız:
1. Mü’minleri Cihada Teşvik:
"Mü’minleri
de teşvik et"
onları cihada ve Savaşmaya teşvik et. Birisini bir
işi yapmaya emredip teşvik ettiğini ifade etmek üzere; “.....” denilir.
Arapçada; “.....” filleri de aynı anlamda olmak üzere teşvik ve ısrarla devam
etti, anlamını vermektedir.
2. Allah'ın Kâfirlerin Baskısını
Önleyeceğine Dair Vaadi:
Yüce
Allah'ın:
"Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler"
âyeti bu konuda bir umut
vermektedir. Yüce Allah'ın umutlandırması
ise, vücub ifade eder. Bununla birlikte Arapçada da umutlandırmak vücup ifade
etmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın:
"Kıyâmet gününde günahını mağfiret etmesini umduğum da O'dur"
(eş-Şuarâ, 26/82) âyeti de bu kabildendir.
İbn Mukbil der ki:
"Benim onlar hakkındaki kesin kanaatim ummak gibidir.
Onlar kupkuru bir arazide bulunduklarında;
Örnek, deyim ve atasözü mesabesindeki şiirleri karşılıklı
söyleyip duruyorlar."
Yüce
Allah'ın:
"Allah
kahrı da daha çetin olandır"
yani sallallahü
aleyhi ve sellemleti daha çetin olandır, saltanat ve egemenliği daha büyük
olandır. Dilediğini gerçekleştirme gücü daha çok ve daha muktedir olandır.
"ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır." Cezalandırması da daha güçlü
olandır. Bu açıklamalar el-Hasen ve
başkalarından yapılmıştır. İbn Düreyd der ki:
(..........): Allah onu ibretti bir ceza ile karşı karşıya bıraktı,
demektir. Menkel ise insana ibretli ceza veren şey demektir Şair der ki:
"Ve ben onların arkalarına menkel
(ibretli ceza olacak şey) atıyorum."
3. Allah'ın Vaadinin Gerçekleşmesi:
Birisi kalkıp: Biz kâfirleri güç ve
kuvvete sahip olarak görmekteyiz. Sizler ise Allah'ın umutlandırmasının kesinlik
ifade ettiğini söylemektesiniz. Peki bu vaad nerede? diye soracak olursa, ona
şöyle cevap verilir: Allah tarafından verilen bu vaad gerçekleşmiştir. Onun,
gerçekleşmiş olması, sürekli ve devamk olmasını gerektirmez. Meselâ bir an dahi
bu vaad gerçekleşecek ve ortaya çıkacak olursa, verilen bu söz doğru olarak
yerini bulmuş demektir. Yüce Allah, küçük
Eedir'de müşriklerin satvetini alıkoymuş, önlemiştir. Böylelikle onlar daha önce
söz verdikleri sallallahü aleyhi ve sellemsa gelip çarpışmak ahidlerini yerine
getirmemiş oldular.
"Allah
Savaş hususunda mü’minlere el verdi
(onlara yetti)."
(el-Ahzab, 33/25) Yine Hudeybiye antlaşmasını
bozmak ve fırsatı değerlendirmek isteklerini gerçekleştirmelerine de imkân
tanımadı. Müslümanlar, onların ne yapmak istediklerinin farkına vardılar, çıkıp
onları ashâb olarak yakaladılar. Bu durum ise, elçiler banş için arada gidip
gelirken gerçekleşmişti.
İşte ileride de geleceği üzere
yüce Allah'ın:
"O,
onların ellerini sizden çekendi.”
(el-Feth, 48/24) âyeti ile kastedilen de budur.
Yüce Allah Ahzab gazvesinde gelen kâfir
güruhlarının kalplerine korkuyu salmış, onlar da herhangi bir Savaş ve çarpışma
olmaksızın geri dönmüşlerdi. Yüce Allah'ın:
"Allah
Savaş hususunda mü’minlere el verdi"
(el-Ahzab, 33/25) âyetinde olduğu gibi.
Yahudiler de mü’minler kendileriyle
Savaşmadan yurtlarım ve mallarını bırakıp gitmişlerdi. İşte bütün bunlar
yüce Allah'ın
mü’minlerden uzaklaştırmış olduğu baskılar kabilindendir. Bununla
beraber, yahudi ve hıristiyanlardan çok sayıda kimseler ve büyük kalabalıklar,
küçülmüşler olarak cizye yükümlülüğünün altına girdiler, zelil ve hakir olarak
Savaşmayı terk ettiler. Allah, böylelikle onların
mü’minlere yapabilecekleri baskılarını önlemiş oldu. Âlemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun.
85
Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kentlisine bir pay
vardır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir pay vardır.
Allah berşeye kadirdir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı üç
başlık halinde sunacağız:
1. Şefaat:
Yüce
Allah'ın:
"Kim... şefaatte bulunursa"
âyetinde geçen şefaat, şef at ve benzeri ifadeler sayıda çift anlamındaki
"eş-şef?" den gelmektedir. Şefî' (şefaatçi) da
buradan gelmektedir. Çünkü şefaatçi, ihtiyacı bulunan kimse ile birlikte şef
(çift) olmaktadır. Dişi deve bir defada iki süt
kabını doldurduğu takdirde; “.....” denilmesi de buradan gelmektedir. Yine dişi
deve hem gebe bulunup, hem de yavrusu ardında gidiyorsa ona, “.....” denilir.
Şef bire bir eklemek demektir. Şuf’a ise, ortağının mülkünü kendi mülküne katman
demektir. Buna göre şefaat, senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına
katman demektir. O halde şefaat, şefaatte bulunan kimsenin, nezdinde şefaat
edilenin yanındaki mevkiini açıkça ortaya çıkarmak ve lehine şefaatte bulunan
kimseye de bir menfaat ulaştırmak demektir.
2. Şefaatin Türleri ve Bu Âyetin
Maksadı:
Tefsir âlimleri, bu âyet-i kerîme
hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mücahid,
el-Hasen, İbn
Zeyd ve başkaları, bunun insanların ihtiyaçları hususunda kendi
aralarındaki şefaatleri hakkında olduğunu söylemişlerdir. Kim fayda sağlamak
üzere şefaatte bulunursa onun bir payı olduğu gibi zarar vermek için şefaatte
bulunana da bir vebal vardır.
Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaat,
iyilik ve itaat hususunda olur. Kötü şefaat ise masiyetlerde olur, Her kim iki
kişinin arasını düzeltmek için güzel bir şefaatte
(aracılıkta) bulunacak olur İse, ecir almayı hakeder. Her kim de laf
götürüp getirir ve gıybet yapmak suretiyle (aracılık
yaparsa) o da günah kazanır. Bu da birinci açıklamaya yakındır.
Şöyle de denilmiştir: Güzel
şefaatten kasıt, müslümanlara dua etmektir. Kötü şefaatten kasıt ise onlara
beddua etmektir. Sahih haberde şöyle denilmiştir:
"Her
kim başkasının gıyabında dua edecek olursa, onun duası kabul olunur ve melek de:
Amin, sana da onun kadarı olsun, der."
Müslim., Zikr 86-88;
Ebû Dâvûd, Vitr 29;
İbn Mâce, Menâsik 5;
Müsned, VI, 452.
İşte sözü geçen pay sahibi
olmak, budur. Kötülükte de böyledir. Yani, onun
yaptığı bedduanın kötülüğü kendisine raci olur, Yahudiler de müslümanlara beddua
ediyorlardı.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Her kim cihadda arkadaşına eş olursa böylelikle ecirde de onun
payı olur. Her kim batılda başkasına eş olursa, onun da o günahtan payı olur.
Yine el-Hasen'den şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: İyi şefaat, dinen câiz olan şeydir. Kötü şefaat ise dinde câiz
olmayandır. Bu söz, âdeta, diğer görüşleri de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki
el-Kîfl (pay) ise, günah ve vebal demektir ki,
bu şekildeki açıklama el-Hasen ve
Katade'den nakledilmiştir.
es-Süddî ve İbn
Zeyd ise pay anlamındadır demişlerdir. Kifl kelimesi deveye binen
kimsenin düşmemek için devenin hörgücü üzerinde bıraktığı örtüden türetilmiştir.
Devenin horgücü üzerinde bir örtü dolayıp bu şekilde üzerine binildiği takdirde,
(dul): Deveye kifi yaptım, denilir. Böyle yapan
kimsenin bu fiiline de iktifal denilir. Çünkü o, böyle yapmakla devenin sırtının
tamamını değil de, sırtından bir payını (bölümünü)
kullanmış olur. Hayır ve şer türünden her türlü pay hakkında da bu kelime
kullanılır.
Yüce
Allah'ın Kitabında:
"Size
rahmetinden iki pay versin"
(el-Hadid, 57/28)
diye buyurulmaktadır. Câiz olan hususlarda şefaat eden kimsenin şefaati kabul
olunmasa dahi ona ecir verilir. Çünkü yüce Allah:
"Kim... şefaatte bulunursa"
diye buyurmakta, kimin şefaati kabul olunursa diye
buyurmamaktadır. Müslim'in Sahih'inde de
şöyle denilmektedir: "Şefaatte bulununuz, ecriniz verilir. Allah da
Peygamberi'nin dili üzre dilediği hükmü
verir/"
Buhârî,
Zekât 21, Edeb 36, 37, Tevhid 31; Müslim,
Birr 145; Ebû Dâvûd, Edeb 117;
Tirmizî, İlm 14;
Nesâî, Zekât 65;
Müsned, IV, 400.
3. Allah Herşeye Gücü Yetendir:
Yüce
Allah'ın:
"Allah
herşeye kadirdir"
âyetinde yer alan ve kadir anlamına gelen “.....”
kelimesi "muktedirdir" anlamındadır. ez-Zübeyr b. Abdulmuttalib'in şu beyiti de
bu kabildendir:
"Ve bir kin sahibi ki, ben kendimi
(ona ceza vermekten) alıkoydum.
Bununla birlikte ona kötülük yapma gücüne sahiptim."
Yani
buna muktedirdim.
Âyetin anlamı da şudur: Şüphesiz
yüce Allah, her insana kendi gücünü, gücünü
sağlayacak gıdasını (kuut) verir.
Hazret-i
Peygamberin:
"Kişinin gücü altında bulunanları zayi etmesi günah olarak ona yeter".
Hadis'in
şâhid olarak kullanılan lâfzı, Müslim, Zekat
40’ta: "Kişinin elinin altında bulunup sahip olduğu kimselerin kût'unu
(temel gıdalarını) alıkoyması.." şeklinde
Ebû Dâvûd, Zekat 45;
Müsned, II, 165. 195'te: "...temel gıdasını
sağlamakla yükümlü olduğu kimseler (men yekutu)"
şeklindedir
hadisi de -bu şekilde rivâyet edenlere göre- bu kabildendir.
Yani onun kudreti altında, yönetimi altında
bulunan çoluk çocuk ve diğer kimseleri zayi etmesi... anlamındadır ki, bu hadisi
(böylece) İbn
Atiyye zikretmiştir. İşte “Ona güç yetirdim, yetiririm demektir.
(İsm-i fail olmak üzere): Kâit ve mukît
(güç yetiren) de buradan gelmektedir. Şairin:
"... Ben hesepta mukît olacağım
(hesaba çekilmek üzere durdurulacağım)"
İfadesi hakkında ise et-Taberî
şöyle demiştir; buradaki mukît kelimesi, az önce geçen anlamdan başka bir anlama
gelmektedir. Durdurulacağım manasınadır. Ebû Ubeyde
derki: Mukît, hıfzedici, koruyucu demektir.
el-Kisâî ise, muktedir anlamındadır der.
en-Nehhâs da der ki: Ebû Ubeyde'nin
görüşü daha uygundur. Çünkü onun açıklamasına göre bu kelime "el-Kavfden
türetilmiş olur. el-Kavt ise, insanı koruyabilen, muhafaza edebilen miktar
anlamındadır. el-Ferrâ' da der ki: Mukît,
herkese kût'unu (onu hayatta tutacak gıdasını)
veren kimse demektir.
Nitekim,
Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir
"Kişinin geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi ona günah
olarak yeterlidir."
Az önceki rivâyetle ilgili
nota bakınız.
Bu hadisteki son kelime “.....” şeklinde de zikredilmiştir. es-Sa'lebî
bunu zikreder ve der ki: İbn Fâris, el-Mücmel'de şunu nakletmektedir: el-Mukît,
el-Muktedir demektir. Yine ....., el-Hâfız ve eş-Şâhid
(koruyucu ve gözetleyici) anlamındadır. Gıda ve besleyecek şey anlamında;
“.....” da denilir, “.....” da denilir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
86
Bir selâmla selâmlandığınızda siz ondan daha güzeli ile
selâmı alın veya aymsıyla karşılık verin.
Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.
Bu âyete dair
açıklamalarımızı oniki
Ancak 7. başlık
zikredilmemiştir.
başlık halinde sunacağım
1. Takiyye'nin, Yani Selâm’ın
Anlamı:
Yüce
Allah'ın:
"Bir
selâmla selâmlandığınızda"
âyetindeki "et-tahiyye" kelimesi, “.....” kipine sokulmuş bir kelimedir. Bunun
aslı ise “.....”dır. "Ya" harfinin biri ötekine idğam edilmiştir.
Tahiyya, selâm demektir. Tahiyye,
aslında hayatının devamı için dua etmek anlamındadır. "et-Tahiyyatü lillahi"
ise, afetlerden kurtulmuş olmak, uzak olmak Allah içindir, demektir. Bunun mülk
anlamında olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Salih el-Iclî der ki:
el-Kisaî'ye "et-tahiyyatü lillahi" sözünün
ne anlama gelidiğini sordum. O: et-Tahîyyat, el-Berekât gibidir. Bu sefer ben:
Peki, el-Berekât ne demektir diye sordum: Buna dair birşey işitmiş değilim,
dedi.
Yine bunlara dair Muhammed b.
el-Hasen'e sordum, o da: Bu, Allah'ın
kendisiyle kullarının kendisine ibadet etmesini İstediği bir sözdür, dedi. Daha
sonra Kûfe'ye geldim. Kûfe'de Abdullah b. İdris ile karşılaştım, ona şöyle
dedim: Ben, el-Kisaî'ye de, Muhammed’e de
"et-tahlyyatü lillahi" sözünün ne anlama geldiğini sordum da, her ikisi de bana
şöyle şöyle cevap verdiler. Bu sefer Abdullah b. İdris bana şöyle dedi: İkisinin
de şiir bilgileri ve bu gibi şeylere dair bilgileri yoktur.
Tahiyye, mülk demektir, dedikten
sonra şu beyiti okudu:
"Onunla, Ebû Kabus'un üzerine yürüyorum, tâ ki,
Onun tahiyyesi (mülkü)
üzerine askerlerimle varıp (devemi)
çöktürünceye kadar."
İbn Huveyzimendad da şu beyiti
şöylece zikretmektedir:
"Onunla Nu'naan'a doğru gidiyorum tâ ki,
Askerlerimle mülkü (tahiyyesi)
üzerine (devemi) çöktürünceye kadar."
Burada "tahiyyesi" ile kastettiği
onun mülküdür. Bir diğer şair de (Züheyr b. Cenab
el-Kelbî) şöyle demektedir:
"Bir delikanlının nail olduğu herşeye şüphesiz
Ben de nail oldum; tahiyye (mülk)
müstesna"
el-Kutebî der ki: Tahiyyat
duasında: "Et-Tahiyyâtu lillahi" şeklinde tahiyyat’ın çoğul olarak zikredilmesi
şundan dolayıdır: Yeryüzünde değişik tahiyyelerle selâmlanan hükümdarlar,
krallar vardır. Onlardan kimisine lanetten uzak durasın, anlamında; “.....”
denilirdi, kimisine de: Esenlikte ve nimet içerisinde olasın, anlamında; “.....”
denir, kimisine de bin yıl yaşayasın, denilirdi. Bize de: Tahiyyat yalnız
Allah'ındır, deyiniz diye emrolundu. Yani mülk
ve egemenliğe delalet eden bütün sözler ile bunlar, kinaye yoluyla İfade eden
bütün sözler, yüce Allah'ındır.
Bu âyet-i kerimenin daha önceki
âyetlerle ilişki yönüne gelince; Yüce Allah
diyor ki: Daha önceden emrolunduğu şekilde cihada çıkıp da, bu cihad
yolculuğunuz esnasında size, İslam selamı ile selâm verilecek olursa, sakın size
bu şekilde selâm verenlere, sen mü’min
değilsin demeyiniz. Aksine, ona selâmını alarak karşılık veriniz. Çünkü
böylelerinin üzerine İslam hükümleri caridir.
2. Âyet-i Kerîmenin Manası ve
Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler:
İlim adamları âyetin manası ve
te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Vehb ile İbnü'l-Kasım, Mâlik'ten bu âyet-i kerimenin, aksırana
"yerhamukellah" demek ile, "yerhamukellah" diyene karşılık vermek hakkındadır.
Ancak bu görüş zayıftır. Bu ayetin sözlerinde buna delâlet eden bir şey yoktur.
Aksırana "yerhamukellah " diyerek cevap vermek ise, kıyas yoluyla selâmı almanın
kapsamına girmektedir. Eğer İmâm Mâlik'ten
bu sözü söylediği sahih olarak rivâyet edilmişse, Mâlik'in anlatmak istediği bu
olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Huveyzimendâd der ki: Eğer hibe
sevap için (hibeye karşılık verilmesi şartıyla yapılan
hibe) ise, âyet-i kerimenin buna hami edilmesi câiz olabilir. Birisine
karşılık vermesi şartıyla hibede bulunulacak olursa, o da muhayyerdir. Dilerse o
hibeyi kabul etmeyip reddeder, dilerse hibeyi kabul eder ve onun karşılığında
kıymetini verebilir.
Derim ki:
Ebû Hanîfe'nin arkadaşları da bu kabilden
görüşlerini belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Buradaki tahıyye'den kasıt,
yüce Allah'ın:
"Veya
aynısıyla karşılık verin"
âyeti dolayısıyla hediyedir Çünkü selâmın
aynısıyla geri verilmesine imkân yoktur. İfadenin
zahiri de, tahiyye'nin aynı geri verilmesini gerektirmektedir ki, bu da
hediyedir. Hediyeyi kabul etmesi halinde, ya onun ivazını vermesi, ve yahutta
aynısını iade emrolunmuştur. Selamda ise böyle birşeye imkân yoktur. Sevap
(karşılık) şartı ile hibede bulunmanın ve bu
şartla hediye vermenin hükmüne dair açıklamalar, ileride er-Rûm Sûresinde
yüce Allah'ın;
"Artış
göstersin diye... verdiğiniz herhangi bir şey"
(er-Rûm, 30/39) âyetini açıklarken inşaattan gelecektir.
Şu kadar varki, doğru olan burada
tahiyye'den kastın selâm vermek olduğudur. Çünkü
yüce Allah bir başka yerde:
"Onlar
sana geldikleri zaman, Allah'ın seni selâmlamadığı tahiyye ile selâmlarlar"
(el-Mücadele, 58/8) diye buyurmaktadır.
en-Nâbiğa ez-Zübyani de şöyle demiştir:
"Selamlıyor (tahiyye)
onları aralarındaki beyaz cariyeler
Kırmızı ipek örtüler ise, birbirine çatılmış sopalar
üzerinde."
Şair de burada "tahiyye" ile selâm
vermeyi kastetmiştir. Müfessirler topluluğu da bu görüştedir. Bu husus bu
şekilde anlaşıldığına göre, âyet-i kerimenin fıkhı incelikleri ile ilgili olarak
şunları söyleyebiliriz:
İlim adamları, içim ile şunu kabul
etmişlerdir: Önce selâm vermek, teşvik edilmiş bir sünnettir. Selamı almak ise,
bir farizadır. Çünkü yüce Allah:
"Siz
ondan daha güzeli ile selâmı alın veya
aynısıyla karşılık verin"
diye buyurmuştur.
Ancak, bir topluluk arasından bir
kişi selâmı alacak olursa, bunun yeterli olup olmayacağı hususunda görüş
ayrılıkları vardır. Mâlik ile
Şâfiî, bunun yeterli olacağını ve müslüman
bir kimsenin selâm verenin sözünün aynısı ile selâmını almış olacağı
görüşündedirler. Kûfeliler İse, selâm
almanın muayyen farzlardan (farz-ı aynalardan)
olduğu görüşünde olup şöyle derlet: Selam vermek, selâm almaktan farklıdır.
Çünkü selâm vermek tatavvu (nafile bir ibadet)
dir. Onu almak ise bir farizadır. Topluluk arasındaki bir gayri
müslim, verilen selâmı alacak olursa, bu
topluluğun üzerindeki selâm alma farzını kaldirmaz. İşte bu da selâm almanın
bizzat her kişinin ayrı bir görevi olduğunun delilidir.
Katade ve
el-Hasen der ki: Namaz kılan bir kimseye selâm verilecek olursa, sözlü
olarak selâmı alır ve bu şekilde selâm alması, onun namazım yarıda kesmiş olmaz.
Çünkü o emrolunduğu bir işi yapmıştır.
Ancak, buna muhalefet
etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri,
Ebû Dâvûd'un,
Ali b. Ebî Tâlib'den, onun da Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu âyetini
delil gösterirler: "Bir topluluk bir yerden geçtikleri takdirde, onlardan
birisinin selâm vermesi yeterli olduğu gibi, oturanlardan da birisinin o selâmı
alması yeterlidir."
Ebû Dâvûd, Edeb 140.
Bu âyet ise, görüş ayrılığı olan noktada açık bir nass
(bir delil)dir,
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Bu, muarızı
(onunla çatışan) bulunmıyan hasen bir hadistir.
İsnadında Said b. Halid diye bir ravi vardır ki, bu da Medine'li Huzaalılardan,
Said b. Halid'dir. Bazı hadis âlimlerine göre onun rivâyetlerinde bir sakınca
yoktur, Kimisi de bunun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Böyle diyenler
arasında Ebû Zur'a, Ebû Hacim ve Yakub b. Şeybe de vardır. Ayrıca bunlar, onun
bu hadisini münker kabul etmişlerdir. Çünkü, bu senet ile bu hadisi yalnızca o
rivâyet etmiştir. Diğer taraftan Abdullah b. el-Fadl, Ubeydullah b. Ebi Rafi'den
hadis dinlemiş değildir İkisinin arasında bundan başka birkaç hadiste el-A'reç
de vardır. Doğrusunu bilen Allah'tır.
İbn Abdi’l-Berr,
et-Temhîd, V, 290-291.
Yine bu görüşü savunanlar,
Hazret-i Peygamberin:
"Az
topluluk, çok topluluğa selâm verir"
Buhârî, İsti'zan 4-7;
Müslim, Selam 1, Edeb 46:
Ebû Dâvûd, Edeb 134;
Müsned, III, 444, VI, 19.
âyetini delil
gösterirler. Ayrıca ilim adamları, bir kişinin topluluğa selâm verebileceğini
icma ile kabul edipr kalabalık sayısınca selâmını tekrarlamasına gerek
olmadığını benimsediklerine göre, aynı şekilde bir kişi de topluluk adına selâmı
alır ve diğerlerinin bu konuda vekili olarak hareket eder. Farz-ı kifayelerde
olduğu gibi.
Mâlik
de Zeyd b. Eslem'den Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Binek üstünde olan yürüyene selâm
verir. Bir topluluk arasından bir kişi selâm verecek olursa, bu hepsi için
yeterli olur."
Muvatta’',
Selam 1.
İlim adamlarımız der ki: İşte bu,
bir kişinin selâmı almasının yeterli olduğuna delildir. Zira, ancak vacip olan
hususlarda "onlar için yeterli olur" tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah’tır.
Derim
ki: İşte ilim adamlarımız bu hadisi böylece te'vil etmiş
(yorumlamış) ve bir kişinin selâmı almasının
câiz olacağına dair bunu delil kabul etmişlerdir. Ancak çok rahatlatıcı bir
delil olarak görülemez.
3. Selâmın Daha Güzeli ile Alınması:
Yüce
Allah'ın:
"Ondan
daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla
karşılık verin"
âyetinde sözü geçen selâmın daha güzeli ile
alınması, "selâmun aleyküm" diyen kimseye fazladan: "Aleykesselâm ve
rahmetullah" diye karşılık vermek suretiyle olur. Eğen "Selâmım aleyke ve
rahmetullah" diyecek olursa, selâmı alan kimse "ve berâkâtuhu"yu ekler. İşte
selâmın nihai şekli budur, bundan fazlası ile selâm alınmaz.
Yüce Allah, -ileride yeri gelince
açıklanacağı üzere- o şerefli hane halkından:
"Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun"
(Hud, 11/73) diye selâmlandıklarını haber
vermektedir. Şayet, selâm veren nihai şekliyle selâm verecek olursa, selâmı alan
sözünün başına "vav" harfini ilave ederek: "Ve
aleykesselâmu ve rahmetullaki ve berâkâtuhu" diye karşılık verir. Misliyle
selâmı almak ise, "esselâmu aleyke" diyene, "aleykesselâm" diye karşılık
vermektir. Şu kadar varki, kendisine selâm verilen kişi bir kişi olsa dahi,
bütün selamlamaların çoğul lâfzı ile olması gerekmektedir.
(Esselâmu aleykum ve aleykumusselâm... şeklinde).
el-A'meş,
İbrahim en-Nehaî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Tek kişiye selâm
verdiğin takdirde "esselâmu aleykûm" de. Çünkü onunla birlikte melekler de
vardır. Selamın alınması halinde de bunun çoğul lâfzı ile olması gerekir. İbn
Ebi Zeyd der ki: Selam veren esselâmu aleykûm der, selâmı alan da ve
aleykumu's-selâm diye karşılık verir. Veya ona
söylenildiği gibi o da esselâmu aleykûm der. İşte
yüce Allah'ın:
"Veya
aynısıyla karşılık verin"
âyetinin anlamı budur. Selamı alırken (tekil olarak)
selâmun aleyke (selâm senin üzerine olsun) diye
söylenmez.
4. Selamlaşmada Tercih Edilen İfade
Şekli:
Selamlaşmada tercih edilen ve edebe
uygun olan, yüce Allah'ın isminin
(es-Selâm lâfzının) mahlukun isminden önce
zikredilmesidir. Nitekim şanı yüce Allah:
"Selâm
olsun İlyas'a"
(es-Sâffât, 37/130)
diye buyurmaktadır. İbrahim (aleyhisselâm)
kıssasında da şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun ey hane halkı!"
(Hud, 11/73) Yine Hazret-i İbrahimden
(babasına):
"Selam
sana"
(Meryem, 19/47) dediğini haber vermektedir.
Buhârî
ile Müslim'in Sahîh'inde
Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
Aziz ve celil
olan Allah Âdemi, boyu altmış zira olmak üzere (Âdem'in kendi suretinde
yaratmıştır.)
Müslim'in Sahih'inde bu hadisle ilgili notta
(Nevevi’den naklen) şöyle denilmektedir: Bu
rivâyet, zamirin Âdem'e ait olduğu hususunda açıktır." İbn Hacer de şöyle
demektedir. "Bu rivâyet, zamirin Âdem (aleyhisselâm)'e
ait olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir”
(Fethu'l-Bâri, VI, 422; ayrıca
bk. XI, 5 vd.)
Onu
yaratınca: Git şu topluluğa selâm ver dedi.
-Bunlar meleklerden oturmakta olan bir topluluktu.- Onların sana ne şekilde
selâm vereceklerini dinle. Bu senin ve senin soyundan geleceklerin selâmı
olacaktır. Bunun ürerine Âdem gidip, esselâmu aleykûm dedi. Onlar da esselâmu
aleyke verahmetullah dediler. -Böylelikle fazladan ona "verahmetullah" diye
karşılık verdiler- İşte cennete girecek olan herkes, Âdemin sureti üzre boyu
altmış zira olarak girecektir. Ondan sonra İnsanlar şu ana kadar hilkat
itibariyle eksilmeye devam etmektedirler."
Buhârî,
Enbiya I, istizan 1, Cennet 1.
Derim
ki: Bu Hadîs-i şerîf,
sahih olmanın yanında yedi hususu da. ifade etmektedir:
1. Hazret-i Âdem'in
yaratılışının niteliğini haber vermektedir.
2. Allah'ın lütfuyla biz
cennete bu surete sahip kılınarak gireceğiz.
3. Az. sayıda olanların çok
olanlara selâm vermesi,
4.
Yüce Allah'ın adının öne alınması,
5. Benzeriyle selâm vermek.
Çünkü onlar da esselâmu aleykum diye selâmı almışlardı.
6. Selâmı alırken ona
ilavede bulunmak.
7.
Kûfelilerin belirttikleri şekilde selâm
verilenlerin tümünün selâmı almaları. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
5. Selamı Alırken Selam Verenin Önce
Anılması:
Selamı alırken, kendisine
selâm vereni önce anacak olursa, haram ya da
mekruh işlemiş olmaz. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde
selâm aldığı sabit olmuştur. Hazret-i Peygamber,
güzel bir şekilde namaz kılamayan adamın, kendisine verdiği selâmını: "Ve
aleykesselâm. Hadi geri dön (bir daha) namaz
kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın" diye cevap vermişti.
Buhârî,
Ezan 122, Eymân 15, İsti'zân 18; Müslim,
Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 143;
Tirmizî, Salât 110; îsti'zân 4;
Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 61,
İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 72.
Hazret-i
Âişe de
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in
Hazret-i Cebrâîl'in kendisine selâm
gönderdiğini haber verince; "Ve aleyhisselâm ve
rahmetullah" diye selâmını almıştı. Bunu da Buhârî
rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Fedâilu Ashâbi'n-Nebîyy 30, İsti'zân 19.
Hazret-i
Âişe'nin hadisindeki fikhî inceliklerden
birisi de şudur: Bir kişi bir başka kişiye selâm gönderecek olursa, doğrudan
doğruya ona selâm veriyormuş gibi onun selâmını alması gerekir,
Bir adam
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Babam sana selâm gönderdi deyince
Hazret-i Peygamber de; "Aleyke ve alâ
Ebîkesselâm" yani, sana ve babana selâm olsun,
diye selâmını almıştır,
Müsned, V, 366.
Nesâî ve Ebû
Dâvûd, Cabir b. Süleym'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştım ve: "Aleykesselâmu ya
Rasulallah (Sana sdâm olsun ey Allah'ın Rasulü)
dedim, O da: Aleykesselâmu deme. Çünkü aleykesselam, ölüye selâm şeklidir. Fakat
bunun yerine esselâmu aleyke de."
Ebû Dâvûd,
Libas 25, Edeb 140; Tirmizî, İsti'zan 28;
Müsned, III, 482.
Şu kadar var ki, bu hadis
sabit değildir.
Ancak
Tirmizî, hadisi kaydettikten sonra, "Bu
hasen, sahih bir hadistir" demektedir.
Ancak, Arapların kötü hususlarda beddua ettikleri kişinin ismini başa almaları
adetleridir Mesela Araplar: Üzerine olsun Allah'ın laneti ve Allah'ın gazabı,
derler.
Yüce
Allah da şöyle buyurmuştur;
"Ve
senin üzerinedir lanetim kıyâmet gününe kadar."
(Sâd, 38/78) Yine ölmüşlere selam verirken şairlerin alışageldikleri ve
adet edindikleri usul de bu idi. Şu beyitlerinde olduğu gibi:
"Sana olsun Allah'ın selâmı, ey Kays b.
Âsım!
Ve rahmeti, rahmet dilemeyi murad ettikçe."
Bir diğer şair eş-Şemmâh da şöyle
demektedir:
"Sana selâm bir emirden ve bereket ihsan etsin
Allah'ın kudret eli, o paramparça olmuş deri çadıra."
Hazret-i
Peygamberin ona bu şekilde selâm
vermesini yasaklayış sebebi, ölüler hakkında meşru olan selâm lâfzının bu
oluşundan dolayı değildir. Hazret-i Peygamberin
hayatta olanlara selâm verdiği şekilde ölülere de selâm verdiği ve şöyle
buyurduğu sabit olmuştur: "By mü’minler
topluluğunun diyarı, selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de sizlere
kavuşacağız."
Müslim,
Tahâre 39; Ebû Dâvûd,
Cenâiz 79; İbn
Mâce: Zühd 36; Müsned, II, 300, 375:
408.
Hazret-i
Âişe (radıyallahü
anhnha) de şöyle sormuştu: Ey Allah'ın Rasulü, kabristana girdiğim
takdirde ne söyleyeyim? Şöyle buyurdu:
"Selâm sizlere ey mü’minler diyarının sakinleri"
de.
Müslim,
Cenâiz 103, 104;
Nesâî, Cenâiz 103;
Müsned, VI, 221. Bu ve bundnn öncekine
benzer rivayeder için bk.: İbn Mâce,
Cenâiz 36;
Müsned, V, 353- 360, VI, 71, 76, 111, 180.
İleride
yüce Allah'ın izniyle et-Tekâsur Sûresi'nde
(102, Sûre); kabir ziyaretine 'dair açıklamalar
gelecektir.
Derim ki: Hazret-i
Âişe'nin rivâyet ettiği hadis ile
diğerlerinin kabristandan geçip oraya yaklaşma sırasında bütün kabir ahalisine
selâm vermek hakkında; Cabir b. Süleym’in rivâyet ettiği hadisin de yalnızca
kabir ziyareti kastıyla oradan geçiş hakkında olması da muhtemeldir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
6. Selamlaşmaya Dair Diğer Hükümler;
Binekli olanın yürüyene,
ayakta olanın oturana, azınlığın çoğunluğa selâm vermeleri sünnettendir.
Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği
Müslim'in Sahîh'inde yer alan
Hadîs-i şerîfte böyle zikredilmiştir.
Ebû Hüreyre dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Binekli olan yürüyene selâm verir..."
Buhârî,
İstizan 5, 6; Müslim, Selam 1;
Ebû Dâvûd, Edeb 133;
Tirmizî, İsti'zân 14;
Muvatta’'. Sekim 1;
Müsned, III, 444, VI, 19, 204.
Bu hadiste mertebe itibariyle
yüksek olduğundan dolayı binek üzerinde olandan başlamaktadır. Ayrıca bu
binekliyi büyüklenmekten uzaklaştırır. Yürüyen hakkında da binekli hakkında
söylendiği gibi söylenmiştir. Yine şöyle denilmiştir: Oturanın, vekar, sebat ve
sükun halt üzere olduğundan dolayı yürüyene göre üstün bir meziyeti vardır. Zira
yürüyenin hali bunun tam aksidir. Azınlığın çoğunluğa selâm vermesine gelince,
bu da müslümanların çokluğunun ve çoğunluğunun şerefine riayetten dolayıdır.
Buhârî
Hadîs-i şerîfte ayrıca; "Küçük de büyüğe selâm verir" fazlalığını da
kaydetmektedir.
Buhârî,
İstizan 4, 7; Ebû Dâvûd, Edeb 134;
Müsned, II, 314.
Buyû'ğün küçüğe selâm vermesine
gelince, Eş'as, el-Hasen'den küçük çocuklara
selâm verilmesi görüşünde olmadığını rivâyet etmektedir, O der ki; Çünkü selâmın
alınması bir farzdır. Küçük çocuğun ise selâm verme yükümlülüğü yoktur. O halde
küçük çocuklara selâm vermemek gerekir. İbn SMn'den ise, onun küçük çocuklara
selâm vermekle birlikte onlara sesini işittirmediği rivâyet edilmiştir.
İlim adamlarının çoğunluğu
der ki: Küçük çocuklara selâm vermek, onu cerketmekten daha faziletlidir.
Buhârî ile
Müslim'de es-Seyyar'dan şöyle dediği nakledilmektedir. Sabit ile beraber
yürüyordum. Çocukların yanından geçti, onlara selâm verdi. O da, Enes ile
birlikte yürürken, Enesin çocukların yanından geçip, çocuklara selam verdiğini
zikretti. Enes de Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
yürürken, çocukların yanından geçtiğini, onlara selâm verdiğini zikretti. Bu
Müslim'in lâfzıdır.
Müslim,
Selâm 15; Buhârî, Isti'zain 15;
Tirmizî, İsti'zan 8;
Dârimî, İsti'zân 8.
Böyle davranmak, Hazret-i Peygamber'in
büyük ahlakı cü mi es indendir. Bununla küçük çocukların bu gibi şeylere
alıştırılmasına işaret olduğu gibi, sünnetlerin öğretilmesine teşvik ve onların
şer'î adap üzere eğitilmeleri de sözkonusudur. O halde bunlara uymak gerekir.
Hanımlara selâm vermek ise caizdir.
Ancak, şeytanın dürtmesi, yahut haince bir bakış suretiyle onlarla konuşmaktan
fitne korkusu dolayısıyla genç hanımlar bundan müstesnadır. Yaşlanıp kocamış ve
acuze olmuş hanımlara ise, sözünü ettiğimiz hususlardan yana güven akında
olunduğundan dolayı selâm vermek güzeldir. Atâ
ve Katade'nin görüşü budur.
Mâlik ve İlim adamlarından bir gurup da bu
kanaattedir.
Şu kadar var ki, Kûfeli âlimler,
selâm verenin kadınlara mahrem olmaması halinde selâm vermesini kabul etmez ve
şöyle derler: Ezan okumak, kamet getirmek, namazda Kur'ân'ı açıktan okumak
kadınlardan sakıt olduğuna göre, selâmı atmaları da onlardan sakıttır. O
bakımdan hanımlara selâm verilmez. Ancak sahih olan
birinci görüştür.
Çünkü
Buhârî, Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Bizler cuma günü gelmesinden dolayı sevinirdik- Ona, neden
diye sordum, dedi ki: Bizim kocamış bir kadın vardı. Bu kadın Budaa'ya -İbn
Mesleme der ki: Medine'de bir hurmalığın adıdır- birisini gönderir, oradan pazı
kökleri aldırır, bunu tencereye koyar, üzerine de birkaç tane arpa öğütür
atardı. Cuma namazım kıldık mı, namazdan çıkıp onun yanına gider, ona selâm
verirdik, O da bu pişirdiği yemeği önümüze getirir, koyardı ve bundan dolayı
sevinirdik. O sırada, ancak cuma namazını kıldıktan sonra kaylule yapar
(öğle vakti dinlenmeye çekilir) ve yemek
yerdik."
Buhârî,
Hars 21, Et'ime 17, İsti'zan 16.
8. Selam Şekli ve Adabı:
Selâmın da, selamın alınışının da
işitilecek sesle olması sünnettir. Parmakla veya
elle işaret, Şâfiî'ye göre yeterli değildir.
Bize göre uzak olunması halinde yeterli gelir. İbn
Vehb, İbn Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: es-Selâm, aziz ve
celil olan Allah'ın isimlerindendir. Allah, onu yeryüzüne dağım. O bakımdan onu
kendi aranızda yaygınlaşırınız. Kişi, bir topluluğa selâm verip de onlar da
selâmını alacak olurlarsa, onlardan bir derece üstün olur. Çünkü onlara
(bunu) hatırlatmış olur. Şayet onlar selâmını
almayacak olurlarsa onlardan daha hayırlı ve daha hoş olanlar onun selâmını
alırlar
el-A'meş de, Amr b. Murre'den, o, Abdullah b. el-Haris'den şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Kişi, bir topluluğa selâm verecek olursa, onlara bir derece
üstünlüğü olur. Eğer onlar selâmını almayacak olurlarsa, melekler onun selâmını
alırlar ve onlara lanet okurlar.
Selamı alan kişi, cevabını
işittirmelidir. Çünkü selâm verene selâmını aldığını işittirmiyecek olursa, ona
cevap vermiş, yani selâmını almış olmaz.
Nitekim, selâm veren bir kimse de eğer sesini selâm verdiği kimselere
işittirmeyecek olursa, ona selâm vermiş sayılmaz. Aynı şekilde selâmı alanın da
selâmı aldığı işitilmiyecek olursa, selâma cevap vermiş olmaz.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Selam verdiğiniz takdirde sesinizi işittiriniz. Selamı
aldığınız takdirde de sesinizi işittiriniz. Oturacak olursanız, güvenlikle
oturunuz. Kiminiz, kiminizin sözünü de alıp (başka yere) taşımasın."
İbn
Vehb der ki: Bana Usame b. Zeyd, Nafi'den şöyle dediğini haber verdi: Şam
fakihlerinden Abdullah b. Zekeriyya diye anılan bir adam ile yolda yürüyordum.
Bineğimin küçük abdestini bozmak için durması beni alıkoydu. Daha sonra ona
yetiştim, fakat selâm vermedim. Bana, selâm vermeyecek misin dedi. Şöyle dedim:
Ama az önce seninle beraberdim. Dedi ki: Dediğin gibi olsa dahi
(yine vereceksin). Çünkü Rasülullah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşları
birlikte yürürler, bir ağaç aralarına girer, onları biribirinden ayırırdı. Fakat
bir araya geldikleri vakit yine biri ötekine selâm verirdi.
9. Kâfirin Selamını Almak:
Kâfirin selâmını almanın hükmüne
gelince, selâm verdiği takdirde ona: "Ve aleykum" denilerek selâmı alınır.
İbn
Abbâs ve başkaları der ki: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetinden
maksat şudur: Eğer bu selâmı veren kişi mü’min
ise, "siz ondan daha güzeli ile selâmı alın." Şayet size selâmı veren bir kâfir
ise, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın
dediği şekilde o selâm alınarak onlara: "Ve aleykum" denilir.
Atâ ise der ki: Âyet-i kerîme yalnızca
mü’minler hakkındadır. Onların dışında
selâm veren olursa ona Hadîs-i şerîfte
belirtildiği gibi "aleyke" diye cevap verilir.
Derim
ki: Kâfır'in selâmı alınırken "ve aleyke" diye vav harfi başa
getirilerek selâmın alınacağı belirtildiği gibi,
Müslim'in Sahih'inde vavsız olarak sadece "aleyke" diye gelmiştir. Manası
açık olan rivâyet de budur. "Vav" ile birlikte
selâmın alınmasını ifade eden rivâyetlerde ise, anlaşılması güç olan bir taraf
vardır. Çünkü, atıf edatı olan vav, ortaklığı gerektirmektedir. Bu ise, onların
bize ölüm ile beddua etmelerinde bizim de onlarla beraber ortak olmamızı
gerektirir. Bundan dolayı bunu te'vil edenlerin farklı görüşleri vardır: Bu
görüşler arasında en uygun olanı şöyle demektir: Buradaki uvav", normal özelliği
ile attf içindir.
Şu kadar varki, bizim onlara
bedduamız kabul olunur. Fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz. Nitekim
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da böyle ifade buyurmuştur. Bu
"vav"ın fazla olduğu da söylenmiştir, istinaf
(cümle başı olmak üzere) olduğu da
söylenmiştir. Ancak en uygun olanı birinci görüştür.
"Vav"sız
rivâyet mana itibariyle daha güzeldir. Ancak "vav"lı
rivâyet daha sahih ve daha meşhurdur, ilim adamlarının çoğunluğu da bu rivâyeti
benimsemiştir.
10. Zimmet Ehlinin Selâmını Almanın
Hükmü:
Zimmet ehlinin selâmım almak
hususunda görüş ayrılığı vardır. Müslümanların selâmını almak gibi onların da
selâmını almak vacip midir? İbn Abbâs,
en-Nehaî ve
Katade, âyet-i kerimenin umum İfade etmesini ve sahih sünnette onların
selâmının alınmasını emreden âyeti delil göstererek bu görüşü kabul etmişlerdir.
Eşheb ve İbn
Vehb'in kendisinden yaptığı rivâyete göre
Mâlik, bunun vacip olmadığı görüşündedir.
Eğer zimmet ehlinin selâmını alacak olursak, yalnızca "aleyke" deriz. İbn Tavus;
zimmet ehlinin selâmını alırken "Selâm senin üstüne yükselsin;
yani selâm üzerinden kalksın, diye cevap
vermeyi tercih etmiştir.
Bazı ilim adamlarımız ise,
"es-selâm" demeyi tercih etmişlerdir. Bundan kasıt, taş'tır.
Mâlik ve başkalarının bu husustaki görüşleri
Hadîs-i şerîfte belirtilene uygun ve
yeterlidir. İleride Meryem Sûresi'nde Hazret-i İbrahim'in babasına söylediği
haber verilen:
"Selam
sana"
(Meryem, 19/47) âyetini açıklarken zimmet
ehline öncelikle selâm vermeye dair açıklamalar gelecektir.
Müslim'in
Sahih'inde Ebû Hüreyre'den
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"Îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de îman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi
seveceğiniz şeyi size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınız."
Müslim,
Îman 93; Ebû Dâvûd, Edeb 131;
Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 56, İsti'zân 1;
İbn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11;
Müsned I. 165, 167, II. 391, 442, 477, 495,
512.
İşte bu, selâmın müşrikler dışarda
olmak üzere müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasını gerektirmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
11. Kimlere Selam Verilmez:
Namaz kılana selâm verilmez. Selam
verilecek olursa, namaz kılan muhayyerdir. Dilerse parmağıyla işaret ederek
selâmını alır, dilerse namazını bitirinceye kadar selâmı almaz. Namazı
bitirdikten sonra selâmı alır.
Def’i hacette bulunana da
selâm vermemek gerekir. Verilecek olursa, selâmı alma yükümlülüğü yoktur. Böyle
bir durumda iken adamın birisi Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına uğrar,
Hazret-i Peygamber ona şu cevabı
verir: "Benim bu halde olduğumu görür veya bu
halde beni bulursan bana selâm verme. Çünkü (bu
haldeyken) bana selâm verecek olursan, senin selâmını almam."
İbn Mâce,
Tahâre 27.
Kur'ân okuyana da selâm vererek
okumasını kesmeye sebep olunmaz. Kur'ân okuyana selâm verilecek olursa,
muhayyerdir. Dilerse selâmı alır, dilerse okumasını bitirinceye kadar selâmı
almaz. Okumasını bitirdikten sonra selâmı alır. Avretini açmış olduğu halde
hamama girene veya hamam ile ilgili bir
meşguliyette bulunana da selâm verilmez. Bu durumda olmayana ise selâm verilir.
12. Selam Vermenin ve Almanın Ecri:
Yüce
Allah:
"Şüphesiz Allah herşeyîn hesabını hakkıyla yapandır"
âyetindeki "hasîb" kelimesi,
koruyup gözetleyici demektir. Bunun kâfi gelen anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Hasbukellah: Allah sana yeter" ifadesinde olduğu gibi.
Katade
der ki: Hasîb demek, hesaba çeken demektir. Beraber yemek yiyene
(muvakil) anlamında ekîl denilmesi de böyledir.
Bunun hesâbtan faîl vezninde bir kelime olduğu da söylenmiştir. Burada bu
sıfatın zikredilmesi gayet güzeldir. Çünkü âyet-i kerimenin ifade ettiği mana,
insanın yaptığından fazlasını alması yahut daha azını
veya tam karşılığım alması ile ilgilidir.
Nesâî'de
İmrân b. Husayn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyordum. Bir adam geldi ve
selâm vererek; es-selâmû aleykum dedi.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
onun selâmını aldı ve: "On" diye buyurdu. Sonra adam oturdu. Daha sonra
bir başka kişi geldi, o da: Esselâmu aleykum ve- rahmetullah dedi.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını aldı ve: 'Yirmi" dedikten
sonra adam oturdu. Bir diğeri daha geldi ve: Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve
berhakâtuhû dedi. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını
aldı ve: "Otuz" dedi.
Ebû Dâvûd,
Edeb 132; Tirmizî, İsti'zân 2.
Görüldüğü gibi bu haber tefsir
edici bir haber olarak gelmiştir. O da şudur: Her kim müslüman kardeşine selâmun
aleykum diyecek olursa ona, on hasene yazılır. Eğer esselâmu aleykum ve
rahmetullah diyecek olursa, ona yirmi hasene yazılır. Şayet esselâmu aleykum ve
rahmetullahi ve berâkâtuhu diyecek olursa, ona otuz hasene yazılır. Selamı alana
da aynı şekilde ecir verilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
|