Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

48

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

283

"Eğer siz yolculuk (sefer) da olur da kâtib bulamazsanız o zaman alınan rehin yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz, artık kendisine güvenilen kimse de, emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun. Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi gerçekten günahkârdır. Allah, bütün yaptıklarınızı bilen (A'lîm)dir."

A- "Eğer siz yolculukta olur da kâtib bulamazsanız o zaman alman rehin yeterlidir ."

Eğer misafirsenız veya yolculuğa yönelmişsenız ve borç işlemini yazdıracak bir kâtip de bulamıyorsanız, o zaman güvence olarak, borçludan, alınacak rehin yeterlidir. Alacağın teminatı olarak rehin almak meşrudur.

Mücâhid ve Dahhâk'in sandıkları gibi relinin meşruiyeti sefer şartına bağlı değildir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Medine'de ailesinin ihtiyacı olarak, bir Yahudîden aldığı yirmi, sâ' arpa için zırhını rehin olarak vermiştir."

{Sâ', şer'î dirheme göre 2.17 kg., örfî dirheme göre ise 3.333 kg. dır.}

Âyetteki talikin (hükmün sefer hâline bağlanması) sebebi ikamedir. Daha açık bir ifâdeyle seferde kâtib bulunmaması hâlinde yazılı belge (tevsik) yerine rehin alma (irtihan) ikame edilmiştir.

Seferde şâhid bulunmaması meselesine temas edilmemiştir. Çünkü o da kâtip hükmündedir.

Ulemânın cumhûruna göre, rehin malın tamamının teslimi vâcibtir ve rehin alan kimse, onun mâliki sayılmaz (Bu itibârla rehin aldığı malı sahibinden izinsiz olarak işletemez ve kullanamaz).

B- "Eğer birbirinize güvenirseniz, artık kendisine güvenilen kimse de emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun ."

Eğer alacaklı borçluya hüsn-ü zannından ötürü güvenir de, güveninden dolayı rehin alma ihtiyacını duymazsa, artık güvenilen kimse veya borçlu da, borcunu ödesin.

"Fein emine / eğer emîn olursa, güvenirse" fiili, bir kırâete göre "Fein ümine / eğer emniyet edilir, güvenilirse" şeklinde mechûl kıpı ile de okunmuştur.

Âyette, borçlu, "ellezî'tümine / kendisine güvenilen kimse" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü onun güvenikr olduğunun ilâm yolu budur. Bir de burada borçluyu borcunu ödemeye sevketmek için teşvik vardır.

Âyette, borca da emanet denilmiştir. Çünkü rehin alınmayarak bunun için borçluya emniyet edilmiş, güvenilmiştir.

Borçlu, hukuku gözetmek, Rabbı olan Allah'tan korkmalıdır.

Bu cümlede ülûhiyet unvanı (Allah) ile rubûbiyet sıfatının (Rabb) yan yana zikredilmesinde apaçık bir te'kid ve sakındırma anlamı vardır.

C- "Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki onun kalbi gerçekten günahkârdır . Zaten Allah, bütün yaptıklarınızı bilendir ."

"- Ey şahitler! şahitliği gizlemeyin yahut ey borçlular! Muamele sırasında bizzat gördüklerinizi ve kendi aleyhinize olan şahadetinizi gizlemeyin."

Günahkârlık sıfatı kalbe isnat edilmiştir. Çünkü günahı gizlemekte kalbin büyük dahli vardır. Bunun bir benzeri de, zinanın göze ve kulağa isnat edilmesidir. Yahut anılan fiilin kalbe isnadı mübalağa içindir. Çünkü kalb, beden organlarının reisidir ve onun fiilleri, fiilenn en büyüğüdür. Yani kim de şahadeti gizlerse, günah onun nefsine yerleşmiş olur; onun en şerefli yerine sahip olur ve diğer günahlarından daha vahim bir hâl alır, demektir. Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Kebâirin (büyük günahların) en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen:

"Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah muhakkak cenneti ona haram kılar." buyurur. (Mâide 5/72)

Bundan sonra en büyük günah yalancı şahitlik ve doğru şehadeti gizlemektir.

Binaenaleyh Allah (celle celâlühü), yaptıklarınızın karşılığını mutlaka verecektir; hayır ise hayır olarak; şer ise şer olarak.

284

"Göklerdlekiler ve yetdekiler yalnız Allah'ındır. İçinizdekılerı açığa vursanızda, gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Artık O, dilediğini affeder; dilediğine de azab eder. Allah, her şeye kaadirdir."

A- "Göklerdekiler ve yerdekiler yalnız Allah'ındır ."

Göklerin ve yerin hakikatine dahil olan her şey ve onların hakikatinin haricinde kalıp da onlarda mekân tutmuş akıl sahibi ve diğer varlıklardan her ne varsa hepsi yaradılış olarak, mülk olarak ve tasarruf olarak yalnız Allah'ındır (celle celâlühü); başkasının, bu varlıkların en ufak parçasında bile hiçbir suretle ortaklığı yoktur.

B- "İçinızdekileri açığa vursanız da, gizieseniz de Allah, ondan dolayı sizi hesaba çekecektir ."

İçinizdeki kötülükleri ve bunları işleme azmini kavlen veya fiilen veya hem kavlen hem de fiilen insanlara açıklasanız da, gizieseniz de veya hiçbir suretle insanlara açıklamasanız da, Allah (celle celâlühü) kıyamet gününde ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Ancak insanın korunamadığı vesvese ve insanın aklına gelip de içinden gerçekleştirmeye karar vermediği ve azmetmediği kötü şeyler buna dahil değildir. Çünkü teklif (sorumluluk), kişinin gücü ve imkânı nısbetindedir. 36

36 Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Bakara (2) sûresinin meali yukarda yazılı 284. âyeti nazil olduğu vakit Ashaba çok şiddetli geldi. Huzurda diz çöküp oturdular ve:

"— Ya Resûlallah (Eskiden) bize gücümüzün yeteceği ameller, namaz, oruç, cihad ve sadaka (gibi ibadetler) teklif olun (muş)tu. (Şimdi) sana şu âyet indirildi. Biz buna takat getiremeyiz." dediler. Resûlüllah

"— Etürîdûne en tekuuki kema kale ehlüi-kitabeyni min kabliküm / Sizden önceki iki Ehl-i Kitabin dedikleri gibi: Semi'na ve a'sayna / İşittik ve isyan ettik mı demek istiyorsunuz? Bel kuulû / Hayır, siz: Semi'na ve ata'na ğufraneke Rabbena ve ıleykel-maslîr — Dinledik ve itaat ettik, gufranını dileriz; ya Rabb, dönüş ancak Sanadır; deyin!" buyurdular. Ashâb da : "- Dinledik ve itaat ettik; gufranını dileriz; ya Rabb, dönüş ancak Sanadır." dediler. Cemaat bunu okuyunca dikeri ona yatişti. Hemen arkasından Allah şu âyeti indirdi: "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti, mü'minler de imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler. Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."

Onlar bunu yapınca Allahü teâlâ o âyeti neshederek :

"Allah, kimseye, gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez. v.d." âyetini inzal etti. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, İstanbul 1977, Ciltti, Kıtabu 1-İmân, Sayfa: 466-472, Hadîs No: 199, 200)

Bu âyet-i kerîme, kıyamet günündeki hesabı inkâr eden Mutezile ve Ratızîler (İmamiyye Şiîleri) aleyhinde hüccettir.

{Mutezile ve İmamiyye Şiîleri, kıyamet gününde amellerin tartılmasını inkâr ederler. Onlara göre ameller, araz (kendi zâtıyla kaim olmayan, başkasıyla kaim olan) oldukları için tartilabilir nesnelerden değildir. Bir de ameller zaten Allah'a malûmdur. Bu itibârla onların tartılması abestir. Ehl-i Sünnet'e göre ise bu bir hakikattir; ancak keyfiyeti bizce malûm, değildir.}

"İçinizdekileri açığa vursanız da, gizleseniz de.." buyrulmak suretiyle önce açığa vurma (ibda'), sonra gizleme (İhfa) zikredilmiş;

" De ki, İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da, Allah onu bilir." (Al-i İmran 3/29) mealindeki âyette ise bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü burada insanların nefsine taallûk eden muhasebedir ve muhasebeye esas oluşturan da açık amellerdir.

Mezkûr âyette belirtilen ise ilâhî ilimdir; onun insanlara taallûku, gizli amellere taallûku gibidir. Buna nasıl hayır denebilir ki, Allah'ın ilmi, bir suretin hâsıl olması yoluyla olmaktan münezzehtir; hangi şekilde olursa olsun, bir şeyin kendi nefsinde mevcudiyeti, Allah'a (celle celâlühü) göre ilimdir (İlâhî ilim herhalükârda varlıklara taallûk halindedir). Bunda açık ve gizli eşya arasında bir durum değişikliği sözkonusu değildir. Ancak insanlar açısından gizleme mertebesi, açığa vurma mertebesinden önce gelir. Çünkü açığa vurulan her şey, ya kendisi veya unsurları daha önce kalbte mutlaka gizlidir. Bu itibârla Allah (celle celâlühü) ilminin ilk hâline (kalbtekı hâline) taallûku, ikinci hâline olan taalukundan önce gelmektedir. Nitekim bu hakikatin izahı,

"Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da hakkıyla bilir." (Bakara 2/77) mealindeki âyetin tefsirinde geçti.

C- "Artık O, dilediğini affeder; dilediğine de azab eder . Allah, her şeye kaadirdir ."

Allah hikmetinin gereği olarak, dilediğini lütfuyla affeder ve dilediğine de adaletiyle azab eder. Âyette ilâhî mağfiret, az ab tan önce zikredilmiştir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti, gazabından geniştir.

Allah'ın her şeye kaadir olduğu cümlesi, makabli için açıklayıcı bir zeyl gibidir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) bütün eşya üzerindeki tam ve kâmil kudreti, O'nun, daha önce geçen muhasebeye ve onun sonuçlan mağfiret ve azaba muktedir olmasını da gerektirir.

285

"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti. Mü'minler de imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarma ve Resullerine imân ettiler.

Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik.

Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."

A- "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti . Mü'minler de imân ettiler ." 37

37 Ebî Mes'ûddan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "el-Ayetani min âhiri sûreti'l-bakarati men karaahüma fî leyletin kefatehu / Bakara sûresinin sonunda öyle iki âyet vardır ki kim onları bir gecede okursa ona yeter." (Tecrıd—i Sarili Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Bask. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 10, Sayfa: 159-160, Hadîs No: 1572)

Ayni hadîs Sahih—i Müslimde de yer almıştir. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, Cilt: 4, Sayfa: 277-378, Hadîs No: 255, 256)

Bu konuda Ebû Zerr el-Gıfarîden (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadis daha vardır ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ Bakara sûresini öyle iki âyetle bitirdi kı, bu âyetleri bana Arşin altındaki bir hazineden verdi! Bunları öğrenin. Kadınlarınıza, oğullarınızı da öğretin. Çünkü bunlar hem namaz, hem Kur’ân, hem de duadır." (Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Cilt: 4, Sayfa: 379)

Abdullah b. Mes'ûd'a (radıyallahü anh) dayanan bir rivâyete göre de "Mirac'ta Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) üç şey verilmiştir:

1- Beş vakit namaz, 2- Bakara sûresinin son âyetleri, 3— Ümmetinden şirk koşmayanların büyük günahlarının affolunması (Sünenü'n—Nesâî Tercemesi, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, Cilt: 1-2, Sayfa: 285)

Bakara (2) sûresinin başında, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen şânı yüce Kur’ân-ı Kerîmin takva sahipleri için bir hidâyet olduğu belirtildikten sonra takva sahipleri de üstün vasıflar taşıyan ve ezcümle Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun daha önce indirdiği Kitablara imân eden, hidâyete ve felâha eren kullar olarak tarif edilmişti. Ancak orada, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti için özellikle bir tâyin ve tahsis yapılmamış ve onların bu sıfatları taşıdıkları da sarahatle belirtilmemişti. Çünkü orada bu konuda bifki bir hüküm mevcut değildi. Ve onun Yani Bakara sûresinin ilk 5 âyetinden sonra da, açıkça kâfirlerle münafıkların hâlleri beyân edilmişti. Bundan sonra da çeşitli şeriatler, hükümler, öğütler, hikmetler, eski ümmetlerin haberleri ve ilâhî hikmetin gerektirdiği diğer konular zikredilmişti, işte bütün bunlardan sonra bu sûrenin sonunda bu üstün imân ehli açıklanıyor ve Allah (celle celâlühü) tarafından onların imânının kemâline ve itaatlerinin güzelliğine şahadet ediliyor.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin başında (îman bölümünde) muhatab olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şahadete uygun üslub, kendisi için şahadet edilenin muhatab alınmamasıdır.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), burada, şanlı şerefli bir Kitab ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risâlet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, "bima ünzile ileyhi / kendisine indirilene.." ifâdesine bir hazırlık ve ilâve bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, kendilerine imân edilen Peygamberlere dahildir.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbi tarafından kendisine indirikne imânından murad, Kur’ân-ı Kerîm'de bulunan bütün şeriatlere, hükümlere, kıssalara, öğütlere, diğer Peygamberlerin hâkerine, ilâhî Kitablara ve şâir konulara ilişkin tafsik bir imândır. Kur’ân'ın ihtiva ettiği hükümlerin hakkaniyetine, verdiği haberlerin doğruluğuna ve benzeri hususlara imân etmekse, bu tafsıili imânın şubelerindendir.

Burada icmali ifâde kullanılması "Âmene'r- resulü bimâ ünzile ileyhi / Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti" denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının, kendisine geien vahyin bütün tafsilât ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyânıdır.

".. İleyhi min rabbihi / Rabbinden kendisine" ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’ân'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilâhî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir.

B- "Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler ."

Mü'minlerden maksad, bu isimle mâruf olan fırkadır.

"Âmene / imân etti" fiilinin zamiri, mü'minlere râci'dir ve tekil vârıd olmuştur. Çünkü burada, "Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.)" (Neml 27/87) mealindeki âyette olduğu gibi maksud, toplanma mânâsına itibâr edilmeksizin, mü'minlerin her ferdinin imân etmiş olmasıdır.

Bu cümlede üslubun, makablinden farklı oluşu, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) müşahede ve görgüye dayanan imânı ile mü'minlerin hüccet ve delilden doğan imânı arasındaki açık farkı te'kid ile bildirmek içindir. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânı ile mü'minlerin imânı, her yönden birbirinden farklıdır. Hattâ onları ifâde eden teritib biçimleri de birbirinden farklıdır.

Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine... îmân, hem mü'minlere, hem de hepsine); mü'minlerin her ferdinin, imânına hükmedilmiştir. Ama takviye ve te'kide muhtaç bir nevi kapalılık vardır.

Daha açık bir deyişle mü'minlerin imânının anlam ve kapsamı şudur:

Allah (celle celâlühü) birdir, O'nun ilâh ve mâbûd olarak eşi, ortağı yoktur.

Melekler, Allah'ın ikramına mazhar olmuş (mükrem) kullarıdır.

Allah Kitablarını insanlara melekler vâsıtası ile indirmiş ve Peygamberlerine onlar aracılığı ile vahyetmiştir.

Ancak meleklere olan imânın mâhiyeti, onların kendi varlıklarının zâti hususiyetlerinden değil, fakat Allah'a olan izafetleri (aidiyetleri) itibariyledir. Nitekim bu husus, âyetin nazmındaki tertipten de anlaşılır.

Allah (celle celâlühü), vaz'ettiği dinin emir ve nehiylerine kullarını, insanları irşad için Kitablar ve Resuller göndermiştir.

Ancak mü'minlerin, Allah'ın (celle celâlühü) Kitablarına ve Resullerine olan bu imânı mutlak değildir. Burada o ilâhî Kitabların her birinin, Allah (celle celâlühü) katından belli bir Peygambere indirildiğine imân söz konusudur. Nitekim,

"Deyin ki:

- Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ma indirilenlere, Mûsa ve İsâ'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız." (Bakara 2/136) mealindeki âyette de bu husus dile getirilir.38

38 Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edildiğine göre Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice okuyup Müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Bu nedenle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):, "Lâ tüsaddekuu ehle'l-kitabi velâ tükezzibûhüm ve kuulû: Amenna billahi vemâ ünzile ileyna.. / Ehl-i Kitab'ı ne doğrulayın ne de yalanlayın; Allah'a inandık, bize indirilene de, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabblerinden verilenlere imân ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olmuş Müslümanlarız; deyiniz, " buyurdu. (Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşlen Başk. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 11, Sayfa: 51)

Mü'minlerin imânı, esasta belli bir ilâhî kitaba veya belli bir Peygambere mahsus ve münhasır değil fakat hepsine Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona indirilmiş olan Kitaba da şâmildir. Nitekim zikredilen âyet-i kerîme (Bakara 2/136) de bu hakikati ifâde eder.

Ancak bu imân, eski ilâhî kitabların hüküm ve şeriatlerınin hâlen tamamen veya kısmen geçerli ve bu geçerliliğin o kitablara izafetle, o kitablara müstenid olmasından değildir. Çünkü eski semavî kitabların her birinin kapsadığı hükümler, başka bir semavî kitab gelip onu neshedinceye (geçersiz kalıncaya) kadar hak ve sabittir. Eğer bu kitabların şeriat ve hükümlerinden şimdiye kadar neshedilmemiş bazı kısımlar kalmışsa bunların, kıyamete kadar neshten masun ve mahfuz bulunan Kur’ân'ın hükümlerinden madût olmasındandır.

Daha önce geçen;

"Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr (hayır, erginlik) değildir. Fakat asıl birre (hayr) erenler; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitablara, Peygamberlere imân ederler..." (Bakara 2/177) mealindeki âyette görüldüğü gibi, burada âhiret gününe imân zikredilmemiştir. Çünkü bu imân da, Allah'ın Kitablarına olan imânın şümulü içindedir.

"Kütübihi / O'nun Kitabları" kelimesi, bir kırâete göre "Kitabini / O'nun Kitabı" şeklinde de okunmuştur. Buna göre kitabtan murad ya Kur’ân-ı Kerîm'dır ya da;

"İnsanlar (evvelce) bir tek ümmet (ümmet-i vahide) idi. Sonra Allah, mübeşşir (müjdeleyici) ve Münzir (korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak Peygamberler gönderdi. Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda insanlar arasında hülmıetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi." (2/213) mealindeki âyet-i kerîmede betirtildiği gibi kitab cinsinden bir tebliğdir.

Cins ile çoğul arasındaki fark şudur: Cins, daha çok cinsin fertleri için, çoğul ise cinsin çoğulları için kullanılır. Bundan dolayı "kitabın cinsî, kitabın çoğulundan daha kapsamlıdır" denir.

"Ve kütübihi ve rusulihi / Kitablarına ve Peygamberlerine" ifâdesi, daha önce geçen "Bima ünzile ileyhi min rabbihi // Rabbinden kendisine indirilene" ifâdesindeki icmale bir nevi açıklamadır.

Mü'minlerin imânı konusunda âyette zikredilen unsurlarla iktifa edilmesi mü'minlerin her birinde mevcud icmâlî imân için bunun yeterli olduğunu, bildirmek içindir. Fakat bu asgarî imânın hiçbir zaman ziyâdeleşmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü tafsili imân mertebelerinde mü'minlerin, imân seviyeleri ve dereceleri arasında zorunlu olarak büyük farklar vardır. Zira hikâyedeki (mü'minlerin imânının anlatimındaki) icmal, hikâye edilen o imânın da icmali olmasını gerektirmez. Nitekim bu âyette, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imâm hikâye edilirken, "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti." buyrulmak suretiyle icmal yapılır. Oysa Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmânı, Rabbinden kendisine indirilen şeylerin büyüklerinin de, küçüklerinin de tafsilatına taallûk ettiği açık bir gerçektir.

Bu âyette imânın unsurları olarak zikredilenler, ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar) Allah'ın vaakıf olduğu gaaib şeylerdendir. Bunlara imân, bu sûrenin başında zikredilen gaybe imânı tasdik için birer kıstas olmuştur. Bu âyette söz konusu olan Allah'ın (celle celâlühü) kitablarına imân, sûrenin başında vârıcl olan,

"Onlar (takva sahibi olanlar), sana indirilene ve senden önce indirilenlere de inanırlar." (2/4) mealindeki âyette zikredilen imâna işaret eder.

Bu izah şekli, Kur’ân'ın yüce şânına lâyık olan ve ona yaraşan yorumdur.

Bunun dışında, "ve'l-mü'minûne / mü'minler de" kelimesini, âyetin başındaki "c'r- Resulü / Resul" kelimesine atfetmek de caiz sayılmıştır. Buna göre âyeti okurken "ve'l-mü'minûn / mü'minler de" kelimesi sonunda vakıf yapılır (kelimenin sonundaki hareke okunmayarak biraz durulur). O takdirde mânâ şöyle olur: "Peygamber ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine imân ettiler."

Ancak bu tefsire göre, imân konusunun (Rabbinden kendisine indirilen), matuftan (mü'minler kelimesinden) önce zikredilmiş olması, imânın şânına olan ilgiden ve bu imânda, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının asıl olduğunu zımnen bildirmek istenmiş olmasındandır.

Ancak bu ikinci tefsir şeklinde, birıncisindeki kemâl ve Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şânını yüceltmek, imânını tâzîm etmek anlamı olmadığı gibi, âyetin nazm-i kerîminin mükemmeliyeti de ihlâl edilmiş olur. Çünkü eğer âyette zikredilen her iki imân gerek bizatihi imân olarak, gerekse tafsilata taallûku itibarıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şânına lâyık bir imân olarak alınırsa, bu imânın, Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasına isnadı imkânsız olur ve böylece imânın tekrar zikredilmesinin bir anlamı kalmaz.

Yok eğer bu iki imân, ümmetin bütün fertlerinin şânına lâyık (herkesin seviyesinde) bir imân anlamında alınırsa, o zaman da, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce kadri tenzil edilmiş olur.

Bu ıkı imân, zât olarak da tafsilata taallûk eden imân olarak da, nisbet edildikleri her şahsın seviyesine uygun bir imân olarak alınırsa; başka bir deyişle bu iki imân, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) nisbetle, bütün tafsıilî ve ayanı (açık) bir imân; ümmetin fertlerine nisbetle, onların hâline uygun icmali veya tafsıilî bir imân olarak alınırsa, bu apaçık bir zorlama yorum olur ki, Kur’ân sahasını benzerlerinden temizlemek gerekir.

C- "Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız ."

Gerçek imân sahibi mü'minler şunu derler:

"- Biz bir kısmına imân, bir kısmını da inkâr etmek suretiyle peygamberler arasında ayırım yapmayız; fakat her birinin risaletinin doğruluğuna inanırız."

Mü'minlerin, imânlarını bu suretle takyid ve tahsis etmeleri, hakkı ortaya koymak ve iki Ehl-i Kitab'ın (Yahudiler ile Hıristiyanların) hatâlarını açıklamak içindir. Nitekim her iki Ehl-i Kitab da, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr noktasında birleşmişlerdir. Ayrıca Yahudiler, İsa'yı (aleyhisselâm) da inkâr etmişlerdir. Kaldı ki, mü'minlerin bundan asıl maksadları, onların inkâr ettikleri Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) risâletine olan imânlarını açıklamaktır; yoksa Ehl-i Kitab'ın inandıkları hususlarda onlara muvafakatlerini belirtmek değildir.

İşte gördüğün gibi, âyetin anılan kısmını söyleyenler,

Peygamberler arasında ayırım yapmayız" diyenler özellikle mü'minlerdir. Çünkü bu sözlerin Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) isnad edilmesi, yani onun:

"-Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" diyerek bununla, imânını açıklamak ve dâvasında kendini onaylamak istemesi mümkün değildir.

Mü'minlerin, ilâhî kitablar arasında da bir ayırım yapmadıklarından söz edilmemiştir. Çünkü zikredilen husus, bunu zaten içermektedir. Bu gerekirlik iki taraflı, olduğuna göre bunun aksi zuhur etmemiştir. Çünkü ayırımda asıl olan Peygamberlerdir. Ayırımı yapanların kitabları inkâr etmeleri, Peygamberleri inkâr etmelerindendir.

Âyetteki külliyet (hepsi) mânâsına nefirden (ayırım yapmayizdan) sonra itibâr edilmek, bunun aksi olmamalıdır. Çünkü burada maksad, nefyin şâmil olması (hepsini kapsamasi)dır, yoksa şümulü (kapsamın hepsini) nefyetmek değildir.

"- Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız." ifâdesinde, hangisi olursa olsun Peygamberlerden biri ile diğerleri arasında ayırım yapmamak gereğine sarahatle delâlet vardır. Ama "ahad / hiçbiri" kelimesi olmaksızın yalnız,

"- Allah'ın Peygamberleri arasında ayırım yapmayız."

mealinde bir ifâde vârid olsaydı, söz konusu mânâya bu kadar sarih delâlet olmazdı.

Bu âyete benzedik arz eden;

"Biz Allah'a; bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Mûsa ve İsa'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136)

mealindeki âyette, Peygamberler, "minhüm / onlardan" zamiri ile ifâde edilmiş iken, burada "ve kütübihi ve rusulihi"den sonra zamir kullanılmayıp "min rusulihi / O'nun Resullerinden" ifâdesinin tercih edilmesi,

1- ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce âyette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması hâlinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi),

2- ya aralarında ayırım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından, hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifâde edilmiş olur),

3- ya da ayırım konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, Peygamberler arasında peygamberlik (risâlet) bakımından hiçbir ayırma yapmamaktır fakat bu Peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez.

Ç- "İşittik ve itaat ettik ."

Bu cümle, daha önce geçen "âmene / imân etti" cümlesi üzerine atıftır. ("İman etti" ifadesinde tekil kipi kullanıldığı hâlde) burada çoğul kipinin kullanılması, (lâfız değil, ) mânâ ciheti gözetildiği içindir. (Yani imân etti fiilinin de, dediler fiilinin de faili küll — hepsi'dir; birinci fiilde lâfız, ikincisinde ise mânâ ciheti gözetilmiştir. Çünkü küll / hepsi, mânâ itibariyle çoğuldur.)

önce mü'minlerin imânı, daha sonra bu cümlede de onların ilâhî emirlere uygun hareketleri anlatılmıştır. Mü'minler, ilâhî buyruklara uyduklarını ifâde etmek üzere şöyle demişlerdir:

"- Biz, gelen hak vahyi anladık, onun doğruluğuna yakînen imân ve bu vahyin içerdiği emirlere ve yasaklara itaat ettik."

Bir görüşe göre de bu cümle,

"- Biz, senin dâvetine icabet ve emrine itaat ettik." demektir.

D- "Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler."

Daha açık bir deyişle:

"- Ey Rabbimiz! Sonsuz mağfiretinle bizleri bağışla yahut daha önceki, geçmiş günahlarımızı (mütekaddim zünûbumuzu) ve beşer olarak tamamen arınamayacağımız taksiratımızı mağfiret eyle." diye duâ ettiler.

"Semi'na ve ata'na / işittik ve itaat ettik" ifâdesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, taleb edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur.

"Rabbena / Ey Rabbimiz" hitabiyle rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve bunun mü'minlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifâde etmek içindir.

Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile nihaî dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir zeyl olup kulların ilâhî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza (karşılık bulmak) için olacaktır.

286

"Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez. Kişinin kazandığı sevab da, işlediği günah da kendisine aittir.

Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma.

Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme.

Ey Rabbimiz! Güç yetircmeyeceğimiz bir şeyi bize yükleme!

Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi muzaffer kıl."

A- "Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez ."

Bu cümle, kulların talebi ve niyazı olmadan daha başlangıçta Allah'ın lütuf ve rahmetinin güzel eserlerini izhar eder. Nitekim ileride bu hakikat açıklanacaktır. Rivâyet olunuyor ki,

"İçinizdekileri açığa vursanız da, gizieseniz de, Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir." (Bakara 2/284)

mealindeki âyet nazil olunca, bunun hükmü, Ashâb-ı Kiram'a çok zor geldi. Resûlüllah'a huzurunda diz çökerek dediler ki:

"- Ya Resûlallah! Biz namaz, oruç, hacc ve cihad gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef kılındık. Şimdi de sana bu âyet nazil oldu; buna ise bizim gücümüz yetmez."

O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara:

"- Siz de, sizden önceki iki Ehl-i Kitab (Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi "işittik ve isyan ettik" demek mi istiyorsunuz? Hayır, siz şöyle deyin:

"- İşittik ve itaat ettik, ey Rabbimiz gufranını dileriz! Dönüş yalnız Sanadır; buyurdu." (Bakara 2/285)

Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda bulunan cemaat de bunu okumaya başladılar. İşte o zaman "Amene'r-resûlü" âyeti nazil oldu. Bundan bîr süre sonra da;

"Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez" âyeti indirildi.39

Bakara (2) sûresinin 284. âyetindeki "içinizdekileri gizieseniz de" den maksadın, insanların sakınmaya güçlerinin yetmediği o gayri ihtiyarî akla gelen şeyler değil fakat özellikle gerçekleştirmeye azmettikleri kötülükler olduğu beyân buyruldu. Böylece onların ağır gördükleri yükler hafifletildi.

Teklif; kişiye yükümlülük, mükellefiyet yüklemek, içinde külfet ve meşakkat bulunan bir işi ilzam etmek, yapmaya zorlamaktır.

el- Vüs'u', lügatta bolluk, gına, servet, güç, kuvvet, takat, kudret; vüs'a't ise genişlik, bolluk, kudret, kuvvet, takat demektir. İnsanın vüs'u'nda veya vüs'a'tinde olan da insana sıkıntı ve darlık vermeyen, genişlik içinde yapılabilen işlerdir.

Hulâsa,  Allah'ın sünneti, değişmez kanunu odur ki, bu ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak, güçlerini ve imkânlarını sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde, kolaylıkla yapabildikleri işlerle onları mükellef kılmıştır. Nitekim meâlen,

" Allah sizin için kolaylık diler; zorluk dilemez." (Bakara 2/185) buyurulmuştur.

Bu ilâhî kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), kullarını muhal işlerle mükellef kılmadığına delâlet eder; fakat bunun imkânsız olduğuna da delâlet etmez.

B- "Kişinin kazandığı sevab da, işlediği günah da kendisine aittir ."

Bu ifâde, mükellefiyetlerin vecibelerini korumaya ve onları ihlâl etmekten sakınmaya teşviktir. Çünkü her şahsın mükellefiyetleri, hafifletme ve kolaylaştırma nimetini taşımakla beraber, ilâve bir fayda daha sağlamaktadır ve bu fayda başkasına değil, bizzat kendisine dönmektedir. O mükellefiyetlerin ihlâli de, bir zarar doğurur ve bu zarar da, başkasını değil, yalnız ihlâl edenleri kuşatır. Zira bir fiilin faydasının failine mahsus olması, o fiilin tahsiline en büyük teşviktir. Onun zararının da yalnız kendisine âit olması, o fiili işlemeye en büyük engeldir.

Herkesin yapmakla mükellef olduğu hayrın sevabı yalnız kendinedir; müstakil veya müşterek olarak başkasına değildir ve yine herkesin terk etmekle mükellef olduğu hâlde iktisap ettiği şerrin azabı da, müstakil veya müşterek olarak başkasına değil fakat yalnız kendinedir.

Şer için iktisab kelimesi kullanılmıştır. Çünkü iktisabta, işi benimsemek anlamı vardır ki bu da nefsin şerre fazla ilgi göstermesinden ve tahsili için fazla çaba harcamasından ileri gelmektedir.

C- "Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma)."

Daha önce teklifin sırrı beyân edildikten sonra burada da mü'minlerin diğer duaları ifâde ediliyor. Şöyle ki:

"- Ey Rabbimiz! Yükümlülüklerimizi yerme getirmekte unutma (nisyan) veya yanılma (hata) sonucu doğan taksir ve ihmalden ya da sırf unuttuğumuzdan ve yanıldığımızdan dolayı bizi muaheze eyleme!"

Çünkü unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmaya aklen bir engel yoktur. Zira günahlar zehirler gibidir. Bu itibârla unutarak veya yanılarak da olsa, günahlara bulaşmak bile azab sebebi olabilir. Ve Allah'ın kullarını bundan dolayı sorumlu tutmayacağını va'd buyurması da, bunun vukuunun imkânsızlığını gerektirmez. Çünkü bu, Allah'ın lütuf ve rahmetinin eseridir. Nitekim Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Rüfia' a'n ümmeti el- hatâü ve'n-nisyan / Ümmetimden hatâ ve nisyandan doğan sorumluluk kaldırılmıştır" şeklindeki sözleri de bu hakikati açıklar.

Rivâyet olunuyor kı, eski İsrâıloğulları döneminde Yahudiler, unutarak bir günah işledikleri zaman, onlara acilen bir azab geliyordu.

Şu hâlde mü'minlerin, unutma ve yanılma sonucu olarak işledikleri günahlardan sorumlu tutulmayacaklarını bildikleri hâlde bu duada bulunmaları, bu lütfün devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem vermek anlamındadır. Nitekim:

"Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla va'dettiklerinı de ikram eyle ve kıyamet günü bizi rüsvay etme." (Al-i İmran 3/194) âyetinde ki duâ da bu anlamdadır.

Ç- "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme ."

Bu cümle de, kendisinden önceki duâ cümlesi üzerine atıftır. İki cümle arasına nidanın girmesi (Ey Rabbimiz! denmesi) yakarışı (tazarruu) daha fazla tebarüz ettirmek içindir.

"Isr", lügatte, kişiyi yerinde hapseden (hareket ettirmeyen) ağır yük anlamındadır. Burada kastedilen mânâ ise, zor mükeliefiyetlerdir. Bununla beraber bu cümledeki kelimeler değişik mânâlara gelecek şekillerde de okunmuştur. Şöyle ki:

1- Isr, tevbesi olmayan günahtır. Buna göre anlam;

"- Bizi bu günahı işlemekten koru ya Rabbi!" olur.

Isr kelimesi "yükler" anlamında çoğul olarak "asar" dır. Buna göre anlam;

"- Bizi bu günahları işlemekten koru ya Rabbi!" olur.

"Velâ tahmil / yükleme!", kelimesi mânâda mübalağa için teşdid ile "velâ tühammil" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde mânâ;

"- Ey Rabbimiz! Bizden önce İsrâiloğullarına yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!" olur.

Eski İsrâiloğullarının mükellef bulundukları ağır yükler şöyle sıralanabilir:

Tevbede nefsi (aşırı mahrumiyetlerle) zelil ve kahretmek,

Necasetin eşyaya bulaştığı yeri kesip atmak,

Bir gün bir gecede cilt namaz kılmak,

- Malların dörtte birini zekât olarak vermek ve benzeri diğer ağır mükellefiyetler.

Isrâiloğulları, toplum olarak büyük bir hatâ işledikleri zaman daha önce kendilerine helâl olan bazı yiyecekler onlara haram kılınıyordu. Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen şöyle buyurur:

"Yaptıkları zulümler ve bir çoklarını Allah yolundan alıkoymalarından dolayı daha önce kendilerine helâl kılınmış olan tertemiz şeyleri (tayyibatı) Yahudilere haram kıldık." (Nisa 4/160)

Oysa Allah bu ümmeti kendi lütuf ve rahmetiyle bunların benzeri ağır yüklerden korumuş ve onlar hakkında meâlen şöyle buyurmuştur:

"Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir." (A'raf 7/157)

Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"Büı'stü bi'l-hanîfiyyeti'l sehleti's-semhah / Ben hanîflik, kolaylık ve müsamaha dini ile gönderildim."

Yine Cenab-ı Allah, bu ümmeti, eski ümmetlerin duçar oldukları mesh'ten (şekli değiştirilmek), hasften (yerin altına geçirilmek) ve benzen hâllerden korumuştur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"Rüfia' a'n ümmeti el-hasfü ve'l-meshu ve'l-ğarak / Benim ümmetimden hasf, mesh ve gark (topyekûn suda boğulma) kaldırılmistir."

D- "Ey Rabbimiz! Güç yeüremiyeceğimiz bir şeyi bize yükleme !"

Bu cümle de, önceki duâ cümlesi üzerine atıftır. Bu duada da, tefrit ve taksirat yüzünden gelecek ilâhî azablardan muafiyet niyaz edilir. Niyaz şudur:

"- Ey Rabbimiz! Bizi ağır yükümlülüklere muhatab kılma ve o yükümlülükleri muhafazadan doğacak tefritlerimiz ve taksiratımız yüzünden de bize azab eyleme!"

Ancak bu noktada değişik tefsirler vardır:

1- İlâhî azabların indirilmesinin, tahmil (yükleme) olarak ifâde edilmesi, bu azablara sebebiyet veren mükellefiyetler itibariyledir.

2- Bu duâ cümlesi de bir öncekinin tekrarıdır. Ancak önceki duada yer alan "ısr / ağır yük" burada mübalağalı olarak "lâ taakate / güç yetmeyen" ifadesiyle tasvir edilmiştir.

3- Bu Allah'tan İl hakikaten beşerî gücün yetersiz kaldığı şeylerle mükellef olmaktan muafiyet dilemektir. Bu da bunun aklen caiz olduğuna delildir. Çünkü eğer caiz olmasa, ondan kurtulmak niyaz edilmezdi.

E- "Bizi Affet, bizi bağışla, bize acı ."

Daha açık bir deyişle:

"- Bizim günahlarımızın eserlerini sil! Bizim ayıplarımızı, kusurlarımızı ört! Şahitlerin huzurunda bizi rezil, rüsvay etme! Bize lütuf ve merhamet eyle!"

Bu duada aff ve mağfiret talebi, rahmet talebinden önce zikredikcüştir, Çünkü tahliye, tehliyeden (süslemeden) önce gelir. (Bir mekân önce tahliye edilir, sonra güzelleştirilir.)

F- "Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi muzaffer kıl."

"-Sen bizim Efendimizsin, biz de Senin kullarınız,

Sen bizim yardımcımızsın,

Sen bizim bütün işlerimizin mütevellisisın; artık kâfirler güruhuna karşı bize yardım eyle!"

Çünkü Mevlâya, düşmanlarına karşı savaşan kuluna yardım etmek yaraşır.

Burada kâfirlerden murad, genel olarak bütün kâfirlerdir. Âyetin bu son cümlesi suna işaret eder:

"Bu sûre-i celîle içinde emrolunduğu veçhile, i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelâmını yüceltmek, hâkim kılmak) mü'minlerin nihâî talebleridir."

Rivâyete göre:

"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu dualarla duâ edince, her duanın sonunda Allah bitarafından kendisine "Faa'ltü / Yaptım!" buyuruldu."

Başka bir rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Allah bu iki âyeti cennet hazinesinden indirmiştir. Mahlûkat yaratılmazclan iki bin sene önce Allah, onları kendi eliyle yazmıştır. Her kim o iki âyeti yatsıdan sonra okursa, o geceyi ihya etmiş olmak için yeter."

Rivâyete göre yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Her kim Bakara sûresinin o iki âyetini okursa kendisine yeter."

Bu hadîs-i şerif, bu sûreye "Bakara/Inek sûresi" demeyi mekruh görenler aleyhine hüccettir. Bunu savunanlar diyorlar ki:

Bu sûreye, "ineğin anlatıldığı sûre" demek gerekir. Nitekim Peygamber buyuruyor ki:

"- ineğin anlatıldığı sûre, Kur’ân'ın büyük çadırıdır. Bundan dolayı onu öğrenip okumak berekettir; onu terk etmek ise teessüftür ve betâle'nin gücü ona hiçbir zaman yetmeyecektir."

Sordular:

"- Ya Resûlallah betâle nedir? "

Cevap verdiler:

"- Betâle, sihirbazlardır."

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç