Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

50

 

003 - ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

10

"Şu bir gerçektir ki kâfirler için ne malları ne de oğulları hiçbir fayda sağlamaz . işte onlar ateşin yakıtıdırlar ."

Daha önceki âyetlerde hak din veya tevhid dini beyân, bunu ifâde eden ilâhî kitabların vasıfları zikredildikten, Kur’ân-ı Azîm'in yüce şânı ve râsih âlimlerin Kur’ân'a olan imânlarının keyfiyeti açıklandıktan sonra şimdi burada da Kur’âni inkâr edenlerin hâli anlatılmaya başlanıyor.

Kâfirlerden maksadın kimler olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:

Onların bütün sınıflarını kapsayan kâfir cinsidir.

Medine'ye gelen Necran heyetidir.

Benî Kurayza ve Benî Nadîr Yahudileri veya Arap müşrikleridir.

Âyette, "emvalühüm velâ evlâdühüm" buyrulmak suretiyle önce mallar, sonra evlâd zikredilmiştir. Çünkü sıkıntıların giderilmesinde evlâdın katkısı daha büyüktür (cana gelecek zararların çoğu mal ile değil, fakat evlâdın savunması ile bertaraf edilebilir) yahut belâların defi için önce mal feda editir.

Yani kâfirlerin, celbi menfaat ve def-i mazarrat için harcadıkları malları ve önemli işlerde yardımlarına baş vurdukları, maddî ve manevî dayandıkları çocukları, Allah katında uğrayacakları üzüntüleri, sıkıntıları gidermek, Allah'ın (celle celâlühü) azabını engellemek, ortadan kaldırmak konusunda hiçbir işe yaramayacak, hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bir görüşe göre de, mal ve evlad, Allah'ın (celle celâlühü) rahmet ve taatinden (itaatinden) iğnâ etmez (hiçbir şeyin yerini tutmaz), demektir. Nitekim:

" Şüphesiz ki zan, haktan (ilimden) iğnâ etmez (hiçbir şeyin yerini tutmaz)." (Yûnus 10/36) mealindeki âyette de ığnâ fiili bu mânâda kullanılmıştır. Ve âyette ifâde edilen hakikat:

"Şan şeref ve dünyalık, Senin rahmetinden bir şeyin yerini tutmaz" mealindeki hadîs ve:

" Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâdınızdır." (Sebe' 34/37) mealindeki âyette de ifâde edilmiştir.

Ancak kâfirlerin malları ve çocuklarının, Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti ve taati yerine geçmesi, hiç kimse tarafından düşünülmez ki, bunun reddi cihetine gidilsin.

Bir de, âyetin ilk tefsiri, kâfirlerin hâlinin korkunçluğunu göstermesi bakımından kendisinden sonraki "İşte onlar ateşin yakıtıdırlar." cümlesi ile bundan sonraki âyette gelecek "Allah da onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesine daha uygun düşmektedir.

İşte o küfür sıfatını taşıyanlar, cehennem ateşinin yakılıp kızdırıldığı cehennem yakıtından ve odunundan başka bir şey değildir.

Kâfirlerin cehennem yakıtı olduğu ifâdesinden,

Eğer cehennemin yakılıp kızdırıldığı zamandaki hâl kasdediliyorsa bu takdirde isim cümlesinin tercihi, bunun tahakkuk ve takarrürüne delalet eder. (Çünkü isim cümlesinin ifâde ettiği mânâda tahakkuk ve takarrür vardır).

Eğer kasdedilen bu değilse, o takdirde bu ilâhî ifâde, kâfirlerin gerçek, hâlinin bu olduğunu, zahirî hâllerinin yok hükmünde sayıldığını bildirir.

Bu itibârla onlar dünyada iken bile aynen cehennem ateşinin yakıtıdırlar. Bu ifâde kâfirlerle cehennem ateşi arasındaki sıkı ilişkiyi apaçık gösterir.

"Vekuud / yakıt", bir kırâete göre "vükuud" olarak da okunmuştur. Buna göre, kâfirler, cehennemi yakma, tutuşturma, alevlendirme ehli oluyorlar demektir.

11

"Onların hâli firavunun yakın çevresi (âl-i fir'avn) ve onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı. Allah da onları günahları ile yakalayiverdi. Allah, azabı şiddetli olandır "

Onların küfür ve azabtaki hâli, firavunun yakın çevresi ve onlardan önceki kâfir ümmetlerin hâli gibidir.

"Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı" cümlesi, bir istinaf cümlesi olup gizli (mukadder) bir sualin cevabıdır. Yani,

"- Fir’avun’un yakın çevresi ile onlardan önceki kâfir ümmetlerin hâli nasıl idi?" gizli sorusuna cevap olarak:

"- Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı" denmiştir.

"Allah da, onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesi de, onlara yapılan hâl ve muamelenin izahıdır. Yani Allah (celle celâlühü) da, onları yakalayıp cezalandırdı ve onlar, Allah'ın (celle celâlühü) azabından kaçıp kurtulacak bir yer bulamadılar. İşte bu kâfirlerin hâli ve akıbeti de, onların hâli ve akıbeti gibidir.

Bir görüşe göre, âyete verilen gramer ve terkipten şu meal de çıkarılabilir:

"Onların hâli firavunun yakın çevresinin hâli gibidir. Onlardan öncekiler de, âyetlerimizi yalanlamışlardı."

Ancak bu tefsir, âyetin nazm-i kerîmindeki güzellik ve safiyeti ortadan kaldırır.

Onların günahları,

- Ya âyetleri tekzib etmeleridir ki, o takdirde bu günahları, o ilâhî azaba sebep olmuştur;

-Ya da bu günahlar, onların şâir günahlarıdır.

Buna göre, bu ifâdede, onların başka günahları da olduğuna delâlet vardır. Yani Allah (celle celâlühü), onları, günahlarına tevbe etmeden günahları ile yakaladı, demek olur. Tıpkı:

" ve Allah, onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe 9/55) mealindeki âyette ifâde edildiği gibi.

Son cümle, mâkabk için bir zeyl ve tekmile (bütünleme) olup ilâhî muahazeyi açıklar.

12

"(Resûlüm) o kâfirlere de ki:

«Yakında yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz! Orası ne kötü bir yataktır»."

Bu kâfirlerden maksadın timler olduğu konusunda değşik görüşler ileri sürülmüştür

1- Bu kafirlerden maksad Yahudîlerdir.

İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Medine Yahudileri, Bedir savaşında Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere karşı kazandığı zaferi görünce:

"- Vallahi, bu zat, gerçekten Mûsa'nın bize müjdelediği o Tevrat'ta vasıfları yazılı ümmi peygamberdir" dediler ve Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iman etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine diğer bazı Yahudiler:

"- Durun bakalım, acele etmeyin; başka bir savaşını daha görelim de ondan sonra karar verelim!" dediler.

Sonra Uhud savaşında olanlar olunca, Yahudiler şüpheye düştüler. Bu arada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarıda belli bir süre için yapılmış olan muahedeyi de süresinden önce bozdular. Bu arada Benî Nadır'dan Ka'b b. Eşref altmış süvari ile Mekke'ye gitti ve nihayet Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşmaya karar verdiler.

İste o zaman bu âyet-i kerime nâzıl oldu.

Said b. Cübeyr ve İkrime'nin (ölm.724) İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) başka bir rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında Kureyş'e karşı zafer kazanıp Medine'ye dönünce Yahudileri Kaynuka Pazarı'nda topladı ve Kureyş'in başına gelenlerin onların başına da gelmemesı için onları uyardı. Yahudiler de dediler ki:

"- Senin beceriksiz, deneyimsiz, savaş kültürü olmayan bir kavimle karşılaşıp bir fırsat yakalaman, seni aldatmasın. Sen bizimle savaşırsan, bizim ne adamlar olduğumuzu anlarsın!" dediler.

İste o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani ;

"- Ey Resûlüm! O Yahudilere de ki; dünyada yakın bir zamanda mutlaka mağlup olacaksınız."

Nitekim Allah Yahudilerden Benî Kureyza'nın katli, Benî Nadır'ın sürgün edilmesi ve diğer Yahudilerin de cizyeye bağlanması suretiyle va'dini gerçekleştirdi. Bu olay, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin hak ve gerçek olduğunu gösteren en açık delillerden biridir.

Bu kâfirlerden maksad Mekke müşrikleridir.

Mukatil'den gelen bir rivâyete göre, bu âyet, Bedir savaşından önce nazil olmuştur ve bu âyette zikri geçen kâfirler, Mekke müşrikleridir. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamber Bedir günü Mekke müşriklerine şöyle demişti:

" -Şüphesiz Allah, size gaalib gelecek ve sizi cehenneme sürecektir. Ne kötü bir yataktır orası!"

Ancak bu rivâyete göre, bu âyetle bundan sonraki âyet arasında inkıta lazım gelir. Çünkü bundan sonraki âyet, Bedir savaşından sonra nazil olmuştur.

"Setuğlebûne / mağlup olacaksınız" ve "tuhserûne ilâ cehennem / cehenneme sürüleceksiniz" fiilleri bir kırâete göre gayb kipi ile "seyuğlebûne / mağlup olacaklar ve yuhşerûne /cehennenıe sürülecekler" şeklinde de okunmuştur. Bu kırâete göre, Allah kendi beyânı ile haber verdiği vaîdi (ceza tehdidini) onlara, anlatmayı Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) emir buyurmuştur. Yani,

"- Ey Resûlüm! Bu sözleri, onlara ilet!" buyurmuştur.

En son cümle, ya onlara söylenecek sözlere dahildir, ya da istinaf olup cehennemin korkunçluğunu ve cehennem ehlinin perişan hâlini ifâde eder.

Bu kâfirlerden maksad bütün kâfirlerdir.

Bu görüşün sıhhatli ve muteber olduğunda hiç şüphe yoktur.

13

"Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta (fieteyn) sizin için âyet (ibret)ler vardır. Onlardan biri Allah yolunda (fî sebîlillâh) savaşıyordu; diğerleri de kâfirdi ve göz görüşü (re'ye'l-a'yn) onları ('mirileri) kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımı (nasrı) ile te'yid eder. Şüphesiz bunda basıîret sâhibler (ülü'l-ebsar) için ibret vardır."

A- "Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için âyetler vardır ."

Bu âyet de, söylenmesi emredilen sözlere dahil olup makablinin mânâ ve muhtevasını açıklar ve aynı zamanda bunun bir hakikat olduğunu isbat eder. Bu âyet Yahudilere yöneliktir ve şunu demek ister:

"- Ey sayılarına ve imkânlarına mağrur olan Yahudiler! Vallahi, Bedir savaşında iki fırkanın, iki topluluğun duruşunda, karşı karşıya gelişinde mutlaka sizin için ibretler vardır. "Setuğlebûne / yakında yenileceksiniz" sözünün hak ve gerçek olduğunu siz de göreceksiniz. Bedir savaşında da yenilenler, sayılarının çokluğu ve güçlerinin üstünlüğü ile gururlanıyorlardı. Ama onların nelerle karşılaştıklarını gördünüz. İşte onların başlarına gelenler, sizin de başınıza gelecektir."

B- "Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu ; diğeri de kâfirdi ve göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı ."

Karşılaşan iki fırkadan,

Biri mü'mindi. Ancak burada imân yerine imânın hükümlerinden makama uygun olan Allah yolunda savaş (cihad fîsebîlillâh) zikredilmişdir. Bu, onları medhetmek, onların verdiği savaşı önemsemek ve âyetin (deki ve ibretin) ne suretle gerçekleştiğini, güç olarak azın nasıl çok görüldüğünü bildirmek içindir.

"Diğeri de kâfirdi / ve uhra kâfiratün". Burada kâfir fırka için vasıf zikredilmemiştir. Bunun sebebi onların savaşını hiç nazar-ı itibâra almamak, onların duydukları korku ve heybetten dolayı saldırıya geçemediklerini zımnen bildirmek içindir.

"Yerevnehüm misleyhim re'ye'l-ayn / göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı" cümlesindeki görme Fiili "yeravne / görüyorlar" biçiminde çoğul olarak kullanılmıştır. Görüş, kâfir fırkanın tek tek bütün fertlerine şâmildir. Onlardan her biri mü'minleri, kendilerinin iki katı, iki bin savaşçı olarak görüyorlardı. Çünkü müşrik ordusu bine yakındı. Onların tam sayısı dokuz yüz elli savaşçı idi ve baş kumandanları da Utbe b. Rabia b. Abdişems idi. Ebû Süfyan ve Ebû Cehil de ona yardımcı bulunuyordu. Müşrik ordusunda yüz at, yedi yüz deve ve her çeşitten sayısız silah vardı.

Muhammed b. Ebü'l Firarin Sa'd b. Evs'ten rivâyetine göre:

Bedir savaşında müşrikler, Müslümanlardan birini esir almışlar ve kendisine:

"- Sayınız ne kadardı?" diye sormuşlar. O da: . "- Üç yüz on iki ile üç yüz yirmi arasında idik." demiş. Müşrikler de:

"- Hayır, olamaz; biz sizi iki katımız kadar görüyorduk!" Veya:

"- Biz sizi iki katınız kadar, altı yüz yirmi, altı yüz otuz arasında görüyorduk" demişler.

Nitekim Bedir savaşında Müslümanların sayısı üç yüz on üç idi. Bunların yetmiş yedisi Muhacirlerden ve iki yüz otuz altısı da Ensar'dan idi.

Bu savaşta Resûlüllah ile Muhacirlerin sancaktarı Ali b. Ebı Tâlib (radıyallahü anh) (ölm.661); Ensarın sancaktarı da Sa'd b. Ubadc el-Hazrecî (ölm.637) idi.

İslâm ordusunda doksan deve ile iki at bulunuyordu. Bu atlardan biri Mikdael b. Amrin (radıyallahü anh), diğeri de Mersed b. Ebi Mersed'in (radıyallahü anh) idi.

Müslüman savaşçıların yalnız altı zırhı ve sekiz kılıcı vardı.

Bedir savaşında Müslümanlardan şehid düşenlerin tamamı on dört kişidir. Bunların altısı Muhacirlerden, sekizi de Ensar'dandır. Allahü teâlâ, cümlesinden razı olsun!

İşte Müslümanların sayısı bu kadar az iken, Allah (celle celâlühü), onları müşriklerin gözünde çok güçlü gösterdi ki, müslümanlardan korksunlar ve onlarla savaşmaya cesaret edemesinler. Bu, Yüce Allah'ın Müslümanlara bir inayeti, yardımı, nasrı, desteği idi. Allah o gün Müslümanları meleklerle de destekledi. Bu ilâhî yardım, iki tarafın karşılaşması sırasında gerçekleşti. Bundan önce de kâfirler daha işin başında kaçmasınlar ve Müslümanlara karşı cür'et kazansınlar diye Allah (celle celâlühü) onların gözünde Müslümanları az göstermişti.

Bir başka kavle göre de, Müslümanlar, kâfir fırkayı kendilerinin iki misli görüyorlardı; oysa onlar, Müslümanların üç katı idi. Bundan murad Müslümanların sebat etmesi ve;

" Şimdi sizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüzü yenerler." (Enfâl 8/66) âyetinde zikredildiği gibi ilâhî nusret va'dı ile kalben müsterih ve mutmain oknaları ve gönül rahatlığına kavuşmaları idi.

Ancak âyetin birinci tefsiri (müşriklerin, Müslümanları kendi sayılarının iki katı kadar görmeleri) daha anlamlıdır. Çünkü Müslümanlar, müşrikleri hep kendilerinin iki kati kadar görmemişler; daha ziyâde kendileri kadar hattâ daha da az görmüşlerdir. Nitekim rivâyete göre,

İbn-i Mes'ud diyor ki:

"- Biz ilkin müşriklere baktığımızda gördük ki, bizden kat kat fazlalar; sonra baktığımızda gördük ki, onlar bir kişi bile bizden fazla değiller."

Sonra Allah müşrikleri Müslümanların gözünde sayıca daha da az göstermiş; hattâ Müslümanlar onları kendilerinden de az görmüşlerdir.

Yine İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bedir günü müşrikler bizim gözümüze o kadar az görünmeye başladılar ki yanımda bulunan bir adama:

"- Sen de onları yetmiş kişi kadar mı görüyorsun?" dedim. O da bana:

"- Ben onları yüz kişi kadar görüyorum." dedi. Sonra biz onlardan bir esir aldık ve ona: "- Sizin sayınız ne kadar?" diye sorduk. O da bize: "- Bin kişi." dedi.

Eğer bu âyetten murad, Enfâl (8) sûresinde olduğu gibi, mü'minlerin müşrikleri gerçekte olduğundan daha az görmelerini temin ile bunu bir âyet ve ibret olarak belırtmekse, bu mü'minlerin müşrikleri kendilerinin iki katı olarak görmelerinden daha çok zikre değerdir. Kaldı ki, kâfirlere azın çok, zayıfın güçlü gösterilmesi ve bu şekilde onların kalblerine korku salınmasi, bu suretle kâfirlere Allah'ın (celle celâlühü) kudret ve hikmet eserlerinin gösterilmesi, hem ibret vesilesi, hem de kâfirlere karşı kullanılacak hüccet olarak daha etkili ve aynı zamanda Kur’ân'a muhatab olanların bunları kabul etmeleri için daha uygundur. Çünkü muhatab kitlenin, bu mucizevî hâli müşahede eden kâfirlerle ihtilali çoktur, işte cumhûrun kıraetine göre Kur’ânin mükemmeliyetinin gereği bu izahtır.

Bir görüşe göre, bu iki âyetteki hitab,

Setuğlebûne / Yakında yenileceksiniz!" hitabı ile,

"- Kad kâne leküm âyetün ... / Gerçekten bunda sizin için âyetler vardır." hitabı, (Yahudiler için değil fakat) Mekke müşrikleri içindir. Ancak bu görüş aşağıdaki sebeble doğru telâkki edilemez:

"Setuğlebûne ve tuhşerûne ilâ cehennem / yenileceksiniz ve cehenneme sürüleceksiniz!" vaîck, bu görüş sahiplerinin sarahatle belirttikleri gibi,

Eğer sadece Bedir hezimetinden ibaret ise,

"- Sız Mekke müşrikleri Bedır'de mağlup olacaksınız!" dedikten sonra, "- Sizin için Bedir'de bir ibret vardır" demek uygun değildir.

Eğer bu hezimet, başka bir hezimet ise, yine uygun değildir.

Çünkü bu takdirde müşrikler, o korkunç ibreti Bedir'de görerek yaşayanlar, âyette hem mübhem (iki fırka), hem de vasıflandırılmış (kâfir bir fırka) olarak iki defa zikredilmiş olur. (Oysa Bedir gazası, onu yaşayanlar için değil, fakat başkaları için bir ibret dersi olarak öngörülür) Ayrıca müşahedenin (kendilerinin iki misli olarak görürler, ifâdesindeki müşahede) muhatablara isnadı, hüccetin ilzamında ve hasmı susturmada daha etkili iken, o kâfir fırkaya isnael etmenin de bir sebebi yoktur. İşte bu açıklamalardan, ikinci hitabın,

"- Sizin için âyet vardır." hitabının mü'minler için olduğunu söylemenin sırrı anlaşılmış olur.

Bir kırâete göre bu âyetteki "yerevnehüm / onları görürler" fiili, "terevnehüm / siz onları görürsünüz" seklinde hitap kipi olarak okunmuştur. Bu kıraetin zahiri, ikinci hitabın (sizin için büyük bir ibret vardır) müşriklere tevcih edilmesini gerektiriyorsa da, kesin değildir; çünkü bu kırâete göre ikinci mahzur (anılan Bedir ibretinin müşahedesinin muhatablara isnat edilmemesi mahzuru) kalkıyorsa da, birinci mahzur (Bedir ibretini müşahede edenlerin, "sizin için büyük bir ibret vardır" hitabının muhatapları olması) aynen mevcuttur.

Bunun için muhtemeldir ki, âyetteki hitap Yahudiler içindir. Bedir'deki ibreti görmek ise müşrikler içindir; fakat müşriklerin görmesi, Yahudilerin görmesi mesabesinde sayılmıştır. Çünkü aralarında küfür birliği vardı ve özellikle Kâ'b b. Eşref vasıtasıyla meydana getirilmiş olan söz birliği, mîsak ve muahede vardı.

İşte bundan dolayı beyânda mübalağa ve Yahudilerin de aynı akıbete uğrayacakları hakikatini zımnen açıklamak için anılan müşahede, Yahudilere isnad edilmiştir.

Eğer " onları (mü'minleri kendilerinin iki misli görüyorlardı" ifâdesındeki görme, göz görmesi olarak kabul edilirse, "re'ye'l-ayn / göz görüşü, bakışı", onun tekidi olur; yok eğer anılan görme, kalb görmesi (basiret) olarak kabul edlirse, "re'ye'l-ayn" teşbihi mastar kabul edilir. Yani göz görmesi gibi apaçık bir müşâhde, demek olur.

C- "Allah, dilediğini yardımı (nasr'ı) ile te'yid eder (destekler)."

Allah (celle celâlühü), Bedir savaşında kendi yolunda savaşan fırkayı doğrudan doğruya kendi yardımıyla desteklediği gibi, kimi dilerse âdi (âdete uygun) sebepleri vâsıta kılmadan da onu yardımıyla destekler.

Ç- "Şüphesiz bunda basıîret sahibleri (ülü'l-ebsar) için ibret vardır ."

Sayıca az ve imkânları dar bir fırkanın, sayıca çok ve tam techizatlı bir fırkaya galip gelmesi sonucunu doğuran o az kuvveti çok görme olayında elbette ki akıl ve basiret sahibleri için veya onları görenler için büyük bir ibret vardır.

"Zâlike / işte bunlar" işareü uzak için olduğu hâlde burada kullanılması, kendilerine işaret edilen Bedir mücâhidlerinin faziletteki derecelerinin pek yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.

Bu cümle;

- ya söylenmesi emredilen sözlere dahil olup bir zeyl olarak makablini, açıklar,

- ya da Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kelâmını tasdik etmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü) tarafından ifâde buyrulmustur.

14

"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı sevgi insanlara hoş gösterilmiş (tezyin edilmiş, süslenmiş)tir. Bütün bunlar dünya hayâtının geçici yararlarıdır. Oysa varılacak güzel yer (hüsnü'i- meâb), Allah karındadır."

A- "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı sevgi insanlara hoş gösterilmiştir ."

Bundan önce, elde bulundurdukları dünyalıklarla güç gösterisi yapan kâfirlere bunların bir fayda sağlamayacağı beyân edilmişti. Şimdi de dünyevî bazların her çeşidinin kalıcı bir değeri olmadığı bu istinaf cümlesiyle belirtiliyor. Maksad, insanları dünya nimetlerine zahitçe yaklaşmaya ve Allah (celle celâlühü) katındaki ebedî nimetlere rağbete yöneltmektir.

"e'n- Nas" dan murad, bütün insanlardır. Âyette zikredilen dünya nimetlerim insanlara câzib gösteren, aslında Allah'tır (celle celâlühü) Çünkü hakikatte bütün fiillerin ve arzuların yegâne yaratıcısı Allah'tır (celle celâlühü) Bundaki hikmet ise, kulları sınamak, imtihan etmektir. Nitekim Allah Kehf (17) sûresinin 7. âyetinde şöyle buyurur:

" Biz, yeryüzünde olan şeyleri insanlardan hangileri daha güzel hareket (amel) edecek; sınayalım diye bir zinet kıldık." (Kehf 17/7)

Zira dünyanın nimetleri şer-i şerife uygun olarak kullanıldığmda iki cihan saadetine ve insanlığın devamına vesile olur.

"Züyyine / tezyin edildi, süslendi; çekici, câzib gösterildi" fiili, "zeyyene / tezyin etti, süsledi; çekici, câzib gösterdi" şeklinde fail kıpı ile de okunmuştur.

Bir görüşe göre dünya nimetlerini câzib gösteren şeytandır. Çünkü âyet-i kerîmenin siyakı, dünya nimetlerine karşı duyulan sevginin zemmi yönündedir.

(Ünlü Mu'tezile âlimi) Ebû Haşim Abdüsselam el-Cübaî (ölm.933), bu konuda mubah ile haram arasında ayırım yapmış; mubah şeylerde fiili Allah'a (celle celâlühü), haram şeylerde şeytana isnad etmiştir.

Kadınlar, oğullardan önce zikredilmiştir; çünkü onların cazibesi daha etkilidir. Nitekim kadınların gayri meşru sevgisi, şeytan tuzağı sayılır. Âyette kızlar zikredilmemiştir; çünkü kız çocuklarına karşı eluyulan sevgi (cahiliyye toplumunda) umûmi değildir. (Hattâ kız çocuklarını öldürenler bile vardır.)

"el- Kanatıîr", "kıntar"ın çoğuludur. Kantar, çok mal demektir. Ancak kantarın mânâ ve muhtevası hakkında değişik görüşler vardır. Buna göre kintar:

Yüz bin dinardır;

Bir öküz gönü dolusu dinardır;

Yetmiş bin dinardır;

Seksen bin dinardır;

Yüz rıtıl altındır (Bir rıtıl yaklaşık 460 gr.);

Bin iki yüz miskal altındır (Bir miskal yaklaşık 45 desigram);

Yüz rıtıl, yüz miskal, yüz dirhemdir;

Bir kan bedelidir (diyettir).

"Mukantara / kıntar, kıntar" kelimesine de değişik mânâlar verilmiştir:

Bazılarına göre tekid için kullanılmıştır;

Bazılarına göre de sağlama alınmış, korunmuş; gömülmüş; istif edilmiş; sikke hâline getirilmiş demektir.

B- "Bütün bunlar dünya hayâtının geçici yararlarıdır ."

Bu zikredilenler, dünya hayâtında, sayılı günlerde kendilerinden faydalanılan, sonra da süratle yok olup giden geçici nimetlerdir.

C- "Oysa varılacak güzel yer Allah katındadır ."

İnsanın toplayıp biriktirdiği dünyalık ne kadar çok olursa olsun, ona mutlu bir gelecek hazırlayamaz.

Bu cümlede lafz-ı celâl (Allah) öznedir (mübteda) ve ondan sonraki zarf cümlesi de, onun yüklemi (haberi) dir. Bu da, mânâya ziyadesiyle tekid, tazim, Allah (celle celâlühü) katındaki ebedî nimetlere ziyadesiyle teşvik ve dünyanın fâni lezzetlerine, nimetlerine karşı zahitçe bir yaklaşım içinde olmayı tavsiye anlamını ifâde eder.

15

"(Resûlüm) de ki:

"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva sâhiblerı için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır. Allah kullarını hakkıyla gören (Basıîr) dir."

A- "(Resûlüm) de kı (Kul):

"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva sahibleri için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır."

Yüce Rabbimiz, bundan önce dünyanın sahte güzelliklerini beyân ve katındaki güzel sonları icmalen zikrettikten sonra burada daha çok kulluğa teşvik için icmalen anlatılanları Resûlüllah'a, insanlara açıklamayı emrediyor.

Hitab;

"- Ey insanlar! O anlatılan dünya lezzetlerinden ve zilletlerinden daha hayırlısını size haber vereyim mi?" seklinde bütün insanlığı kucaklıyor.

"Hayr"ın önce mübhem olarak zikredilmesi, onun şânını tazîm ve ona teşvik içindir.

"Lillezînettekav / takva sahipleri için..." cümlesi, istinaf (akla gelen suale cevap) olup o mübhemi açıklar.

Takvadan murad, kulun kendini tamamen Allah'a adaması ve mâsivâ'dan (Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirmesidir. Nitekim gelecek sıfatlar da bunu bildirir.

Cennetlerin ve ondan sonra zikredilen çeşitli nimetlerin husulünün takvaya bağlanması, takvanın tahsili ve takva üzerinde sebata teşvik içindir.

"I'nde Rabbihim / Rableri indinde" (katında) ifâdesi, cennet ehlinin mertebesinin yüksekliğini ve bu tabakanın üstünlüğünü belirtir. Burada "Rabb" unvanının zikredilmesi ve takva sahiplerinin yerini tutan zamire izafe edilmesi, "Rabbihim / Rabblerinin", onlar hakkında lütufkâr olduğunu zımnen açıklamak içindir.

"Tecrî min tahtihe'l-enhâr / Altlarından ırmaklar akan cennetler"

ifâdesinde, cennetlerden zahir manâsıyla;

eğer sırf ağaçlar kasdediliyorsa, altlarından ırmakların akmasının anlamı açıktır;

eğer arazı ve ağaçların bütünü kasdedihyorsa, o zaman altlarından ırmakların akması, arazinin cüz'ü olan ağaçlar itibariyledir. Nitekim daha önce defalarca izahı geçti.

Cennet ehlinin eslerinin tertemiz (ezvâc-i mutahhara) olmasından murad, onların hoşa gitmeyen bedenî ve tabiî hâllerden tertemiz olmaları demektir.

"Ridvânün mina'llâh / Allah'tan bir rızâ" ifâdesinde, rızânın pek mükemmel ve muazzam olduğu anlamı vardır. Allah'ın takva sahibleri için öyle bir rızâsı vardır ki, o rızânın değerini hiç kimse takdir edemez.

B- "Allah, kullarını hakkıyla görendir ."

Allah (celle celâlühü), kullarını ve onların bütün amellerini hakkıyla bilir ve görür. Böylece O, kıyamet günü, amellere uygun mükâfat ve cezayı verecektir yahut Allah (celle celâlühü), takva sahiplerinin hâllerini kemâliyle görmektedir. Bunun içindif ki, onlara, zikredilen nimetleri hazırlamaktadır. Bu cümle bize, ancak takva sahiblerinin, "ı'badu'llah veya ı'bada'llah — Allah'ın kulları" ismini taşımaya lâyık olduğunu bildirir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç