Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

53

 

003 - ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

30

O günde herkes ne hayır işlediyse ve ne kötülük yaptı ise karşısında onu hazırlanmış bulacak. Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah size kendisinden korkmanızı emreder; Allah kullarına çok merhamet eder.

Yüce Allah'ın:

"O günde" âyeti;

"Allah size kendisinden korkmanızı emreder. O günde herkes....." âyetine muttasıl olmak üzere "mansub" gelir. Bunun yüce Allah'ın:

"Ve dönüş Allah'adır. O günde herkes..." âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir.

"Allah herşeye kadirdir. O günde herkes" âyetine muttasıl olduğu da söylenmiştir. Bunun "O günü hatırla ki" şeklinde "hatırla" kelimesinin takdiri ile munkatı' (yani yeni bir cümle) olması da caizdir.

Yüce Allah'ın:

"Allah mutlak galiptir, intikam alıcıdır. O gün yer bir başka yere.... tebdil olunacaktır" (İbrahim, 14/47-48) âyeti de (bu yönüyle) buna benzemektedir.

"Hazırlanmış" kelimesi ise nın sılasından hazfedilmiş bulunan zamirden haldir. Takdiri şöyledir: O günde her bir nefis, hayır kabilinden neyi işlediyse onu hazır bulacaktır. Bu takdir, kaybolan şeyi bulmak anlamında olan: dan gelmesi halinde sözkonusudur.

Diğer taraftan: Ve ne kötülük yaptı ise" âyetindeki ise daha önce geçen, ya atfedilmiştir. Arzu edecektir" kelimesi ise; ikinci olarak gelen dan hal mahallindedir.

Şayet kelimesini "bilmek" anlamında kabul edersek, o takdirde: " Hazırlanmış" kelimesi ikinci mef'ûl olur. Aynı şekilde: "Arzu edecektir" kelimesi ise ikinci mef'ûl yerinde olur. Bunun da takdiri şöyle olur: O gün her bir nefis yaptıklarının karşılığını hazırlanmış olarak bulacaktır.

Diğer taraftan ikinci nın mübteda olmak üzere merfu olması, buna karşılık "Arzu edecektir" kelimesinin mübtedanın haberi olmak üzere nasb mahallinde olması da uygundur. nın ceza (şart edatı) anlamın da olması, uygun düşmez. Çünkü "Arzu edecektir" fiili merfudur. Şayet mazi olsaydı ceza (şartın cevabı) olması câiz olurdu ve o takdirde de âyetin anlamı şöyle olurdu: Yaptığı kötülüklerin ise; kendisi ile onun arasında büyük bir uzaklığın bulunmasını arzu edecekti. Yani doğu ile batı arasındaki kadar uzak bir mesafe olmasını isteyecekti. edatını şart için kabul ettiğimiz takdirde, gelecek zaman fiili (muzarî fiil) ancak meczum gelir. Şu kadar var ki; (cevabın başına gelen) "fâ" harfinin hazfedildiği şeklinde yorumlanması ve şu takdirde olması müstesna olur: Yaptığı kötülüğe gelince; o nefis... arzu edecektir. Ebû Ali der ki: Bu, el-Ferrâ''nın görüşüne kıyasen böyledir. Çünkü o yüce Allah'ın:

"Eğer onlara itaat ederseniz elbette siz de müşriklerden olursunuz" (el-En'âm, 6/121) âyeti hakkında burada "fe" harfi hazfedilmiştir, demektedir.

 

"Uzak bir mesafe": nihaî uzaklık demektir. Çoğulu da “.....” şeklinde gelir. Önceden galip gelmişti, istila etmişti anlamında olmak üzere: ) denilmektedir. Şair Nâbiğa der ki:

"Ancak senin gibisine yahut da senin kendisini geride bıraktığın kimseye

Tıpkı asîl bir atın önceden galip gelmesi gibi."

Emed kelimesi gazap anlamına da gelir. O taktirde mazi ve mastarı “.....” şeklinde gelir.

31

De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûrdur, Rahîmdir.

Sevgi (el-hubb): Muhabbet demektir. Esreli olarak el-hibb de bu manadadır. Bu son şekliyle sevilen sevgili anlamına da gelir, "el-hıdn" ve "el-hadin" kelimeleri gibi. Seven kişiye "muhib", sevilene de "mahbûb" denilir, el-Cevherî der ki: Bu ise istisnaîdir. Çünkü mudâaf kelime esreli olarak "yefilu" şeklinde gelmez. Ebû’l-Feth der ki: Bunun aslı ise "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Birinci "be" harfi sakin okunup ikincisine idğam edilmiştir. İbn Dehhân Said ise der ki: "Habbe"nin söylenişinde iki şekil vardır: Habbe ve ehabbe şeklinde. Bu binası ile kelimenin aslı, "zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Buna delil ise Arapların bu kökten demeleridir. Ancak daha çok görülen "feule" vezninden "feîl" şeklidir.

Ebû’l-Feth der ki: Bu kelimenin "ehabbe" şeklinde kullanıldığına delil yüce Allah'ın:

"onları sever, onlar da O'nu severler." (el-Maide, 5/54) âyeti ile bu âyet-i kerimede geçen:

"Bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyetidir. Araplar "habîb" şeklinde kullandıklarından dolayı "habbe" kelimesi "feule" vezninde de gelir. Aynı şekilde "mahbûb" da dedikleri için "feile" şeklinde geldiği de olur. "Habbe" fiili müteaddi anlamıyla kullanıldığı takdirde ism-i faili varid olmaz. O bakımdan: denilmemektedir. Çok nadir haller dışında "efalu"den ism-i mef'ûl varid değildir. Şairin şu sözü (nadir hallerden) olduğu gibi:

"(Sanma ki başkası) benim yanımda kendisine ikram olunan ve

sevilen bir konumdadır."

Ebû Zeyd de: "Onu sevdim, seviyorum" kullanışını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir:

"Allah'a yemin ederim hurması olmasaydı sevmezdim onu

Ve Uveyf ile Haşim'den de daha yakın olmazdı."

Yine şu beyiti de zikretmektedir:

"Ömrün hakkı için benim durumum ile bir beldeye varmak isteyişim

Sevdiğinden gittikçe uzaklaşanın durumuna benzer."

el-Asmaî, bu fiilin muzâri' olarak kullanılması halinde, muzâraat harflerinden yalnızca "yâ" harfinin meftuh olarak kullanıldığını nakletmektedir, el-Hubb kelimesi su doldurulan testi gibi kaplara denilir. Farsçadan arapçaya girmiştir. Çoğulu "hibâb" ve "hibebe" şeklinde gelir. Bunu el-Cevherî nakletmektedir.

Âyetin Nüzul Sebebi:

Âyet-i kerîme Necrânlılardan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hazret-i Îsa ile ilgili olarak iddialarının, yüce Allah'a olan sevgilerinin ifadesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve İbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerîme bizler Rablerimizi seven kimseleriz, diyen Kitap ehlinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.

Rivâyet edildiğine göre müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki şüphesiz bizler Rabbimizi seviyoruz dediler. Bunun üzerine yüce Allah:

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz..." âyetini indirdi.

İbn Arafe der ki: Araplara göre muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir. el-Ezherî de der ki: Kulun Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü yüce Allah:

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz" diye buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesi, ise mağfirette bulunmak suretiyle onlara nimette bulunmasıdır. Yüce Allah:

"Muhakkak Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 32) diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret buyurmaz, demektir.

Sehl b. Abdullah da der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sevmenin alâmeti sünneti sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır.

Ebud'd-Derdâ'nın rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yüce Allah'ın:

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani iyilik, takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda (bana tabi olunuz) demektir." Bu hadisi Ebû Abdullah et-Tirmizî (el-Hakîm) rivâyet etmiştir.

Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah tarafından sevilmeyi isteyen bir kimse doğru söz söylemeye, emaneti gereği gibi eda etmeye ve komşusuna eziyet etmemeye dikkat etsin."

Müslim'in Sahih'inde de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filanı seviyorum, onu sen de sev, der. Bunun üzerine Cebrâîl onu sever, sonra semada nida ederek der ki: Şüphesiz Allah filan kişiyi seviyor, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu sever. Daha sonra yeryüzünde ona hüsnü kabul bırakılır. Yine Allah bir kula buğzetti mi Hazret-i Cebrâîl'i çağırır ve: Ben filana buğzediyorum, sen de ona buğzet, def. Bunun üzerine Cebrâîl ona buğzeder. Sonra sema halkı arasında şöyle nida eder: Muhakkak Allah filan kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz. Onlar da ona buğzederler, daha sonra yeryüzünde onun için buğz bırakılır."

Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nin sonlarında (19/96. âyette) gelecektir.

Ebû Recâ el-Utaridî "bana uyunuz" âyetini "be" harfi üstün olarak şeklinde okumuştur.

"Ve günahlarınızı bağışlasın" âyeti

"Allah da sizi sevsin" âyetine atfedilmiştir. Mahbûb, Ebû Amr b. el-Ala'dan rivâyet ettiğine göre Ebû Amr, kelimesinin sonundaki harfini kelimesinin başındaki "lâm" harfine idğâm ederek okumuştur. en-Nehhâs ise der ki: Halil ve Sîbeveyh "re" harfini "lâm" harfine idğam etmeyi câiz görmezler. Ebû Amr ise böyle bir yanlışlığa düşmekten uzaktır. Onun, birçok kelimede yaptığı gibi, harekeyi gizlemiş olması da muhtemeldir.

32

De ki: "Allah'a ve Peygambere itaat edin." Şayet yüzçevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Allah'a ve Peygambere itaat edin" âyetine dair açıklamalar Nisa Sûresi'nde (4/59. âyette) gelecektir.

"Şayet yüzçevirirlerse" âyeti bir şarttır. Şu kadar var ki fiil mazi olduğundan dolayı i'rab almaz. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer küfürleri üzere sebat edip Allah'a ve Rasûlüne itaati kabul etmeyip dönecek olurlarsa

"şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." Yani onların yaptıklarından razı olmaz ve asla onlara mağfiret buyurmaz. -Az önce geçtiği gibi.-

Burada "Şüphesiz o" buyrulmayıp:

"Şüphesiz ki Allah" diye buyurulmasının sebebi şudur: Araplar birşeyi ta'zim ettikleri vakit onu tekrar zikrederler. Sîbeveyh şu beyiti nakletmektedir:

Ölümü görmüyorum, ölümü birşeyin geçtiğini

Ölüm zengin olanın da fakir olanın da hayatını zehir eder."

33

Muhakkak Allah Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.

Yüce Allah'ın:

"Muhakkak Allah Âdem'i Nûh'u., üstün kıldı" âyetinde geçen

"istafâ" seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet)

"Âdem" kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyetin takdiri şu şekildedir: Şüphesiz Allah, onların da dini olan İslâm dinini seçmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından peygamberlik için seçmiştir, şeklindedir.

"Nûh" kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan (Acemî) bir isim olmakla birlikte munsarıftır. Çünkü üç harflidir. Hazret-i Nûh, rasûllerin piridir. Yüce Allah'ın Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin ve diğer yakın akrabaların nikâhlanmalarının haram kılınması onun risaletindeki hükümler arasındadır. İdris'in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler yanılmışlardır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/59. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir.

"İbrahim ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı" âyetine dair açıklamalara gelince; Bakara Sûresi'nde (2/49- âyet 2. başlıkta) "âl: aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Buhârî'de İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve Muhammed ailelerinden mü’min olan kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah da mü’minlerin velisidir" (Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır.

İbrahim'in ailesinin İsmail, İshak, Yakub ve onun oğulları (Esbât) olduğu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da İbrahim ailesinden (âlinden) olduğu da söylenmiştir. İbrahim âlinden kastın, bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân'ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ve Mûsâ ile Hârûn aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır." (el-Bakara, 2/248) âyeti de bu kabildendir. Hadîs-i şerîfte de: "Gerçekten ona Davud ailesinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir. Şair de der ki: .

"Ali'nin, Abbas'ın ve Ebubekr âlinin (Ebubekr’in kendisinin) sevmiş olduğu

Birisi vefat ettikten sonra artık, vefat etmiş hiçbir kimse için ağlama!"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Yılan tarafından sokulmuş ve sayılı günlerini bekleyenin çektiği gibi;

O da Leylâ âlini (kendisini) hatırlamaktan sıkıntılar çekiyor."

Burada şair bizat Leylâ'nın kendisini hatırlamaktan sıkıntı çektiğini anlatmak istemektedir.

İmrân ailesinin İbrahim ailesi (âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah (bir sonraki âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmaktadır.

Kastın Hazret-i Îsa olduğu da söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân'ın kızıdır. Önceden de açıkladığımız gibi kendisinin kastedildiği de söylenmiştir.

Mukâtil der ki: İmrân, Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babasıdır. Nesebi (geriye doğru) şöyledir: İmrân b. Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub.

el-Kelbî de der ki: Buradaki İmrân, Meryem'in babası olan İmrân'dır. O da Hazret-i Süleyman'ın soyundandır. es-Süheylî'nin naklettiğine göre ismi İmrân b. Mâtân'dır. Hanımının ismi ise Hanne'dir. Bütün peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu edilmesi ise, peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle onların soyundan gelmiş olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve "nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir.

"Âlemlere" âyetinden kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne göre çağdaşları olan âlemlerdir. Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün insanlardır. Bir diğer görüşe göre

"âlemlere" âyeti Sûr'a üfleneceği güne kadar bütün âlemlere üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle ki; bunlar: Rasûl ve peygamberdirler. O bakımdan bütün insanların en hayırlıları, seçkinleridir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik) mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere yaratılmışlardır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar için bir eman olmuştur, Yüce Allah onu peygamber olarak gönderince, insanlar Sûr'a üfürüleceği vakte kadar dünya(da helâk olmak) azabından yana güvenlik altına girmiş oldular. Sair peygamberler ise böyle bir makamı işgal edememişlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber: "Ben hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim" diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah'tan insanlara rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" âyetinin anlamı ise Allah'tan insanlara gönderilmiş bir hediye demektir.

Denildiğine göre; Hazret-i Âdem beş şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce Allah'ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hazret-i Âdem'i yaratması, ikincisi ona bütün isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmış olmasıdır.

Nûh (aleyhisselâm)'ı da beş şey ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların (ikinci) atası kılmış olması. Çünkü bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı. İkincisi Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması. "Ömrü uzayıp da ameli güzel olana ne mutlu!" denilmiştir. Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da mü’minler hakkındaki duasını da yüce Allah'ın kabul etmiş olması. Dördüncüsü onu gemide taşımış olması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise teyzelerle ve halalarla evlenmek haram değildi.

Hazret-i İbrahim'i de şu beş özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin atası kıldı. Çünkü rivâyet edildiğine göre onun sulbünden Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar bin peygamber gelmiştir. İkinci özelliği Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah'ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara İmâm kılması, beşincisi ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan etmiş olması.

Daha sonra yüce Allah:

"İmrân ailesini" diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmrân'dan kasıt Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'un babası ise bunun açıklaması şöyle olur: Yüce Allah Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Harun'u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah İmrân'ın kavmine men ve selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere verilmiş değildir. Şayet kasıt Hazret-i Meryem'in babası ise, yüce Allah ona babasız olarak Hazret-i Îsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş demektir. Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

34

Birbirinin soyundan olarak. Allah Semîdir, Alimdir."

Daha önce Bakara Sûresi'nde

"Zürriyet: Soy sop" kelimesinin anlamı ve bunun türeyişi ile ilgili açıklamalar (2/124. âyet 19- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Burada

"zürriyet" kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir. Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan olmak üzere seçmiştir. Yani onların kimisi kimisinin soyundan gelmektedir.

Kûfeliler ise bunun önceki âyetle (i'rab bakımından) alakalı olmadığını söylerken, ez-Zeccâc bedel olduğunu söylemektedir. Yani yüce Allah biri diğerinden olan bir zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah'ın:

"Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler" (et-Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi. Yani sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katâde yapmıştır.

Bunun, seçilmek, üstün kılınmak ve peygamberlik hususlarında olduğu da söylenmiştir. Kastın soy bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söylenmiş ise de, konu ile ilgili görüşlerin en zayıfı budur.

35

Hani İmrân'ın karısı: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım. Benden kabul buyur. Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen Sensin Sen" demişti.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- İmrân'ın Karısı:

Ebû Ubeyde, yüce Allah'ın:

"Hani İmrân'ın karısı., demişti" âyetindeki

"Hani" kelimesinin zâid olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Yezid ise burada bu kelime "hatırla" takdirindedir, demektedir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca İmrân'ın karısı... dediğinde; o İmrân ailesini seçmişti, anlamındadır.

İmrân'ın karısının ismi Hanne'dir. Babası ise Fâkûd b. Kunbul'dur. Meryem'in annesidir ve Hazret-i Îsa'nın anneannesidir.

Hanne, Arapça bir isim değildir. Arapçada Hanne diye bir kadın ismi bilinmemektedir. Bununla birlikte Arapçada Ebû Hanne el-Bedrî diye bir isim kullanılmıştır. Bunun adının "Ebû Habbe" olduğu da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. İsmi Âmir'dir.

Şam taraflarında ise Deyr Hanne (Hanne Manastırı) diye bir yer vardır. Yine bu isimle anılan bir başka manastır daha vardır. Ebû Nuvâs der ki:

"Ey Zatü'l-Ukeyrah'daki Deyr Hanne (Hanne Manastırı)

Senden kim ayıkabilir ki? Şüphesiz ben ayık değilim."

Araplar arasında "Habbe" ismi çok kullanılır. Ebû Habbe el-Ensarî bunlardandır. "Subey'a hadisi" diye bilinen hadiste sözü geçen Ebû's-Senabil b. Ba'kek'in ismi da Habbe'dir.

(Noktalı) "hı" ile "Hanne" İsmi ile Kadı Yahya b. Eksem'in kızından başka bir kimseyi bilmiyoruz. Bu ise Muhammed b. Nasr'ın annesidir. Ebû Cenne dışında "Cenne" ismi taşıyan kimse de bilinmemektedir. Bu ise şair Zu er-Rimme'nin dayısıdır. Bütün bu açıklamaları İbn Mâkûla'nın kitabından naklettik.

2- İmrân'ın Karısının Adağı:

Yüce Allah'ın:

"Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım" âyetinde bir adaktan söz edilmektedir. Adağın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/270. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Adak, kulun kendisi için o işi bağlayıcı kılması halinde bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmrân'ın karısı hamile kalınca şöyle demiş: Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam, karnımdakini hür kılacağım.

Burada "Sana" âyetinin anlamı ise, ibadetine adıyorum, demektir. "Hür olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. Hazfedilmiş bir mef'ûlün sıfatı olduğu da söylenmiştir. Yani ben Sana karnımdakini hür kılınmış (yalnız Sana tahsis edilmiş) bir köle olarak adıyorum.

Ancak, tefsir ve sözün akışı ile i'rab bakımından birinci açıklama daha uygundur. İrab açısından uygunluğuna sebep, sıfatın mevsufun yerine kullanılması bazı yerlerde câiz değildir, kimi yerde de mecazen caizdir.

Tefsir açısından uygunluğuna gelince; denildiğine göre İmrân'ın karısının bu sözü söylemesinin sebebi, doğum yapamayacak kadar ileri yaşta olmasıdır. Kendileri ise Allah nezdinde üstün yerleri olan bir aile halkı idiler. O sırada bir ağacın altında bulunuyor iken bir kuşun kursağından yavrusunun ağzına yiyecek boşalttığını görür. O da içinden böyle birşeyi arzuladı ve Rabbine kendisine bir evlat bağışlaması için dua etti. Eğer doğumunu yaparsa bu çocuğu hür kılacağını da adadı. Yani sırf yüce Allah için azad edilmiş, kiliseye hizmet edecek ve yalnızca o hizmetle uğraşacak, kendisini sadece Allah'ın ibadetine verecek, hür bir kimse olmak üzere onu adadı.

Böyle bir adak onların şeriatlerinde câiz idi. Çocuklarına da bu şekilde anne babasına itaat etmek bir görevdi.

Hazret-i Meryem, doğumunu yapınca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Yani kız kilisenin hizmetine uygun değildir. Denildiğine göre buna sebep, ay hali olması ve bu şekilde rahatsızlanmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre, erkeklerle beraber oturup kalkması uygun olmadığından dolayıdır. Halbuki kendisi erkek çocuk doğuracağını ümit etmişti. İşte onu "hür olarak" adamasının sebebi de budur.

3- Imrân'ın Karısının Adağının Hükmü:

İbnu'l-Arabî der ki: İmrân'ın karısının hamile kaldığı yavruyu, bizzat kendisi hür olduğundan dolayı (yavrusu da hür doğacağından) adamasının sözkonusu olamayacağında görüş ayrılığı yoktur. Şayet İmrân'ın karısı cariye olsaydı, kişinin kendi çocuğu hakkında adakta bulunmasının sahih olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı yoktur. Hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, hüküm budur. Çünkü eğer adakta bulunan kimse köle ise, onun böyle bir söz söyleme yetkisi sözkonusu olmaz. Şayet hür bir kimse ise, yavrusunun kendisine köle olması düşünülemez. Kadının durumu da onun gibidir. Peki burada böyle bir adakta bulunmak nasıl açıklanabilir? Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur: Kişi, çocuğunu onunla teselli bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak için ister. İşte bu kadın da çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için istedi. Yüce Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu teselliden payına düşeni, O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil) olanlarının yaptığı adak şeklidir. O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir. Sûfilerden bir adam annesine şöyle demiş: Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na ibadet edeyim, ilim öğreneyim. Annesi: Olur, deyince o da yola koyuldu. Nihayet basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi: Kim o? deyince o da: Ben oğlun filanım, dedi. Annesi: Biz seni Allah için bıraktık, tekrar seni geri dönüp kabul edemeyiz, diye cevap verdi.

4- "Hür Olarak":

Yüce Allah'ın:

"Hür olarak" âyeti, ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı olan "hürriyet"ten alınmadır. Kitabın tahrîr edilmesi (yazılması) da burdan gelir. Tahrîr ise kitabın bozulmaktan ve karışıklıktan, yanlışlıktan kurtarılması, arındırılması demektir. Husayf in rivâyetine göre İkrime ve Mücâhid şöyle demişlerdir: Muharrar (hür olarak), aziz ve celil olan Allah için halis kılınmış, dünya işinden hiçbir şaibe ile şaibelenmemiş demektir. Bu ise dinde bilinen bir manadır. Katıksız ve arı olan herşeye "hür" denilir. "Muharrar" da aynı anlama gelir. Şair Zû er-Rimme der ki:

"Küpe, boynunun yan taraflarında kulağında asılı duruyor

İp (i andıran) boynundan ise oldukça uzaktır ve o (küpe) sallanıp durur."

Kum taneleri bulunmayan çamura " hur çamur" denilir. Kadına kocası ilk gece yaklaşmayacak olursa; "Filan kadın hür bir gece geçirdi" denilir. Eğer kocası ona yaklaşabilmiş ise o takdirde denilir.

36

Fakat onu doğurunca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu.- "Erkek ise kız gibi değildir. Gerçekten ben ismini Meryem koydum. Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım."

5- Kızın Adanması:

Yüce Allah'ın:

"Fakat onu doğurunca Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs der ki: İmrân'ın karısı bu sözlerini adak olarak erkeklerden başkasının kabul edilmeyişi dolayısıyla söylemişti. Ancak yüce Allah Hazret-i Meryem'i kabul etti.

"Kız olarak" anlamındaki kelime haldir. ("Onu" kelimesinden) bedel olarak da kabul edilebilir.

Denildiğine göre annesi, gelişip serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı. Bunu Eşheb, Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Bir diğer görüşe göre kızını kundağına sardı ve mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve ondan elini tamamiyle çekti. İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi onlarda da hicab (tesettür) emrinin bulunmayışı ihtimali de vardır. Buhârî ve Müslim'de rivâyet edildiğine göre siyahî bir kadın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde mescidi süpürür, temizlerdi ve sonra vefat etti.

6- Allah Adağını Kabul Buyû' rdu:

Yüce Allah'ın:

"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" âyetinde yer alan:

"Doğurdu" kelimesinin: " Doğurdum" şeklinde "te" harfinin ötreli olarak okunuşuna göre; bu da onun söylediği sözlerin bir devamıdır ve o takdirde bu ifade önceki ifadelerle muttasıl olur.

Bu şekildeki okuyuş Ebû Bekr ve İbn Âmir'in kıraatidir. Bu okuyuş yüce Allah'a teslimiyet, O'na itaat ve boyun eğmek ve O'na herhangi bir şeyin gizli kalmasından O'nu tenzih etmek anlamını ifade eder. Bu sözünü haber vermek kastıyla söylemiş değildi. Çünkü yüce Allah'ın herşeye dair bilgi sahibi olduğu, mü’minin kalbinde yer etmiş bir esastır. O bu sözleri yüce Allah'ı tazim ve tenzih kastıyla söylemiştir.

Cumhûrun kıraatine göre ise bu, yüce Allah'ın takdim edilmiş buyrukları cümlesindendir. Bu ifadenin takdiri de:

"Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetinden sonra

"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" şeklinde olmasıdır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır.

Mekkî ise der ki: Bu, yüce Allah tarafından bize sebat vermek üzere bildirdiği bir gerçektir. O: Allah Meryem'in annesinin ne doğurduğunu bilendir. O ister bu sözü söylesin, ister söylemesin, demektir. Bu açıklamayı pekiştiren bir husus da şudur: Eğer bu sözler Meryem'in annesinin sözlerinden olsaydı, sözünü şöyle söylemesi uygun düşerdi: Ve sen benim ne doğurduğumu daha iyi bilensin. Çünkü "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" şeklinde sözlerinin başında O'na nida etmişti. İbn Abbâs'tan ise "be" harfi esreli olarak “.....” şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Yani ona böyle söylendi anlamındadır.

7- Erkek Kız Gibi Değildir:

Yüce Allah'ın:

"Erkek ise kız gibi değildir" âyetini bazı Şâfiî âlimleri şuna delil göstermişlerdir: Ramazan ayında gündüzün kocasının cima talebine itaat eden bir kadının keffaret ödemesinin vücubu erkek ile eşit değildir.

İbnu'l-Arabî (der ki): Ancak böyle bir görüşü ortaya koymak bir yanlışlıktır. Çünkü burada anlatılanlar, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir ve onlar (Şâfiîler) bunu delil kabul etmiyorlar. Bu saliha kadın bu sözleriyle, durumunun delaleti ile sözünün kafi ifadesinin tanıklığı ile anlaşıldığına göre; bu saliha kadın, çocuğunu mescide hizmet etmesi için adamıştı. Ancak bunun kız olduğunu, hizmete uygun olmadığını, avret olduğunu görünce, bu konuda maksadına muhalif bir çocuğu olduğundan dolayı, Rabbine özür beyan etmektedir.

"Meryem" kelimesi hem müennes hem de marife olduğundan dolayı munsarıf değildir. Aynı zamanda a'cemî (Arapça olmayan) bir kelimedir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

8- Kişinin Soyunu Şeytandan Sakındırması:

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten ben ismini Meryem koydum" âyetinde

"Meryem" kelimesi onların dillerinde rabbin hizmetçisi anlamındadır.

"Ben onu" yani Meryem'i

"da soyunu da" yani Îsa'yı

"kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım." Bu ifade soy (zürriyet) kelimesinin bazen özel olarak evlat hakkında kullanıldığını göstermektedir.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Şeytan tarafından dürtülmemiş hiçbir çocuk yoktur. İşte çocuk şeytanın dürtüsünden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem'in oğlu ve onun annesidir." Daha sonra Ebû Hüreyre dedi ki: Dilerseniz yüce Allah'ın:

"Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım" âyetini okuyunuz.

İlim adamlarımız der ki: Bu Hadîs-i şerîf şunu ifade etmektedir: Yüce Allah, Meryem'in annesinin duasını kabul etti. Çünkü şeytan peygamberler ve veliler dahil olmak üzere Âdem'in çocuklarının tümünü dürter. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur.

Katâde der ki: Şeytan doğan her bir çocuğu doğduğu sırada böğründen dürter. Ancak Hazret-i Îsa ve onun annesi bundan müstesnadır. Bunların arasına perde konuldu. Onun dürtmesi perdeye isabet etti, fakat hiçbir şey bu perdeyi aşıp onlara ulaşmadı.

Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamları der ki: Eğer durum böyle olmasaydı her ikisinin bu konudaki özellikleri sözkonusu olmazdı. Bununla beraber şeytanın herkesi dürtmesi, dürttüğü kimseleri saptırması ve azdırmasını gerektirmemektedir. Böyle birşeyi zannetmek yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü şeytan peygamberlere ve velilere, nice defalar çeşitli bozgunculuklarla azdırma istekleriyle yaklaşmıştır.

Bununla birlikte yüce Allah, onları şeytanın maksadına maruz kalmaktan yana muhafaza buyurdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun yoktur" (el-Hicr, 15/42). Bununla birlikte -Allah Rasûlünün de belirttiği gibi- her bir Âdemoğluna onun yanından ayrılmayan bir şeytan görevlendirilmiştir. Meryem ve oğlu her ne kadar şeytanın dürtmesinden yana korunmuş iseler de şeytanın onlarla birlikte bulunmasından, onların yanında olmasından korunmuş değillerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

37

Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.

Yüce Allah'ın:

"Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı" âyeti, Allah onu kutlu olanların yoluna iletti, demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir:

"Kabul" onu terbiye etmeyi, işlerini görmeyi üstlenmek demektir. el-Hasen der ki: Kabul etmenin anlamı şudur: O gece veya gündüzün kısacık bir anında dahi ona azap etmemiştir.

"Ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü." Yani hilkatini eksiksiz ve fazlasız olarak gayet güzel bir şekilde tamamladı. Bir günde bir başka çocuğun bir yıllık sürede büyüdüğü kadar büyüyordu.

"Kabul" ve "nebat" (kabul etmek ve bitirmek), gelmeleri gereken vezinden başka şekilde gelmiş masdardırlar.

Yani bunlar (birer mutlak mef'ûl olarak) aslında şeklinde gelmeli idiler. Şair der ki:

"Ölümü benden geri çevirdikten sonra

Ve sen bana yayılan yüz deve verdikten sonra nankörlük mü ederim?"

Şair "vermen" şeklinde masdarı kastetmiştir. Ancak yüce Allah'ın:

"Onu bir bitki gibi büyüttü" diye buyurmuş olması; Bitti, fiil köküne delil teşkil etmektedir. Nitekim İmruu’l-Kays:

"Sonunda o en güzel yere vardık ve oldukça nazikleşti sözlerimiz,

Ben boyun eğdirmek istedim zorluğa o da ne biçim boyun eğdi!"

Burada Boyun eğdi, kelimesinin masdarı dır. Ancak o bu masdarı Boyun eğdirdi, anlamına kullanmıştır. Bu kabilden karşılaşılacak bütün kelimeler bu şekildedir. Buna göre ile nin anlamı (kabul etmek demek olup) birdir. Öyleyse burada âyetin anlamı: Onun Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu, şeklindedir. Ru'be'nin şu sözü de bunu andırmaktadır:

"Ve ben yılanın büküldüğü gibi büküldüm."

Çünkü nın anlamı ile ın anlamı (büküldüm demek olup) birdir. el-Katâmî'nin şu sözü de bu türdendir:

"İşin en hayırlısı senin karşına çıkandır

Yoksa onun arkasından giderek bulmaya çalıştığın değil."

Çünkü burada ile (arkasından gittiğin, demek olup) birdir.

İbn Mes'ûd: " Melekler indirildikçe indirilir" (Furkan, 25/25) âyetini Melekleri indirdikçe indirir" diye okumuştur. Çünkü ile indirdi, demek olup anlamlan birdir.

el-Mufaddal der ki: Âyet: O, onu bitirip yetiştirdi, o da güzel bir şekilde bitip yetişti; anlamındadır. Ancak belirttiğimiz gibi manaya riâyet daha uygundur.

"Kabul" kelimesinde aslolan ötreli olmasıdır. Çünkü bu kelime de "duhul ve huruç: Girmek ve çıkmak" kelimeleri gibi bir masdardır. Üstün ise çok az harflerde sözkonusu olur. el-Velû' ile el-Vezû' gibi. İşte bu şekilde üstün olma (kabul) gibi yalnız şu üç kelimededir başkalarında yoktur. Bunu Ebû Amr ile el-Kisaî vesair lügat İmâmları (ileri gelen bilginleri) söylemiştir. ez-Zeccâc ise aslı üzere "kaf" harfini ötreli olarak "kubûl" şeklindeki okuyuşu da câiz kabul eder.

Yüce Allah'ın:

"Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" âyeti , yani onu Zekeriyya'ya kattı demektir. Ebû Ubeyde ise, işlerini görmeyi Zekeriyya üstlendi, diye açıklamıştır. Kûfeliler bu kelimeyi şeddeli olarak: “.....” diye okumuşlardır. O bakımdan bu kelime iki mef'ûle geçiş yapar. İfadenin takdiri şöyledir: Rabbi, onu Zekeriyya'nın himayesine verdi. Yani onu himaye etmekle Zekeriyya'yı görevlendirdi. Bunu ona takdir buyurdu ve ona kolaylaştırdı.

Ubeyy (b. Kâ'b)in Mushafında ise bu kelime şeklindedir. Bu şekilde başa gelen hemze ise, mef ûle geçiş konusunda kelimenin şeddeli olması gibidir. Bundan önceki " Onu kabul etti, onu büyüttü" kelimeleri de böyledir. Yüce Allah kendi zatı hakkında Meryem için ne yaptığını haber vermekte ve buna bağlı olarak âyet: Onu himayesine verdi" şeklinde gelmiştir.

Diğer kıraat İmâmları ise fiili Zekeriyya'ya isnad etmek esasına göre hafif (şeddesiz) okumuşlardır. Buna göre yüce Allah bize, onun bakımını ve işlerini görmeyi üstüne alanın Zekeriyya olduğunu haber vermiş olmaktadır. Yüce Allah'ın:

"Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak?" (Âl-i İmrân, 3/44) âyeti buna delalet etmektedir. Mekkî der ki: Tercih edilen de budur. Çünkü kelimenin şeddeli olmasının anlamı hafif olmasının anlamına racidir. Zira yüce Allah onu Zekeriyya'nın himayesine verecek olursa, o da Allah'ın emriyle bunu himayesine almış olur. Diğer taraftan eğer Zekeriyya bizzat bunu kendiliğinden himayesine almış ise, bu da Allah'ın meşîet ve kudretiyle olmuş bir iştir. Buna göre her iki kıraatin anlamı birbiriyle içiçedir.

Amr b. Mûsâ, Abdullah b. Kesir'den ve Ebû Abdullah el-Müzenî'den bu kelimeyi "fe" harfi esreli olarak şeklinde okuduğunu rivâyet etmektedir. el-Ahfeş der ki: Bu kelime şeklinde söyleniyor ise de ben diye söylendiğini işitmedim. Ancak bu şekilde bir söyleyiş de sözkonusu edilmiştir.

Mücâhid, "Onu kabul etti" kelimesini, kabul buyur, şeklinde dua ve niyaz anlamını vermek üzere "lâm" harfini sakin olarak şeklinde "rabbi" kelimesini de bir muzafın nidası olmak üzere mansub olarak; (şeklinde, "büyüttü" kelimesini diye "te" harfini sakin olarak "onu (himayesine verdi)" kelimesini "lâm" harfini sakin olarak şeklinde, "Zekeriyya" kelimesini de medli ve mansub olarak diye okumuştur.

Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise "Zekeriyya" kelimesini medsiz ve hemzesiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise medli ve hemzeli olarak okumuşlardır.

el-Ferrâ' der ki: Hicaz halkı "Zekeriyya" kelimesini hem medli hem medsiz olarak okurlar. Necid halkı ise bundan "elif" harfini hazfeder ve bu kelimeyi munsarıf yapar ve derler.

el-Ahfeş der ki: Bu kelimenin dört türlü söyleyişi vardır: Medli kasırh, "ya" harfi şeddeli ve munsarıf olarak şeklinde ve (cer ve nasb halinde): şeklinde kullanırlar.

Ebû Hâtim der ki: şeklinde munsarıf değildir. Çünkü bu kelime Arapça olmayan (Acemî) bir kelimedir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü bu şekilde "ya" bulunan bir kelime "kürsî ve Yahya" kelimeleri gibi munsarıf olur. Ancak med ve kasr halinde Zekeriyya munsarıf olmaz. Çünkü bunda hem müenneslik elifi hem ucmelik (Arapçadan başka bir dilden olmak) ve hem de marife (özel isim) olmak sözkonusudur.

Yüce Allah'ın:

"Zekeriyya onun yanına mihraba her gelişinde yanında bir yiyecek bulurdu... Muhakkak Sen duayı işitensin dedi" âyetine dair açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız:

1- Hazret-i Meryem ile Hazret-i Zekeriyya:

Yüce Allah'ın:

"Zekeriyya onun yanına mihraba her girişinde..." âyetindeki mihrab kelimesi sözlükte, oturulan bir yerdeki en değerli mekân demektir. İleride buna dair daha etraflı açıklamalar Meryem Sûresi'nde (19/11. âyet 1. başlıkta) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Hazret-i Meryem yüksekçe bir odada bulunuyordu. Hazret-i Zekeriyya da yanına bir merdivenle çıkıyordu. Veddâhu'l-Yemen der ki:

"O bir mihrabın sahibidir yanına geldiğimde

Bir merdivenle çıkmadıkça onunla karşılaşamıyorum."

Yani, onun yüksekçe bir odası vardır demektir.

Ebû Salih de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İmrân'ın karısı yaşlandıktan sonra hamile kaldı. Karnında bulunanı hür olarak adadı. İmrân ona: Yazık sana ne yapıyorsun? Ya doğurduğun dişi olursa? diye sordu. Bundan dolayı her ikisi de kedere kapıldı. Hanne henüz hamile iken İmrân vefat etti ve kız doğurdu. Allah da onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu. Halbuki o zamana kadar erkeklerden başkaları hür olarak hizmete alınmıyordu.

Hahamlar kendileriyle vahyi yazdıkları kâlemleriyle -ileride geleceği üzere- aralarında kur'a çektiler. Zekeriyya onu himayesine aldı ve onun için özel bir yer yaptı. Yaşı ilerleyince ona ancak bir merdivenle çıkılabilecek bir mihrab (yüksekçe bir oda) yaptı, onun için bir süt anneyi ücretle tuttu. Kapıyı da üzerine kapatıyordu. Onun yanına Zekeriyya'dan başka kimse girmiyordu. Büyüyünceye kadar böyle devam etti. Ay hali olduğu vakit, onu çıkartıp evine götürür ve teyzesi yanında kalırdı. Teyzesi el-Kelbî'nin görüşüne göre Zekeriyya'nın hanımı idi. Mukâtil der ki: Meryem'in kızkardeşi Zekeriyya'nın hanımı idi. Ay halinden temizlendiği vakit gusleder ve Zekeriyya da onu geri mihrabına götürürdü.

Kimi ilim adamı der ki: Meryem ay hali olmazdı, o ay halinden temizlenmişti. Zekeriyya da onun yanına girdiği vakit, yazın kış meyvesini, kışın da yaz meyvesini yanında bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden geliyor? diye sorunca o: Allah'tan, diye cevap verirdi. Bunun üzerine Zekeriyya çocuk sahibi olmayı arzulayarak ona bunları veren, bana da bir evlat bağışlamaya kadirdir, dedi.

Ebû Ubeyde'ye göre "Nereden" demektir. en-Nehhâs ise der ki: Ancak böyle bir açıklama kolaya kaçıştır. Çünkü "Nere" kelimesi yerler hakkında soru için kullanılır. kelimesi ise yer ve yol hakkında soru edatı olmak üzere kullanılır. Burada ise, bu meyve sana hangi taraftan, hangi cihetten geliyor? demektir. el-Kumeyt bu iki edatı farklı anlamda kullanarak şöyle demiştir:

"Nereden ve hangi taraftan sevinç sana gelip döndü?

Şevk ve arzunun da olmadığı, şüphenin de bulunmadığı bir yerden (mi)?

"Her" anlamına gelen kelimesi ise

"bulurdu" kelimesiyle nasbedilmiştir. Yanına girdiği her seferinde... bulurdu, anlamındadır.

"Şüphe yok ki Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır" âyetinin Hazret-i Meryem'in sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte onun sözleri olmayıp yeni bir cümle olması da mümkündür. İşte bu, Hazret-i Zekeriyya'nın Allah'a dua edip evlat istemesine sebep olmuştu.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç