15
"Kadınlarınızdan zina
(fuhuş irtikâb) edenlere karşı sizden dört şâhid
getirin. Eğer onlar sahicilik ederlerse onları ölünceye veya Allah onlara bir
yol açıncaya kadar evlerde tutun (hapsedin)."
A- "Kadınlarınızdan zina
(fuhuş irtikâb) edenlere
karşı sizden dört şâhid getirin."
Veraset ahkâmından sonra burada
kadınlara ilişkin bir takım hükümler konuluyor.
Burada "nisâiküm / kadınlarınız"
kelimesinden murad, Mücadele
(58) sûresinin 3. ve Nisa (4) sûresinin
23. âyetlerinde olduğu gibi zevceler kasdedilmektedir. Tabiînden Süddî'nin
kanaati de budur.
Dört şâhidden murad, dört erkek
mü'min ve hür kimsedir.
B- "Eğer onlar şâhidlik ederlerse onları ölüceye veya
Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun."
Bu dört şâhid o kadınların
aleyhinde zina ettiklerine dâir şâhitlik ederlerse, artık bu kadınlar
ecelleriyle ölünceye veya Allah (celle celâlühü)
onlar için özel bir hüküm gönderinceye kadar o kadınları evlerde hapsedin.
Âyette, özel hükmün yol olarak
ifâde edilmesi, (ünlü
Mutezile âlimi)
Ebû Müskin Muhammed b. Ali el-Isbahanî'nin dediğinin aksine, bunun hapis
cezasından daha hafif olduğuna delâlet etmez.
16
"Sizlerden zina (fuhuş
irtikâb) edenlerin her ikisine de
(tevbih ile) ezâ edin.
Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri
çok kavul eden (Tevvab)dir,
çok merhamet eden (Rahîm)
dir."
A- "Sizlerden zina
(fuhuş irtikâb) edenlerin her ikisine de
(tevbih ve takti ile)
ezâ edin."
İki kişiden maksad, zina eden erkek
ile kadındır. Erkek kipinin kullanılması tağkb
(birini gaalib kılmak) yoluyladır.
Tabiînden Süddî diyor ki:
"- Bunlardan maksat, bakir erkek
ile bakire kızdır. Nitekim onların cezasının müebbed hapisten hafif olması da
bunu te'yid eder."
Süddî'nin izahına göre, böylece bu
âyetin, bir öncekinin tekrarı olması sorunu da aşılmış olur. Yalnız evli ve
iffetli (muhsan) iken zina eden erkeğin hükmü
mübhem kalmış olur. Çünkü bundan önceki âyette zikredilen ceza, evli ve iffetli
(muhsane) iken zina eden kadınlara mahsustur. Zina eden muhsanm
(iffetli evli erkeğin), bu iki hükümden birine ilhak edilmesinin zahir
olmaması, hükmün ana sebebinin ortak olmasında mübhemlik olduğuna delâlet
etmektedir.
Zina fiili işleyen bu iki kişi,
teşhir edilmek, halkın huzurunda kınanarak ve azarlanarak
(tevbih ve takri' ile) rezil-rüsvay edilmek
suretiyle cezalandırılırlar.
Bir görüşe göre, bunlara ayakkabılarla
tekmeler de atılır.
Zahire göre, bu ceza hükmünün
uygulanması da, ancak zina fiilinin sükutundan sonra olur. Bu hususun burada
zikredılmemesi, bundan hemen önce zikredilmesi ile iktifa edildiği içindir.
B- "Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan
vazgeçin."
Eğer onlar karşılaştıkları azarlar,
eziyetler gibi müeyyideler sebebiyle, yaptıklarından pişman olup tevbe eder ve
kendilerini düzeltirlerse, artık siz de, onlara uyguladığınız muameleyi kesin.
Çünkü tevbe ve ıslah, zemm ve cezayı kaldırır.
Bir görüşe göre buradaki hitab, onların
fiillerine vâkıf olan şahitler için de olabilir. Buna göre, buradaki eziyet de,
şâhidlerin onları zemmetmeleri, ayıplamaları ve onları yetkililere şikayet etmek
tehdidinde bulunmalarıdır.
Onlardan el çekmeleri de, onları
yetkiklere şikâyet etmekten vazgeçmeleridir.
Bir görüşe göre, Islamın
(Medîne döneminin) ilk yıllarında bu iki sınıfın
cezaları böyle idi; sonra nazil olan had cezası ile bu hüküm nesholundu. Nitekim
rivâyete göre Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Alın benden
(Huzû a'nnî), alın benden
(huzû annî); Allah, o kadınlara bir yol tâyin
etti :
- Dul kadın recmolunur ; bâkire
kamçılanır.
(Bu şer'î tarife uygun yüz kamçı darbesi ile dövülmek
demektir.)
Bir diğer görüşe göre ise, bu âyet nüzul
itibarıyla birincisinden öncedir ve başkasının nikâhı altında olmayan zâniye
kadınların cezası;
- önce eziyete uğramak,
- sonra hapsedilmek,
- sonra celd
(kamçı ile dövülmek),
- sonra recm
(taşlanarak öldürülmek)dır.
Bir görüşe göre, hapis emri nesholunmamış
olabilir.
Burada haddin zikredilmemesi, Kitab
ve Sünnet ile malum olduğu içindir. Buna göre, had cezasının uygulanmasından
sonra kadınların evlerde tutulmaları tavsiye olunmaktadır. Bu da, o kadınların,
evlerinden çıkıp kendilerini erkeklere arzetmelerıyle başlarına gelenlerden
korunmaları içindir.
Ancak âyetin nazm-i kerîmi bu
görüşe müsait değildir.
Ebû Müslim,
(Câmiu't Tevil li Muhkemi't Tenzil adlı tefsirinde)
Tâbiinden Mücâhid'e nisbet ederek diyor ki:
Birinci
(15.) âyet hükmü, sevici iki kadın içindir,
ikinci (16.)âyet hükmü de livata fiilin işleyen
iki erkek içindir. Nûr sûresindeki hüküm ise, zina eden kadınlar ve erkekler
içindir. Zira birinci hükümde (15. âyet)
zikredilen, yalnız kadınların sıygalarıdır (kipleridir),
ikinci hükümde (16. âyet) zikredilen de,
erkeklerin sıygalarıdır. Ve bunu, tağkb (bir tarafı
galip kılıp ona riâyet etmek) ile izah etmek zarureti de yoktur. Bir de,
birincisinde (kadınların sıygasının kullanıldığı 15.
âyette) tağkb için olduğunu söylemek de mümkün değildir.
(Çünkü tağkb erkekler için olur.) "
Ancak dört şahit getirme emri, bu
görüşe mânidir. Çünkü şeriatte zina sucu dışında hiçbir suç için dört şahit
getirme şartı bilinmiyor.
C- "Çünkü Allah, tevbelerı çok kabul eden, çok merhamet
edendir."
Allahü teâlâ, günah işlemiş olan
kullarının tevbelerini ziyadesiyle kabul eder. O'nun rahmeti geniştir. Bu cümle,
tevbe ve ıslahtan sonra anılan kişilerden el çekmenin illet ve sebebidir.
17
"Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle bir
kötülük işleyip de hemen (karîben)
tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder. Allah,
her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir,
hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."
A- "Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle
bir kötülük işleyip de hemen (karîben)
tevbe edenlerin tevbesidir."
Bu cümle, Allahü teâlâ'nın tevbeyi
kabul etmesinin mutlak olmadığını, fakat burada belirtilen şart ile mukayyet
olduğunu açıklıyor. Nitekim Allahü teâlâ'nın Tevvâb
(tevbeleri çok kabul eden) ve Rahîym olarak
vasıflandırılması, mutlak olarak anlaşılabilir.
Allah kelimesinden önce "alâ"
harf-i cerri bulunmaktadır. Buna göre tam meâli, "kabulü Allah üzerine olan
tevbe.." dir. Burada kullanılan "alâ" harfi, Allahü teâlâ'nın âdeti ve va'di
gereğince tahakkukun kesin olduğuna delâlet içindir.
Yani sanki bu tevbenin kabulü Allahü teâlâ'ya
vâcib olan şeylerdendir. Bu "alâ" harfinin "min / den" eki anlamında olduğunu
söyleyenlerin muradı da budur.
Bir başka görüşe göre de bu "alâ",
"indinde, katında, nezdinde" anlamındadır.
Rivâyete göre
Hasen-ı Basrî' şöyle anlamıştır: "Allahü teâlâ'nın kabul buyuracağı
tevbe..." Bir başka görüşe göre de bunun anlamı:
"Allahü teâlâ'nın kentli lûtfuyla
kabulünü üzerine vâcib kıldığı tevbe..."dir.
"Kötülük / sû´" ten murad,
günahtır; ister küçük olsun, ister büyük olsun.
Kötülüğü cehaletle işlemek, o
andaki cehalet ve idrâksızlık yüzünden
yahut cehalet sebebiyle işlemek demektir. Çünkü
günah işlemek, cehaletin sebep olduğu bir hâdisedir. Ancak bu cehaletten maksad,
bunun kötülük olduğunu bilmemek demek değildir; fakat câhilin yaptığı gibi, o
anda akıbeti düşünmemektir.
Tabiînden
Katâde diyor ki:
"-
Resûlüllah in
(sallallahü aleyhi ve sellem)
Ashâbının icmâı ile sabittir ki, kulun, Rabbina isyanı sayılan her hareket,
cehalettir; ister kasden, ister hatâ ile
olsun."
Tabiînden
Mücâhid de diyor ki:
"- Allahü teâlâ'ya isyan eden, bu
cehaletinden çekilinceye kadar câhildir İbrâhîm el-Zeccac da tefsirinde diyor
ki:
"Buradaki "bicehaletin / cehaletle"
ifâdesinin mânâsı, âhiretin ebedî lezzetini bırakıp da dünyanın fâni lezzetini
tercih etmekle, demektir."
Katiben tevbe etmekten maksad, ölüm
gelip çatmadan önce tevbe etmektir. Nitekim bundan sonraki âyette buyurulan
"İçlerinden birine ölüm gelip çatınca / İza hadara ehadehümüi-mevtü" ifâdesi de,
sarahatle bildiriyor ki, tevbenin adem-i kabul zamanı, ölüm vaktidir.
Binâenaleyh ölüm vaktinden önceki bütün zamanlar, kabul zamanı kapsamındadır.
Rivâyete göre
İbn Abbâs
(radıyallahü anh) diyor ki:
"- Ölümün açık delili ona gelmeden
önce tevbesi kabul olur." Tabiînden
Dahhâk'a göre:
"Ölümden önce yapılan her tevbe
yakın tevbe kapsamına dahildir."
Tabiînden İbrâhîm el-Nehaî'ye göre:
"Nefes yeri tutulmadan önce tevbe
kabul olunur."
Ebû Eyyub Halid b. Zeyd el-Ensarî
(radıyallahü anh)’nin rivâyetine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur:
"Allahü teâlâ, can boğaza gelmeden
önce kulun tevbesini kabul eder / Inne-llâhe teâ'lâ yakbelü tevbetel-a'bdi ma
lem yuğarğır."
Tabiînden Ata diyor ki:
"- Ölümden, deve sağıldıktan sonra
tekrar memesine süt ininceye kadar geçen zaman kadar önce tevbe kabul olunur."
Tabiînden
Hasen-ı Basrî'den rivâyet edildiğine göre:
"İblis, yeryüzüne indiriknce dedi
ki:
"- Ya Rabbi! Senin izzetine yemin
ederim ki, Âdem oğlunun ruhu bedeninde kaldığı müddetçe ben unun peşini
bırakmayacağım."
O zaman Allahü teâlâ da buyurdu ki:
"- Ben de izzetime yemin ederim ki,
kulumun canı boğazına gelmeden tevbe kapısını üzerine kapatmayacağım."
Âyette, günahın işlendiği vakitle
ölümün geliş anı arasında kalan zamana yakın zaman denmiştir. Binâenaleyh bu
sürenin hangi bölümünde tevbe ederse, tevbesi kabul olunur.
B- "İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder."
Allahü teâlâ, bu vasıfları
itibariyle onların tevbesini kabul eder. Uzaktakileri işaret eden "ülâike" nin
kullanılmış olması onların zikirlerinden sonra araya fasıla girdiğindendir. Bu
işaretteki hitab, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)
ya da hitaba ehil herkes içindir.
Bu da, tevbelerinin kabulü için bir
va'ddir.
C- "Allah, her şeyi hakkıyle bilen
(A'lim)dir, hükümlerinde
hikmet sahibi (Hakîm)
dır."
Allahü teâlâ'nın ilmi ve hikmeti
sonsuzdur. Bundan dolayı Allah hükümlerini ve fiillerini hikmet esası üzerine
bina etmiştir.
Bu arızî
(itirazı) cümle, makablinin mefhûmunu açıklar
mâhiyettedir.
Burada zamir makamında ism-i celikn
zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü
(Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allahü teâlâ'nın kemâl
sıfatlarını ifâdede asıldır.
18
"Yoksa (o kabulü
va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm
gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir. Kâfir olarak
ölenler için de değildir. İşte bunlar için Biz, elem verici
(can yakıcı) bir azab
hazırladık."
A- "Yoksa (o kabulü
va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm
gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir."
Bundan önceki âyette bahsi geçen
makbul tevbenin ne olduğu, burada sarahatle açıklanmakta ve ilâve olarak da,
bunlardan başkasının tevbesmin yok hükmünde olduğu bildirilmektedir.
"Seyyiât / kötülükler" kelimesinin
çoğul sıygası ile olması, kötülüklerin zaman içinde tekerrür etmesi
itibariyledir; yoksa bundan bütün kötülük çeşitlerinin kastedildiği için
değildir.
Başka bir deyişle ölecekleri zamana
kadar kötülük işlemeye devam edip de nihayet ölüm gelip çatınca "Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim" diyenlerin bu sözleri tevbe sayılmaz. Bunlar gerçek
anlamda tevbe olarak kabul edilmez.
B- "Kâfir olarak ölenler için de değildir."
Tevbenin kabulü ne onlar, ne de
bunlar içindir.
Kâfirlerin kâfir olarak tevbeleri
söz konusu olmadığı hâlde onun da zikredilmesi, tevbe edeceklerini söyledikleri
hâlde tevbelerini tehir edenlerin bu sözlerinin hiçbir değer taşımadığını
kuvvetlice belirtmek ve bunun yok hükmünde olduğunu bildirmek içindir. "Velâ"
nefiy /olumsuzluk harfinin tekrar edilmesi, zımnen bildiriyor ki, bir fayda
sağlamama itibariyle, tevbeyi tehir edenlerin hâli kâfir olarak ölenlerin
hâlinden de daha açıktır.
Burada ölüm anına kadar tevbe
etmeyenlerle kâfirlerden maksad,
-
ya özellikle kâfirlerdir,
-
ya da yalnız fâsiklardır.
Buna göre kâfir olarak
isimlendirilmeleri, durumlarının vehâmetini ifâde etmek içindir. Nitekim,
" Kim inkâr
(küfür) ederse, artık Allah şüphesiz bütün
âlemlerden müstağnidir." (Al-i İmrân 3/97)
meâlindeki âyetin ifâdesi de bu kabildendir.
Bunlardan maksad, hem kâfirler, hem
de fâsiklar olabilir. Bima göre ıkı erubun kâfir olarak vasıflandırılmaları
tağkb (ikisinden birini galip sayarak ifâdede onu
nazara almak) yoluyladır.
Birincisinden
(ölüm anına kadar tevbe etmeyenler)
fâsıkların,
İkincisinden
(kâfir olarak ölenler) ise kâfirlerin kastedilmiş olması da caizdir. Buna
göre iki fırkanın aynı kefeye konulması da ayrı bir mübalağadır; vehâmetin
ifadesidir.
C- "İşte bunlar için Biz elem, verici
(can yakıcı) bir azab
hazırladık."
Uzak işareti "ülâike"nin
kullanılması, onların hâhnın çirkinliğinin son asamaya vardığını ve kötülükteki
mertebelerinin pek uzak olduğunu bildirmek içindir. Azabın bu şekilde
vasıflandırıiması, zât olarak da, sıfat olarak da pek korkunç olduğunu bildirmek
içindir.
19
"Ey îmân edenler! Kadınlara zorla
(ikrah yoluyla) vâris
olmanız size helâl değildir. Verdiğiniz (mehr)in
bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki
onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa)
yapmış olsunlar. Onlarla ma'rufa göre (güzelce)
geçinin (muaşeret edm).
Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin
(tahammül edin); olabilir ki sız bir şeyden
hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış olur."
A- "Ey îmân edenler ! Kadınlara zorla
(ikrah yoluyla) vâris
olmanız size helâl değildir."
Câhiliye devrinde bir kimsenin bir
yakını öldüğü zaman kendi elbisesini ölenin karısının veya onun çadırının üstüne
atar ve:
"- Ben onun malına vâris olduğum
gibi, onun karısına da vârisim!" der ve böylece herkesten önce o kadın üzerinde
bir hak iktisab eder; bundan sonra,
- dilerse mehir vermeden, onunla
evlenir;
- dilerse onu başkasıyla evlendirip
mehrini alır;
- dilerse kadını, ölen kocasından
aldığı mirastan kendisine fidye vermesi için sıkıştırır, baskı yapardı.
Ancak eğer kocası ölen kadın,
üsütüne elbise atılmadan önce ailesinin yanına gidebilirse, o zaman kendisiyle
ilgili kararları verme hakkına sâhib olabilirdi.
İşte Müslümanlar böyle bir
haksızlıktan nehyolunclular. Ve inen âyetle meâlen kendilerine buyruldu ki:
"- Ölenlerin malına vâris olduğunuz
gibi, karılarım da istemedikleri hâlde miras olarak zorla almanız size helâl
değildir."
Bir görüşe göre de, onlar bu kadınların
miraslarına konmak için ölünceye kadar onları tutuyorlardı ve öldüklerinde de
miraslarını alıyorlardı. İşte bu haksızlığa son vermek üzere inen âyetle
buyruldu ki:
"- Rızâları dışında onları tutmanız
size helâl değildir."
B- "Verdiğiniz (melır)in
bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki
onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa)
yapmış olsunlar."
Câhiliye devrinde bazıları, bir
kadınla evleniyorlar ve o kadına ihtiyaç duymadıkları hâlde bir yandan huysuzluk
ve geçimsizlik çıkartıyor, öte yandan onu nikâhında hapsedip tutuyor, malından
fidye vermesi, hul' yapması
(belli bir mal karşılığında boşanması) için onu sıkıştuiyorlardı.
İşte bu âyetle bu haksızlık ortadan
kaldırıldı. Hitab, kocalar içindir. Demek istenen şudur:
"- Onları mehir olarak verdiğiniz
malın bir kısmını size iade etmek zorunda bırakmak için böyle bir yola
başvurmayın."
Onların mallarını bu şekilde
almanın, "ktezhebû" buyrulmak suretiyle götürmek olarak ifâde edilmesi de, onun
çirkinliğini ziyadesiyle beyân etmek içindir.
Kadının "fahişetin mübeyyineh /
apaçık fahiş" fiili,
- kocasından nefret edip kaçması,
- huysuzluk göstermesi,
- çirkin sözlerle kocasına ve
ailesine eziyet etmesi demektir.
Bu âyetin Ubeyy b. Kâ'b kıraetıne
göre, "illâ en yufhışne aleyküm / meğer ki size karşı fahiş davransınlar..."
şeklinde okunması da, bu mânâyı teyid eder.
Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki fahişe
kelimesi, zina demektir.
Hulâsa; hiçbir hâl ve kârda, hiçbir
vakitte, hiçbir sebeble, kadınlara mettir olarak verdiğiniz malların bir kısmını
almak için, onları nikâhınızda hapsetmeniz, onlara baskı uygulamanız size helâl
değildir. Meğer ki onlar fahiş bir fiil işlemiş olsunlar. Çünkü o takdirde sebep
kendilerinden kaynaklanmış olur ve siz, hul' (mal
karşılığı boşama) talep etmekte mazur sayılırsinız.
C- "Onlarla ma'rufa göre
(güzelce) geçinin."
Bu hitab, karıları ile iyi
geçinmeydiler içindir. Mâruf kelimesi, şeriatin ve insanlığm reddetmediği
davranışlardır. Burada kasdedilen, yatmada, nafakada adalet ve konuşmada güzel
sözler söylemek gibi uygun davranış biçimleridir.
Ç- "Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin
(tahammül edin);
olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış
olur."
Eğer yukarıda zikredilenler gibi,
nefreti mûcib kasıtlı davranışları olmadığı hâlde tabiat icabı, onlarla
yaşamaktan hoşlanmazsanız, sırf hoşlanmadığınız için onlardan ayrılmayın. Çünkü
sevmemekle beraber onlarla yaşayabilir, sabırlı davranabilirsiniz. Sizin
sevmediklerinizde, sevdiklerinizde olmayan pek çok hayır olabilir. Nefis bazen
dini için daha faydalı, akıbetçe daha güzel ve hayra daha yakın olan şeylerden
hoşlanmaz ve bunun aksı olan şeyleri sever. Binâenaleyh sız hevâ ve
heveslerinize değil, hayırlı ve faydalı olana bakmaksınız.
Bu cümlede "hoşlanmama, kerih
görme" fiili, iki kere zikredilmiştir. Oysa illet ve sebep belirtmek için
birincisine gerek yoktur. Çünkü illet ve sebep, ikincisine münhasırdır. Fakat
birinci fiilin zikri, bize Allahü teâlâ'dan gelecek büyük hayırların nahoş bir
şeye katlanmaya mahsus olmadığını bildirir. Fakat o, hikmetin gereği bir İlâhî
sünnettir ve bizim bu konumuz da, onun maddelerinden biridir.
Bu âyet yukarıda belirtilen meşru
sebepler olmadıkça, erkekleri kadınlardan ayrılmamaya şiddetle teşvik eder.
Kocaları tarafından sebepsiz yere
sevilmeyen kadınlar için yaratılması muhtemel birçok hayırdan maksat, sâlih
çocuklardır.
Bir görüşe göre de, ülfet ve muhabbettir.
"Hayır" kelimesinin tenvm ile
"hayran" şeklinde zikri de, bu hayrın zât olarak büyüklüğünü belirtir. Bu hayrın
ayrıca çoklukla vasıflarıdırılması, sıfatının da büyüklüğünü bildirir.
|