Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

90

 

004 - NİSÂ' SÛRESİ

 

CÜZ :

5

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

80

Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik.

"Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur" âyeti ile Rasulüne itaat etmenin bizzat kendisine itaat etmek olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bana asi olan da Allah'a isyan etmiş olur (Benim tayin ettiğim) emire itaat eden bana itaat etmiş demektir. (Benim tayin ettiğim) emire isyan eden de bizzat bana isyan etmiş gibidir." Bir diğer rivâyette ise: "Benim emirime itaat eden, ve benim emirime isyan eden" şeklinde ifade edilmiştir Buhârî, Cihâd 109, Ahkâm 1; Müslim, İmare 32-33; Nesâî, Bey'at 27; İbn Mâce, Cihâd 39; Müsned, II, 244, 252-253. 270, 313...

"Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu" onların amellerini koruyup gözeten "(gözetleyici) göndermedik." Sana düşen sadece tebliğdir. el-Kutebi der ki: Burada Hafız (koruyucu, gözetleyici) hesaba çekici anlamındadır. Allah bunu kılıç ayeti ile nesh ederek, Allah'a ve Rasulüne muhalefet edenlerle Savaşmasını emretmiştir.

81

"İtaat ederiz" derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor. Artık yüz çevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

İtaatin Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"İtaat ederiz, derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup (huzurundayken) söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" âyetinde yer alan "İtaat ederiz" âyetinin anlamı, İşimiz itaat etmektir, şeklindedir. Bunun mansub olarak “.....” şeklinde okunması da uygundur, Yani biz bir itaatte bulunuruz, demektir. Bu da Nasr b. Âsım ile el-Hasen'in ve el-Cahderi’nin kıraatidir.

Bu âyet, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre münafıklar hakkındadır. Yani bu münafıklar senin yanında bulunduklarında: İşimiz itaat etmektir veya biz bir itaatte bulunuruz derler. Ancak onların bu sözlerinin bir faydası yoktur. Zira itaat etme gerektiğine inanmayan bir kimse gerçekte itaat eden bir kimse değildir. Çünkü yüce Allah, onların açığa vurduklarıyla gerçekten itaat ettiklerini kabul etmemektedir. Şayet buna dair inanç olmaksızın itaat mümkün olsaydı, onların gerçekten itaat ettiklerine hüküm verirdi. O halde itaatin fiilen var olmakla birlikte gereğine de inanılarak yapılması halinde itaat olduğu ortaya çıkmaktadır.

"Fakat yanından ayrılınca" yanından çıkıp gittiklerinde "içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plân kurarlar." Burada "grup" (taife), kelimesini müzekker olarak kabul etmesi bunun bir takım erkekler anlamına geldiğinden dolayıdır. Kûfeliler (Sam di ) âyetindeki "te" ile "ti" harflerini birbirine idğam ile okurlar. Çünkü her ikisinin de mahreci birdir, Ancak Kisaî, fiilde böyle bir idğamın yapılmasını çirkin görmüştür, Basralılara göre ise bu çirkin değildir.

“Geceleyin plan kurarlar âyeti, geceleyin uydururlar ve olmadık şekilde gösterirler, demektir. Bunun değiştirmek, tebdil etmek ve tahrif etmeli anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendilerine söylediği ve verdiği emirleri değiştirirler demektir. Buna göre tebyît, tebdil anlamındadır. Şair'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Geldiler bana, fakat ben onların yaptıkları değişikliği kabul etmedim.

Onlar bana olmadık bir işi yapmak teklifi ile gelmişler

Onların aralarında bekâr bulunanı Münir'e nikâhlıyayım diye

(Sorarım size) hiç hür oğlu hür olan bir kişi, köleyi nikâhlar mı?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Abdulmelik sözümü tahrif etti

Allah kahretsin onu, o nankör kulu."

Bu kelime geceleyin düzenlemek, planlamak anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

"Halbuki onlar, onun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledikleri zaman." (en-Nisa, 4/108)

Araplarda bir iş sağlamca planlanıp kurulduğu zaman "Geceden hazırlanıp planlanmış bir iş" tabirini kullanırlar.

Bunu anlatmak için özel olarak gece tabirinin kullanılması ise, geceleyin başka türlü meşguliyetlerin olmamasından dolayıdır. Şair der ki:

"Geceleyin işlerini kararlaştırdılar.

Sabahı ettiklerinde Savaştaymış gibi bağırıp çağırıyorlardı"

Geceleyin oruç tutmaya niyet etmek için de bu kelimenin kullanılması buradan gelmektedir. “.....” ise, üzerinden gece geçen su demektir. Yine bu kelime kişinin önemsediği ve üzerinde düşündüğü, gece boyunca hatırında tuttuğu iş anlamına da gelir. Şair el-Huzlî der ki:

"Onun sözlerini kendim için bir azık yaparım

Geceleyin beni düşündürecek içinden çıkılamaz işlerden çekindiğim vakit."

Düşmanın geceleyin gelip baskın yapmasına da; “.....” denilir. Bir işi geceleyin yapmayı ifade etmek üzere de: “.....” tabiri kutlanılır. Nitekim gündüzün yapılan işi ifade etmek üzere de; “.....” tabiri kullanılır. Bir şeyi takdir etmek anlamında da kullanılır.

Önce onların söyledikleri sözü zikredip sonra da: "İçlerinden bir gurup dediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" diye onlardan söz etmesinin hikmeti nedir, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Burada yüce Allah, küfür ve münafıklığı üzere kalacağını bildiği kimselerin halini ifade etmekte, bir süre sonra döneceğini bildiği kimseleri de affetmiş bulunmaktadır,

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah burada, hazır bulunup da ne yapacağını şaşıran kimselerin halini ifade etmiştir. Emri İşitip de sesini çıkarmayan itaat eden kimselerden ise gözetmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtm Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor." Yani, şanı yüce Allah bunu, karşılığında onları cezalandırmak üzere amel defterlerine tesbit etmektedir. ez-Zeccâc der ki: Bunun anlamı Kitab-ı Kerîminde bunu da sana inzal buyuruyor, şeklindedir.

Bu âyet-i kerimede belirtmiş olduğumuz gibi mücerred söz söylemenin birşey ifade etmeyeceğine delil vardır. Çünkü onlar "itaat ederiz" deyip bunu sözlü olarak söyledikleri halde, Allah onların gerçekten itaal ettiklerini kabul etmemekte ve itaatlerinin doğru olduğu şeklinde lehlerine hüküm vermemektedir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygambere itaat etme gerektiğine inanmıyorlardı. Böylelikle fiilen itaat etmekle birlikte itaatin gereğine inanılmadıkça itaat eden kimsenin itaat etmiş olmayacağı sabit olmaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Artık yüzçevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. Hâla onlar Kur'ânı gereği gibi düşünmeyecekler mi" âyetindeki:

"Artık yüz çevir onlardan" âyeti, onların isimlerini bildirme, haber verme anlamındadır. Bu açıklama ed-Dahhak'tan nakledilmiştir ki, kastettiği kimseler de münafıklardır. Onları cezalandırma anlamında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah, düşmanına karşı yardım ve zafer ihsan edeceği hususunda yalnızca kendisine tevekkül edip, yalnızca kendisine güvenmesini emr etmektedir. Denildiğine göre bu, yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" (et-Tevbe, 9/83) âyeti ile nesh edilmiştir.

Daha sonra yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde dikkatle düşünmek, onun hakkında ve manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz çevirdiklerinden dolayı münafıkları ayıplamaktadır. Birşey üzerinde tedebbür etmek, onun akıbeti 'üzerinde tefekkür edip düşünmek demektir.

Hadîs-i şerîfte de (aynı kökten olmak üzere); “.....” diye buyurulmaktadır. Ki, birbirinize arkanızı dönmeyiniz, demektir. “.....” İşleri sonuna vardı, anlamındadır. Tedbîr ise, insanın âdeta akibetinin nereye varacağını görüyormuşçasına İşini düzenlemesi demektir.

82

Hâlâ onlar Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, (Kur'ân) Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı,

Bu âyeti kerîme ile yüce Allah'ın:

"Onlar hâlâ Kur'ânı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) âyeti, anlamının bilinmesi için Kur'ân üzerinde tefekkür etmenin vücubuna delil teşkil etmektedir. Böylelikle bu: Kur'ân tefsirinden ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan. sabit olan rivâyetler alınır deyip de Arap diline uygun bir şekilde tevil yapmayı yasak kabul edenlerin görüşlerinin de yanlışlığını ortaya koymakta ve onların görüşlerini reddetmektedir. Bu âyette, düşünme ve istidlalin emredildiğine, taklid'in yanlışlığına dair delil bulunduğu gibi, kıyasın da delü olarak kabul olunduğuna dair delil vardır.

Yüce Allah'ın:

"Eğer O, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı" âyetine gelince; Elbette onda farklılıklar ve çelişkiler bulurlardı, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs, Katade ve İbn Zeyd'den rivâyet edilmiştir. Kıraat lâfızlarının farklılığı, misallerin lâfızları, delâletler, Sûrelerin miktarları ve âyetler arasındaki farklılıklar ise bunun kapsamına girmemektedir. Buradaki farklılıktan kasıt ise, çelişki ve birbirini tutmayan şeylerdir

Şöyle de denilmiştir: Âyetin anlamı şudur: Size bu bildirilen âyetler, Allah'tan başkasından gelmiş olsaydı, bunlar arasında tutarsızlıklar olurdu.

Yine şöyle denilmiştir: Çokça söz söyleyen kim varsa mutlaka onun sözünde pek çok tutarsızlıklar olur ya sözün niteliklerinde ve lâfızlarında olur yahut da mananın güzelliğinde olur ya çelişkilerinde görülür yada yalan söz olur. Ancak yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîmi indirerek onun üzerinde dikkatle düşünmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, ne sözlerin niteliğinde ne de farklılık görmektedirler, ne de herhangi bir şekilde onu reddedecek imkanları vardır. Ne onda bir çelişki buluyorlar, ne de kendilerine haber verilen ve bildirilen gaybî haberlerde herhangi bir yalana rastlıyorlar.

83

Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin İç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi, Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, -pek az müstesna- şeytana uymuş gitmiştiniz.

"Kendilerine güven... e dair bir haber geldiğinde" âyetindeki (üp edatında şart manası vardır. Ancak bundan dolayı “.....” edatı eklenecek olsa dahi ceza (cevabı) pek gelmez. Kullanılışı da azdır. Sîbeveyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitinde söylediği gibidir:

"Benim bu dişi devem oradan kalkmak istediğinde

Güneşin batım vaktinde alışmadığı bir yere gidip de dehşete kapılmış bir öküz gibidir (hızlıca gider)."

Yani (Sîbeveyh şunu demek istiyor): Güzel olan bu beyitte şair cezm etmediği gibi; “.....” ile cezm etmemektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/11. ayetin tefsirinde.)-geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyetin anlamı da şudur: Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının da öldürülmeleri gibi güvenlik ihtiva eden herhangi bir husus işitecek olurlarsa "veya korkuya dair bir haber geldiğinde" yani bunun zıddı bir haber alacak olurlarsa "onu hemen yayıverirler" ifşa edip açıklarlar. İşin gerçek mahiyetini kavramadan onu dillerine dolayıverirler.

Bu davranışı zayıf müslümanların gösterdiğini söylediği el-Hasen’den nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu açıklıyor ve bundan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağını sanıyorlardı. ed-Dahhak ve İbn Zeyd ise derler ki: Bu âyet münafıklar hakkındadır. Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan söylediklerinden ötürü bu şekilde davranmaları onlara yasaklandı,

"Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı" yani, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın kendisi, yahut emir sahipleri olan kimseler bunu söyleyip açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açıklamamış olsalardı...

Emir sahipleri; el-Hasen, Katade ve başkalarından, ilim ve fıkıh sahibi kimselerdir diye nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise yöneticilerdir diye açıklamıştır. Maksadın, askeri birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir.

"İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi" Yani bu kimseler neyin açıklanması gerektiğini, neyin de gizlenmesi gerektiğini bilirlerdi.

İşin iç yüzünü araştırıp çıkarmak (istinbat), suyu kaynağından çıkartmak demektir. Nabat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk suyudur Buna nabat adının verilmesi ise, onların (bu şekilde su çıkartanların) yerde bulunan şeyleri dışarı çıkartmalarından dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi, nass ve icma'ın bulunmaması halinde içtihatta bulunmaya da delalet etmektedir.

Yüce Allah'ın:

“ Allah'ın üzerinizdeki lütfü ve merhameti olmasaydı" âyeti (ndaki “.....” kelimesinin) merfu' olması Sîbeveyh'e göre mübtedâ olduğundan dolayıdır. Sîbeveyh'e göre (“.....” edatının) haberinin izhar edilmesi câiz değildir. Ancak Kûfeliler derlerki: Bu kelimenin merf'u' olması “.....” dolayısıyladır.

"Pek az müstesna, şeytana uymuş gitmiştiniz" âyeti ile ilgili olarak üç görüş vardır. İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Âyetin anlamı şudur Onlar, bu sözü yaygınlaştırırlardı. Aralarından pek azı müstesna bunu yaymaz ve bunu açıklamazlardı. Nahivcilerden el-Kisâî, el-Ahfeş, Ebû Ubeyd gibi bir gurup ile Ebû Hatim ve et Taberî de böyle demiştir

Bunun: Bunu içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar -aralarından pek azı müstesna- bilirlerdi anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkları tarafından yapılmıştır.

Bunu ez-Zeccâc da tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü çoğunluk bu istinbatı bilebilirdi. Zira bu bir haberi öğrenmekten ibarettir. Birinci görüşü ise el-Ferrâ' tercih eder ve şöyle der: Çünkü seriyelere dair bilgi ortaya çıktığı takdirde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar da, başkaları da bunu bilir Haberi yaygınlaştırmak ise, kimisinde olur, kimisinde olmaz, el-Kelbî de yine ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İşte bundan dolayı ben de bu istisnanın, haberi yaygınlaştırmaktan yapılmış olmasını güzel görmekteyim. en-Nehhâs da der ki: Bu iki görüş, mecazı esas almaktadır. Yani, o bununla ifadede bir takdim ve tehir olduğunu söylemek istiyor.

Üçüncü bir görüş ise, mecazın olmadığı şeklindedir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Şayet Allah aranızda ilahi belgeleri ortaya koyan bir peygamber göndermek suretiyle size lütufta bulunmayıp size rahmet etmemiş olsaydı, hiç şüphesiz kâfir olur ve şirk koşardınız. Aranızdan pek az kişi müstesna. Ancak o azınlık Allah'ı tevhid ederlerdi.

Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. ed-Dahhak der ki: Bunun anlamı şudur: Pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı çok az kişi müstesna kendi kendilerine şeytanın telkinlerini yaparlarch. Bu pek az kimselerden kasıt ise, Allah'ın kalplerini takva ile sınadığı kimselerdir.

Bu görüşe göre ise "pek az müstesna" âyeti yüce Allah'ın:

"Şeytana uymuş gitmiştiniz" âyetinden istisna edilmiştir. el-Mehdevî ise der ki: Fakat ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşü kabul etmezler. Zira Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, insanların tümü şeytana uymuş gitmiş olurdu.

84

Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de (cihâda) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler. Allah, kahrı da daha çetin olandır, ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır.

Yüce Allah'ın;

"Sen artık Allah yolunda Savaş" âyetindeki "fâ" daha önce geçen yüce Allah'ın:

"... Kim Allah yolunda Savaşıp da öldürülür yahut zafer elde ederse, ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz." Sen artık Allah yolunda Savaş" (en-Nisa, 4/74) âyeti ile alakalıdır Yani, bundan dolayı sen artık Savaşmaksın, demektir. Bunun yüce Allah'ın:

"Size ne oluyor ki Allah yolunda... Savaşmıyorsunuz." (en-Nisa, 4/75.)

"Sen artık Allah yolunda Savaş" âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir

Âyetin ifade ettiği anlam şöyle gibidir: Yalnız başına olsan, dahi, düşmanlarla cihadı ve düşmana karşı mü’min mustaz'afların yardımına koşmayı asla terk etme. Çünkü yüce Allah kendisine zafer vaadinde bulunmuştur. ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah, Peygamberine tek başına çarpışacak olsa dahi cihad etmesini emretmiştir. Çünkü ona yardım taahhüdünde bulunmuştur

İbn Atiyye der ki: Lâfzın zahirinden anlaşılan budur. Şu kadar varki, Savaşmanın ümmet dışarıda bırakılarak yalnız ona kısa bir süre dahi farz kılındığına dair herhangi bir haber gelmiş değildir. O halde âyetin anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- lâfız itibariyle ona hitap olması şeklindedir. Bu da herkese özel olarak kendisine yapılan hitaplara bir örnektir. Yani, ey Muhammed ve senin ümmetinden olan herkese şu söz söylenmiştir: "Sen artık Allah yolunda Savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." İşte bundan dolayı her mü’minin yalnız başına olacak olsa dahi cihad etmesi gerekin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Allah'a yemin ederim ki, boynum koparılıncaya kadar mutlaka onlarla Savaşacağım" Buhârî, Şurut 15; Müsned, IV, 323, 329. âyeti de bu kabildendir. Yine Arapların irtidat ettikleri sırada Hazret-i Ebû Bekir'in söylediği: "Eğer sağ elim bu hususta bana muhalefet edecek olursa, sol elimle ona karşı cihad ederim" şeklindeki sözü de bu kabildendir.

Bu âyet-i kerimenin küçük Bedir sırasında nâzil olduğu söylenmiştir. Ebû Süfyan, Uhud'dan ayrıldığı sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile küçük Bedir panayırında buluşmak üzere sözleşmişti. Sözleşilen vakit gelince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yetmiş süvari ile birlikte oraya çıkıp gittiği halde Ebû Süfyan oraya gelmediğinden herhangi bir Savaş olmamıştır. Bu ise, daha önce Âl-i İmrân Sûresinde geçtiği üzere Mücahid'in yaptığı açıklamaya uygun düşmektedir (Al-i İmrân, 3/172. ayetin tefsiri.)

Buna göre ayetler arasındaki ilişki ve âyetin burada yer almasının izahı şöyle yapılır; Yüce Allah münafıkları daha önceden olayları karıştırmak ve asılsız sözleri yaygınlaştırmak ile nitelendirdi. Daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onlardan yüz çevirip, bu hususta hiçbir kimse ona yardım etmeyecek olsa dahi, Allah yolunda ciddi ve gayretli bir şekilde Savaşmasını emretti.

Yüce Allah'ın:

“Sen ancak kendinden sorumlusun" âyetindeki “.....” Mükellef tutulursun, âyeti geniş zaman fiili olduğundan dolayı merfu'dur. Cezm edilmeyiş sebebi ise, birinci emrin illeti (sebebi) olmadığından dolayıdır. el-Ahfeş ise bunun cezmînin mümkün olduğunu iddia etmiştir.

"Ancak kendin" âyeti ise, faili zikredilmeyen (meçhul fiilin) haberidir. Yani: Sen başkasının da bunu yapması için mecbur edilmezsin ve bundan dolayı da sorumlu tutulmazsın.

Yüce Allah'ın: "Mü’minleri de (cihada) teşvik et. Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler" âyetine dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:

1. Mü’minleri Cihada Teşvik:

"Mü’minleri de teşvik et" onları cihada ve Savaşmaya teşvik et. Birisini bir işi yapmaya emredip teşvik ettiğini ifade etmek üzere; “.....” denilir. Arapçada; “.....” filleri de aynı anlamda olmak üzere teşvik ve ısrarla devam etti, anlamını vermektedir.

2. Allah'ın Kâfirlerin Baskısını Önleyeceğine Dair Vaadi:

Yüce Allah'ın:

"Umulur ki (şüphesiz) Allah, o kâfirlerin baskısını önler" âyeti bu konuda bir umut vermektedir. Yüce Allah'ın umutlandırması ise, vücub ifade eder. Bununla birlikte Arapçada da umutlandırmak vücup ifade etmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın:

"Kıyâmet gününde günahını mağfiret etmesini umduğum da O'dur" (eş-Şuarâ, 26/82) âyeti de bu kabildendir.

İbn Mukbil der ki:

"Benim onlar hakkındaki kesin kanaatim ummak gibidir.

Onlar kupkuru bir arazide bulunduklarında;

Örnek, deyim ve atasözü mesabesindeki şiirleri karşılıklı söyleyip duruyorlar."

Yüce Allah'ın:

"Allah kahrı da daha çetin olandır" yani sallallahü aleyhi ve sellemleti daha çetin olandır, saltanat ve egemenliği daha büyük olandır. Dilediğini gerçekleştirme gücü daha çok ve daha muktedir olandır. "ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır." Cezalandırması da daha güçlü olandır. Bu açıklamalar el-Hasen ve başkalarından yapılmıştır. İbn Düreyd der ki: (..........): Allah onu ibretti bir ceza ile karşı karşıya bıraktı, demektir. Menkel ise insana ibretli ceza veren şey demektir Şair der ki:

"Ve ben onların arkalarına menkel (ibretli ceza olacak şey) atıyorum."

3. Allah'ın Vaadinin Gerçekleşmesi:

Birisi kalkıp: Biz kâfirleri güç ve kuvvete sahip olarak görmekteyiz. Sizler ise Allah'ın umutlandırmasının kesinlik ifade ettiğini söylemektesiniz. Peki bu vaad nerede? diye soracak olursa, ona şöyle cevap verilir: Allah tarafından verilen bu vaad gerçekleşmiştir. Onun, gerçekleşmiş olması, sürekli ve devamk olmasını gerektirmez. Meselâ bir an dahi bu vaad gerçekleşecek ve ortaya çıkacak olursa, verilen bu söz doğru olarak yerini bulmuş demektir. Yüce Allah, küçük Eedir'de müşriklerin satvetini alıkoymuş, önlemiştir. Böylelikle onlar daha önce söz verdikleri sallallahü aleyhi ve sellemsa gelip çarpışmak ahidlerini yerine getirmemiş oldular.

"Allah Savaş hususunda mü’minlere el verdi (onlara yetti)." (el-Ahzab, 33/25) Yine Hudeybiye antlaşmasını bozmak ve fırsatı değerlendirmek isteklerini gerçekleştirmelerine de imkân tanımadı. Müslümanlar, onların ne yapmak istediklerinin farkına vardılar, çıkıp onları ashâb olarak yakaladılar. Bu durum ise, elçiler banş için arada gidip gelirken gerçekleşmişti.

İşte ileride de geleceği üzere yüce Allah'ın:

"O, onların ellerini sizden çekendi.” (el-Feth, 48/24) âyeti ile kastedilen de budur. Yüce Allah Ahzab gazvesinde gelen kâfir güruhlarının kalplerine korkuyu salmış, onlar da herhangi bir Savaş ve çarpışma olmaksızın geri dönmüşlerdi. Yüce Allah'ın:

"Allah Savaş hususunda mü’minlere el verdi" (el-Ahzab, 33/25) âyetinde olduğu gibi. Yahudiler de mü’minler kendileriyle Savaşmadan yurtlarım ve mallarını bırakıp gitmişlerdi. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın mü’minlerden uzaklaştırmış olduğu baskılar kabilindendir. Bununla beraber, yahudi ve hıristiyanlardan çok sayıda kimseler ve büyük kalabalıklar, küçülmüşler olarak cizye yükümlülüğünün altına girdiler, zelil ve hakir olarak Savaşmayı terk ettiler. Allah, böylelikle onların mü’minlere yapabilecekleri baskılarını önlemiş oldu. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

85

Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kentlisine bir pay vardır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir pay vardır. Allah berşeye kadirdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1. Şefaat:

Yüce Allah'ın:

"Kim... şefaatte bulunursa" âyetinde geçen şefaat, şef at ve benzeri ifadeler sayıda çift anlamındaki "eş-şef?" den gelmektedir. Şefî' (şefaatçi) da buradan gelmektedir. Çünkü şefaatçi, ihtiyacı bulunan kimse ile birlikte şef (çift) olmaktadır. Dişi deve bir defada iki süt kabını doldurduğu takdirde; “.....” denilmesi de buradan gelmektedir. Yine dişi deve hem gebe bulunup, hem de yavrusu ardında gidiyorsa ona, “.....” denilir. Şef bire bir eklemek demektir. Şuf’a ise, ortağının mülkünü kendi mülküne katman demektir. Buna göre şefaat, senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katman demektir. O halde şefaat, şefaatte bulunan kimsenin, nezdinde şefaat edilenin yanındaki mevkiini açıkça ortaya çıkarmak ve lehine şefaatte bulunan kimseye de bir menfaat ulaştırmak demektir.

2. Şefaatin Türleri ve Bu Âyetin Maksadı:

Tefsir âlimleri, bu âyet-i kerîme hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mücahid, el-Hasen, İbn Zeyd ve başkaları, bunun insanların ihtiyaçları hususunda kendi aralarındaki şefaatleri hakkında olduğunu söylemişlerdir. Kim fayda sağlamak üzere şefaatte bulunursa onun bir payı olduğu gibi zarar vermek için şefaatte bulunana da bir vebal vardır.

Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaat, iyilik ve itaat hususunda olur. Kötü şefaat ise masiyetlerde olur, Her kim iki kişinin arasını düzeltmek için güzel bir şefaatte (aracılıkta) bulunacak olur İse, ecir almayı hakeder. Her kim de laf götürüp getirir ve gıybet yapmak suretiyle (aracılık yaparsa) o da günah kazanır. Bu da birinci açıklamaya yakındır.

Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaatten kasıt, müslümanlara dua etmektir. Kötü şefaatten kasıt ise onlara beddua etmektir. Sahih haberde şöyle denilmiştir: "Her kim başkasının gıyabında dua edecek olursa, onun duası kabul olunur ve melek de: Amin, sana da onun kadarı olsun, der." Müslim., Zikr 86-88; Ebû Dâvûd, Vitr 29; İbn Mâce, Menâsik 5; Müsned, VI, 452. İşte sözü geçen pay sahibi olmak, budur. Kötülükte de böyledir. Yani, onun yaptığı bedduanın kötülüğü kendisine raci olur, Yahudiler de müslümanlara beddua ediyorlardı.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim cihadda arkadaşına eş olursa böylelikle ecirde de onun payı olur. Her kim batılda başkasına eş olursa, onun da o günahtan payı olur. Yine el-Hasen'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İyi şefaat, dinen câiz olan şeydir. Kötü şefaat ise dinde câiz olmayandır. Bu söz, âdeta, diğer görüşleri de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki el-Kîfl (pay) ise, günah ve vebal demektir ki, bu şekildeki açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise pay anlamındadır demişlerdir. Kifl kelimesi deveye binen kimsenin düşmemek için devenin hörgücü üzerinde bıraktığı örtüden türetilmiştir. Devenin horgücü üzerinde bir örtü dolayıp bu şekilde üzerine binildiği takdirde, (dul): Deveye kifi yaptım, denilir. Böyle yapan kimsenin bu fiiline de iktifal denilir. Çünkü o, böyle yapmakla devenin sırtının tamamını değil de, sırtından bir payını (bölümünü) kullanmış olur. Hayır ve şer türünden her türlü pay hakkında da bu kelime kullanılır.

Yüce Allah'ın Kitabında:

"Size rahmetinden iki pay versin" (el-Hadid, 57/28) diye buyurulmaktadır. Câiz olan hususlarda şefaat eden kimsenin şefaati kabul olunmasa dahi ona ecir verilir. Çünkü yüce Allah:

"Kim... şefaatte bulunursa" diye buyurmakta, kimin şefaati kabul olunursa diye buyurmamaktadır. Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Şefaatte bulununuz, ecriniz verilir. Allah da Peygamberi'nin dili üzre dilediği hükmü verir/" Buhârî, Zekât 21, Edeb 36, 37, Tevhid 31; Müslim, Birr 145; Ebû Dâvûd, Edeb 117; Tirmizî, İlm 14; Nesâî, Zekât 65; Müsned, IV, 400.

3. Allah Herşeye Gücü Yetendir:

Yüce Allah'ın:

"Allah herşeye kadirdir" âyetinde yer alan ve kadir anlamına gelen “.....” kelimesi "muktedirdir" anlamındadır. ez-Zübeyr b. Abdulmuttalib'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Ve bir kin sahibi ki, ben kendimi (ona ceza vermekten) alıkoydum.

Bununla birlikte ona kötülük yapma gücüne sahiptim."

Yani buna muktedirdim.

Âyetin anlamı da şudur: Şüphesiz yüce Allah, her insana kendi gücünü, gücünü sağlayacak gıdasını (kuut) verir.

Hazret-i Peygamberin: "Kişinin gücü altında bulunanları zayi etmesi günah olarak ona yeter". Hadis'in şâhid olarak kullanılan lâfzı, Müslim, Zekat 40’ta: "Kişinin elinin altında bulunup sahip olduğu kimselerin kût'unu (temel gıdalarını) alıkoyması.." şeklinde Ebû Dâvûd, Zekat 45; Müsned, II, 165. 195'te: "...temel gıdasını sağlamakla yükümlü olduğu kimseler (men yekutu)" şeklindedir hadisi de -bu şekilde rivâyet edenlere göre- bu kabildendir. Yani onun kudreti altında, yönetimi altında bulunan çoluk çocuk ve diğer kimseleri zayi etmesi... anlamındadır ki, bu hadisi (böylece) İbn Atiyye zikretmiştir. İşte “Ona güç yetirdim, yetiririm demektir. (İsm-i fail olmak üzere): Kâit ve mukît (güç yetiren) de buradan gelmektedir. Şairin:

"... Ben hesepta mukît olacağım (hesaba çekilmek üzere durdurulacağım)"

İfadesi hakkında ise et-Taberî şöyle demiştir; buradaki mukît kelimesi, az önce geçen anlamdan başka bir anlama gelmektedir. Durdurulacağım manasınadır. Ebû Ubeyde derki: Mukît, hıfzedici, koruyucu demektir. el-Kisâî ise, muktedir anlamındadır der. en-Nehhâs da der ki: Ebû Ubeyde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü onun açıklamasına göre bu kelime "el-Kavfden türetilmiş olur. el-Kavt ise, insanı koruyabilen, muhafaza edebilen miktar anlamındadır. el-Ferrâ' da der ki: Mukît, herkese kût'unu (onu hayatta tutacak gıdasını) veren kimse demektir.

Nitekim, Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir "Kişinin geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi ona günah olarak yeterlidir." Az önceki rivâyetle ilgili nota bakınız. Bu hadisteki son kelime “.....” şeklinde de zikredilmiştir. es-Sa'lebî bunu zikreder ve der ki: İbn Fâris, el-Mücmel'de şunu nakletmektedir: el-Mukît, el-Muktedir demektir. Yine ....., el-Hâfız ve eş-Şâhid (koruyucu ve gözetleyici) anlamındadır. Gıda ve besleyecek şey anlamında; “.....” da denilir, “.....” da denilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

86

Bir selâmla selâmlandığınızda siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aymsıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı oniki Ancak 7. başlık zikredilmemiştir. başlık halinde sunacağım

1. Takiyye'nin, Yani Selâm’ın Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetindeki "et-tahiyye" kelimesi, “.....” kipine sokulmuş bir kelimedir. Bunun aslı ise “.....”dır. "Ya" harfinin biri ötekine idğam edilmiştir.

Tahiyya, selâm demektir. Tahiyye, aslında hayatının devamı için dua etmek anlamındadır. "et-Tahiyyatü lillahi" ise, afetlerden kurtulmuş olmak, uzak olmak Allah içindir, demektir. Bunun mülk anlamında olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Salih el-Iclî der ki: el-Kisaî'ye "et-tahiyyatü lillahi" sözünün ne anlama gelidiğini sordum. O: et-Tahîyyat, el-Berekât gibidir. Bu sefer ben: Peki, el-Berekât ne demektir diye sordum: Buna dair birşey işitmiş değilim, dedi.

Yine bunlara dair Muhammed b. el-Hasen'e sordum, o da: Bu, Allah'ın kendisiyle kullarının kendisine ibadet etmesini İstediği bir sözdür, dedi. Daha sonra Kûfe'ye geldim. Kûfe'de Abdullah b. İdris ile karşılaştım, ona şöyle dedim: Ben, el-Kisaî'ye de, Muhammed’e de "et-tahlyyatü lillahi" sözünün ne anlama geldiğini sordum da, her ikisi de bana şöyle şöyle cevap verdiler. Bu sefer Abdullah b. İdris bana şöyle dedi: İkisinin de şiir bilgileri ve bu gibi şeylere dair bilgileri yoktur.

Tahiyye, mülk demektir, dedikten sonra şu beyiti okudu:

"Onunla, Ebû Kabus'un üzerine yürüyorum, tâ ki,

Onun tahiyyesi (mülkü) üzerine askerlerimle varıp (devemi) çöktürünceye kadar."

İbn Huveyzimendad da şu beyiti şöylece zikretmektedir:

"Onunla Nu'naan'a doğru gidiyorum tâ ki,

Askerlerimle mülkü (tahiyyesi) üzerine (devemi) çöktürünceye kadar."

Burada "tahiyyesi" ile kastettiği onun mülküdür. Bir diğer şair de (Züheyr b. Cenab el-Kelbî) şöyle demektedir:

"Bir delikanlının nail olduğu herşeye şüphesiz

Ben de nail oldum; tahiyye (mülk) müstesna"

el-Kutebî der ki: Tahiyyat duasında: "Et-Tahiyyâtu lillahi" şeklinde tahiyyat’ın çoğul olarak zikredilmesi şundan dolayıdır: Yeryüzünde değişik tahiyyelerle selâmlanan hükümdarlar, krallar vardır. Onlardan kimisine lanetten uzak durasın, anlamında; “.....” denilirdi, kimisine de: Esenlikte ve nimet içerisinde olasın, anlamında; “.....” denir, kimisine de bin yıl yaşayasın, denilirdi. Bize de: Tahiyyat yalnız Allah'ındır, deyiniz diye emrolundu. Yani mülk ve egemenliğe delalet eden bütün sözler ile bunlar, kinaye yoluyla İfade eden bütün sözler, yüce Allah'ındır.

Bu âyet-i kerimenin daha önceki âyetlerle ilişki yönüne gelince; Yüce Allah diyor ki: Daha önceden emrolunduğu şekilde cihada çıkıp da, bu cihad yolculuğunuz esnasında size, İslam selamı ile selâm verilecek olursa, sakın size bu şekilde selâm verenlere, sen mü’min değilsin demeyiniz. Aksine, ona selâmını alarak karşılık veriniz. Çünkü böylelerinin üzerine İslam hükümleri caridir.

2. Âyet-i Kerîmenin Manası ve Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler:

İlim adamları âyetin manası ve te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vehb ile İbnü'l-Kasım, Mâlik'ten bu âyet-i kerimenin, aksırana "yerhamukellah" demek ile, "yerhamukellah" diyene karşılık vermek hakkındadır. Ancak bu görüş zayıftır. Bu ayetin sözlerinde buna delâlet eden bir şey yoktur. Aksırana "yerhamukellah " diyerek cevap vermek ise, kıyas yoluyla selâmı almanın kapsamına girmektedir. Eğer İmâm Mâlik'ten bu sözü söylediği sahih olarak rivâyet edilmişse, Mâlik'in anlatmak istediği bu olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Huveyzimendâd der ki: Eğer hibe sevap için (hibeye karşılık verilmesi şartıyla yapılan hibe) ise, âyet-i kerimenin buna hami edilmesi câiz olabilir. Birisine karşılık vermesi şartıyla hibede bulunulacak olursa, o da muhayyerdir. Dilerse o hibeyi kabul etmeyip reddeder, dilerse hibeyi kabul eder ve onun karşılığında kıymetini verebilir.

Derim ki: Ebû Hanîfe'nin arkadaşları da bu kabilden görüşlerini belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Buradaki tahıyye'den kasıt, yüce Allah'ın: "Veya aynısıyla karşılık verin" âyeti dolayısıyla hediyedir Çünkü selâmın aynısıyla geri verilmesine imkân yoktur. İfadenin zahiri de, tahiyye'nin aynı geri verilmesini gerektirmektedir ki, bu da hediyedir. Hediyeyi kabul etmesi halinde, ya onun ivazını vermesi, ve yahutta aynısını iade emrolunmuştur. Selamda ise böyle birşeye imkân yoktur. Sevap (karşılık) şartı ile hibede bulunmanın ve bu şartla hediye vermenin hükmüne dair açıklamalar, ileride er-Rûm Sûresinde yüce Allah'ın;

"Artış göstersin diye... verdiğiniz herhangi bir şey" (er-Rûm, 30/39) âyetini açıklarken inşaattan gelecektir.

Şu kadar varki, doğru olan burada tahiyye'den kastın selâm vermek olduğudur. Çünkü yüce Allah bir başka yerde:

"Onlar sana geldikleri zaman, Allah'ın seni selâmlamadığı tahiyye ile selâmlarlar" (el-Mücadele, 58/8) diye buyurmaktadır. en-Nâbiğa ez-Zübyani de şöyle demiştir:

"Selamlıyor (tahiyye) onları aralarındaki beyaz cariyeler

Kırmızı ipek örtüler ise, birbirine çatılmış sopalar üzerinde."

Şair de burada "tahiyye" ile selâm vermeyi kastetmiştir. Müfessirler topluluğu da bu görüştedir. Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre, âyet-i kerimenin fıkhı incelikleri ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

İlim adamları, içim ile şunu kabul etmişlerdir: Önce selâm vermek, teşvik edilmiş bir sünnettir. Selamı almak ise, bir farizadır. Çünkü yüce Allah:

"Siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla karşılık verin" diye buyurmuştur.

Ancak, bir topluluk arasından bir kişi selâmı alacak olursa, bunun yeterli olup olmayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Mâlik ile Şâfiî, bunun yeterli olacağını ve müslüman bir kimsenin selâm verenin sözünün aynısı ile selâmını almış olacağı görüşündedirler. Kûfeliler İse, selâm almanın muayyen farzlardan (farz-ı aynalardan) olduğu görüşünde olup şöyle derlet: Selam vermek, selâm almaktan farklıdır. Çünkü selâm vermek tatavvu (nafile bir ibadet) dir. Onu almak ise bir farizadır. Topluluk arasındaki bir gayri müslim, verilen selâmı alacak olursa, bu topluluğun üzerindeki selâm alma farzını kaldirmaz. İşte bu da selâm almanın bizzat her kişinin ayrı bir görevi olduğunun delilidir. Katade ve el-Hasen der ki: Namaz kılan bir kimseye selâm verilecek olursa, sözlü olarak selâmı alır ve bu şekilde selâm alması, onun namazım yarıda kesmiş olmaz. Çünkü o emrolunduğu bir işi yapmıştır.

Ancak, buna muhalefet etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri, Ebû Dâvûd'un, Ali b. Ebî Tâlib'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu âyetini delil gösterirler: "Bir topluluk bir yerden geçtikleri takdirde, onlardan birisinin selâm vermesi yeterli olduğu gibi, oturanlardan da birisinin o selâmı alması yeterlidir." Ebû Dâvûd, Edeb 140. Bu âyet ise, görüş ayrılığı olan noktada açık bir nass (bir delil)dir,

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu, muarızı (onunla çatışan) bulunmıyan hasen bir hadistir. İsnadında Said b. Halid diye bir ravi vardır ki, bu da Medine'li Huzaalılardan, Said b. Halid'dir. Bazı hadis âlimlerine göre onun rivâyetlerinde bir sakınca yoktur, Kimisi de bunun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Böyle diyenler arasında Ebû Zur'a, Ebû Hacim ve Yakub b. Şeybe de vardır. Ayrıca bunlar, onun bu hadisini münker kabul etmişlerdir. Çünkü, bu senet ile bu hadisi yalnızca o rivâyet etmiştir. Diğer taraftan Abdullah b. el-Fadl, Ubeydullah b. Ebi Rafi'den hadis dinlemiş değildir İkisinin arasında bundan başka birkaç hadiste el-A'reç de vardır. Doğrusunu bilen Allah'tır. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, V, 290-291.

Yine bu görüşü savunanlar, Hazret-i Peygamberin: "Az topluluk, çok topluluğa selâm verir" Buhârî, İsti'zan 4-7; Müslim, Selam 1, Edeb 46: Ebû Dâvûd, Edeb 134; Müsned, III, 444, VI, 19. âyetini delil gösterirler. Ayrıca ilim adamları, bir kişinin topluluğa selâm verebileceğini icma ile kabul edipr kalabalık sayısınca selâmını tekrarlamasına gerek olmadığını benimsediklerine göre, aynı şekilde bir kişi de topluluk adına selâmı alır ve diğerlerinin bu konuda vekili olarak hareket eder. Farz-ı kifayelerde olduğu gibi.

Mâlik de Zeyd b. Eslem'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Binek üstünde olan yürüyene selâm verir. Bir topluluk arasından bir kişi selâm verecek olursa, bu hepsi için yeterli olur." Muvatta’', Selam 1.

İlim adamlarımız der ki: İşte bu, bir kişinin selâmı almasının yeterli olduğuna delildir. Zira, ancak vacip olan hususlarda "onlar için yeterli olur" tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Derim ki: İşte ilim adamlarımız bu hadisi böylece te'vil etmiş (yorumlamış) ve bir kişinin selâmı almasının câiz olacağına dair bunu delil kabul etmişlerdir. Ancak çok rahatlatıcı bir delil olarak görülemez.

3. Selâmın Daha Güzeli ile Alınması:

Yüce Allah'ın:

"Ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla karşılık verin" âyetinde sözü geçen selâmın daha güzeli ile alınması, "selâmun aleyküm" diyen kimseye fazladan: "Aleykesselâm ve rahmetullah" diye karşılık vermek suretiyle olur. Eğen "Selâmım aleyke ve rahmetullah" diyecek olursa, selâmı alan kimse "ve berâkâtuhu"yu ekler. İşte selâmın nihai şekli budur, bundan fazlası ile selâm alınmaz. Yüce Allah, -ileride yeri gelince açıklanacağı üzere- o şerefli hane halkından:

"Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun" (Hud, 11/73) diye selâmlandıklarını haber vermektedir. Şayet, selâm veren nihai şekliyle selâm verecek olursa, selâmı alan sözünün başına "vav" harfini ilave ederek: "Ve aleykesselâmu ve rahmetullaki ve berâkâtuhu" diye karşılık verir. Misliyle selâmı almak ise, "esselâmu aleyke" diyene, "aleykesselâm" diye karşılık vermektir. Şu kadar varki, kendisine selâm verilen kişi bir kişi olsa dahi, bütün selamlamaların çoğul lâfzı ile olması gerekmektedir. (Esselâmu aleykum ve aleykumusselâm... şeklinde).

el-A'meş, İbrahim en-Nehaî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Tek kişiye selâm verdiğin takdirde "esselâmu aleykûm" de. Çünkü onunla birlikte melekler de vardır. Selamın alınması halinde de bunun çoğul lâfzı ile olması gerekir. İbn Ebi Zeyd der ki: Selam veren esselâmu aleykûm der, selâmı alan da ve aleykumu's-selâm diye karşılık verir. Veya ona söylenildiği gibi o da esselâmu aleykûm der. İşte yüce Allah'ın: "Veya aynısıyla karşılık verin" âyetinin anlamı budur. Selamı alırken (tekil olarak) selâmun aleyke (selâm senin üzerine olsun) diye söylenmez.

4. Selamlaşmada Tercih Edilen İfade Şekli:

Selamlaşmada tercih edilen ve edebe uygun olan, yüce Allah'ın isminin (es-Selâm lâfzının) mahlukun isminden önce zikredilmesidir. Nitekim şanı yüce Allah:

"Selâm olsun İlyas'a" (es-Sâffât, 37/130) diye buyurmaktadır. İbrahim (aleyhisselâm) kıssasında da şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun ey hane halkı!" (Hud, 11/73) Yine Hazret-i İbrahimden (babasına):

"Selam sana" (Meryem, 19/47) dediğini haber vermektedir.

Buhârî ile Müslim'in Sahîh'inde Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:

Aziz ve celil olan Allah Âdemi, boyu altmış zira olmak üzere (Âdem'in kendi suretinde yaratmıştır.) Müslim'in Sahih'inde bu hadisle ilgili notta (Nevevi’den naklen) şöyle denilmektedir: Bu rivâyet, zamirin Âdem'e ait olduğu hususunda açıktır." İbn Hacer de şöyle demektedir. "Bu rivâyet, zamirin Âdem (aleyhisselâm)'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir” (Fethu'l-Bâri, VI, 422; ayrıca bk. XI, 5 vd.) Onu yaratınca: Git şu topluluğa selâm ver dedi.

-Bunlar meleklerden oturmakta olan bir topluluktu.- Onların sana ne şekilde selâm vereceklerini dinle. Bu senin ve senin soyundan geleceklerin selâmı olacaktır. Bunun ürerine Âdem gidip, esselâmu aleykûm dedi. Onlar da esselâmu aleyke verahmetullah dediler. -Böylelikle fazladan ona "verahmetullah" diye karşılık verdiler- İşte cennete girecek olan herkes, Âdemin sureti üzre boyu altmış zira olarak girecektir. Ondan sonra İnsanlar şu ana kadar hilkat itibariyle eksilmeye devam etmektedirler." Buhârî, Enbiya I, istizan 1, Cennet 1.

Derim ki: Bu Hadîs-i şerîf, sahih olmanın yanında yedi hususu da. ifade etmektedir:

1. Hazret-i Âdem'in yaratılışının niteliğini haber vermektedir.

2. Allah'ın lütfuyla biz cennete bu surete sahip kılınarak gireceğiz.

3. Az. sayıda olanların çok olanlara selâm vermesi,

4. Yüce Allah'ın adının öne alınması,

5. Benzeriyle selâm vermek. Çünkü onlar da esselâmu aleykum diye selâmı almışlardı.

6. Selâmı alırken ona ilavede bulunmak.

7. Kûfelilerin belirttikleri şekilde selâm verilenlerin tümünün selâmı almaları. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

5. Selamı Alırken Selam Verenin Önce Anılması:

Selamı alırken, kendisine selâm vereni önce anacak olursa, haram ya da mekruh işlemiş olmaz. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde selâm aldığı sabit olmuştur. Hazret-i Peygamber, güzel bir şekilde namaz kılamayan adamın, kendisine verdiği selâmını: "Ve aleykesselâm. Hadi geri dön (bir daha) namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın" diye cevap vermişti. Buhârî, Ezan 122, Eymân 15, İsti'zân 18; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 143; Tirmizî, Salât 110; îsti'zân 4; Nesâî, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 61, İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 72.

Hazret-i Âişe de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Cebrâîl'in kendisine selâm gönderdiğini haber verince; "Ve aleyhisselâm ve rahmetullah" diye selâmını almıştı. Bunu da Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Fedâilu Ashâbi'n-Nebîyy 30, İsti'zân 19.

Hazret-i Âişe'nin hadisindeki fikhî inceliklerden birisi de şudur: Bir kişi bir başka kişiye selâm gönderecek olursa, doğrudan doğruya ona selâm veriyormuş gibi onun selâmını alması gerekir,

Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Babam sana selâm gönderdi deyince Hazret-i Peygamber de; "Aleyke ve alâ Ebîkesselâm" yani, sana ve babana selâm olsun, diye selâmını almıştır, Müsned, V, 366. Nesâî ve Ebû Dâvûd, Cabir b. Süleym'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaştım ve: "Aleykesselâmu ya Rasulallah (Sana sdâm olsun ey Allah'ın Rasulü) dedim, O da: Aleykesselâmu deme. Çünkü aleykesselam, ölüye selâm şeklidir. Fakat bunun yerine esselâmu aleyke de." Ebû Dâvûd, Libas 25, Edeb 140; Tirmizî, İsti'zan 28; Müsned, III, 482.

Şu kadar var ki, bu hadis sabit değildir. Ancak Tirmizî, hadisi kaydettikten sonra, "Bu hasen, sahih bir hadistir" demektedir. Ancak, Arapların kötü hususlarda beddua ettikleri kişinin ismini başa almaları adetleridir Mesela Araplar: Üzerine olsun Allah'ın laneti ve Allah'ın gazabı, derler.

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur;

"Ve senin üzerinedir lanetim kıyâmet gününe kadar." (Sâd, 38/78) Yine ölmüşlere selam verirken şairlerin alışageldikleri ve adet edindikleri usul de bu idi. Şu beyitlerinde olduğu gibi:

"Sana olsun Allah'ın selâmı, ey Kays b. Âsım!

Ve rahmeti, rahmet dilemeyi murad ettikçe."

Bir diğer şair eş-Şemmâh da şöyle demektedir:

"Sana selâm bir emirden ve bereket ihsan etsin

Allah'ın kudret eli, o paramparça olmuş deri çadıra."

Hazret-i Peygamberin ona bu şekilde selâm vermesini yasaklayış sebebi, ölüler hakkında meşru olan selâm lâfzının bu oluşundan dolayı değildir. Hazret-i Peygamberin hayatta olanlara selâm verdiği şekilde ölülere de selâm verdiği ve şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "By mü’minler topluluğunun diyarı, selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de sizlere kavuşacağız." Müslim, Tahâre 39; Ebû Dâvûd, Cenâiz 79; İbn Mâce: Zühd 36; Müsned, II, 300, 375: 408.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhnha) de şöyle sormuştu: Ey Allah'ın Rasulü, kabristana girdiğim takdirde ne söyleyeyim? Şöyle buyurdu: "Selâm sizlere ey mü’minler diyarının sakinleri" de. Müslim, Cenâiz 103, 104; Nesâî, Cenâiz 103; Müsned, VI, 221. Bu ve bundnn öncekine benzer rivayeder için bk.: İbn Mâce, Cenâiz 36; Müsned, V, 353- 360, VI, 71, 76, 111, 180.

İleride yüce Allah'ın izniyle et-Tekâsur Sûresi'nde (102, Sûre); kabir ziyaretine 'dair açıklamalar gelecektir.

Derim ki: Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği hadis ile diğerlerinin kabristandan geçip oraya yaklaşma sırasında bütün kabir ahalisine selâm vermek hakkında; Cabir b. Süleym’in rivâyet ettiği hadisin de yalnızca kabir ziyareti kastıyla oradan geçiş hakkında olması da muhtemeldir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

6. Selamlaşmaya Dair Diğer Hükümler;

Binekli olanın yürüyene, ayakta olanın oturana, azınlığın çoğunluğa selâm vermeleri sünnettendir. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği Müslim'in Sahîh'inde yer alan Hadîs-i şerîfte böyle zikredilmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Binekli olan yürüyene selâm verir..." Buhârî, İstizan 5, 6; Müslim, Selam 1; Ebû Dâvûd, Edeb 133; Tirmizî, İsti'zân 14; Muvatta’'. Sekim 1; Müsned, III, 444, VI, 19, 204.

Bu hadiste mertebe itibariyle yüksek olduğundan dolayı binek üzerinde olandan başlamaktadır. Ayrıca bu binekliyi büyüklenmekten uzaklaştırır. Yürüyen hakkında da binekli hakkında söylendiği gibi söylenmiştir. Yine şöyle denilmiştir: Oturanın, vekar, sebat ve sükun halt üzere olduğundan dolayı yürüyene göre üstün bir meziyeti vardır. Zira yürüyenin hali bunun tam aksidir. Azınlığın çoğunluğa selâm vermesine gelince, bu da müslümanların çokluğunun ve çoğunluğunun şerefine riayetten dolayıdır. Buhârî Hadîs-i şerîfte ayrıca; "Küçük de büyüğe selâm verir" fazlalığını da kaydetmektedir. Buhârî, İstizan 4, 7; Ebû Dâvûd, Edeb 134; Müsned, II, 314.

Buyû'ğün küçüğe selâm vermesine gelince, Eş'as, el-Hasen'den küçük çocuklara selâm verilmesi görüşünde olmadığını rivâyet etmektedir, O der ki; Çünkü selâmın alınması bir farzdır. Küçük çocuğun ise selâm verme yükümlülüğü yoktur. O halde küçük çocuklara selâm vermemek gerekir. İbn SMn'den ise, onun küçük çocuklara selâm vermekle birlikte onlara sesini işittirmediği rivâyet edilmiştir.

İlim adamlarının çoğunluğu der ki: Küçük çocuklara selâm vermek, onu cerketmekten daha faziletlidir. Buhârî ile Müslim'de es-Seyyar'dan şöyle dediği nakledilmektedir. Sabit ile beraber yürüyordum. Çocukların yanından geçti, onlara selâm verdi. O da, Enes ile birlikte yürürken, Enesin çocukların yanından geçip, çocuklara selam verdiğini zikretti. Enes de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yürürken, çocukların yanından geçtiğini, onlara selâm verdiğini zikretti. Bu Müslim'in lâfzıdır. Müslim, Selâm 15; Buhârî, Isti'zain 15; Tirmizî, İsti'zan 8; Dârimî, İsti'zân 8. Böyle davranmak, Hazret-i Peygamber'in büyük ahlakı cü mi es indendir. Bununla küçük çocukların bu gibi şeylere alıştırılmasına işaret olduğu gibi, sünnetlerin öğretilmesine teşvik ve onların şer'î adap üzere eğitilmeleri de sözkonusudur. O halde bunlara uymak gerekir.

Hanımlara selâm vermek ise caizdir. Ancak, şeytanın dürtmesi, yahut haince bir bakış suretiyle onlarla konuşmaktan fitne korkusu dolayısıyla genç hanımlar bundan müstesnadır. Yaşlanıp kocamış ve acuze olmuş hanımlara ise, sözünü ettiğimiz hususlardan yana güven akında olunduğundan dolayı selâm vermek güzeldir. Atâ ve Katade'nin görüşü budur. Mâlik ve İlim adamlarından bir gurup da bu kanaattedir.

Şu kadar var ki, Kûfeli âlimler, selâm verenin kadınlara mahrem olmaması halinde selâm vermesini kabul etmez ve şöyle derler: Ezan okumak, kamet getirmek, namazda Kur'ân'ı açıktan okumak kadınlardan sakıt olduğuna göre, selâmı atmaları da onlardan sakıttır. O bakımdan hanımlara selâm verilmez. Ancak sahih olan birinci görüştür.

Çünkü Buhârî, Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bizler cuma günü gelmesinden dolayı sevinirdik- Ona, neden diye sordum, dedi ki: Bizim kocamış bir kadın vardı. Bu kadın Budaa'ya -İbn Mesleme der ki: Medine'de bir hurmalığın adıdır- birisini gönderir, oradan pazı kökleri aldırır, bunu tencereye koyar, üzerine de birkaç tane arpa öğütür atardı. Cuma namazım kıldık mı, namazdan çıkıp onun yanına gider, ona selâm verirdik, O da bu pişirdiği yemeği önümüze getirir, koyardı ve bundan dolayı sevinirdik. O sırada, ancak cuma namazını kıldıktan sonra kaylule yapar (öğle vakti dinlenmeye çekilir) ve yemek yerdik." Buhârî, Hars 21, Et'ime 17, İsti'zan 16.

8. Selam Şekli ve Adabı:

Selâmın da, selamın alınışının da işitilecek sesle olması sünnettir. Parmakla veya elle işaret, Şâfiî'ye göre yeterli değildir. Bize göre uzak olunması halinde yeterli gelir. İbn Vehb, İbn Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: es-Selâm, aziz ve celil olan Allah'ın isimlerindendir. Allah, onu yeryüzüne dağım. O bakımdan onu kendi aranızda yaygınlaşırınız. Kişi, bir topluluğa selâm verip de onlar da selâmını alacak olurlarsa, onlardan bir derece üstün olur. Çünkü onlara (bunu) hatırlatmış olur. Şayet onlar selâmını almayacak olurlarsa onlardan daha hayırlı ve daha hoş olanlar onun selâmını alırlar

el-A'meş de, Amr b. Murre'den, o, Abdullah b. el-Haris'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Kişi, bir topluluğa selâm verecek olursa, onlara bir derece üstünlüğü olur. Eğer onlar selâmını almayacak olurlarsa, melekler onun selâmını alırlar ve onlara lanet okurlar.

Selamı alan kişi, cevabını işittirmelidir. Çünkü selâm verene selâmını aldığını işittirmiyecek olursa, ona cevap vermiş, yani selâmını almış olmaz. Nitekim, selâm veren bir kimse de eğer sesini selâm verdiği kimselere işittirmeyecek olursa, ona selâm vermiş sayılmaz. Aynı şekilde selâmı alanın da selâmı aldığı işitilmiyecek olursa, selâma cevap vermiş olmaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Selam verdiğiniz takdirde sesinizi işittiriniz. Selamı aldığınız takdirde de sesinizi işittiriniz. Oturacak olursanız, güvenlikle oturunuz. Kiminiz, kiminizin sözünü de alıp (başka yere) taşımasın."

İbn Vehb der ki: Bana Usame b. Zeyd, Nafi'den şöyle dediğini haber verdi: Şam fakihlerinden Abdullah b. Zekeriyya diye anılan bir adam ile yolda yürüyordum. Bineğimin küçük abdestini bozmak için durması beni alıkoydu. Daha sonra ona yetiştim, fakat selâm vermedim. Bana, selâm vermeyecek misin dedi. Şöyle dedim: Ama az önce seninle beraberdim. Dedi ki: Dediğin gibi olsa dahi (yine vereceksin). Çünkü Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşları birlikte yürürler, bir ağaç aralarına girer, onları biribirinden ayırırdı. Fakat bir araya geldikleri vakit yine biri ötekine selâm verirdi.

9. Kâfirin Selamını Almak:

Kâfirin selâmını almanın hükmüne gelince, selâm verdiği takdirde ona: "Ve aleykum" denilerek selâmı alınır.

İbn Abbâs ve başkaları der ki: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetinden maksat şudur: Eğer bu selâmı veren kişi mü’min ise, "siz ondan daha güzeli ile selâmı alın." Şayet size selâmı veren bir kâfir ise, Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın dediği şekilde o selâm alınarak onlara: "Ve aleykum" denilir. Atâ ise der ki: Âyet-i kerîme yalnızca mü’minler hakkındadır. Onların dışında selâm veren olursa ona Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi "aleyke" diye cevap verilir.

Derim ki: Kâfır'in selâmı alınırken "ve aleyke" diye vav harfi başa getirilerek selâmın alınacağı belirtildiği gibi, Müslim'in Sahih'inde vavsız olarak sadece "aleyke" diye gelmiştir. Manası açık olan rivâyet de budur. "Vav" ile birlikte selâmın alınmasını ifade eden rivâyetlerde ise, anlaşılması güç olan bir taraf vardır. Çünkü, atıf edatı olan vav, ortaklığı gerektirmektedir. Bu ise, onların bize ölüm ile beddua etmelerinde bizim de onlarla beraber ortak olmamızı gerektirir. Bundan dolayı bunu te'vil edenlerin farklı görüşleri vardır: Bu görüşler arasında en uygun olanı şöyle demektir: Buradaki uvav", normal özelliği ile attf içindir.

Şu kadar varki, bizim onlara bedduamız kabul olunur. Fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da böyle ifade buyurmuştur. Bu "vav"ın fazla olduğu da söylenmiştir, istinaf (cümle başı olmak üzere) olduğu da söylenmiştir. Ancak en uygun olanı birinci görüştür.

"Vav"sız rivâyet mana itibariyle daha güzeldir. Ancak "vav"lı rivâyet daha sahih ve daha meşhurdur, ilim adamlarının çoğunluğu da bu rivâyeti benimsemiştir.

10. Zimmet Ehlinin Selâmını Almanın Hükmü:

Zimmet ehlinin selâmım almak hususunda görüş ayrılığı vardır. Müslümanların selâmını almak gibi onların da selâmını almak vacip midir? İbn Abbâs, en-Nehaî ve Katade, âyet-i kerimenin umum İfade etmesini ve sahih sünnette onların selâmının alınmasını emreden âyeti delil göstererek bu görüşü kabul etmişlerdir.

Eşheb ve İbn Vehb'in kendisinden yaptığı rivâyete göre Mâlik, bunun vacip olmadığı görüşündedir. Eğer zimmet ehlinin selâmını alacak olursak, yalnızca "aleyke" deriz. İbn Tavus; zimmet ehlinin selâmını alırken "Selâm senin üstüne yükselsin; yani selâm üzerinden kalksın, diye cevap vermeyi tercih etmiştir.

Bazı ilim adamlarımız ise, "es-selâm" demeyi tercih etmişlerdir. Bundan kasıt, taş'tır. Mâlik ve başkalarının bu husustaki görüşleri Hadîs-i şerîfte belirtilene uygun ve yeterlidir. İleride Meryem Sûresi'nde Hazret-i İbrahim'in babasına söylediği haber verilen:

"Selam sana" (Meryem, 19/47) âyetini açıklarken zimmet ehline öncelikle selâm vermeye dair açıklamalar gelecektir.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınız." Müslim, Îman 93; Ebû Dâvûd, Edeb 131; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 56, İsti'zân 1; İbn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11; Müsned I. 165, 167, II. 391, 442, 477, 495, 512.

İşte bu, selâmın müşrikler dışarda olmak üzere müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11. Kimlere Selam Verilmez:

Namaz kılana selâm verilmez. Selam verilecek olursa, namaz kılan muhayyerdir. Dilerse parmağıyla işaret ederek selâmını alır, dilerse namazını bitirinceye kadar selâmı almaz. Namazı bitirdikten sonra selâmı alır.

Def’i hacette bulunana da selâm vermemek gerekir. Verilecek olursa, selâmı alma yükümlülüğü yoktur. Böyle bir durumda iken adamın birisi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına uğrar, Hazret-i Peygamber ona şu cevabı verir: "Benim bu halde olduğumu görür veya bu halde beni bulursan bana selâm verme. Çünkü (bu haldeyken) bana selâm verecek olursan, senin selâmını almam." İbn Mâce, Tahâre 27.

Kur'ân okuyana da selâm vererek okumasını kesmeye sebep olunmaz. Kur'ân okuyana selâm verilecek olursa, muhayyerdir. Dilerse selâmı alır, dilerse okumasını bitirinceye kadar selâmı almaz. Okumasını bitirdikten sonra selâmı alır. Avretini açmış olduğu halde hamama girene veya hamam ile ilgili bir meşguliyette bulunana da selâm verilmez. Bu durumda olmayana ise selâm verilir.

12. Selam Vermenin ve Almanın Ecri:

Yüce Allah:

"Şüphesiz Allah herşeyîn hesabını hakkıyla yapandır" âyetindeki "hasîb" kelimesi, koruyup gözetleyici demektir. Bunun kâfi gelen anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hasbukellah: Allah sana yeter" ifadesinde olduğu gibi.

Katade der ki: Hasîb demek, hesaba çeken demektir. Beraber yemek yiyene (muvakil) anlamında ekîl denilmesi de böyledir. Bunun hesâbtan faîl vezninde bir kelime olduğu da söylenmiştir. Burada bu sıfatın zikredilmesi gayet güzeldir. Çünkü âyet-i kerimenin ifade ettiği mana, insanın yaptığından fazlasını alması yahut daha azını veya tam karşılığım alması ile ilgilidir.

Nesâî'de İmrân b. Husayn'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunuyordum. Bir adam geldi ve selâm vererek; es-selâmû aleykum dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun selâmını aldı ve: "On" diye buyurdu. Sonra adam oturdu. Daha sonra bir başka kişi geldi, o da: Esselâmu aleykum ve- rahmetullah dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını aldı ve: 'Yirmi" dedikten sonra adam oturdu. Bir diğeri daha geldi ve: Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berhakâtuhû dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun da selâmını aldı ve: "Otuz" dedi. Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizî, İsti'zân 2.

Görüldüğü gibi bu haber tefsir edici bir haber olarak gelmiştir. O da şudur: Her kim müslüman kardeşine selâmun aleykum diyecek olursa ona, on hasene yazılır. Eğer esselâmu aleykum ve rahmetullah diyecek olursa, ona yirmi hasene yazılır. Şayet esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berâkâtuhu diyecek olursa, ona otuz hasene yazılır. Selamı alana da aynı şekilde ecir verilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç