283
"Eğer siz yolculuk
(sefer) da olur da kâtib
bulamazsanız o zaman alınan rehin yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz,
artık kendisine güvenilen kimse de, emanetini
(borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun.
Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi gerçekten
günahkârdır. Allah, bütün yaptıklarınızı bilen
(A'lîm)dir."
A- "Eğer siz yolculukta olur da
kâtib bulamazsanız o zaman alman rehin yeterlidir ."
Eğer misafirsenız veya yolculuğa yönelmişsenız ve borç
işlemini yazdıracak bir kâtip de bulamıyorsanız, o zaman güvence olarak,
borçludan, alınacak rehin yeterlidir. Alacağın teminatı olarak rehin almak
meşrudur.
Mücâhid ve
Dahhâk'in sandıkları gibi relinin meşruiyeti
sefer şartına bağlı değildir. Nitekim Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Medine'de ailesinin ihtiyacı olarak, bir Yahudîden aldığı
yirmi, sâ' arpa için zırhını rehin olarak vermiştir."
{Sâ', şer'î dirheme göre 2.17 kg., örfî dirheme göre ise
3.333 kg. dır.}
Âyetteki talikin (hükmün sefer
hâline bağlanması) sebebi ikamedir. Daha açık bir ifâdeyle seferde kâtib
bulunmaması hâlinde yazılı belge (tevsik) yerine
rehin alma (irtihan) ikame edilmiştir.
Seferde şâhid bulunmaması meselesine temas edilmemiştir.
Çünkü o da kâtip hükmündedir.
Ulemânın cumhûruna göre, rehin malın tamamının teslimi
vâcibtir ve rehin alan kimse, onun mâliki sayılmaz (Bu
itibârla rehin aldığı malı sahibinden izinsiz olarak işletemez ve kullanamaz).
B- "Eğer birbirinize güvenirseniz,
artık kendisine güvenilen kimse de emanetini
(borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun ."
Eğer alacaklı borçluya hüsn-ü zannından ötürü güvenir de,
güveninden dolayı rehin alma ihtiyacını duymazsa, artık güvenilen kimse veya
borçlu da, borcunu ödesin.
"Fein emine / eğer emîn olursa, güvenirse" fiili, bir
kırâete göre "Fein ümine / eğer emniyet edilir, güvenilirse" şeklinde mechûl
kıpı ile de okunmuştur.
Âyette, borçlu, "ellezî'tümine / kendisine güvenilen kimse"
şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü onun güvenikr olduğunun ilâm yolu budur. Bir de
burada borçluyu borcunu ödemeye sevketmek için teşvik vardır.
Âyette, borca da emanet denilmiştir. Çünkü rehin
alınmayarak bunun için borçluya emniyet edilmiş, güvenilmiştir.
Borçlu, hukuku gözetmek, Rabbı olan Allah'tan korkmalıdır.
Bu cümlede ülûhiyet unvanı (Allah)
ile rubûbiyet sıfatının (Rabb) yan yana
zikredilmesinde apaçık bir te'kid ve sakındırma anlamı vardır.
C- "Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu
gizlerse bilsin ki onun kalbi gerçekten günahkârdır . Zaten Allah, bütün
yaptıklarınızı bilendir ."
"- Ey şahitler! şahitliği gizlemeyin
yahut ey borçlular! Muamele sırasında bizzat
gördüklerinizi ve kendi aleyhinize olan şahadetinizi gizlemeyin."
Günahkârlık sıfatı kalbe isnat edilmiştir. Çünkü günahı
gizlemekte kalbin büyük dahli vardır. Bunun bir benzeri de, zinanın göze ve
kulağa isnat edilmesidir. Yahut anılan fiilin
kalbe isnadı mübalağa içindir. Çünkü kalb, beden organlarının reisidir ve onun
fiilleri, fiilenn en büyüğüdür. Yani kim de
şahadeti gizlerse, günah onun nefsine yerleşmiş olur; onun en şerefli yerine
sahip olur ve diğer günahlarından daha vahim bir hâl alır, demektir. Rivâyete
göre İbn Abbâs
(radıyallahü anh) diyor ki:
"Kebâirin (büyük günahların)
en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Nitekim Allah (celle
celâlühü) meâlen:
"Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah muhakkak cenneti ona
haram kılar." buyurur. (Mâide 5/72)
Bundan sonra en büyük günah yalancı şahitlik ve doğru
şehadeti gizlemektir.
Binaenaleyh Allah (celle celâlühü),
yaptıklarınızın karşılığını mutlaka verecektir; hayır ise hayır olarak; şer ise
şer olarak.
284
"Göklerdlekiler ve yetdekiler
yalnız Allah'ındır. İçinizdekılerı açığa vursanızda, gizleseniz de Allah ondan
dolayı sizi hesaba çekecektir. Artık O, dilediğini affeder; dilediğine de azab
eder. Allah, her şeye kaadirdir."
A- "Göklerdekiler ve yerdekiler
yalnız Allah'ındır ."
Göklerin ve yerin hakikatine dahil olan her şey ve onların
hakikatinin haricinde kalıp da onlarda mekân tutmuş akıl sahibi ve diğer
varlıklardan her ne varsa hepsi yaradılış olarak, mülk olarak ve tasarruf olarak
yalnız Allah'ındır (celle celâlühü); başkasının,
bu varlıkların en ufak parçasında bile hiçbir suretle ortaklığı yoktur.
B- "İçinızdekileri açığa vursanız
da, gizieseniz de Allah, ondan dolayı sizi hesaba çekecektir ."
İçinizdeki kötülükleri ve bunları işleme azmini kavlen veya
fiilen veya hem kavlen hem de fiilen insanlara açıklasanız da, gizieseniz de
veya hiçbir suretle insanlara açıklamasanız da, Allah
(celle celâlühü) kıyamet gününde ondan dolayı sizi hesaba çekecektir.
Ancak insanın korunamadığı vesvese ve insanın aklına gelip de içinden
gerçekleştirmeye karar vermediği ve azmetmediği kötü şeyler buna dahil değildir.
Çünkü teklif (sorumluluk), kişinin gücü ve
imkânı nısbetindedir. 36
36
Ebû Hüreyre
(radıyallahü anh)
tarafından rivâyet edildiğine göre Bakara
(2)
sûresinin meali yukarda yazılı 284. âyeti nazil olduğu vakit Ashaba çok şiddetli
geldi. Huzurda diz çöküp oturdular ve:
"— Ya
Resûlallah
(Eskiden)
bize gücümüzün yeteceği ameller, namaz, oruç, cihad ve sadaka
(gibi ibadetler)
teklif olun (muş)tu.
(Şimdi)
sana şu âyet indirildi. Biz buna takat getiremeyiz." dediler.
Resûlüllah
"— Etürîdûne en
tekuuki kema kale ehlüi-kitabeyni min kabliküm / Sizden önceki iki Ehl-i Kitabin
dedikleri gibi: Semi'na ve a'sayna / İşittik ve isyan ettik mı demek
istiyorsunuz? Bel kuulû / Hayır, siz: Semi'na ve ata'na ğufraneke Rabbena ve
ıleykel-maslîr — Dinledik ve itaat ettik, gufranını dileriz;
ya
Rabb, dönüş ancak Sanadır; deyin!" buyurdular. Ashâb da : "- Dinledik ve itaat
ettik; gufranını dileriz; ya
Rabb, dönüş ancak Sanadır." dediler. Cemaat bunu okuyunca dikeri ona yatişti.
Hemen arkasından Allah şu âyeti indirdi: "Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene imân etti, mü'minler de imân ettiler. Hepsi
Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler. Biz, Allah'ın
Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz
Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."
Onlar bunu yapınca Allahü teâlâ o
âyeti neshederek :
"Allah, kimseye, gücünün üstünde,
kaldıramayacağı bir yük yüklemez. v.d." âyetini inzal etti.
(Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu,
Sönmez Yayınları, İstanbul 1977, Ciltti, Kıtabu 1-İmân, Sayfa: 466-472, Hadîs
No: 199, 200)
Bu âyet-i kerîme, kıyamet günündeki hesabı inkâr eden
Mutezile ve Ratızîler
(İmamiyye Şiîleri) aleyhinde hüccettir.
{Mutezile ve İmamiyye
Şiîleri, kıyamet gününde amellerin tartılmasını inkâr ederler. Onlara göre
ameller, araz (kendi zâtıyla kaim olmayan, başkasıyla
kaim olan) oldukları için tartilabilir nesnelerden değildir. Bir de
ameller zaten Allah'a malûmdur. Bu itibârla onların tartılması abestir. Ehl-i
Sünnet'e göre ise bu bir hakikattir; ancak keyfiyeti bizce malûm, değildir.}
"İçinizdekileri açığa vursanız da, gizleseniz de.."
buyrulmak suretiyle önce açığa vurma (ibda'),
sonra gizleme (İhfa) zikredilmiş;
" De ki, İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da,
Allah onu bilir." (Al-i İmran 3/29) mealindeki
âyette ise bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü burada insanların nefsine taallûk
eden muhasebedir ve muhasebeye esas oluşturan da açık amellerdir.
Mezkûr âyette belirtilen ise ilâhî ilimdir; onun insanlara
taallûku, gizli amellere taallûku gibidir. Buna nasıl hayır denebilir ki,
Allah'ın ilmi, bir suretin hâsıl olması yoluyla olmaktan münezzehtir; hangi
şekilde olursa olsun, bir şeyin kendi nefsinde mevcudiyeti, Allah'a
(celle celâlühü) göre ilimdir
(İlâhî ilim herhalükârda varlıklara taallûk halindedir).
Bunda açık ve gizli eşya arasında bir durum değişikliği sözkonusu değildir.
Ancak insanlar açısından gizleme mertebesi, açığa vurma mertebesinden önce
gelir. Çünkü açığa vurulan her şey, ya kendisi
veya unsurları daha önce kalbte mutlaka gizlidir. Bu itibârla Allah
(celle celâlühü) ilminin ilk hâline
(kalbtekı hâline) taallûku, ikinci hâline olan
taalukundan önce gelmektedir. Nitekim bu hakikatin izahı,
"Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de,
açıkladıklarını da hakkıyla bilir." (Bakara 2/77)
mealindeki âyetin tefsirinde geçti.
C- "Artık O, dilediğini affeder;
dilediğine de azab eder . Allah, her şeye kaadirdir ."
Allah hikmetinin gereği olarak, dilediğini lütfuyla affeder
ve dilediğine de adaletiyle azab eder. Âyette ilâhî mağfiret, az ab tan önce
zikredilmiştir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü)
rahmeti, gazabından geniştir.
Allah'ın her şeye kaadir olduğu cümlesi, makabli için
açıklayıcı bir zeyl gibidir. Çünkü Allah'ın (celle
celâlühü) bütün eşya üzerindeki tam ve kâmil kudreti, O'nun, daha önce
geçen muhasebeye ve onun sonuçlan mağfiret ve azaba muktedir olmasını da
gerektirir.
285
"Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve
Kur’ân) imân etti. Mü'minler de imân ettiler.
Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarma ve Resullerine imân ettiler.
Biz Allah'ın Resulleri arasından
hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik.
Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı
dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."
A- "Peygamber,
Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve
Kur’ân) imân etti . Mü'minler de imân ettiler ."
37
37 Ebî Mes'ûddan
(radıyallahü anh)
rivâyet edildiğine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur. "el-Ayetani min âhiri sûreti'l-bakarati men karaahüma fî
leyletin kefatehu / Bakara sûresinin sonunda öyle iki âyet vardır ki kim onları
bir gecede okursa ona yeter." (Tecrıd—i Sarili
Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Bask. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 10,
Sayfa: 159-160, Hadîs No: 1572)
Ayni hadîs Sahih—i Müslimde de
yer almıştir. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve
Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, Cilt: 4, Sayfa: 277-378, Hadîs No:
255, 256)
Bu konuda Ebû Zerr el-Gıfarîden
(radıyallahü anh)
rivâyet edilen bir hadis daha vardır ki
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Allahü teâlâ Bakara sûresini öyle iki âyetle bitirdi kı, bu
âyetleri bana Arşin altındaki bir hazineden verdi! Bunları öğrenin.
Kadınlarınıza, oğullarınızı da öğretin. Çünkü bunlar hem namaz, hem Kur’ân, hem
de duadır." (Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi,
Cilt: 4, Sayfa: 379)
Abdullah b. Mes'ûd'a
(radıyallahü anh)
dayanan bir rivâyete göre de "Mirac'ta
Resûlüllah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem)
üç şey verilmiştir:
1- Beş vakit namaz, 2- Bakara
sûresinin son âyetleri, 3— Ümmetinden şirk koşmayanların büyük günahlarının
affolunması (Sünenü'n—Nesâî Tercemesi, Kalem
Yayıncılık, İstanbul 1981, Cilt: 1-2, Sayfa: 285)
Bakara (2) sûresinin
başında, Resûlüllah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen şânı
yüce Kur’ân-ı Kerîmin takva sahipleri için bir hidâyet olduğu belirtildikten
sonra takva sahipleri de üstün vasıflar taşıyan ve ezcümle Allah'a
(celle celâlühü) ve O'nun daha önce indirdiği
Kitablara imân eden, hidâyete ve felâha eren kullar olarak tarif edilmişti.
Ancak orada, Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem)
ümmeti için özellikle bir tâyin ve tahsis yapılmamış ve onların bu sıfatları
taşıdıkları da sarahatle belirtilmemişti. Çünkü orada bu konuda bifki bir hüküm
mevcut değildi. Ve onun Yani Bakara sûresinin
ilk 5 âyetinden sonra da, açıkça kâfirlerle münafıkların hâlleri beyân
edilmişti. Bundan sonra da çeşitli şeriatler, hükümler, öğütler, hikmetler, eski
ümmetlerin haberleri ve ilâhî hikmetin gerektirdiği diğer konular zikredilmişti,
işte bütün bunlardan sonra bu sûrenin sonunda bu üstün imân ehli açıklanıyor ve
Allah (celle celâlühü) tarafından onların
imânının kemâline ve itaatlerinin güzelliğine şahadet ediliyor.
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin
başında (îman bölümünde) muhatab olarak, burada
ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şahadete uygun
üslub, kendisi için şahadet edilenin muhatab alınmamasıdır.
Peygamberimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem), burada, şanlı
şerefli bir Kitab ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risâlet
(Resul) unvanıyla zikredilmesi, "bima ünzile
ileyhi / kendisine indirilene.." ifâdesine bir hazırlık ve ilâve bir izah
sayılır. Çünkü Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) de, kendilerine
imân edilen Peygamberlere dahildir.
Peygamberimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbi tarafından
kendisine indirikne imânından murad, Kur’ân-ı Kerîm'de bulunan bütün şeriatlere,
hükümlere, kıssalara, öğütlere, diğer Peygamberlerin
hâkerine, ilâhî Kitablara ve şâir konulara ilişkin tafsik bir imândır. Kur’ân'ın
ihtiva ettiği hükümlerin hakkaniyetine, verdiği haberlerin doğruluğuna ve
benzeri hususlara imân etmekse, bu tafsıili imânın şubelerindendir.
Burada icmali ifâde kullanılması "Âmene'r- resulü bimâ
ünzile ileyhi / Peygamber, Rabbinden
kendisine indirilene imân etti" denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat
bu aynı zamanda Peygamberin
(sallallahü aleyhi ve sellem) imânının,
kendisine geien vahyin bütün tafsilât ve muhtevasını içerdiğinin bir başka
suretle beyânıdır.
".. İleyhi min rabbihi / Rabbinden kendisine" ifadesiyle
rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin,
Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve
sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden
denmesi), Peygamberimiz için
büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’ân'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için
ilâhî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir.
B- "Hepsi Allah'a, meleklerine,
Kitablarına ve Resullerine imân ettiler ."
Mü'minlerden maksad, bu isimle mâruf olan fırkadır.
"Âmene / imân etti" fiilinin zamiri, mü'minlere râci'dir ve
tekil vârıd olmuştur. Çünkü burada, "Hepsi boyunları bükük olarak O'na
gelirler.)" (Neml 27/87) mealindeki âyette
olduğu gibi maksud, toplanma mânâsına itibâr edilmeksizin, mü'minlerin her
ferdinin imân etmiş olmasıdır.
Bu cümlede üslubun, makablinden farklı oluşu,
Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) müşahede ve görgüye dayanan imânı ile
mü'minlerin hüccet ve delilden doğan imânı arasındaki açık farkı te'kid ile
bildirmek içindir. Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) imânı ile
mü'minlerin imânı, her yönden birbirinden farklıdır. Hattâ onları ifâde eden
teritib biçimleri de birbirinden farklıdır.
Burada isnad tekrarlanmış
(Allah'a, meleklerine... îmân, hem mü'minlere, hem de hepsine);
mü'minlerin her ferdinin, imânına hükmedilmiştir. Ama takviye ve te'kide muhtaç
bir nevi kapalılık vardır.
Daha açık bir deyişle mü'minlerin imânının anlam ve kapsamı
şudur:
Allah (celle celâlühü)
birdir, O'nun ilâh ve mâbûd olarak eşi, ortağı yoktur.
Melekler, Allah'ın ikramına mazhar olmuş
(mükrem) kullarıdır.
Allah Kitablarını insanlara melekler vâsıtası ile indirmiş
ve Peygamberlerine onlar aracılığı ile
vahyetmiştir.
Ancak meleklere olan imânın mâhiyeti, onların kendi
varlıklarının zâti hususiyetlerinden değil, fakat Allah'a olan izafetleri
(aidiyetleri) itibariyledir. Nitekim bu husus,
âyetin nazmındaki tertipten de anlaşılır.
Allah (celle celâlühü),
vaz'ettiği dinin emir ve nehiylerine kullarını, insanları irşad için Kitablar ve
Resuller göndermiştir.
Ancak mü'minlerin, Allah'ın (celle
celâlühü) Kitablarına ve Resullerine olan bu imânı mutlak değildir.
Burada o ilâhî Kitabların her birinin, Allah (celle
celâlühü) katından belli bir Peygambere
indirildiğine imân söz konusudur. Nitekim,
"Deyin ki:
- Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ma
indirilenlere, Mûsa ve İsâ'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere
verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız."
(Bakara 2/136) mealindeki âyette de bu husus
dile getirilir.38
38
Ebû Hüreyre
tarafından rivâyet edildiğine göre Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice okuyup
Müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Bu nedenle
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem):,
"Lâ tüsaddekuu ehle'l-kitabi velâ tükezzibûhüm ve kuulû: Amenna billahi vemâ
ünzile ileyna.. / Ehl-i Kitab'ı ne doğrulayın ne de yalanlayın; Allah'a inandık,
bize indirilene de, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve torunlarına
indirilenlere; Mûsa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün
Peygamberlere
Rabblerinden verilenlere imân ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız.
Biz Allah'a teslim olmuş Müslümanlarız; deyiniz, " buyurdu.
(Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi,
Diyanet İşlen Başk. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 11, Sayfa: 51)
Mü'minlerin imânı, esasta belli bir ilâhî kitaba veya belli
bir Peygambere mahsus ve münhasır
değil fakat hepsine Resûlüllah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona indirilmiş
olan Kitaba da şâmildir. Nitekim zikredilen âyet-i kerîme
(Bakara 2/136) de bu hakikati ifâde eder.
Ancak bu imân, eski ilâhî kitabların hüküm ve şeriatlerınin
hâlen tamamen veya kısmen geçerli ve bu geçerliliğin o kitablara izafetle, o
kitablara müstenid olmasından değildir. Çünkü eski semavî kitabların her birinin
kapsadığı hükümler, başka bir semavî kitab gelip onu neshedinceye
(geçersiz kalıncaya) kadar hak ve sabittir. Eğer bu kitabların
şeriat ve hükümlerinden şimdiye kadar neshedilmemiş bazı kısımlar kalmışsa
bunların, kıyamete kadar neshten masun ve mahfuz bulunan Kur’ân'ın hükümlerinden
madût olmasındandır.
Daha önce geçen;
"Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr
(hayır, erginlik) değildir. Fakat asıl birre
(hayr) erenler; Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, Kitablara, Peygamberlere
imân ederler..." (Bakara 2/177) mealindeki
âyette görüldüğü gibi, burada âhiret gününe imân zikredilmemiştir. Çünkü bu imân
da, Allah'ın Kitablarına olan imânın şümulü içindedir.
"Kütübihi / O'nun Kitabları" kelimesi, bir kırâete göre
"Kitabini / O'nun Kitabı" şeklinde de okunmuştur. Buna göre kitabtan murad
ya Kur’ân-ı Kerîm'dır
ya da;
"İnsanlar (evvelce) bir tek
ümmet (ümmet-i vahide) idi. Sonra Allah, mübeşşir
(müjdeleyici) ve Münzir
(korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak
Peygamberler gönderdi. Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda
insanlar arasında hülmıetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi."
(2/213) mealindeki âyet-i kerîmede betirtildiği
gibi kitab cinsinden bir tebliğdir.
Cins ile çoğul arasındaki fark şudur: Cins, daha çok cinsin
fertleri için, çoğul ise cinsin çoğulları için kullanılır. Bundan dolayı
"kitabın cinsî, kitabın çoğulundan daha kapsamlıdır" denir.
"Ve kütübihi ve rusulihi / Kitablarına ve
Peygamberlerine" ifâdesi, daha önce geçen
"Bima ünzile ileyhi min rabbihi // Rabbinden kendisine indirilene" ifâdesindeki
icmale bir nevi açıklamadır.
Mü'minlerin imânı konusunda âyette zikredilen unsurlarla
iktifa edilmesi mü'minlerin her birinde mevcud icmâlî imân için bunun yeterli
olduğunu, bildirmek içindir. Fakat bu asgarî imânın hiçbir zaman
ziyâdeleşmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü tafsili imân mertebelerinde
mü'minlerin, imân seviyeleri ve dereceleri arasında zorunlu olarak büyük farklar
vardır. Zira hikâyedeki (mü'minlerin imânının
anlatimındaki) icmal, hikâye edilen o imânın da icmali olmasını
gerektirmez. Nitekim bu âyette, Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) imâm hikâye
edilirken, "Peygamber, Rabbinden
kendisine indirilene imân etti." buyrulmak suretiyle icmal yapılır. Oysa
Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) îmânı, Rabbinden kendisine indirilen
şeylerin büyüklerinin de, küçüklerinin de tafsilatına taallûk ettiği açık bir
gerçektir.
Bu âyette imânın unsurları olarak zikredilenler, ancak Alîm
(her şeyi bilen) ve Habîr
(her şeyden haberdar) Allah'ın vaakıf olduğu
gaaib şeylerdendir. Bunlara imân, bu sûrenin başında zikredilen gaybe imânı
tasdik için birer kıstas olmuştur. Bu âyette söz konusu olan Allah'ın
(celle celâlühü) kitablarına imân, sûrenin
başında vârıcl olan,
"Onlar (takva sahibi olanlar),
sana indirilene ve senden önce indirilenlere de inanırlar."
(2/4) mealindeki âyette zikredilen imâna işaret
eder.
Bu izah şekli, Kur’ân'ın yüce şânına lâyık olan ve ona
yaraşan yorumdur.
Bunun dışında, "ve'l-mü'minûne / mü'minler de" kelimesini,
âyetin başındaki "c'r- Resulü / Resul" kelimesine atfetmek de caiz sayılmıştır.
Buna göre âyeti okurken "ve'l-mü'minûn / mü'minler de" kelimesi sonunda vakıf
yapılır (kelimenin sonundaki hareke okunmayarak biraz
durulur). O takdirde mânâ şöyle olur: "Peygamber
ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene imân ettiler. Hepsi Allah'a,
meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine
imân ettiler."
Ancak bu tefsire göre, imân konusunun
(Rabbinden kendisine indirilen), matuftan
(mü'minler kelimesinden) önce zikredilmiş
olması, imânın şânına olan ilgiden ve bu imânda,
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem)
imânının asıl olduğunu zımnen bildirmek istenmiş olmasındandır.
Ancak bu ikinci tefsir şeklinde, birıncisindeki kemâl ve
Peygamberin
(sallallahü aleyhi ve sellem) şânını yüceltmek, imânını tâzîm etmek
anlamı olmadığı gibi, âyetin nazm-i kerîminin mükemmeliyeti de ihlâl edilmiş
olur. Çünkü eğer âyette zikredilen her iki imân gerek bizatihi imân olarak,
gerekse tafsilata taallûku itibarıyla, Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) şânına lâyık bir
imân olarak alınırsa, bu imânın, Peygamberimiz'den
(sallallahü aleyhi ve sellem) başkasına isnadı
imkânsız olur ve böylece imânın tekrar zikredilmesinin bir anlamı kalmaz.
Yok eğer bu iki imân, ümmetin bütün fertlerinin şânına
lâyık (herkesin seviyesinde) bir imân anlamında
alınırsa, o zaman da, Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) yüce kadri tenzil
edilmiş olur.
Bu ıkı imân, zât olarak da tafsilata taallûk eden imân
olarak da, nisbet edildikleri her şahsın seviyesine uygun bir imân olarak
alınırsa; başka bir deyişle bu iki imân,
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem)
nisbetle, bütün tafsıilî ve ayanı (açık) bir
imân; ümmetin fertlerine nisbetle, onların hâline uygun icmali veya tafsıilî bir
imân olarak alınırsa, bu apaçık bir zorlama yorum olur ki, Kur’ân sahasını
benzerlerinden temizlemek gerekir.
C- "Biz Allah'ın Resulleri
arasından hiçbirini ayırmayız ."
Gerçek imân sahibi mü'minler şunu derler:
"- Biz bir kısmına imân, bir kısmını da inkâr etmek
suretiyle peygamberler arasında ayırım yapmayız; fakat her birinin risaletinin
doğruluğuna inanırız."
Mü'minlerin, imânlarını bu suretle takyid ve tahsis
etmeleri, hakkı ortaya koymak ve iki Ehl-i Kitab'ın
(Yahudiler ile Hıristiyanların) hatâlarını
açıklamak içindir. Nitekim her iki Ehl-i Kitab da,
Resûlüllah'ı
(sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr noktasında birleşmişlerdir. Ayrıca
Yahudiler, İsa'yı (aleyhisselâm) da inkâr
etmişlerdir. Kaldı ki, mü'minlerin bundan asıl maksadları, onların inkâr
ettikleri Peygamberimiz'in
(sallallahü aleyhi ve sellem) risâletine olan
imânlarını açıklamaktır; yoksa Ehl-i Kitab'ın inandıkları hususlarda onlara
muvafakatlerini belirtmek değildir.
İşte gördüğün gibi, âyetin anılan kısmını söyleyenler,
Peygamberler
arasında ayırım yapmayız" diyenler özellikle mü'minlerdir. Çünkü bu sözlerin
Peygamberimiz'e
(sallallahü aleyhi ve sellem) isnad edilmesi,
yani onun:
"-Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" diyerek
bununla, imânını açıklamak ve dâvasında kendini onaylamak istemesi mümkün
değildir.
Mü'minlerin, ilâhî kitablar arasında da bir ayırım
yapmadıklarından söz edilmemiştir. Çünkü zikredilen husus, bunu zaten
içermektedir. Bu gerekirlik iki taraflı, olduğuna göre bunun aksi zuhur
etmemiştir. Çünkü ayırımda asıl olan Peygamberlerdir.
Ayırımı yapanların kitabları inkâr etmeleri,
Peygamberleri inkâr etmelerindendir.
Âyetteki külliyet (hepsi)
mânâsına nefirden (ayırım yapmayizdan) sonra
itibâr edilmek, bunun aksi olmamalıdır. Çünkü burada maksad, nefyin şâmil olması
(hepsini kapsamasi)dır, yoksa şümulü
(kapsamın hepsini) nefyetmek değildir.
"- Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız."
ifâdesinde, hangisi olursa olsun Peygamberlerden
biri ile diğerleri arasında ayırım yapmamak gereğine sarahatle delâlet vardır.
Ama "ahad / hiçbiri" kelimesi olmaksızın yalnız,
"- Allah'ın Peygamberleri
arasında ayırım yapmayız."
mealinde bir ifâde vârid olsaydı, söz konusu mânâya bu
kadar sarih delâlet olmazdı.
Bu âyete benzedik arz eden;
"Biz Allah'a; bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e,
İshaak'a, Yakuub'a ve onların esbat (torunlar)ına
indirilenlere; Mûsa ve İsa'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere
verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim
olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136)
mealindeki âyette, Peygamberler,
"minhüm / onlardan" zamiri ile ifâde edilmiş iken, burada "ve kütübihi ve
rusulihi"den sonra zamir kullanılmayıp "min rusulihi / O'nun Resullerinden"
ifâdesinin tercih edilmesi,
1- ya meleklerin de bu
hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha
önce âyette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması hâlinde zamirin
melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi),
2- ya aralarında ayırım
yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller
kelimesi kullanıldığından, hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım
yapmayız, anlamı ifâde edilmiş olur),
3- ya da ayırım konusuna
imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan,
Peygamberler arasında peygamberlik (risâlet)
bakımından hiçbir ayırma yapmamaktır fakat bu
Peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla
temayüz etmedikleri anlamına gelmez.
Ç- "İşittik ve itaat ettik ."
Bu cümle, daha önce geçen "âmene / imân etti" cümlesi
üzerine atıftır. ("İman etti" ifadesinde tekil kipi
kullanıldığı hâlde) burada çoğul kipinin kullanılması,
(lâfız değil, ) mânâ ciheti gözetildiği içindir.
(Yani imân etti fiilinin de, dediler fiilinin de faili
küll — hepsi'dir; birinci fiilde lâfız, ikincisinde ise mânâ ciheti
gözetilmiştir. Çünkü küll / hepsi, mânâ itibariyle çoğuldur.)
önce mü'minlerin imânı, daha sonra bu cümlede de onların
ilâhî emirlere uygun hareketleri anlatılmıştır. Mü'minler, ilâhî buyruklara
uyduklarını ifâde etmek üzere şöyle demişlerdir:
"- Biz, gelen hak vahyi anladık, onun doğruluğuna yakînen
imân ve bu vahyin içerdiği emirlere ve yasaklara itaat ettik."
Bir görüşe göre de
bu cümle,
"- Biz, senin dâvetine icabet ve emrine itaat ettik."
demektir.
D- "Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı
dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."
Daha açık bir deyişle:
"- Ey Rabbimiz! Sonsuz mağfiretinle bizleri bağışla
yahut daha önceki, geçmiş günahlarımızı
(mütekaddim zünûbumuzu) ve beşer olarak tamamen
arınamayacağımız taksiratımızı mağfiret eyle." diye duâ ettiler.
"Semi'na ve ata'na / işittik ve itaat ettik" ifâdesi,
mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden
(istenen, taleb edilenden) önce zikretmek,
icabet ve kabul için daha uygundur.
"Rabbena / Ey Rabbimiz" hitabiyle rubûbiyet unvanının
zikredilmesi ve bunun mü'minlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp
yakarmayı mübalağa ile ifâde etmek içindir.
Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile
nihaî dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir zeyl olup kulların
ilâhî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza
(karşılık bulmak) için olacaktır.
286
"Allah, kimseye gücünün üstünde,
kaldıramayacağı bir yük yüklemez. Kişinin kazandığı sevab da, işlediği günah da
kendisine aittir.
Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya
yanılırsak bizi sorumlu tutma.
Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere
yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme.
Ey Rabbimiz! Güç yetircmeyeceğimiz
bir şeyi bize yükleme!
Bizi affet, bizi bağışla, bize acı.
Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi
muzaffer kıl."
A- "Allah, kimseye gücünün üstünde,
kaldıramayacağı bir yük yüklemez ."
Bu cümle, kulların talebi ve niyazı olmadan daha
başlangıçta Allah'ın lütuf ve rahmetinin güzel eserlerini izhar eder. Nitekim
ileride bu hakikat açıklanacaktır. Rivâyet olunuyor
ki,
"İçinizdekileri açığa vursanız da, gizieseniz de, Allah
ondan dolayı sizi hesaba çekecektir." (Bakara 2/284)
mealindeki âyet nazil olunca, bunun hükmü, Ashâb-ı Kiram'a
çok zor geldi. Resûlüllah'a huzurunda
diz çökerek dediler ki:
"- Ya
Resûlallah!
Biz namaz, oruç, hacc ve cihad gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef
kılındık. Şimdi de sana bu âyet nazil oldu; buna ise bizim gücümüz yetmez."
O zaman Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onlara:
"- Siz de, sizden önceki iki Ehl-i Kitab
(Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi "işittik ve
isyan ettik" demek mi istiyorsunuz? Hayır, siz şöyle deyin:
"- İşittik ve itaat ettik, ey Rabbimiz gufranını dileriz!
Dönüş yalnız Sanadır; buyurdu." (Bakara 2/285)
Bunun üzerine Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda bulunan
cemaat de bunu okumaya başladılar. İşte o zaman "Amene'r-resûlü" âyeti nazil
oldu. Bundan bîr süre sonra da;
"Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük
yüklemez" âyeti indirildi.39
Bakara (2) sûresinin 284.
âyetindeki "içinizdekileri gizieseniz de" den maksadın, insanların sakınmaya
güçlerinin yetmediği o gayri ihtiyarî akla gelen şeyler değil fakat özellikle
gerçekleştirmeye azmettikleri kötülükler olduğu beyân buyruldu. Böylece onların
ağır gördükleri yükler hafifletildi.
Teklif; kişiye yükümlülük, mükellefiyet yüklemek, içinde
külfet ve meşakkat bulunan bir işi ilzam etmek, yapmaya zorlamaktır.
el- Vüs'u', lügatta bolluk, gına, servet, güç, kuvvet,
takat, kudret; vüs'a't ise genişlik, bolluk, kudret, kuvvet, takat demektir.
İnsanın vüs'u'nda veya vüs'a'tinde olan da insana sıkıntı ve darlık vermeyen,
genişlik içinde yapılabilen işlerdir.
Hulâsa, Allah'ın sünneti, değişmez kanunu odur ki, bu
ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak, güçlerini ve imkânlarını
sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde, kolaylıkla yapabildikleri işlerle
onları mükellef kılmıştır. Nitekim meâlen,
" Allah sizin için kolaylık diler; zorluk dilemez."
(Bakara 2/185) buyurulmuştur.
Bu ilâhî kelâm, Allah'ın (celle
celâlühü), kullarını muhal işlerle mükellef kılmadığına delâlet eder;
fakat bunun imkânsız olduğuna da delâlet etmez.
B- "Kişinin kazandığı sevab da,
işlediği günah da kendisine aittir ."
Bu ifâde, mükellefiyetlerin vecibelerini korumaya ve onları
ihlâl etmekten sakınmaya teşviktir. Çünkü her şahsın mükellefiyetleri,
hafifletme ve kolaylaştırma nimetini taşımakla beraber, ilâve bir fayda daha
sağlamaktadır ve bu fayda başkasına değil, bizzat kendisine dönmektedir. O
mükellefiyetlerin ihlâli de, bir zarar doğurur ve bu zarar da, başkasını değil,
yalnız ihlâl edenleri kuşatır. Zira bir fiilin faydasının failine mahsus olması,
o fiilin tahsiline en büyük teşviktir. Onun zararının da yalnız kendisine âit
olması, o fiili işlemeye en büyük engeldir.
Herkesin yapmakla mükellef olduğu hayrın sevabı yalnız
kendinedir; müstakil veya müşterek olarak başkasına değildir ve yine herkesin
terk etmekle mükellef olduğu hâlde iktisap ettiği şerrin azabı da, müstakil veya
müşterek olarak başkasına değil fakat yalnız kendinedir.
Şer için iktisab kelimesi kullanılmıştır. Çünkü iktisabta,
işi benimsemek anlamı vardır ki bu da nefsin şerre fazla ilgi göstermesinden ve
tahsili için fazla çaba harcamasından ileri gelmektedir.
C- "Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya
yanılırsak bizi sorumlu tutma)."
Daha önce teklifin sırrı beyân edildikten sonra burada da
mü'minlerin diğer duaları ifâde ediliyor. Şöyle ki:
"- Ey Rabbimiz! Yükümlülüklerimizi yerme getirmekte unutma
(nisyan) veya yanılma
(hata) sonucu doğan taksir ve ihmalden ya da
sırf unuttuğumuzdan ve yanıldığımızdan dolayı bizi muaheze eyleme!"
Çünkü unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmaya aklen
bir engel yoktur. Zira günahlar zehirler gibidir. Bu itibârla unutarak veya
yanılarak da olsa, günahlara bulaşmak bile azab sebebi olabilir. Ve Allah'ın
kullarını bundan dolayı sorumlu tutmayacağını va'd buyurması da, bunun vukuunun
imkânsızlığını gerektirmez. Çünkü bu, Allah'ın lütuf ve rahmetinin eseridir.
Nitekim Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Rüfia' a'n ümmeti el- hatâü
ve'n-nisyan / Ümmetimden hatâ ve nisyandan
doğan sorumluluk kaldırılmıştır" şeklindeki sözleri de bu hakikati açıklar.
Rivâyet olunuyor kı,
eski İsrâıloğulları döneminde Yahudiler, unutarak bir günah işledikleri zaman,
onlara acilen bir azab geliyordu.
Şu hâlde mü'minlerin, unutma ve yanılma sonucu olarak
işledikleri günahlardan sorumlu tutulmayacaklarını bildikleri hâlde bu duada
bulunmaları, bu lütfün devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem vermek
anlamındadır. Nitekim:
"Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla
va'dettiklerinı de ikram eyle ve kıyamet günü bizi rüsvay etme."
(Al-i İmran 3/194) âyetinde ki duâ da bu
anlamdadır.
Ç- "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere
yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme ."
Bu cümle de, kendisinden önceki duâ cümlesi üzerine
atıftır. İki cümle arasına nidanın girmesi (Ey
Rabbimiz! denmesi) yakarışı (tazarruu)
daha fazla tebarüz ettirmek içindir.
"Isr", lügatte, kişiyi yerinde hapseden
(hareket ettirmeyen) ağır yük anlamındadır.
Burada kastedilen mânâ ise, zor mükeliefiyetlerdir. Bununla beraber bu cümledeki
kelimeler değişik mânâlara gelecek şekillerde de okunmuştur. Şöyle ki:
1- Isr, tevbesi olmayan günahtır. Buna göre anlam;
"- Bizi bu günahı işlemekten koru
ya Rabbi!" olur.
Isr kelimesi "yükler" anlamında çoğul olarak "asar" dır.
Buna göre anlam;
"- Bizi bu günahları işlemekten koru
ya Rabbi!" olur.
"Velâ tahmil / yükleme!", kelimesi mânâda mübalağa için
teşdid ile "velâ tühammil" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde mânâ;
"- Ey Rabbimiz! Bizden önce İsrâiloğullarına yüklediğin
gibi bize de ağır yük yükleme!" olur.
Eski İsrâiloğullarının mükellef bulundukları ağır yükler
şöyle sıralanabilir:
Tevbede nefsi (aşırı
mahrumiyetlerle) zelil ve kahretmek,
Necasetin eşyaya bulaştığı yeri kesip atmak,
Bir gün bir gecede cilt namaz kılmak,
- Malların dörtte birini zekât olarak vermek ve benzeri
diğer ağır mükellefiyetler.
Isrâiloğulları, toplum olarak büyük bir hatâ
işledikleri zaman daha önce kendilerine helâl olan bazı yiyecekler onlara haram
kılınıyordu. Nitekim Allah (celle celâlühü)
meâlen şöyle buyurur:
"Yaptıkları zulümler ve bir çoklarını Allah yolundan
alıkoymalarından dolayı daha önce kendilerine helâl kılınmış olan tertemiz
şeyleri (tayyibatı) Yahudilere haram kıldık."
(Nisa 4/160)
Oysa Allah bu ümmeti kendi lütuf ve rahmetiyle bunların
benzeri ağır yüklerden korumuş ve onlar hakkında meâlen şöyle buyurmuştur:
"Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir."
(A'raf 7/157)
Peygamber'de
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
"Büı'stü bi'l-hanîfiyyeti'l sehleti's-semhah / Ben
hanîflik, kolaylık ve müsamaha dini ile gönderildim."
Yine Cenab-ı Allah, bu ümmeti, eski ümmetlerin duçar
oldukları mesh'ten (şekli değiştirilmek),
hasften (yerin altına geçirilmek) ve benzen
hâllerden korumuştur. Nitekim Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
"Rüfia' a'n ümmeti el-hasfü ve'l-meshu ve'l-ğarak / Benim
ümmetimden hasf, mesh ve gark (topyekûn suda boğulma)
kaldırılmistir."
D- "Ey Rabbimiz! Güç
yeüremiyeceğimiz bir şeyi bize yükleme !"
Bu cümle de, önceki duâ cümlesi üzerine atıftır. Bu duada
da, tefrit ve taksirat yüzünden gelecek ilâhî azablardan muafiyet niyaz edilir.
Niyaz şudur:
"- Ey Rabbimiz! Bizi ağır yükümlülüklere muhatab kılma ve o
yükümlülükleri muhafazadan doğacak tefritlerimiz ve taksiratımız yüzünden de
bize azab eyleme!"
Ancak bu noktada değişik tefsirler vardır:
1- İlâhî azabların indirilmesinin, tahmil
(yükleme) olarak ifâde edilmesi, bu azablara
sebebiyet veren mükellefiyetler itibariyledir.
2- Bu duâ cümlesi de bir öncekinin tekrarıdır. Ancak önceki
duada yer alan "ısr / ağır yük" burada mübalağalı olarak "lâ taakate / güç
yetmeyen" ifadesiyle tasvir edilmiştir.
3- Bu Allah'tan İl hakikaten beşerî gücün yetersiz kaldığı
şeylerle mükellef olmaktan muafiyet dilemektir. Bu da bunun aklen caiz olduğuna
delildir. Çünkü eğer caiz olmasa, ondan kurtulmak niyaz edilmezdi.
E- "Bizi Affet, bizi bağışla, bize
acı ."
Daha açık bir deyişle:
"- Bizim günahlarımızın eserlerini sil! Bizim ayıplarımızı,
kusurlarımızı ört! Şahitlerin huzurunda bizi rezil, rüsvay etme! Bize lütuf ve
merhamet eyle!"
Bu duada aff ve mağfiret talebi, rahmet talebinden önce
zikredikcüştir, Çünkü tahliye, tehliyeden (süslemeden)
önce gelir. (Bir mekân önce tahliye edilir, sonra
güzelleştirilir.)
F- "Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi muzaffer kıl."
"-Sen bizim Efendimizsin, biz de Senin kullarınız,
Sen bizim yardımcımızsın,
Sen bizim bütün işlerimizin mütevellisisın; artık kâfirler
güruhuna karşı bize yardım eyle!"
Çünkü Mevlâya, düşmanlarına karşı savaşan kuluna yardım
etmek yaraşır.
Burada kâfirlerden murad, genel olarak bütün kâfirlerdir.
Âyetin bu son cümlesi suna işaret eder:
"Bu sûre-i celîle içinde emrolunduğu veçhile, i'lây-ı
kelimetullah (Allah'ın kelâmını yüceltmek, hâkim kılmak) mü'minlerin nihâî
talebleridir."
Rivâyete göre:
"Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), bu dualarla duâ
edince, her duanın sonunda Allah bitarafından kendisine "Faa'ltü / Yaptım!"
buyuruldu."
Başka bir rivâyete göre de
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Allah bu iki âyeti cennet hazinesinden indirmiştir.
Mahlûkat yaratılmazclan iki bin sene önce Allah, onları kendi eliyle yazmıştır.
Her kim o iki âyeti yatsıdan sonra okursa, o geceyi ihya etmiş olmak için
yeter."
Rivâyete göre yine Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Her kim Bakara sûresinin o iki âyetini okursa kendisine
yeter."
Bu hadîs-i şerif, bu sûreye "Bakara/Inek sûresi" demeyi
mekruh görenler aleyhine hüccettir. Bunu savunanlar diyorlar ki:
Bu sûreye, "ineğin anlatıldığı sûre" demek gerekir. Nitekim
Peygamber buyuruyor ki:
"- ineğin anlatıldığı sûre, Kur’ân'ın büyük çadırıdır.
Bundan dolayı onu öğrenip okumak berekettir; onu terk etmek ise teessüftür ve
betâle'nin gücü ona hiçbir zaman yetmeyecektir."
Sordular:
"- Ya
Resûlallah
betâle nedir? "
Cevap verdiler:
"- Betâle, sihirbazlardır."
|