Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

79

 

004 - NİSÂ' SÛRESİ

 

CÜZ :

4

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

15

"Kadınlarınızdan zina (fuhuş irtikâb) edenlere karşı sizden dört şâhid getirin. Eğer onlar sahicilik ederlerse onları ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun (hapsedin)."

A- "Kadınlarınızdan zina (fuhuş irtikâb) edenlere karşı sizden dört şâhid getirin."

Veraset ahkâmından sonra burada kadınlara ilişkin bir takım hükümler konuluyor.

Burada "nisâiküm / kadınlarınız" kelimesinden murad, Mücadele (58) sûresinin 3. ve Nisa (4) sûresinin 23. âyetlerinde olduğu gibi zevceler kasdedilmektedir. Tabiînden Süddî'nin kanaati de budur.

Dört şâhidden murad, dört erkek mü'min ve hür kimsedir.

B- "Eğer onlar şâhidlik ederlerse onları ölüceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun."

Bu dört şâhid o kadınların aleyhinde zina ettiklerine dâir şâhitlik ederlerse, artık bu kadınlar ecelleriyle ölünceye veya Allah (celle celâlühü) onlar için özel bir hüküm gönderinceye kadar o kadınları evlerde hapsedin.

Âyette, özel hükmün yol olarak ifâde edilmesi, (ünlü Mutezile âlimi) Ebû Müskin Muhammed b. Ali el-Isbahanî'nin dediğinin aksine, bunun hapis cezasından daha hafif olduğuna delâlet etmez.

16

"Sizlerden zina (fuhuş irtikâb) edenlerin her ikisine de (tevbih ile) ezâ edin. Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kavul eden (Tevvab)dir, çok merhamet eden (Rahîm) dir."

A- "Sizlerden zina (fuhuş irtikâb) edenlerin her ikisine de (tevbih ve takti ile) ezâ edin."

İki kişiden maksad, zina eden erkek ile kadındır. Erkek kipinin kullanılması tağkb (birini gaalib kılmak) yoluyladır.

Tabiînden Süddî diyor ki:

"- Bunlardan maksat, bakir erkek ile bakire kızdır. Nitekim onların cezasının müebbed hapisten hafif olması da bunu te'yid eder."

Süddî'nin izahına göre, böylece bu âyetin, bir öncekinin tekrarı olması sorunu da aşılmış olur. Yalnız evli ve iffetli (muhsan) iken zina eden erkeğin hükmü mübhem kalmış olur. Çünkü bundan önceki âyette zikredilen ceza, evli ve iffetli (muhsane) iken zina eden kadınlara mahsustur. Zina eden muhsanm (iffetli evli erkeğin), bu iki hükümden birine ilhak edilmesinin zahir olmaması, hükmün ana sebebinin ortak olmasında mübhemlik olduğuna delâlet etmektedir.

Zina fiili işleyen bu iki kişi, teşhir edilmek, halkın huzurunda kınanarak ve azarlanarak (tevbih ve takri' ile) rezil-rüsvay edilmek suretiyle cezalandırılırlar.

Bir görüşe göre, bunlara ayakkabılarla tekmeler de atılır.

Zahire göre, bu ceza hükmünün uygulanması da, ancak zina fiilinin sükutundan sonra olur. Bu hususun burada zikredılmemesi, bundan hemen önce zikredilmesi ile iktifa edildiği içindir.

B- "Eğer tevbe ve ıslâh-ı hâl ederlerse onlardan vazgeçin."

Eğer onlar karşılaştıkları azarlar, eziyetler gibi müeyyideler sebebiyle, yaptıklarından pişman olup tevbe eder ve kendilerini düzeltirlerse, artık siz de, onlara uyguladığınız muameleyi kesin. Çünkü tevbe ve ıslah, zemm ve cezayı kaldırır.

Bir görüşe göre buradaki hitab, onların fiillerine vâkıf olan şahitler için de olabilir. Buna göre, buradaki eziyet de, şâhidlerin onları zemmetmeleri, ayıplamaları ve onları yetkililere şikayet etmek tehdidinde bulunmalarıdır.

Onlardan el çekmeleri de, onları yetkiklere şikâyet etmekten vazgeçmeleridir.

Bir görüşe göre, Islamın (Medîne döneminin) ilk yıllarında bu iki sınıfın cezaları böyle idi; sonra nazil olan had cezası ile bu hüküm nesholundu. Nitekim rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Alın benden (Huzû a'nnî), alın benden (huzû annî); Allah, o kadınlara bir yol tâyin etti :

- Dul kadın recmolunur ; bâkire kamçılanır.

(Bu şer'î tarife uygun yüz kamçı darbesi ile dövülmek demektir.)

Bir diğer görüşe göre ise, bu âyet nüzul itibarıyla birincisinden öncedir ve başkasının nikâhı altında olmayan zâniye kadınların cezası;

- önce eziyete uğramak,

- sonra hapsedilmek,

- sonra celd (kamçı ile dövülmek),

- sonra recm (taşlanarak öldürülmek)dır.

Bir görüşe göre, hapis emri nesholunmamış olabilir.

Burada haddin zikredilmemesi, Kitab ve Sünnet ile malum olduğu içindir. Buna göre, had cezasının uygulanmasından sonra kadınların evlerde tutulmaları tavsiye olunmaktadır. Bu da, o kadınların, evlerinden çıkıp kendilerini erkeklere arzetmelerıyle başlarına gelenlerden korunmaları içindir.

Ancak âyetin nazm-i kerîmi bu görüşe müsait değildir.

Ebû Müslim, (Câmiu't Tevil li Muhkemi't Tenzil adlı tefsirinde) Tâbiinden Mücâhid'e nisbet ederek diyor ki:

Birinci (15.) âyet hükmü, sevici iki kadın içindir, ikinci (16.)âyet hükmü de livata fiilin işleyen iki erkek içindir. Nûr sûresindeki hüküm ise, zina eden kadınlar ve erkekler içindir. Zira birinci hükümde (15. âyet) zikredilen, yalnız kadınların sıygalarıdır (kipleridir), ikinci hükümde (16. âyet) zikredilen de, erkeklerin sıygalarıdır. Ve bunu, tağkb (bir tarafı galip kılıp ona riâyet etmek) ile izah etmek zarureti de yoktur. Bir de, birincisinde (kadınların sıygasının kullanıldığı 15. âyette) tağkb için olduğunu söylemek de mümkün değildir. (Çünkü tağkb erkekler için olur.) "

Ancak dört şahit getirme emri, bu görüşe mânidir. Çünkü şeriatte zina sucu dışında hiçbir suç için dört şahit getirme şartı bilinmiyor.

C- "Çünkü Allah, tevbelerı çok kabul eden, çok merhamet edendir."

Allahü teâlâ, günah işlemiş olan kullarının tevbelerini ziyadesiyle kabul eder. O'nun rahmeti geniştir. Bu cümle, tevbe ve ıslahtan sonra anılan kişilerden el çekmenin illet ve sebebidir.

17

"Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle bir kötülük işleyip de hemen (karîben) tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder. Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir."

A- "Ancak Allah'ın kabulünü va'dettiği tevbe cehaletle bir kötülük işleyip de hemen (karîben) tevbe edenlerin tevbesidir."

Bu cümle, Allahü teâlâ'nın tevbeyi kabul etmesinin mutlak olmadığını, fakat burada belirtilen şart ile mukayyet olduğunu açıklıyor. Nitekim Allahü teâlâ'nın Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) ve Rahîym olarak vasıflandırılması, mutlak olarak anlaşılabilir.

Allah kelimesinden önce "alâ" harf-i cerri bulunmaktadır. Buna göre tam meâli, "kabulü Allah üzerine olan tevbe.." dir. Burada kullanılan "alâ" harfi, Allahü teâlâ'nın âdeti ve va'di gereğince tahakkukun kesin olduğuna delâlet içindir. Yani sanki bu tevbenin kabulü Allahü teâlâ'ya vâcib olan şeylerdendir. Bu "alâ" harfinin "min / den" eki anlamında olduğunu söyleyenlerin muradı da budur.

Bir başka görüşe göre de bu "alâ", "indinde, katında, nezdinde" anlamındadır.

Rivâyete göre Hasen-ı Basrî' şöyle anlamıştır: "Allahü teâlâ'nın kabul buyuracağı tevbe..." Bir başka görüşe göre de bunun anlamı:

"Allahü teâlâ'nın kentli lûtfuyla kabulünü üzerine vâcib kıldığı tevbe..."dir.

"Kötülük / sû´" ten murad, günahtır; ister küçük olsun, ister büyük olsun.

Kötülüğü cehaletle işlemek, o andaki cehalet ve idrâksızlık yüzünden yahut cehalet sebebiyle işlemek demektir. Çünkü günah işlemek, cehaletin sebep olduğu bir hâdisedir. Ancak bu cehaletten maksad, bunun kötülük olduğunu bilmemek demek değildir; fakat câhilin yaptığı gibi, o anda akıbeti düşünmemektir.

Tabiînden Katâde diyor ki:

"- Resûlüllah in (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashâbının icmâı ile sabittir ki, kulun, Rabbina isyanı sayılan her hareket, cehalettir; ister kasden, ister hatâ ile olsun."

Tabiînden Mücâhid de diyor ki:

"- Allahü teâlâ'ya isyan eden, bu cehaletinden çekilinceye kadar câhildir İbrâhîm el-Zeccac da tefsirinde diyor ki:

"Buradaki "bicehaletin / cehaletle" ifâdesinin mânâsı, âhiretin ebedî lezzetini bırakıp da dünyanın fâni lezzetini tercih etmekle, demektir."

Katiben tevbe etmekten maksad, ölüm gelip çatmadan önce tevbe etmektir. Nitekim bundan sonraki âyette buyurulan "İçlerinden birine ölüm gelip çatınca / İza hadara ehadehümüi-mevtü" ifâdesi de, sarahatle bildiriyor ki, tevbenin adem-i kabul zamanı, ölüm vaktidir. Binâenaleyh ölüm vaktinden önceki bütün zamanlar, kabul zamanı kapsamındadır.

Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"- Ölümün açık delili ona gelmeden önce tevbesi kabul olur." Tabiînden Dahhâk'a göre:

"Ölümden önce yapılan her tevbe yakın tevbe kapsamına dahildir."

Tabiînden İbrâhîm el-Nehaî'ye göre:

"Nefes yeri tutulmadan önce tevbe kabul olunur."

Ebû Eyyub Halid b. Zeyd el-Ensarî (radıyallahü anh)’nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Allahü teâlâ, can boğaza gelmeden önce kulun tevbesini kabul eder / Inne-llâhe teâ'lâ yakbelü tevbetel-a'bdi ma lem yuğarğır."

Tabiînden Ata diyor ki:

"- Ölümden, deve sağıldıktan sonra tekrar memesine süt ininceye kadar geçen zaman kadar önce tevbe kabul olunur."

Tabiînden Hasen-ı Basrî'den rivâyet edildiğine göre:

"İblis, yeryüzüne indiriknce dedi ki:

"- Ya Rabbi! Senin izzetine yemin ederim ki, Âdem oğlunun ruhu bedeninde kaldığı müddetçe ben unun peşini bırakmayacağım."

O zaman Allahü teâlâ da buyurdu ki:

"- Ben de izzetime yemin ederim ki, kulumun canı boğazına gelmeden tevbe kapısını üzerine kapatmayacağım."

Âyette, günahın işlendiği vakitle ölümün geliş anı arasında kalan zamana yakın zaman denmiştir. Binâenaleyh bu sürenin hangi bölümünde tevbe ederse, tevbesi kabul olunur.

B- "İşte Allah, bunların tevbelerini kabul eder."

Allahü teâlâ, bu vasıfları itibariyle onların tevbesini kabul eder. Uzaktakileri işaret eden "ülâike" nin kullanılmış olması onların zikirlerinden sonra araya fasıla girdiğindendir. Bu işaretteki hitab, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ya da hitaba ehil herkes içindir.

Bu da, tevbelerinin kabulü için bir va'ddir.

C- "Allah, her şeyi hakkıyle bilen (A'lim)dir, hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm) dır."

Allahü teâlâ'nın ilmi ve hikmeti sonsuzdur. Bundan dolayı Allah hükümlerini ve fiillerini hikmet esası üzerine bina etmiştir.

Bu arızî (itirazı) cümle, makablinin mefhûmunu açıklar mâhiyettedir.

Burada zamir makamında ism-i celikn zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allahü teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifâdede asıldır.

18

"Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir. Kâfir olarak ölenler için de değildir. İşte bunlar için Biz, elem verici (can yakıcı) bir azab hazırladık."

A- "Yoksa (o kabulü va'dedilen tevbe) kötülük işlemekteyken ölüm gelip çatınca "şimdi ben tevbe ettim" diyenler için değildir."

Bundan önceki âyette bahsi geçen makbul tevbenin ne olduğu, burada sarahatle açıklanmakta ve ilâve olarak da, bunlardan başkasının tevbesmin yok hükmünde olduğu bildirilmektedir.

"Seyyiât / kötülükler" kelimesinin çoğul sıygası ile olması, kötülüklerin zaman içinde tekerrür etmesi itibariyledir; yoksa bundan bütün kötülük çeşitlerinin kastedildiği için değildir.

Başka bir deyişle ölecekleri zamana kadar kötülük işlemeye devam edip de nihayet ölüm gelip çatınca "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin bu sözleri tevbe sayılmaz. Bunlar gerçek anlamda tevbe olarak kabul edilmez.

B- "Kâfir olarak ölenler için de değildir."

Tevbenin kabulü ne onlar, ne de bunlar içindir.

Kâfirlerin kâfir olarak tevbeleri söz konusu olmadığı hâlde onun da zikredilmesi, tevbe edeceklerini söyledikleri hâlde tevbelerini tehir edenlerin bu sözlerinin hiçbir değer taşımadığını kuvvetlice belirtmek ve bunun yok hükmünde olduğunu bildirmek içindir. "Velâ" nefiy /olumsuzluk harfinin tekrar edilmesi, zımnen bildiriyor ki, bir fayda sağlamama itibariyle, tevbeyi tehir edenlerin hâli kâfir olarak ölenlerin hâlinden de daha açıktır.

Burada ölüm anına kadar tevbe etmeyenlerle kâfirlerden maksad,

- ya özellikle kâfirlerdir,

- ya da yalnız fâsiklardır.

Buna göre kâfir olarak isimlendirilmeleri, durumlarının vehâmetini ifâde etmek içindir. Nitekim,

" Kim inkâr (küfür) ederse, artık Allah şüphesiz bütün âlemlerden müstağnidir." (Al-i İmrân 3/97) meâlindeki âyetin ifâdesi de bu kabildendir.

Bunlardan maksad, hem kâfirler, hem de fâsiklar olabilir. Bima göre ıkı erubun kâfir olarak vasıflandırılmaları tağkb (ikisinden birini galip sayarak ifâdede onu nazara almak) yoluyladır.

Birincisinden (ölüm anına kadar tevbe etmeyenler) fâsıkların,

İkincisinden (kâfir olarak ölenler) ise kâfirlerin kastedilmiş olması da caizdir. Buna göre iki fırkanın aynı kefeye konulması da ayrı bir mübalağadır; vehâmetin ifadesidir.

C- "İşte bunlar için Biz elem, verici (can yakıcı) bir azab hazırladık."

Uzak işareti "ülâike"nin kullanılması, onların hâhnın çirkinliğinin son asamaya vardığını ve kötülükteki mertebelerinin pek uzak olduğunu bildirmek içindir. Azabın bu şekilde vasıflandırıiması, zât olarak da, sıfat olarak da pek korkunç olduğunu bildirmek içindir.

19

"Ey îmân edenler! Kadınlara zorla (ikrah yoluyla) vâris olmanız size helâl değildir. Verdiğiniz (mehr)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa) yapmış olsunlar. Onlarla ma'rufa göre (güzelce) geçinin (muaşeret edm). Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin (tahammül edin); olabilir ki sız bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış olur."

A- "Ey îmân edenler ! Kadınlara zorla (ikrah yoluyla) vâris olmanız size helâl değildir."

Câhiliye devrinde bir kimsenin bir yakını öldüğü zaman kendi elbisesini ölenin karısının veya onun çadırının üstüne atar ve:

"- Ben onun malına vâris olduğum gibi, onun karısına da vârisim!" der ve böylece herkesten önce o kadın üzerinde bir hak iktisab eder; bundan sonra,

- dilerse mehir vermeden, onunla evlenir;

- dilerse onu başkasıyla evlendirip mehrini alır;

- dilerse kadını, ölen kocasından aldığı mirastan kendisine fidye vermesi için sıkıştırır, baskı yapardı.

Ancak eğer kocası ölen kadın, üsütüne elbise atılmadan önce ailesinin yanına gidebilirse, o zaman kendisiyle ilgili kararları verme hakkına sâhib olabilirdi.

İşte Müslümanlar böyle bir haksızlıktan nehyolunclular. Ve inen âyetle meâlen kendilerine buyruldu ki:

"- Ölenlerin malına vâris olduğunuz gibi, karılarım da istemedikleri hâlde miras olarak zorla almanız size helâl değildir."

Bir görüşe göre de, onlar bu kadınların miraslarına konmak için ölünceye kadar onları tutuyorlardı ve öldüklerinde de miraslarını alıyorlardı. İşte bu haksızlığa son vermek üzere inen âyetle buyruldu ki:

"- Rızâları dışında onları tutmanız size helâl değildir."

B- "Verdiğiniz (melır)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da helâl değildir. Meğer ki onlar apaçık bir hayâsızlık (fahşa) yapmış olsunlar."

Câhiliye devrinde bazıları, bir kadınla evleniyorlar ve o kadına ihtiyaç duymadıkları hâlde bir yandan huysuzluk ve geçimsizlik çıkartıyor, öte yandan onu nikâhında hapsedip tutuyor, malından fidye vermesi, hul' yapması (belli bir mal karşılığında boşanması) için onu sıkıştuiyorlardı.

İşte bu âyetle bu haksızlık ortadan kaldırıldı. Hitab, kocalar içindir. Demek istenen şudur:

"- Onları mehir olarak verdiğiniz malın bir kısmını size iade etmek zorunda bırakmak için böyle bir yola başvurmayın."

Onların mallarını bu şekilde almanın, "ktezhebû" buyrulmak suretiyle götürmek olarak ifâde edilmesi de, onun çirkinliğini ziyadesiyle beyân etmek içindir.

Kadının "fahişetin mübeyyineh / apaçık fahiş" fiili,

- kocasından nefret edip kaçması,

- huysuzluk göstermesi,

- çirkin sözlerle kocasına ve ailesine eziyet etmesi demektir.

Bu âyetin Ubeyy b. Kâ'b kıraetıne göre, "illâ en yufhışne aleyküm / meğer ki size karşı fahiş davransınlar..." şeklinde okunması da, bu mânâyı teyid eder.

Diğer bir görüşe göre ise, âyetteki fahişe kelimesi, zina demektir.

Hulâsa; hiçbir hâl ve kârda, hiçbir vakitte, hiçbir sebeble, kadınlara mettir olarak verdiğiniz malların bir kısmını almak için, onları nikâhınızda hapsetmeniz, onlara baskı uygulamanız size helâl değildir. Meğer ki onlar fahiş bir fiil işlemiş olsunlar. Çünkü o takdirde sebep kendilerinden kaynaklanmış olur ve siz, hul' (mal karşılığı boşama) talep etmekte mazur sayılırsinız.

C- "Onlarla ma'rufa göre (güzelce) geçinin."

Bu hitab, karıları ile iyi geçinmeydiler içindir. Mâruf kelimesi, şeriatin ve insanlığm reddetmediği davranışlardır. Burada kasdedilen, yatmada, nafakada adalet ve konuşmada güzel sözler söylemek gibi uygun davranış biçimleridir.

Ç- "Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız sabredin (tahammül edin); olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah, onda bir çok hayır yaratmış olur."

Eğer yukarıda zikredilenler gibi, nefreti mûcib kasıtlı davranışları olmadığı hâlde tabiat icabı, onlarla yaşamaktan hoşlanmazsanız, sırf hoşlanmadığınız için onlardan ayrılmayın. Çünkü sevmemekle beraber onlarla yaşayabilir, sabırlı davranabilirsiniz. Sizin sevmediklerinizde, sevdiklerinizde olmayan pek çok hayır olabilir. Nefis bazen dini için daha faydalı, akıbetçe daha güzel ve hayra daha yakın olan şeylerden hoşlanmaz ve bunun aksı olan şeyleri sever. Binâenaleyh sız hevâ ve heveslerinize değil, hayırlı ve faydalı olana bakmaksınız.

Bu cümlede "hoşlanmama, kerih görme" fiili, iki kere zikredilmiştir. Oysa illet ve sebep belirtmek için birincisine gerek yoktur. Çünkü illet ve sebep, ikincisine münhasırdır. Fakat birinci fiilin zikri, bize Allahü teâlâ'dan gelecek büyük hayırların nahoş bir şeye katlanmaya mahsus olmadığını bildirir. Fakat o, hikmetin gereği bir İlâhî sünnettir ve bizim bu konumuz da, onun maddelerinden biridir.

Bu âyet yukarıda belirtilen meşru sebepler olmadıkça, erkekleri kadınlardan ayrılmamaya şiddetle teşvik eder.

Kocaları tarafından sebepsiz yere sevilmeyen kadınlar için yaratılması muhtemel birçok hayırdan maksat, sâlih çocuklardır.

Bir görüşe göre de, ülfet ve muhabbettir.

"Hayır" kelimesinin tenvm ile "hayran" şeklinde zikri de, bu hayrın zât olarak büyüklüğünü belirtir. Bu hayrın ayrıca çoklukla vasıflarıdırılması, sıfatının da büyüklüğünü bildirir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç