30
O günde herkes ne hayır işlediyse ve ne kötülük yaptı ise
karşısında onu hazırlanmış bulacak. Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe
bulunmasını arzu edecektir. Allah size kendisinden korkmanızı emreder; Allah
kullarına çok merhamet eder.
Yüce
Allah'ın:
"O
günde"
âyeti;
"Allah
size kendisinden korkmanızı emreder. O günde herkes....."
âyetine muttasıl olmak üzere
"mansub" gelir. Bunun yüce Allah'ın:
"Ve
dönüş Allah'adır. O günde herkes..."
âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir.
"Allah
herşeye kadirdir. O günde herkes"
âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. Bunun "O
günü hatırla ki" şeklinde "hatırla" kelimesinin takdiri ile munkatı'
(yani yeni bir cümle) olması da caizdir.
Yüce
Allah'ın:
"Allah
mutlak galiptir, intikam alıcıdır. O gün yer bir başka yere.... tebdil
olunacaktır"
(İbrahim, 14/47-48)
âyeti de (bu yönüyle) buna benzemektedir.
"Hazırlanmış"
kelimesi ise nın sılasından hazfedilmiş bulunan
zamirden haldir. Takdiri şöyledir: O günde her bir nefis, hayır kabilinden neyi
işlediyse onu hazır bulacaktır. Bu takdir, kaybolan şeyi bulmak anlamında olan:
dan gelmesi halinde sözkonusudur.
Diğer taraftan: Ve ne kötülük yaptı
ise" âyetindeki ise daha önce geçen, ya atfedilmiştir. Arzu edecektir" kelimesi
ise; ikinci olarak gelen dan hal mahallindedir.
Şayet kelimesini "bilmek" anlamında
kabul edersek, o takdirde: " Hazırlanmış" kelimesi ikinci mef'ûl olur. Aynı
şekilde: "Arzu edecektir" kelimesi ise ikinci mef'ûl yerinde olur. Bunun da
takdiri şöyle olur: O gün her bir nefis yaptıklarının karşılığını hazırlanmış
olarak bulacaktır.
Diğer taraftan ikinci nın mübteda
olmak üzere merfu olması, buna karşılık "Arzu edecektir" kelimesinin mübtedanın
haberi olmak üzere nasb mahallinde olması da uygundur. nın ceza
(şart edatı) anlamın da olması, uygun düşmez.
Çünkü "Arzu edecektir" fiili merfudur. Şayet mazi olsaydı ceza
(şartın cevabı) olması câiz olurdu ve o
takdirde de âyetin anlamı şöyle olurdu: Yaptığı kötülüklerin ise; kendisi ile
onun arasında büyük bir uzaklığın bulunmasını arzu edecekti.
Yani doğu ile batı arasındaki kadar uzak bir
mesafe olmasını isteyecekti. edatını şart için kabul ettiğimiz takdirde, gelecek
zaman fiili (muzarî fiil) ancak meczum gelir.
Şu kadar var ki; (cevabın başına gelen) "fâ"
harfinin hazfedildiği şeklinde yorumlanması ve şu takdirde olması müstesna olur:
Yaptığı kötülüğe gelince; o nefis... arzu edecektir. Ebû Ali der ki: Bu,
el-Ferrâ''nın görüşüne kıyasen böyledir.
Çünkü o yüce Allah'ın:
"Eğer
onlara itaat ederseniz elbette siz de müşriklerden olursunuz"
(el-En'âm, 6/121) âyeti hakkında burada "fe"
harfi hazfedilmiştir, demektedir.
"Uzak
bir mesafe":
nihaî uzaklık demektir. Çoğulu da “.....” şeklinde gelir. Önceden galip
gelmişti, istila etmişti anlamında olmak üzere: ) denilmektedir. Şair Nâbiğa der
ki:
"Ancak senin gibisine yahut da senin kendisini geride
bıraktığın kimseye
Tıpkı asîl bir atın önceden galip gelmesi gibi."
Emed kelimesi gazap anlamına da
gelir. O taktirde mazi ve mastarı “.....” şeklinde gelir.
31
De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz. Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûrdur, Rahîmdir.
Sevgi
(el-hubb): Muhabbet demektir. Esreli olarak el-hibb de bu manadadır. Bu
son şekliyle sevilen sevgili anlamına da gelir, "el-hıdn" ve "el-hadin"
kelimeleri gibi. Seven kişiye "muhib", sevilene de "mahbûb" denilir,
el-Cevherî der ki: Bu ise istisnaîdir. Çünkü
mudâaf kelime esreli olarak "yefilu" şeklinde gelmez. Ebû’l-Feth der ki: Bunun
aslı ise "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Birinci "be" harfi sakin okunup
ikincisine idğam edilmiştir. İbn Dehhân Said ise der ki: "Habbe"nin söylenişinde
iki şekil vardır: Habbe ve ehabbe şeklinde. Bu binası ile kelimenin aslı,
"zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Buna delil ise Arapların bu kökten
demeleridir. Ancak daha çok görülen "feule" vezninden "feîl" şeklidir.
Ebû’l-Feth der ki: Bu kelimenin
"ehabbe" şeklinde kullanıldığına delil yüce Allah'ın:
"onları sever, onlar da O'nu severler."
(el-Maide, 5/54) âyeti ile bu âyet-i kerimede geçen:
"Bana
uyunuz, Allah da sizi sevsin"
âyetidir. Araplar "habîb" şeklinde
kullandıklarından dolayı "habbe" kelimesi "feule" vezninde de gelir. Aynı
şekilde "mahbûb" da dedikleri için "feile" şeklinde geldiği de olur. "Habbe"
fiili müteaddi anlamıyla kullanıldığı takdirde ism-i faili varid olmaz. O
bakımdan: denilmemektedir. Çok nadir haller dışında "efalu"den ism-i mef'ûl
varid değildir. Şairin şu sözü (nadir hallerden)
olduğu gibi:
"(Sanma ki başkası) benim
yanımda kendisine ikram olunan ve
sevilen bir konumdadır."
Ebû Zeyd de: "Onu sevdim,
seviyorum" kullanışını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir:
"Allah'a yemin ederim hurması olmasaydı sevmezdim onu
Ve Uveyf ile Haşim'den de daha yakın olmazdı."
Yine şu beyiti de zikretmektedir:
"Ömrün hakkı için benim durumum ile bir beldeye varmak
isteyişim
Sevdiğinden gittikçe uzaklaşanın durumuna benzer."
el-Asmaî, bu fiilin muzâri' olarak kullanılması halinde, muzâraat
harflerinden yalnızca "yâ" harfinin meftuh olarak kullanıldığını nakletmektedir,
el-Hubb kelimesi su doldurulan testi gibi kaplara denilir. Farsçadan arapçaya
girmiştir. Çoğulu "hibâb" ve "hibebe" şeklinde gelir. Bunu
el-Cevherî nakletmektedir.
Âyetin Nüzul Sebebi:
Âyet-i kerîme Necrânlılardan gelen
heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hazret-i Îsa ile ilgili olarak
iddialarının, yüce Allah'a olan
sevgilerinin ifadesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Cafer b.
ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve
İbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerîme
bizler Rablerimizi seven kimseleriz, diyen Kitap ehlinden bir topluluk hakkında
nazil olmuştur.
Rivâyet edildiğine göre
müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki şüphesiz bizler
Rabbimizi seviyoruz dediler. Bunun üzerine yüce
Allah:
"De
ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz..."
âyetini indirdi.
İbn Arafe der ki: Araplara göre
muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir.
el-Ezherî de der ki: Kulun Allah'ı ve
Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü
yüce Allah:
"De
ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz"
diye buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesi, ise
mağfirette bulunmak suretiyle onlara nimette bulunmasıdır.
Yüce Allah:
"Muhakkak Allah kâfirleri sevmez"
(Âl-i İmrân, 32)
diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret
buyurmaz, demektir.
Sehl b. Abdullah da der ki: Allah'ı
sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmektir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmenin alâmeti sünneti sevmektir.
Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve
sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise
kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir.
Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta
bırakacak kadarını almasıdır.
Ebud'd-Derdâ'nın rivâyetine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın:
"De
ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin"
âyeti hakkında şöyle
buyurmuştur: "Yani iyilik,
takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda (bana tabi olunuz) demektir."
Bu hadisi Ebû Abdullah et-Tirmizî
(el-Hakîm) rivâyet etmiştir.
Yine
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"Allah tarafından sevilmeyi isteyen bir kimse
doğru söz söylemeye, emaneti gereği gibi eda etmeye ve komşusuna eziyet etmemeye
dikkat etsin."
Müslim'in
Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki:
"Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde Hazret-i
Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filanı seviyorum,
onu sen de sev, der. Bunun üzerine Cebrâîl
onu sever, sonra semada nida ederek der ki: Şüphesiz Allah filan kişiyi seviyor,
siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu sever. Daha sonra yeryüzünde
ona hüsnü kabul bırakılır. Yine Allah bir kula buğzetti mi Hazret-i
Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filana
buğzediyorum, sen de ona buğzet, def. Bunun üzerine
Cebrâîl ona buğzeder. Sonra sema halkı arasında şöyle nida eder: Muhakkak
Allah filan kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz. Onlar da ona buğzederler,
daha sonra yeryüzünde onun için buğz bırakılır."
Buna dair daha geniş açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nin
sonlarında (19/96. âyette) gelecektir.
Ebû Recâ el-Utaridî "bana uyunuz"
âyetini "be" harfi üstün olarak şeklinde okumuştur.
"Ve
günahlarınızı bağışlasın"
âyeti
"Allah
da sizi sevsin"
âyetine atfedilmiştir. Mahbûb,
Ebû Amr b. el-Ala'dan rivâyet ettiğine göre
Ebû Amr, kelimesinin sonundaki harfini
kelimesinin başındaki "lâm" harfine idğâm ederek okumuştur.
en-Nehhâs ise der ki:
Halil ve
Sîbeveyh "re" harfini "lâm" harfine
idğam etmeyi câiz görmezler. Ebû Amr ise
böyle bir yanlışlığa düşmekten uzaktır. Onun, birçok kelimede yaptığı gibi,
harekeyi gizlemiş olması da muhtemeldir.
32
De ki: "Allah'a ve
Peygambere itaat edin." Şayet yüzçevirirlerse şüphesiz ki Allah
kâfirleri sevmez.
Yüce
Allah'ın:
"De
ki: Allah'a ve Peygambere itaat edin"
âyetine dair
açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/59. âyette)
gelecektir.
"Şayet
yüzçevirirlerse"
âyeti bir şarttır. Şu kadar var ki fiil mazi
olduğundan dolayı i'rab almaz. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer küfürleri üzere
sebat edip Allah'a ve Rasûlüne itaati kabul etmeyip dönecek olurlarsa
"şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez."
Yani onların
yaptıklarından razı olmaz ve asla onlara mağfiret buyurmaz. -Az önce geçtiği
gibi.-
Burada "Şüphesiz o" buyrulmayıp:
"Şüphesiz ki Allah"
diye buyurulmasının sebebi şudur: Araplar birşeyi
ta'zim ettikleri vakit onu tekrar zikrederler.
Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir:
Ölümü görmüyorum, ölümü birşeyin geçtiğini
Ölüm zengin olanın da fakir olanın da hayatını zehir eder."
33
Muhakkak Allah Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini ve İmrân
ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.
Yüce
Allah'ın:
"Muhakkak Allah Âdem'i Nûh'u., üstün kıldı"
âyetinde geçen
"istafâ"
seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce
Bakara Sûresi'nde (2/130. âyette) geçmiş
bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet)
"Âdem"
kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.
Bu âyetin takdiri şu şekildedir:
Şüphesiz Allah, onların da dini olan İslâm dinini seçmiştir.
ez-Zeccâc der ki: Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından
peygamberlik için seçmiştir,
şeklindedir.
"Nûh"
kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan
(Acemî) bir isim olmakla birlikte munsarıftır.
Çünkü üç harflidir. Hazret-i Nûh, rasûllerin piridir.
Yüce Allah'ın Âdem
(aleyhisselâm)'dan sonra yeryüzü halkına
gönderdiği ilk rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin
ve diğer yakın akrabaların nikâhlanmalarının haram kılınması onun risaletindeki
hükümler arasındadır. İdris'in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler
yanılmışlardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın
izniyle A'râf Sûresi'nde (7/59. âyette) buna
dair açıklamalar gelecektir.
"İbrahim ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı"
âyetine dair açıklamalara
gelince; Bakara Sûresi'nde (2/49- âyet 2. başlıkta)
"âl: aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır.
Buhârî'de
İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve
Muhammed ailelerinden mü’min olan
kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu
Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da
mü’minlerin velisidir"
(Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır.
İbrahim'in ailesinin İsmail, İshak,
Yakub ve onun oğulları (Esbât) olduğu,
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da İbrahim ailesinden
(âlinden) olduğu da söylenmiştir. İbrahim
âlinden kastın, bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân'ın
kendisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın:
"Ve
Mûsâ ile Hârûn aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır."
(el-Bakara, 2/248) âyeti de bu kabildendir.
Hadîs-i şerîfte de: "Gerçekten ona Davud
ailesinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir. Şair de der ki:
.
"Ali'nin, Abbas'ın ve Ebubekr âlinin
(Ebubekr’in kendisinin) sevmiş olduğu
Birisi vefat ettikten sonra artık, vefat etmiş hiçbir kimse
için ağlama!"
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Yılan tarafından sokulmuş ve sayılı günlerini bekleyenin
çektiği gibi;
O da Leylâ âlini (kendisini)
hatırlamaktan sıkıntılar çekiyor."
Burada şair bizat Leylâ'nın
kendisini hatırlamaktan sıkıntı çektiğini anlatmak istemektedir.
İmrân ailesinin İbrahim ailesi
(âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim
yüce Allah (bir
sonraki âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmaktadır.
Kastın Hazret-i Îsa olduğu da
söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân'ın kızıdır. Önceden de açıkladığımız gibi
kendisinin kastedildiği de söylenmiştir.
Mukâtil der ki: İmrân, Hazret-i
Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babasıdır. Nesebi (geriye
doğru) şöyledir: İmrân b. Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub.
el-Kelbî de der ki: Buradaki İmrân, Meryem'in babası olan İmrân'dır. O da
Hazret-i Süleyman'ın soyundandır. es-Süheylî'nin naklettiğine göre ismi İmrân b.
Mâtân'dır. Hanımının ismi ise Hanne'dir. Bütün
peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu edilmesi ise,
peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle
onların soyundan gelmiş olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve
"nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir.
"Âlemlere"
âyetinden kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne
göre çağdaşları olan âlemlerdir. Tirmizî
el-Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün insanlardır. Bir
diğer görüşe göre
"âlemlere"
âyeti Sûr'a üfleneceği güne kadar bütün âlemlere
üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle ki; bunlar: Rasûl ve
peygamberdirler. O bakımdan bütün
insanların en hayırlıları, seçkinleridir.
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik)
mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere
yaratılmışlardır. Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi ise
bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar
için bir eman olmuştur, Yüce Allah onu
peygamber olarak gönderince, insanlar
Sûr'a üfürüleceği vakte kadar dünya(da helâk olmak)
azabından yana güvenlik altına girmiş oldular. Sair
peygamberler ise böyle bir makamı işgal
edememişlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i
Peygamber: "Ben
hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim"
diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah'tan insanlara
rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" âyetinin anlamı ise Allah'tan
insanlara gönderilmiş bir hediye demektir.
Denildiğine göre; Hazret-i Âdem beş
şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce
Allah'ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hazret-i Âdem'i
yaratması, ikincisi ona bütün isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere
Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete
yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmış olmasıdır.
Nûh
(aleyhisselâm)'ı da beş şey ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların
(ikinci) atası kılmış olması. Çünkü bütün
insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı.
İkincisi Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması.
"Ömrü uzayıp da ameli güzel olana ne mutlu!" denilmiştir.
Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da
mü’minler hakkındaki duasını da
yüce Allah'ın kabul etmiş olması.
Dördüncüsü onu gemide taşımış olması, beşincisi
ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise
teyzelerle ve halalarla evlenmek haram değildi.
Hazret-i İbrahim'i de şu beş
özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin
atası kıldı. Çünkü rivâyet edildiğine göre onun sulbünden
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar bin
peygamber gelmiştir. İkinci özelliği
Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü
Allah'ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara İmâm kılması,
beşincisi ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama
başarısını ihsan etmiş olması.
Daha sonra
yüce Allah:
"İmrân
ailesini"
diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmrân'dan kasıt
Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babası ise bunun açıklaması şöyle olur:
Yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i
Harun'u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah İmrân'ın kavmine men ve
selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir
peygambere verilmiş değildir. Şayet kasıt Hazret-i Meryem'in babası
ise, yüce Allah ona babasız olarak
Hazret-i Îsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş demektir.
Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
34
Birbirinin soyundan olarak. Allah Semîdir, Alimdir."
Daha önce Bakara Sûresi'nde
"Zürriyet: Soy sop"
kelimesinin anlamı ve bunun türeyişi ile ilgili
açıklamalar (2/124. âyet 19- başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Burada
"zürriyet"
kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu
açıklama el-Ahfeş'e aittir.
Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan
olmak üzere seçmiştir. Yani onların kimisi
kimisinin soyundan gelmektedir.
Kûfeliler ise bunun önceki âyetle (i'rab
bakımından) alakalı olmadığını söylerken,
ez-Zeccâc bedel olduğunu söylemektedir. Yani
yüce Allah biri diğerinden olan bir
zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine
yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah'ın:
"Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler"
(et-Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi. Yani
sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı
el-Hasen ve
Katâde yapmıştır.
Bunun, seçilmek, üstün kılınmak ve
peygamberlik hususlarında olduğu da
söylenmiştir. Kastın soy bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söylenmiş
ise de, konu ile ilgili görüşlerin en zayıfı budur.
35
Hani İmrân'ın karısı: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana
adadım. Benden kabul buyur. Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen Sensin Sen"
demişti.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
sekiz başlık halinde sunacağız:
1- İmrân'ın Karısı:
Ebû
Ubeyde, yüce Allah'ın:
"Hani
İmrân'ın karısı., demişti"
âyetindeki
"Hani"
kelimesinin zâid olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Yezid ise burada bu kelime
"hatırla" takdirindedir, demektedir. ez-Zeccâc
der ki: Ayrıca İmrân'ın karısı... dediğinde; o İmrân ailesini seçmişti,
anlamındadır.
İmrân'ın karısının ismi Hanne'dir.
Babası ise Fâkûd b. Kunbul'dur. Meryem'in annesidir ve Hazret-i Îsa'nın
anneannesidir.
Hanne, Arapça bir isim değildir.
Arapçada Hanne diye bir kadın ismi bilinmemektedir. Bununla birlikte Arapçada
Ebû Hanne el-Bedrî diye bir isim kullanılmıştır. Bunun adının "Ebû Habbe" olduğu
da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. İsmi Âmir'dir.
Şam taraflarında ise Deyr Hanne
(Hanne Manastırı) diye bir yer vardır. Yine bu
isimle anılan bir başka manastır daha vardır. Ebû Nuvâs der ki:
"Ey Zatü'l-Ukeyrah'daki Deyr Hanne
(Hanne Manastırı)
Senden kim ayıkabilir ki? Şüphesiz ben ayık değilim."
Araplar arasında "Habbe" ismi çok
kullanılır. Ebû Habbe el-Ensarî bunlardandır. "Subey'a hadisi" diye bilinen
hadiste sözü geçen Ebû's-Senabil b. Ba'kek'in ismi da Habbe'dir.
(Noktalı)
"hı" ile "Hanne" İsmi ile Kadı Yahya b. Eksem'in kızından başka bir kimseyi
bilmiyoruz. Bu ise Muhammed b. Nasr'ın annesidir. Ebû Cenne dışında "Cenne" ismi
taşıyan kimse de bilinmemektedir. Bu ise şair Zu er-Rimme'nin dayısıdır. Bütün
bu açıklamaları İbn Mâkûla'nın kitabından naklettik.
2- İmrân'ın Karısının Adağı:
Yüce
Allah'ın:
"Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım"
âyetinde bir adaktan söz
edilmektedir. Adağın anlamına dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/270. âyette) geçmiş
bulunmaktadır. Adak, kulun kendisi için o işi bağlayıcı kılması halinde
bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmrân'ın karısı hamile kalınca şöyle demiş:
Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam, karnımdakini hür kılacağım.
Burada "Sana" âyetinin anlamı ise,
ibadetine adıyorum, demektir. "Hür olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir.
Hazfedilmiş bir mef'ûlün sıfatı olduğu da söylenmiştir.
Yani ben Sana karnımdakini hür kılınmış
(yalnız Sana tahsis edilmiş) bir köle olarak
adıyorum.
Ancak, tefsir ve sözün akışı ile
i'rab bakımından birinci açıklama daha uygundur. İrab açısından uygunluğuna
sebep, sıfatın mevsufun yerine kullanılması bazı yerlerde câiz değildir, kimi
yerde de mecazen caizdir.
Tefsir açısından uygunluğuna
gelince; denildiğine göre İmrân'ın karısının bu sözü söylemesinin sebebi, doğum
yapamayacak kadar ileri yaşta olmasıdır. Kendileri ise Allah nezdinde üstün
yerleri olan bir aile halkı idiler. O sırada bir ağacın altında bulunuyor iken
bir kuşun kursağından yavrusunun ağzına yiyecek boşalttığını görür. O da içinden
böyle birşeyi arzuladı ve Rabbine kendisine bir evlat bağışlaması için dua etti.
Eğer doğumunu yaparsa bu çocuğu hür kılacağını da adadı.
Yani sırf yüce
Allah için azad edilmiş, kiliseye hizmet edecek ve yalnızca o
hizmetle uğraşacak, kendisini sadece Allah'ın ibadetine verecek, hür bir kimse
olmak üzere onu adadı.
Böyle bir adak onların
şeriatlerinde câiz idi. Çocuklarına da bu şekilde anne babasına itaat etmek bir
görevdi.
Hazret-i Meryem, doğumunu yapınca:
"Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Yani
kız kilisenin hizmetine uygun değildir. Denildiğine göre buna sebep, ay hali
olması ve bu şekilde rahatsızlanmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre, erkeklerle
beraber oturup kalkması uygun olmadığından dolayıdır. Halbuki kendisi erkek
çocuk doğuracağını ümit etmişti. İşte onu "hür olarak" adamasının sebebi de
budur.
3- Imrân'ın Karısının Adağının
Hükmü:
İbnu'l-Arabî der ki: İmrân'ın karısının hamile kaldığı yavruyu,
bizzat kendisi hür olduğundan dolayı (yavrusu da hür
doğacağından) adamasının sözkonusu olamayacağında görüş ayrılığı yoktur.
Şayet İmrân'ın karısı cariye olsaydı, kişinin kendi çocuğu hakkında adakta
bulunmasının sahih olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı yoktur. Hangi
tasarrufta bulunursa bulunsun, hüküm budur. Çünkü eğer adakta bulunan kimse köle
ise, onun böyle bir söz söyleme yetkisi sözkonusu olmaz. Şayet hür bir kimse
ise, yavrusunun kendisine köle olması düşünülemez. Kadının durumu da onun
gibidir. Peki burada böyle bir adakta bulunmak nasıl açıklanabilir? Bunun anlamı
-doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur: Kişi, çocuğunu onunla teselli
bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak için ister. İşte bu kadın
da çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için istedi.
Yüce Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu
teselliden payına düşeni, O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu
Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini
belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil)
olanlarının yaptığı adak şeklidir. O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür
kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya
kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir. Sûfilerden
bir adam annesine şöyle demiş: Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na
ibadet edeyim, ilim öğreneyim. Annesi: Olur, deyince o da yola koyuldu. Nihayet
basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi: Kim o? deyince
o da: Ben oğlun filanım, dedi. Annesi: Biz seni Allah için bıraktık, tekrar seni
geri dönüp kabul edemeyiz, diye cevap verdi.
4- "Hür Olarak":
Yüce
Allah'ın:
"Hür
olarak"
âyeti, ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı
olan "hürriyet"ten alınmadır. Kitabın tahrîr edilmesi
(yazılması) da burdan gelir. Tahrîr ise kitabın bozulmaktan ve
karışıklıktan, yanlışlıktan kurtarılması, arındırılması demektir. Husayf in
rivâyetine göre İkrime ve
Mücâhid şöyle demişlerdir: Muharrar
(hür olarak), aziz ve celil olan Allah için
halis kılınmış, dünya işinden hiçbir şaibe ile şaibelenmemiş demektir. Bu ise
dinde bilinen bir manadır. Katıksız ve arı olan herşeye "hür" denilir.
"Muharrar" da aynı anlama gelir. Şair Zû er-Rimme der ki:
"Küpe, boynunun yan taraflarında kulağında asılı duruyor
İp (i andıran) boynundan
ise oldukça uzaktır ve o (küpe) sallanıp
durur."
Kum taneleri bulunmayan çamura "
hur çamur" denilir. Kadına kocası ilk gece yaklaşmayacak olursa; "Filan kadın
hür bir gece geçirdi" denilir. Eğer kocası ona yaklaşabilmiş ise o takdirde
denilir.
Fakat onu doğurunca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum"
dedi. -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu.- "Erkek ise kız gibi
değildir. Gerçekten ben ismini Meryem koydum. Ben onu da soyunu da kovulmuş
şeytandan Sana sığındırırım."
5- Kızın Adanması:
Yüce
Allah'ın:
"Fakat
onu doğurunca Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum"
âyeti ile ilgili olarak,
İbn Abbâs der ki: İmrân'ın karısı bu
sözlerini adak olarak erkeklerden başkasının kabul edilmeyişi dolayısıyla
söylemişti. Ancak yüce Allah Hazret-i
Meryem'i kabul etti.
"Kız
olarak"
anlamındaki kelime haldir. ("Onu"
kelimesinden) bedel olarak da kabul edilebilir.
Denildiğine göre annesi, gelişip
serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı. Bunu Eşheb,
Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Bir diğer görüşe göre kızını kundağına sardı ve
mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve ondan elini tamamiyle
çekti. İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi onlarda da hicab
(tesettür) emrinin bulunmayışı ihtimali de
vardır. Buhârî ve
Müslim'de rivâyet edildiğine göre siyahî bir
kadın Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde
mescidi süpürür, temizlerdi ve sonra vefat etti.
6- Allah Adağını Kabul Buyû' rdu:
Yüce
Allah'ın:
"Allah
onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu"
âyetinde yer alan:
"Doğurdu"
kelimesinin:
" Doğurdum"
şeklinde "te" harfinin ötreli olarak okunuşuna
göre; bu da onun söylediği sözlerin bir devamıdır ve o takdirde bu ifade önceki
ifadelerle muttasıl olur.
Bu şekildeki okuyuş Ebû Bekr ve
İbn Âmir'in kıraatidir. Bu okuyuş
yüce Allah'a teslimiyet, O'na itaat ve
boyun eğmek ve O'na herhangi bir şeyin gizli kalmasından O'nu tenzih etmek
anlamını ifade eder. Bu sözünü haber vermek kastıyla söylemiş değildi. Çünkü
yüce Allah'ın herşeye dair bilgi sahibi
olduğu, mü’minin kalbinde yer etmiş bir
esastır. O bu sözleri yüce Allah'ı tazim
ve tenzih kastıyla söylemiştir.
Cumhûrun kıraatine göre ise bu, yüce
Allah'ın takdim edilmiş buyrukları cümlesindendir. Bu ifadenin
takdiri de:
"Ben
onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım"
âyetinden sonra
"Allah
onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu"
şeklinde olmasıdır. Bu
açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır.
Mekkî ise der ki: Bu,
yüce Allah tarafından bize sebat vermek
üzere bildirdiği bir gerçektir. O: Allah Meryem'in annesinin ne doğurduğunu
bilendir. O ister bu sözü söylesin, ister söylemesin, demektir. Bu açıklamayı
pekiştiren bir husus da şudur: Eğer bu sözler Meryem'in annesinin sözlerinden
olsaydı, sözünü şöyle söylemesi uygun düşerdi: Ve sen benim ne doğurduğumu daha
iyi bilensin. Çünkü "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" şeklinde sözlerinin
başında O'na nida etmişti. İbn Abbâs'tan ise
"be" harfi esreli olarak “.....” şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir.
Yani ona böyle söylendi anlamındadır.
7- Erkek Kız Gibi Değildir:
Yüce
Allah'ın:
"Erkek
ise kız gibi değildir"
âyetini bazı Şâfiî
âlimleri şuna delil göstermişlerdir: Ramazan ayında gündüzün kocasının cima
talebine itaat eden bir kadının keffaret ödemesinin vücubu erkek ile eşit
değildir.
İbnu'l-Arabî (der ki): Ancak böyle
bir görüşü ortaya koymak bir yanlışlıktır. Çünkü burada anlatılanlar, bizden
öncekilerin şeriatine dair bir haberdir ve onlar
(Şâfiîler) bunu delil kabul etmiyorlar. Bu saliha kadın bu sözleriyle,
durumunun delaleti ile sözünün kafi ifadesinin tanıklığı ile anlaşıldığına göre;
bu saliha kadın, çocuğunu mescide hizmet etmesi için adamıştı. Ancak bunun kız
olduğunu, hizmete uygun olmadığını, avret olduğunu görünce, bu konuda maksadına
muhalif bir çocuğu olduğundan dolayı, Rabbine özür beyan etmektedir.
"Meryem"
kelimesi hem müennes hem de marife olduğundan
dolayı munsarıf değildir. Aynı zamanda a'cemî (Arapça
olmayan) bir kelimedir. Bunu en-Nehhâs
söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
8- Kişinin Soyunu Şeytandan
Sakındırması:
Yüce
Allah'ın:
"Gerçekten ben ismini Meryem koydum"
âyetinde
"Meryem"
kelimesi onların dillerinde rabbin hizmetçisi
anlamındadır.
"Ben
onu"
yani Meryem'i
"da
soyunu da"
yani Îsa'yı
"kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım."
Bu ifade soy
(zürriyet) kelimesinin bazen özel olarak evlat
hakkında kullanıldığını göstermektedir.
Müslim'in
Sahih'inde Ebû Hüreyre
(radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Şeytan tarafından dürtülmemiş hiçbir çocuk yoktur. İşte
çocuk şeytanın dürtüsünden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem'in
oğlu ve onun annesidir."
Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz
yüce Allah'ın:
"Ben
onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım"
âyetini okuyunuz.
İlim adamlarımız der ki: Bu
Hadîs-i şerîf şunu ifade etmektedir:
Yüce Allah, Meryem'in annesinin duasını
kabul etti. Çünkü şeytan peygamberler
ve veliler dahil olmak üzere Âdem'in çocuklarının tümünü dürter. Bundan tek
istisna Meryem ve onun oğludur.
Katâde der ki: Şeytan doğan her bir
çocuğu doğduğu sırada böğründen dürter. Ancak Hazret-i Îsa ve onun annesi bundan
müstesnadır. Bunların arasına perde konuldu. Onun dürtmesi perdeye isabet etti,
fakat hiçbir şey bu perdeyi aşıp onlara ulaşmadı.
Bizim
(mezhebimize mensup) ilim adamları der ki: Eğer durum böyle olmasaydı her
ikisinin bu konudaki özellikleri sözkonusu olmazdı. Bununla beraber şeytanın
herkesi dürtmesi, dürttüğü kimseleri saptırması ve azdırmasını
gerektirmemektedir. Böyle birşeyi zannetmek yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü şeytan
peygamberlere ve velilere, nice
defalar çeşitli bozgunculuklarla azdırma istekleriyle yaklaşmıştır.
Bununla birlikte
yüce Allah, onları şeytanın maksadına maruz
kalmaktan yana muhafaza buyurdu. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun yoktur"
(el-Hicr, 15/42). Bununla birlikte -Allah
Rasûlünün de belirttiği gibi- her bir Âdemoğluna onun yanından ayrılmayan bir
şeytan görevlendirilmiştir. Meryem ve oğlu her ne kadar şeytanın dürtmesinden
yana korunmuş iseler de şeytanın onlarla birlikte bulunmasından, onların yanında
olmasından korunmuş değillerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
37
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve
onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi. Zekeriyyâ
onun yanına, mihraba her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu
sana nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki Allah,
dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
Yüce
Allah'ın:
"Bunun
üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı"
âyeti, Allah onu kutlu
olanların yoluna iletti, demektir. Bu açıklama İbn
Abbâs'tan nakledilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir:
"Kabul"
onu terbiye etmeyi, işlerini görmeyi üstlenmek demektir.
el-Hasen der ki: Kabul etmenin anlamı şudur:
O gece veya gündüzün kısacık bir anında dahi
ona azap etmemiştir.
"Ve
onu güzel bir bitki gibi büyüttü."
Yani hilkatini
eksiksiz ve fazlasız olarak gayet güzel bir şekilde tamamladı. Bir günde bir
başka çocuğun bir yıllık sürede büyüdüğü kadar büyüyordu.
"Kabul"
ve "nebat" (kabul etmek ve bitirmek), gelmeleri
gereken vezinden başka şekilde gelmiş masdardırlar.
Yani
bunlar (birer mutlak mef'ûl olarak) aslında
şeklinde gelmeli idiler. Şair der ki:
"Ölümü benden geri çevirdikten sonra
Ve sen bana yayılan yüz deve verdikten sonra nankörlük mü
ederim?"
Şair "vermen" şeklinde masdarı
kastetmiştir. Ancak yüce Allah'ın:
"Onu
bir bitki gibi büyüttü"
diye buyurmuş olması; Bitti, fiil köküne delil
teşkil etmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays:
"Sonunda o en güzel yere vardık ve oldukça nazikleşti
sözlerimiz,
Ben boyun eğdirmek istedim zorluğa o da ne biçim boyun
eğdi!"
Burada Boyun eğdi, kelimesinin
masdarı dır. Ancak o bu masdarı Boyun eğdirdi, anlamına kullanmıştır. Bu
kabilden karşılaşılacak bütün kelimeler bu şekildedir. Buna göre ile nin anlamı
(kabul etmek demek olup) birdir. Öyleyse burada
âyetin anlamı: Onun Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu, şeklindedir.
Ru'be'nin şu sözü de bunu andırmaktadır:
"Ve ben yılanın büküldüğü gibi büküldüm."
Çünkü nın anlamı ile ın anlamı
(büküldüm demek olup) birdir. el-Katâmî'nin şu
sözü de bu türdendir:
"İşin en hayırlısı senin karşına çıkandır
Yoksa onun arkasından giderek bulmaya çalıştığın değil."
Çünkü burada ile
(arkasından gittiğin, demek olup) birdir.
İbn Mes'ûd:
"
Melekler indirildikçe indirilir"
(Furkan, 25/25)
âyetini Melekleri indirdikçe indirir" diye okumuştur. Çünkü ile indirdi, demek
olup anlamlan birdir.
el-Mufaddal der ki: Âyet: O, onu
bitirip yetiştirdi, o da güzel bir şekilde bitip yetişti; anlamındadır. Ancak
belirttiğimiz gibi manaya riâyet daha uygundur.
"Kabul"
kelimesinde aslolan ötreli olmasıdır. Çünkü bu kelime de "duhul ve huruç: Girmek
ve çıkmak" kelimeleri gibi bir masdardır. Üstün ise çok az harflerde sözkonusu
olur. el-Velû' ile el-Vezû' gibi. İşte bu şekilde üstün olma
(kabul) gibi yalnız şu üç kelimededir
başkalarında yoktur. Bunu Ebû Amr ile
el-Kisaî vesair lügat İmâmları
(ileri gelen bilginleri) söylemiştir.
ez-Zeccâc ise aslı üzere "kaf" harfini
ötreli olarak "kubûl" şeklindeki okuyuşu da câiz kabul eder.
Yüce
Allah'ın:
"Onu
Zekeriyyâ'nın himayesine verdi"
âyeti , yani onu Zekeriyya'ya kattı demektir.
Ebû Ubeyde ise, işlerini görmeyi Zekeriyya
üstlendi, diye açıklamıştır. Kûfeliler
bu kelimeyi şeddeli olarak: “.....” diye okumuşlardır. O bakımdan bu kelime iki
mef'ûle geçiş yapar. İfadenin takdiri şöyledir: Rabbi, onu Zekeriyya'nın
himayesine verdi. Yani onu himaye etmekle
Zekeriyya'yı görevlendirdi. Bunu ona takdir buyurdu ve ona kolaylaştırdı.
Ubeyy (b.
Kâ'b)in Mushafında ise bu kelime şeklindedir. Bu şekilde başa gelen hemze
ise, mef ûle geçiş konusunda kelimenin şeddeli olması gibidir. Bundan önceki "
Onu kabul etti, onu büyüttü" kelimeleri de böyledir.
Yüce Allah kendi zatı hakkında Meryem için
ne yaptığını haber vermekte ve buna bağlı olarak âyet: Onu himayesine verdi"
şeklinde gelmiştir.
Diğer kıraat İmâmları ise fiili
Zekeriyya'ya isnad etmek esasına göre hafif (şeddesiz)
okumuşlardır. Buna göre yüce Allah bize,
onun bakımını ve işlerini görmeyi üstüne alanın Zekeriyya olduğunu haber vermiş
olmaktadır. Yüce Allah'ın:
"Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak?"
(Âl-i İmrân, 3/44) âyeti buna delalet etmektedir. Mekkî der ki: Tercih
edilen de budur. Çünkü kelimenin şeddeli olmasının anlamı hafif olmasının
anlamına racidir. Zira yüce Allah onu
Zekeriyya'nın himayesine verecek olursa, o da Allah'ın emriyle bunu himayesine
almış olur. Diğer taraftan eğer Zekeriyya bizzat bunu kendiliğinden himayesine
almış ise, bu da Allah'ın meşîet ve kudretiyle olmuş bir iştir. Buna göre her
iki kıraatin anlamı birbiriyle içiçedir.
Amr b. Mûsâ, Abdullah b. Kesir'den
ve Ebû Abdullah el-Müzenî'den bu kelimeyi "fe" harfi esreli olarak şeklinde
okuduğunu rivâyet etmektedir. el-Ahfeş der
ki: Bu kelime şeklinde söyleniyor ise de ben diye söylendiğini işitmedim. Ancak
bu şekilde bir söyleyiş de sözkonusu edilmiştir.
Mücâhid, "Onu kabul etti" kelimesini, kabul buyur, şeklinde dua ve niyaz
anlamını vermek üzere "lâm" harfini sakin olarak şeklinde "rabbi" kelimesini de
bir muzafın nidası olmak üzere mansub olarak;
(şeklinde, "büyüttü" kelimesini diye "te" harfini sakin olarak "onu (himayesine
verdi)" kelimesini "lâm" harfini sakin olarak şeklinde, "Zekeriyya"
kelimesini de medli ve mansub olarak diye okumuştur.
Hafs,
Hamza ve el-Kisaî ise "Zekeriyya"
kelimesini medsiz ve hemzesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise medli ve
hemzeli olarak okumuşlardır.
el-Ferrâ' der ki: Hicaz halkı "Zekeriyya" kelimesini hem medli hem medsiz
olarak okurlar. Necid halkı ise bundan "elif" harfini hazfeder ve bu kelimeyi
munsarıf yapar ve derler.
el-Ahfeş der ki: Bu kelimenin dört türlü söyleyişi vardır: Medli kasırh,
"ya" harfi şeddeli ve munsarıf olarak şeklinde ve (cer
ve nasb halinde): şeklinde kullanırlar.
Ebû
Hâtim der ki: şeklinde munsarıf değildir. Çünkü bu kelime Arapça olmayan
(Acemî) bir kelimedir. Ancak bu yanlıştır.
Çünkü bu şekilde "ya" bulunan bir kelime "kürsî ve Yahya" kelimeleri gibi
munsarıf olur. Ancak med ve kasr halinde Zekeriyya munsarıf olmaz. Çünkü bunda
hem müenneslik elifi hem ucmelik (Arapçadan başka bir
dilden olmak) ve hem de marife (özel isim)
olmak sözkonusudur.
Yüce
Allah'ın:
"Zekeriyya onun yanına mihraba her gelişinde yanında bir yiyecek bulurdu...
Muhakkak Sen duayı işitensin dedi"
âyetine dair açıklamalarımızı da dört başlık
halinde sunacağız:
1- Hazret-i Meryem ile Hazret-i
Zekeriyya:
Yüce
Allah'ın:
"Zekeriyya onun yanına mihraba her girişinde..."
âyetindeki mihrab kelimesi
sözlükte, oturulan bir yerdeki en değerli mekân demektir. İleride buna dair daha
etraflı açıklamalar Meryem Sûresi'nde (19/11. âyet 1.
başlıkta) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Hazret-i Meryem
yüksekçe bir odada bulunuyordu. Hazret-i Zekeriyya da yanına bir merdivenle
çıkıyordu. Veddâhu'l-Yemen der ki:
"O bir mihrabın sahibidir yanına geldiğimde
Bir merdivenle çıkmadıkça onunla karşılaşamıyorum."
Yani,
onun yüksekçe bir odası vardır demektir.
Ebû Salih de
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: İmrân'ın karısı yaşlandıktan sonra hamile kaldı. Karnında bulunanı
hür olarak adadı. İmrân ona: Yazık sana ne yapıyorsun? Ya doğurduğun dişi
olursa? diye sordu. Bundan dolayı her ikisi de kedere kapıldı. Hanne henüz
hamile iken İmrân vefat etti ve kız doğurdu. Allah da onu güzel bir kabul ile
kabul buyurdu. Halbuki o zamana kadar erkeklerden başkaları hür olarak hizmete
alınmıyordu.
Hahamlar kendileriyle vahyi
yazdıkları kâlemleriyle -ileride geleceği üzere- aralarında kur'a çektiler.
Zekeriyya onu himayesine aldı ve onun için özel bir yer yaptı. Yaşı ilerleyince
ona ancak bir merdivenle çıkılabilecek bir mihrab
(yüksekçe bir oda) yaptı, onun için bir süt anneyi ücretle tuttu. Kapıyı
da üzerine kapatıyordu. Onun yanına Zekeriyya'dan başka kimse girmiyordu.
Büyüyünceye kadar böyle devam etti. Ay hali olduğu vakit, onu çıkartıp evine
götürür ve teyzesi yanında kalırdı. Teyzesi el-Kelbî'nin görüşüne göre
Zekeriyya'nın hanımı idi. Mukâtil der ki: Meryem'in kızkardeşi Zekeriyya'nın
hanımı idi. Ay halinden temizlendiği vakit gusleder ve Zekeriyya da onu geri
mihrabına götürürdü.
Kimi ilim adamı der ki: Meryem ay
hali olmazdı, o ay halinden temizlenmişti. Zekeriyya da onun yanına girdiği
vakit, yazın kış meyvesini, kışın da yaz meyvesini yanında bulurdu. Ey Meryem,
bu sana nereden geliyor? diye sorunca o: Allah'tan, diye cevap verirdi. Bunun
üzerine Zekeriyya çocuk sahibi olmayı arzulayarak ona bunları veren, bana da bir
evlat bağışlamaya kadirdir, dedi.
Ebû
Ubeyde'ye göre "Nereden" demektir. en-Nehhâs
ise der ki: Ancak böyle bir açıklama kolaya kaçıştır. Çünkü "Nere" kelimesi
yerler hakkında soru için kullanılır. kelimesi ise yer ve yol hakkında soru
edatı olmak üzere kullanılır. Burada ise, bu meyve sana hangi taraftan, hangi
cihetten geliyor? demektir. el-Kumeyt bu iki edatı farklı anlamda kullanarak
şöyle demiştir:
"Nereden ve hangi taraftan sevinç sana gelip döndü?
Şevk ve arzunun da olmadığı, şüphenin de bulunmadığı bir
yerden (mi)?
"Her"
anlamına
gelen kelimesi ise
"bulurdu"
kelimesiyle nasbedilmiştir. Yanına girdiği her
seferinde... bulurdu, anlamındadır.
"Şüphe
yok ki Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır"
âyetinin Hazret-i Meryem'in
sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte onun sözleri olmayıp
yeni bir cümle olması da mümkündür. İşte bu, Hazret-i Zekeriyya'nın Allah'a dua
edip evlat istemesine sebep olmuştu.
|