10
"Şu bir gerçektir ki kâfirler için ne malları ne de
oğulları hiçbir fayda sağlamaz . işte onlar ateşin yakıtıdırlar ."
Daha önceki
âyetlerde hak din veya tevhid dini beyân, bunu ifâde eden ilâhî kitabların
vasıfları zikredildikten, Kur’ân-ı Azîm'in yüce şânı ve râsih âlimlerin Kur’ân'a
olan imânlarının keyfiyeti açıklandıktan sonra şimdi burada da Kur’âni inkâr
edenlerin hâli anlatılmaya başlanıyor.
Kâfirlerden
maksadın kimler olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
Onların
bütün sınıflarını kapsayan kâfir cinsidir.
Medine'ye
gelen Necran heyetidir.
Benî
Kurayza ve Benî Nadîr Yahudileri veya Arap müşrikleridir.
Âyette,
"emvalühüm velâ evlâdühüm" buyrulmak suretiyle önce mallar, sonra evlâd
zikredilmiştir. Çünkü sıkıntıların giderilmesinde evlâdın katkısı daha büyüktür
(cana gelecek zararların çoğu mal ile değil, fakat
evlâdın savunması ile bertaraf edilebilir) yahut
belâların defi için önce mal feda editir.
Yani kâfirlerin, celbi menfaat ve def-i mazarrat
için harcadıkları malları ve önemli işlerde yardımlarına baş vurdukları, maddî
ve manevî dayandıkları çocukları, Allah katında uğrayacakları üzüntüleri,
sıkıntıları gidermek, Allah'ın (celle celâlühü)
azabını engellemek, ortadan kaldırmak konusunda hiçbir işe yaramayacak, hiçbir
fayda sağlamayacaktır.
Bir görüşe göre de, mal ve evlad, Allah'ın
(celle celâlühü) rahmet ve taatinden
(itaatinden) iğnâ etmez
(hiçbir şeyin yerini tutmaz), demektir. Nitekim:
" Şüphesiz
ki zan, haktan (ilimden) iğnâ etmez
(hiçbir şeyin yerini tutmaz)."
(Yûnus 10/36) mealindeki âyette de ığnâ fiili bu
mânâda kullanılmıştır. Ve âyette ifâde edilen hakikat:
"Şan şeref
ve dünyalık, Senin rahmetinden bir şeyin yerini tutmaz" mealindeki hadîs ve:
" Sizi
huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâdınızdır."
(Sebe' 34/37) mealindeki âyette de ifâde
edilmiştir.
Ancak
kâfirlerin malları ve çocuklarının, Allah'ın (celle
celâlühü) rahmeti ve taati yerine geçmesi, hiç kimse tarafından
düşünülmez ki, bunun reddi cihetine gidilsin.
Bir de,
âyetin ilk tefsiri, kâfirlerin hâlinin korkunçluğunu göstermesi bakımından
kendisinden sonraki "İşte onlar ateşin yakıtıdırlar." cümlesi ile bundan sonraki
âyette gelecek "Allah da onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesine daha
uygun düşmektedir.
İşte o
küfür sıfatını taşıyanlar, cehennem ateşinin yakılıp kızdırıldığı cehennem
yakıtından ve odunundan başka bir şey değildir.
Kâfirlerin
cehennem yakıtı olduğu ifâdesinden,
Eğer
cehennemin yakılıp kızdırıldığı zamandaki hâl kasdediliyorsa bu takdirde isim
cümlesinin tercihi, bunun tahakkuk ve takarrürüne delalet eder.
(Çünkü isim cümlesinin ifâde ettiği mânâda tahakkuk ve
takarrür vardır).
Eğer
kasdedilen bu değilse, o takdirde bu ilâhî ifâde, kâfirlerin gerçek, hâlinin bu
olduğunu, zahirî hâllerinin yok hükmünde sayıldığını bildirir.
Bu itibârla
onlar dünyada iken bile aynen cehennem ateşinin yakıtıdırlar. Bu ifâde
kâfirlerle cehennem ateşi arasındaki sıkı ilişkiyi apaçık gösterir.
"Vekuud /
yakıt", bir kırâete göre "vükuud" olarak da okunmuştur. Buna göre, kâfirler,
cehennemi yakma, tutuşturma, alevlendirme ehli oluyorlar demektir.
11
"Onların hâli firavunun yakın çevresi
(âl-i fir'avn) ve
onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar âyetlerimizi yalanlamışlardı. Allah da
onları günahları ile yakalayiverdi. Allah, azabı şiddetli olandır "
Onların
küfür ve azabtaki hâli, firavunun yakın çevresi ve onlardan önceki kâfir
ümmetlerin hâli gibidir.
"Onlar
âyetlerimizi yalanlamışlardı" cümlesi, bir istinaf cümlesi olup gizli
(mukadder) bir sualin cevabıdır.
Yani,
"-
Fir’avun’un yakın çevresi ile onlardan önceki kâfir ümmetlerin hâli nasıl idi?"
gizli sorusuna cevap olarak:
"- Onlar
âyetlerimizi yalanlamışlardı" denmiştir.
"Allah da,
onları günahları ile yakalayiverdi." cümlesi de, onlara yapılan hâl ve
muamelenin izahıdır. Yani Allah
(celle celâlühü) da, onları yakalayıp
cezalandırdı ve onlar, Allah'ın (celle celâlühü)
azabından kaçıp kurtulacak bir yer bulamadılar. İşte bu kâfirlerin hâli ve
akıbeti de, onların hâli ve akıbeti gibidir.
Bir görüşe göre, âyete verilen gramer ve
terkipten şu meal de çıkarılabilir:
"Onların
hâli firavunun yakın çevresinin hâli gibidir. Onlardan öncekiler de,
âyetlerimizi yalanlamışlardı."
Ancak bu
tefsir, âyetin nazm-i kerîmindeki güzellik ve safiyeti ortadan kaldırır.
Onların
günahları,
- Ya
âyetleri tekzib etmeleridir ki, o takdirde bu günahları, o ilâhî azaba sebep
olmuştur;
-Ya da bu
günahlar, onların şâir günahlarıdır.
Buna göre,
bu ifâdede, onların başka günahları da olduğuna delâlet vardır.
Yani Allah (celle
celâlühü), onları, günahlarına tevbe etmeden günahları ile yakaladı,
demek olur. Tıpkı:
" ve Allah,
onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor."
(Tevbe 9/55) mealindeki âyette ifâde edildiği gibi.
Son cümle,
mâkabk için bir zeyl ve tekmile (bütünleme) olup
ilâhî muahazeyi açıklar.
12
"(Resûlüm)
o kâfirlere de ki:
«Yakında yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz! Orası ne
kötü bir yataktır»."
Bu
kâfirlerden maksadın timler olduğu konusunda değşik görüşler ileri sürülmüştür
1- Bu
kafirlerden maksad Yahudîlerdir.
İbn Abbâs'tan
(radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Medine Yahudileri, Bedir
savaşında Resûlüllah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere karşı
kazandığı zaferi görünce:
"- Vallahi,
bu zat, gerçekten Mûsa'nın bize müjdelediği o Tevrat'ta vasıfları yazılı ümmi
peygamberdir" dediler ve Peygamber'e
(sallallahü aleyhi ve sellem) iman etmeye
niyetlendiler. Bunun üzerine diğer bazı Yahudiler:
"- Durun
bakalım, acele etmeyin; başka bir savaşını daha görelim de ondan sonra karar
verelim!" dediler.
Sonra Uhud
savaşında olanlar olunca, Yahudiler şüpheye düştüler. Bu arada
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile aralarıda belli bir süre için yapılmış
olan muahedeyi de süresinden önce bozdular. Bu arada Benî Nadır'dan Ka'b b.
Eşref altmış süvari ile Mekke'ye gitti ve nihayet
Resûlüllah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşmaya karar verdiler.
İste o
zaman bu âyet-i kerime nâzıl oldu.
Said b. Cübeyr ve İkrime'nin
(ölm.724) İbn Abbâs'tan
(radıyallahü anh) başka bir rivâyetine göre,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında Kureyş'e karşı zafer
kazanıp Medine'ye dönünce Yahudileri Kaynuka Pazarı'nda topladı ve Kureyş'in
başına gelenlerin onların başına da gelmemesı için onları uyardı. Yahudiler de
dediler ki:
"- Senin
beceriksiz, deneyimsiz, savaş kültürü olmayan bir kavimle karşılaşıp bir fırsat
yakalaman, seni aldatmasın. Sen bizimle savaşırsan, bizim ne adamlar olduğumuzu
anlarsın!" dediler.
İste o
zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yani ;
"- Ey
Resûlüm! O Yahudilere de ki; dünyada
yakın bir zamanda mutlaka mağlup olacaksınız."
Nitekim
Allah Yahudilerden Benî Kureyza'nın katli, Benî Nadır'ın sürgün edilmesi ve
diğer Yahudilerin de cizyeye bağlanması suretiyle va'dini gerçekleştirdi. Bu
olay, Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin hak
ve gerçek olduğunu gösteren en açık delillerden biridir.
Bu
kâfirlerden maksad Mekke müşrikleridir.
Mukatil'den
gelen bir rivâyete göre, bu âyet, Bedir savaşından önce nazil olmuştur ve bu
âyette zikri geçen kâfirler, Mekke müşrikleridir. İşte bundan dolayıdır ki,
Peygamber Bedir günü Mekke müşriklerine
şöyle demişti:
" -Şüphesiz
Allah, size gaalib gelecek ve sizi cehenneme sürecektir. Ne kötü bir yataktır
orası!"
Ancak bu
rivâyete göre, bu âyetle bundan sonraki âyet arasında inkıta lazım gelir. Çünkü
bundan sonraki âyet, Bedir savaşından sonra nazil olmuştur.
"Setuğlebûne / mağlup olacaksınız" ve "tuhserûne ilâ cehennem / cehenneme
sürüleceksiniz" fiilleri bir kırâete göre gayb kipi ile "seyuğlebûne / mağlup
olacaklar ve yuhşerûne /cehennenıe sürülecekler" şeklinde de okunmuştur. Bu
kırâete göre, Allah kendi beyânı ile haber verdiği vaîdi
(ceza tehdidini) onlara, anlatmayı
Peygamber'e
(sallallahü aleyhi ve sellem) emir buyurmuştur.
Yani,
"- Ey
Resûlüm! Bu sözleri, onlara ilet!"
buyurmuştur.
En son
cümle, ya onlara söylenecek sözlere dahildir,
ya da istinaf olup cehennemin korkunçluğunu ve
cehennem ehlinin perişan hâlini ifâde eder.
Bu
kâfirlerden maksad bütün kâfirlerdir.
Bu görüşün
sıhhatli ve muteber olduğunda hiç şüphe yoktur.
13
"Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta
(fieteyn) sizin için
âyet (ibret)ler
vardır. Onlardan biri Allah yolunda (fî
sebîlillâh) savaşıyordu; diğerleri de kâfirdi ve
göz görüşü (re'ye'l-a'yn)
onları ('mirileri)
kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımı
(nasrı) ile te'yid eder.
Şüphesiz bunda basıîret sâhibler (ülü'l-ebsar)
için ibret vardır."
A- "Gerçekten karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin
için âyetler vardır ."
Bu âyet de,
söylenmesi emredilen sözlere dahil olup makablinin mânâ ve muhtevasını açıklar
ve aynı zamanda bunun bir hakikat olduğunu isbat eder. Bu âyet Yahudilere
yöneliktir ve şunu demek ister:
"- Ey
sayılarına ve imkânlarına mağrur olan Yahudiler! Vallahi, Bedir savaşında iki
fırkanın, iki topluluğun duruşunda, karşı karşıya gelişinde mutlaka sizin için
ibretler vardır. "Setuğlebûne / yakında yenileceksiniz" sözünün hak ve gerçek
olduğunu siz de göreceksiniz. Bedir savaşında da yenilenler, sayılarının çokluğu
ve güçlerinin üstünlüğü ile gururlanıyorlardı. Ama onların nelerle
karşılaştıklarını gördünüz. İşte onların başlarına gelenler, sizin de başınıza
gelecektir."
B- "Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu ; diğeri de
kâfirdi ve göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı ."
Karşılaşan
iki fırkadan,
Biri
mü'mindi. Ancak burada imân yerine imânın hükümlerinden makama uygun olan Allah
yolunda savaş (cihad fîsebîlillâh)
zikredilmişdir. Bu, onları medhetmek, onların verdiği savaşı önemsemek ve âyetin
(deki ve ibretin) ne suretle gerçekleştiğini,
güç olarak azın nasıl çok görüldüğünü bildirmek içindir.
"Diğeri de
kâfirdi / ve uhra kâfiratün". Burada kâfir fırka için vasıf zikredilmemiştir.
Bunun sebebi onların savaşını hiç nazar-ı itibâra almamak, onların duydukları
korku ve heybetten dolayı saldırıya geçemediklerini zımnen bildirmek içindir.
"Yerevnehüm
misleyhim re'ye'l-ayn / göz görüşü onları kendilerinin iki misli görüyorlardı"
cümlesindeki görme Fiili "yeravne / görüyorlar" biçiminde çoğul olarak
kullanılmıştır. Görüş, kâfir fırkanın tek tek bütün fertlerine şâmildir.
Onlardan her biri mü'minleri, kendilerinin iki katı, iki bin savaşçı olarak
görüyorlardı. Çünkü müşrik ordusu bine yakındı. Onların tam sayısı dokuz yüz
elli savaşçı idi ve baş kumandanları da Utbe b. Rabia b. Abdişems idi. Ebû
Süfyan ve Ebû Cehil de ona yardımcı bulunuyordu. Müşrik ordusunda yüz at, yedi
yüz deve ve her çeşitten sayısız silah vardı.
Muhammed b.
Ebü'l Firarin Sa'd b. Evs'ten rivâyetine göre:
Bedir
savaşında müşrikler, Müslümanlardan birini esir almışlar ve kendisine:
"- Sayınız
ne kadardı?" diye sormuşlar. O da: . "- Üç yüz on iki ile üç yüz yirmi arasında
idik." demiş. Müşrikler de:
"- Hayır,
olamaz; biz sizi iki katımız kadar görüyorduk!" Veya:
"- Biz sizi
iki katınız kadar, altı yüz yirmi, altı yüz otuz arasında görüyorduk" demişler.
Nitekim
Bedir savaşında Müslümanların sayısı üç yüz on üç idi. Bunların yetmiş yedisi
Muhacirlerden ve iki yüz otuz altısı da Ensar'dan idi.
Bu savaşta
Resûlüllah ile Muhacirlerin sancaktarı
Ali b. Ebı Tâlib (radıyallahü anh)
(ölm.661); Ensarın sancaktarı da Sa'd b. Ubadc
el-Hazrecî (ölm.637) idi.
İslâm
ordusunda doksan deve ile iki at bulunuyordu. Bu atlardan biri Mikdael b. Amrin
(radıyallahü anh), diğeri de Mersed b. Ebi
Mersed'in (radıyallahü anh) idi.
Müslüman
savaşçıların yalnız altı zırhı ve sekiz kılıcı vardı.
Bedir
savaşında Müslümanlardan şehid düşenlerin tamamı on dört kişidir. Bunların
altısı Muhacirlerden, sekizi de Ensar'dandır. Allahü teâlâ, cümlesinden razı
olsun!
İşte
Müslümanların sayısı bu kadar az iken, Allah (celle
celâlühü), onları müşriklerin gözünde çok güçlü gösterdi ki,
müslümanlardan korksunlar ve onlarla savaşmaya cesaret edemesinler. Bu, Yüce
Allah'ın Müslümanlara bir inayeti, yardımı, nasrı, desteği idi. Allah o gün
Müslümanları meleklerle de destekledi. Bu ilâhî yardım, iki tarafın karşılaşması
sırasında gerçekleşti. Bundan önce de kâfirler daha işin başında kaçmasınlar ve
Müslümanlara karşı cür'et kazansınlar diye Allah (celle
celâlühü) onların gözünde Müslümanları az göstermişti.
Bir başka
kavle göre de, Müslümanlar, kâfir fırkayı kendilerinin iki misli görüyorlardı;
oysa onlar, Müslümanların üç katı idi. Bundan murad Müslümanların sebat etmesi
ve;
" Şimdi
sizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüzü yenerler."
(Enfâl 8/66) âyetinde zikredildiği gibi ilâhî nusret va'dı ile kalben
müsterih ve mutmain oknaları ve gönül rahatlığına kavuşmaları idi.
Ancak
âyetin birinci tefsiri (müşriklerin, Müslümanları kendi
sayılarının iki katı kadar görmeleri) daha anlamlıdır. Çünkü Müslümanlar,
müşrikleri hep kendilerinin iki kati kadar görmemişler; daha ziyâde kendileri
kadar hattâ daha da az görmüşlerdir. Nitekim rivâyete göre,
İbn-i Mes'ud diyor ki:
"- Biz
ilkin müşriklere baktığımızda gördük ki, bizden kat kat fazlalar; sonra
baktığımızda gördük ki, onlar bir kişi bile bizden fazla değiller."
Sonra Allah
müşrikleri Müslümanların gözünde sayıca daha da az göstermiş; hattâ Müslümanlar
onları kendilerinden de az görmüşlerdir.
Yine
İbn-i Mes'ud
(radıyallahü anh) diyor ki:
"Bedir günü
müşrikler bizim gözümüze o kadar az görünmeye başladılar ki yanımda bulunan bir
adama:
"- Sen de
onları yetmiş kişi kadar mı görüyorsun?" dedim. O da bana:
"- Ben
onları yüz kişi kadar görüyorum." dedi. Sonra biz onlardan bir esir aldık ve
ona: "- Sizin sayınız ne kadar?" diye sorduk. O da bize: "- Bin kişi." dedi.
Eğer bu
âyetten murad, Enfâl (8) sûresinde olduğu gibi,
mü'minlerin müşrikleri gerçekte olduğundan daha az görmelerini temin ile bunu
bir âyet ve ibret olarak belırtmekse, bu mü'minlerin müşrikleri kendilerinin iki
katı olarak görmelerinden daha çok zikre değerdir. Kaldı ki, kâfirlere azın çok,
zayıfın güçlü gösterilmesi ve bu şekilde onların kalblerine korku salınmasi, bu
suretle kâfirlere Allah'ın (celle celâlühü)
kudret ve hikmet eserlerinin gösterilmesi, hem ibret vesilesi, hem de kâfirlere
karşı kullanılacak hüccet olarak daha etkili ve aynı zamanda Kur’ân'a muhatab
olanların bunları kabul etmeleri için daha uygundur. Çünkü muhatab kitlenin, bu
mucizevî hâli müşahede eden kâfirlerle ihtilali çoktur, işte cumhûrun kıraetine
göre Kur’ânin mükemmeliyetinin gereği bu izahtır.
Bir görüşe göre, bu iki âyetteki hitab,
Setuğlebûne
/ Yakında yenileceksiniz!" hitabı ile,
"- Kad kâne
leküm âyetün ... / Gerçekten bunda sizin için âyetler vardır." hitabı,
(Yahudiler için değil fakat) Mekke müşrikleri
içindir. Ancak bu görüş aşağıdaki sebeble doğru telâkki edilemez:
"Setuğlebûne ve tuhşerûne ilâ cehennem / yenileceksiniz ve cehenneme
sürüleceksiniz!" vaîck, bu görüş sahiplerinin sarahatle belirttikleri gibi,
Eğer sadece
Bedir hezimetinden ibaret ise,
"- Sız
Mekke müşrikleri Bedır'de mağlup olacaksınız!" dedikten sonra, "- Sizin için
Bedir'de bir ibret vardır" demek uygun değildir.
Eğer bu
hezimet, başka bir hezimet ise, yine uygun değildir.
Çünkü bu
takdirde müşrikler, o korkunç ibreti Bedir'de görerek yaşayanlar, âyette hem
mübhem (iki fırka), hem de vasıflandırılmış
(kâfir bir fırka) olarak iki defa zikredilmiş
olur. (Oysa Bedir gazası, onu yaşayanlar için değil,
fakat başkaları için bir ibret dersi olarak öngörülür) Ayrıca müşahedenin
(kendilerinin iki misli olarak görürler, ifâdesindeki
müşahede) muhatablara isnadı, hüccetin ilzamında ve hasmı susturmada daha
etkili iken, o kâfir fırkaya isnael etmenin de bir sebebi yoktur. İşte bu
açıklamalardan, ikinci hitabın,
"- Sizin
için âyet vardır." hitabının mü'minler için olduğunu söylemenin sırrı anlaşılmış
olur.
Bir kırâete
göre bu âyetteki "yerevnehüm / onları görürler" fiili, "terevnehüm / siz onları
görürsünüz" seklinde hitap kipi olarak okunmuştur. Bu kıraetin zahiri, ikinci
hitabın (sizin için büyük bir ibret vardır)
müşriklere tevcih edilmesini gerektiriyorsa da, kesin değildir; çünkü bu kırâete
göre ikinci mahzur (anılan Bedir ibretinin
müşahedesinin muhatablara isnat edilmemesi mahzuru) kalkıyorsa da,
birinci mahzur (Bedir ibretini müşahede edenlerin,
"sizin için büyük bir ibret vardır" hitabının muhatapları olması) aynen
mevcuttur.
Bunun için
muhtemeldir ki, âyetteki hitap Yahudiler içindir. Bedir'deki ibreti görmek ise
müşrikler içindir; fakat müşriklerin görmesi, Yahudilerin görmesi mesabesinde
sayılmıştır. Çünkü aralarında küfür birliği vardı ve özellikle Kâ'b b. Eşref
vasıtasıyla meydana getirilmiş olan söz birliği, mîsak ve muahede vardı.
İşte bundan
dolayı beyânda mübalağa ve Yahudilerin de aynı akıbete uğrayacakları hakikatini
zımnen açıklamak için anılan müşahede, Yahudilere isnad edilmiştir.
Eğer "
onları (mü'minleri kendilerinin iki misli görüyorlardı"
ifâdesındeki görme, göz görmesi olarak kabul edilirse, "re'ye'l-ayn / göz
görüşü, bakışı", onun tekidi olur; yok eğer anılan görme, kalb görmesi (basiret)
olarak kabul edlirse, "re'ye'l-ayn" teşbihi mastar kabul edilir.
Yani göz görmesi gibi apaçık bir müşâhde, demek
olur.
C- "Allah, dilediğini yardımı
(nasr'ı) ile te'yid eder
(destekler)."
Allah
(celle celâlühü), Bedir savaşında kendi yolunda
savaşan fırkayı doğrudan doğruya kendi yardımıyla desteklediği gibi, kimi
dilerse âdi (âdete uygun) sebepleri vâsıta
kılmadan da onu yardımıyla destekler.
Ç- "Şüphesiz bunda basıîret sahibleri
(ülü'l-ebsar) için ibret
vardır ."
Sayıca az
ve imkânları dar bir fırkanın, sayıca çok ve tam techizatlı bir fırkaya galip
gelmesi sonucunu doğuran o az kuvveti çok görme olayında elbette ki akıl ve
basiret sahibleri için veya onları görenler için büyük bir ibret vardır.
"Zâlike /
işte bunlar" işareü uzak için olduğu hâlde burada kullanılması, kendilerine
işaret edilen Bedir mücâhidlerinin
faziletteki derecelerinin pek yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir.
Bu cümle;
-
ya söylenmesi emredilen sözlere dahil olup bir
zeyl olarak makablini, açıklar,
-
ya da Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) kelâmını tasdik
etmek üzere doğrudan doğruya Allah (celle celâlühü)
tarafından ifâde buyrulmustur.
14
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere,
salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı sevgi
insanlara hoş gösterilmiş (tezyin edilmiş,
süslenmiş)tir. Bütün bunlar dünya hayâtının
geçici yararlarıdır. Oysa varılacak güzel yer
(hüsnü'i- meâb), Allah karındadır."
A- "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve
gümüşlere, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan ihtiraslı
sevgi insanlara hoş gösterilmiştir ."
Bundan
önce, elde bulundurdukları dünyalıklarla güç gösterisi yapan kâfirlere bunların
bir fayda sağlamayacağı beyân edilmişti. Şimdi de dünyevî bazların her çeşidinin
kalıcı bir değeri olmadığı bu istinaf cümlesiyle belirtiliyor. Maksad, insanları
dünya nimetlerine zahitçe yaklaşmaya ve Allah (celle
celâlühü) katındaki ebedî nimetlere rağbete yöneltmektir.
"e'n- Nas"
dan murad, bütün insanlardır. Âyette zikredilen dünya nimetlerim insanlara câzib
gösteren, aslında Allah'tır (celle celâlühü)
Çünkü hakikatte bütün fiillerin ve arzuların yegâne yaratıcısı Allah'tır
(celle celâlühü) Bundaki hikmet ise, kulları
sınamak, imtihan etmektir. Nitekim Allah Kehf (17)
sûresinin 7. âyetinde şöyle buyurur:
" Biz,
yeryüzünde olan şeyleri insanlardan hangileri daha güzel hareket
(amel) edecek; sınayalım diye bir zinet kıldık."
(Kehf 17/7)
Zira
dünyanın nimetleri şer-i şerife uygun olarak kullanıldığmda iki cihan saadetine
ve insanlığın devamına vesile olur.
"Züyyine /
tezyin edildi, süslendi; çekici, câzib gösterildi" fiili, "zeyyene / tezyin
etti, süsledi; çekici, câzib gösterdi" şeklinde fail kıpı ile de okunmuştur.
Bir görüşe göre dünya nimetlerini câzib
gösteren şeytandır. Çünkü âyet-i kerîmenin siyakı, dünya nimetlerine karşı
duyulan sevginin zemmi yönündedir.
(Ünlü Mu'tezile
âlimi) Ebû Haşim Abdüsselam el-Cübaî (ölm.933),
bu konuda mubah ile haram arasında ayırım yapmış; mubah şeylerde fiili Allah'a
(celle celâlühü), haram şeylerde şeytana isnad
etmiştir.
Kadınlar,
oğullardan önce zikredilmiştir; çünkü onların cazibesi daha etkilidir. Nitekim
kadınların gayri meşru sevgisi, şeytan tuzağı sayılır. Âyette kızlar
zikredilmemiştir; çünkü kız çocuklarına karşı eluyulan sevgi
(cahiliyye toplumunda) umûmi değildir.
(Hattâ kız çocuklarını öldürenler bile vardır.)
"el-
Kanatıîr", "kıntar"ın çoğuludur. Kantar, çok mal demektir. Ancak kantarın mânâ
ve muhtevası hakkında değişik görüşler vardır. Buna göre kintar:
Yüz bin
dinardır;
Bir öküz
gönü dolusu dinardır;
Yetmiş bin
dinardır;
Seksen bin
dinardır;
Yüz rıtıl
altındır (Bir rıtıl yaklaşık 460 gr.);
Bin iki yüz
miskal altındır (Bir miskal yaklaşık 45 desigram);
Yüz rıtıl,
yüz miskal, yüz dirhemdir;
Bir kan
bedelidir (diyettir).
"Mukantara
/ kıntar, kıntar" kelimesine de değişik mânâlar verilmiştir:
Bazılarına
göre tekid için kullanılmıştır;
Bazılarına
göre de sağlama alınmış, korunmuş; gömülmüş; istif edilmiş; sikke hâline
getirilmiş demektir.
B- "Bütün bunlar dünya hayâtının geçici yararlarıdır ."
Bu
zikredilenler, dünya hayâtında, sayılı günlerde kendilerinden faydalanılan,
sonra da süratle yok olup giden geçici nimetlerdir.
C- "Oysa varılacak güzel yer Allah katındadır ."
İnsanın
toplayıp biriktirdiği dünyalık ne kadar çok olursa olsun, ona mutlu bir gelecek
hazırlayamaz.
Bu cümlede
lafz-ı celâl (Allah) öznedir
(mübteda) ve ondan sonraki zarf cümlesi de, onun
yüklemi (haberi) dir. Bu da, mânâya ziyadesiyle
tekid, tazim, Allah (celle celâlühü) katındaki
ebedî nimetlere ziyadesiyle teşvik ve dünyanın fâni lezzetlerine, nimetlerine
karşı zahitçe bir yaklaşım içinde olmayı tavsiye anlamını ifâde eder.
15
"(Resûlüm)
de ki:
"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva
sâhiblerı için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan
cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır. Allah kullarını hakkıyla
gören (Basıîr)
dir."
A- "(Resûlüm)
de kı (Kul):
"- Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? takva
sahibleri için Rabbleri katında sürekli kalacakları altlarından ırmaklar akan
cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan bir rızâ vardır."
Yüce
Rabbimiz, bundan önce dünyanın sahte güzelliklerini beyân ve katındaki güzel
sonları icmalen zikrettikten sonra burada daha çok kulluğa teşvik için icmalen
anlatılanları Resûlüllah'a, insanlara
açıklamayı emrediyor.
Hitab;
"- Ey
insanlar! O anlatılan dünya lezzetlerinden ve zilletlerinden daha hayırlısını
size haber vereyim mi?" seklinde bütün insanlığı kucaklıyor.
"Hayr"ın
önce mübhem olarak zikredilmesi, onun şânını tazîm ve ona teşvik içindir.
"Lillezînettekav / takva sahipleri için..." cümlesi, istinaf
(akla gelen suale cevap) olup o mübhemi açıklar.
Takvadan
murad, kulun kendini tamamen Allah'a adaması ve mâsivâ'dan
(Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirmesidir.
Nitekim gelecek sıfatlar da bunu bildirir.
Cennetlerin
ve ondan sonra zikredilen çeşitli nimetlerin husulünün takvaya bağlanması,
takvanın tahsili ve takva üzerinde sebata teşvik içindir.
"I'nde
Rabbihim / Rableri indinde" (katında) ifâdesi,
cennet ehlinin mertebesinin yüksekliğini ve bu tabakanın üstünlüğünü belirtir.
Burada "Rabb" unvanının zikredilmesi ve takva sahiplerinin yerini tutan zamire
izafe edilmesi, "Rabbihim / Rabblerinin", onlar hakkında lütufkâr olduğunu
zımnen açıklamak içindir.
"Tecrî min
tahtihe'l-enhâr / Altlarından ırmaklar akan cennetler"
ifâdesinde,
cennetlerden zahir manâsıyla;
eğer sırf
ağaçlar kasdediliyorsa, altlarından ırmakların akmasının anlamı açıktır;
eğer arazı
ve ağaçların bütünü kasdedihyorsa, o zaman altlarından ırmakların akması,
arazinin cüz'ü olan ağaçlar itibariyledir. Nitekim daha önce defalarca izahı
geçti.
Cennet
ehlinin eslerinin tertemiz (ezvâc-i mutahhara)
olmasından murad, onların hoşa gitmeyen bedenî ve tabiî hâllerden tertemiz
olmaları demektir.
"Ridvânün
mina'llâh / Allah'tan bir rızâ" ifâdesinde, rızânın pek mükemmel ve muazzam
olduğu anlamı vardır. Allah'ın takva sahibleri için öyle bir rızâsı vardır ki, o
rızânın değerini hiç kimse takdir edemez.
B- "Allah, kullarını hakkıyla görendir ."
Allah
(celle celâlühü), kullarını ve onların bütün
amellerini hakkıyla bilir ve görür. Böylece O, kıyamet günü, amellere uygun
mükâfat ve cezayı verecektir yahut Allah
(celle celâlühü), takva sahiplerinin hâllerini
kemâliyle görmektedir. Bunun içindif ki, onlara, zikredilen nimetleri
hazırlamaktadır. Bu cümle bize, ancak takva sahiblerinin, "ı'badu'llah veya
ı'bada'llah — Allah'ın kulları" ismini taşımaya lâyık olduğunu bildirir.
|