Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

49

 

003 - ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÂL-Î İMRÂN

İşbu Ali Imran suresi medenî olduğuna bütün müfessirînin ittifâkı vardır. Medinede nâzil olmuştur.

Ve iki yüz âyettir. Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, Sûrei istiğfar ve Tayyibe dahi denilir. Sûrei Bakare ile buna «Zehraveyn» tesmiye edildiği de geçmiş idi.

Âyetleri iki yüz,

Kelimatı üç bin dört yüz seksendir.

Muhtelefünfih âyetler - (........), (ikinci) (........) (........) . (........) ve bazılarının kavlinde (birinci) (........)

FASILASI - (........) mecmuu: (........) ancak bir fasıla (........) üç fasıladadır.

Âli Imran, lisanımız tabirince Imran familyesi, Imran ailesi demektir, görüleceği üzere bu surei celilenin en mühim makasıdından biri, dini hakkı takrir ve onun hakkı hâkimiyyetini te'yid ve ilân edib Nasârânın ülûhiyyet iddiasiyle ifrat, bil'akis Yehudîlerin de bir takım kadh-ü isnadat ile tefrıt ettikleri Hazret-i İsa mes'elesinin halli ve bu suretle asılları bir olduğu halde ruhı diyaneti gaybettirmiş ve hırs-u taassub ile tarafeyni tahrifi hakaika sevkeylemiş olan bu münazaa ve mücadele yüzünden ikisi bir yere gelmek ihtimali kalmamış bulunan bu iki din mensubları arasında te'mini sulh-ü müsalemet için hakem olmak üzere yetiştirilmiş olan ümmeti vasata her hususta hakk-u batılı tefrik eden bir ferman bahşetmek olduğundan bu sure müşarünileyhin nesebini gösteren Âli (........)

ımran ismile tevsim olunmuştur. Ve sebeb-i nüzulünü Yehudîlerden ziyade Nasârâ teşkil etmiştir. İsimlerinden dahi anlaşılacağı üzere surei Bakare ehli kitabdan evvelâ Yahudîlere, bu surede evvelâ Nasârâya tevcihi da'vet etmiş, binaenaleyh surei Bakare birinci cüz'ünde görüldüğü üzere iptida ruh-u lisanı Tevrat ile, bu sure de bidayeten ondan doğmuş olan ruh-u lisanı İncil ile alâkadar olarak tahrifatı vakıayı izale ve akaidi nası tashih için âyâtı hakdaki temsilâtı tahkikata, müteşabihatı muhkemata irca' esasını öğretmiştir. Ve Allahü a'lem bu iki surenin müteşabihattan olan birer (.......) ile başlamış olmalarında bu hikmete de bir telmih vardır. Bu suretle bu iki sure beynindeki münasebet ve fark, Tevrat ile İncil arasındaki fark ve münasebet gibidir. Biri mukaddem biri tâli, biri asıl diğeri onun fer'i demektir. Biri mukaddem biri tâli, biri asıl diğeri onun fer'i demektir. Sûrei Bakaredeki icmallerin çoğu burada şerh-ü izah edilmiştir ki, bunlara «Zehraveyn» tesmiyesinde de buna işaret vardır. Sûrei Bakare (........) duasiyle hitam bulmuştu. Bu sure ise o duaya bir icabet olarak başlamıştı. Ve galebei diniyye ve ilmiyyenin galabei maddiyyeden ehem ve onun bir şartı mütekaddimi olduğunu tefhim için evvel emirde nusreti ilmiyyeyi te'min etmiştir. Bu sevk-u münasebet iki sureyi biribirine öyle raptetmiştir ki, birinin ahıriyle diğerinin evveli surei Bakarede (........) diye Âyetelkürsînin makabline irtibatı şeklini ahzetmiş ve bu (........) o (........) in bu noktasında toplanan bütün hakaik ve vazaifi ıhtar ederek başlamıştır. Binaenaleyh zehrayı ulâ ile zehrayı saniye birbirlerine büyük ve küçük iki hemşire denecek kadar mütekarib bir ana ile bir kız vaz'iyyetindedirler. Hasılı bu iki surenin alelumum mündericatları i'tibariyle aralarında bir çok cihetten telâzüm ve tenazur vardır ki, bunlardan kıssai Âdem ile kıssai İsanın temasülünü zikretmek kâfidir.

SEBEBİ NÜZULÜ - Mukatil İbn-i Süleyman bu surenin evvelinde ba'zı âyetlerin nüzulü yine Yehudîler olduğuna, Muhammed İbn-i İshak da surenin ibtidasından mübahele âyetinin nihayetine ya'ni (........) âyetinin başına kadar sebeb-i nüzulü Nasârâ olduğuna kail olmuşlardır ki, Cumhûrı müfessirîn bunun üzerindedirler. Çünkü surenin tevhid ve tenzihi ilâhî ile başlaması evvel emirde da'vayı Nasârâ aleyhindedir. Bu iki rivayetten bazı âyetlerin bilhassa Yehudîler veya her ikisi dolayısiyle nâzil olmuş bulunması neticesini almak da mümkindir. Filvaki (........) iki âyetin Yehudîler hakkında olduğu daha kuvvetle mervidir. Yehudîlerin Hazret-i İsaya buğuzları ve validesine kazifleri nübüvvetini ve İncili inkarları diğer âyetlerin nüzulüne de sebebiyyet verebilires de daha ziyade buna Nasârânın Resulullah ile olan bir münazarası sebeb olmuştur ki, bu suretle rivayet edilmektedir: Resulullaha Necrandan murahhas olarak bir hey'eti Nasârâ gelmişlerdi ki, buna «vefdi necran» denilir, bunlar altmış süvari olub içlerinden on dördü büyükleri ve bu on dördün içinde üçü de en büyükleri idiler. Bunların birisi El'âkıb dedikleri emîrleri ve sahib reyleri «Abdülmesih» ikincisi seyyid ta'bir ettikleri vezir ve müşirleri (........) üçüncüsü de âlimleri ve üskuf ya'ni piskosposları ve reisi tedrisleri idi ki, ismi Ebû Harise İbn-i Alkame ve kendisi beni Bekr İbn-i vâilden birisi idi. Dini Nasraniyyette tedrisatı, hizmeti, sa'y-ü ictihadı ve ilmi ile şöhretyab olduğundan Rum mülûkü tarafından mazharı i'zaz ve ikram olmuş bir çok mallar verilmiş, tahti idaresinde hayli kilisalar yaptırılmış idi. Bu altmış miyanında biraderi Kürz İbn-i Alkame dahi yanında bulunuyordu. Bunlar gelmişler, bir gün ikindi namazından sonra Mescidi saadette huzurı risalete girmişlerdi, üzerlerinde süslü cübbeler, fahır ridalerle Papas elbiseleri vardı. Bunları gören bazı Eshab-ı kiram biz böyle bir vak'a görmedik demişlerdi. O sırada onların da namaz vakitleri gelmiş olduğundan Mescidi saadet içinde namaz (........)

kalkmışlar, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem de «bırakınız kılsınlar» buyurmuş, Meşrika müteveccihen kılmışlar. Piskopos Ebü harise, Âkıb Abdülmesih, Eleyhem Seyyid, üçü Hazret-i Resulallah ile mükâleme etmişler ve bir kaç gün Medinede kalmışlardı. Esnayı mükâlemede Hazret-i İsaya gâh Allahdır diyorlar, gâh ibnullahdır diyorlar, gâh da salisü selâse diyorlardı. Allahdır demelerine «çünkü ölüleri diriltirdi, hastaları eyi ederdi, gayıbları haber verir, çamurdan kuş sureti gibi bir halk yapar, ona üfler, o da uçardı» diye ihticac ederler, Allah’ın veledi iddiasına «çünkü ma'lûm bir babası yoktu» diye istidlâl eylerler, salisü selâse, üçün üçüncüsü sözüne de «çünkü Allah «yaptik, kıldık» diyor, eğer bir olsa idi «yapdım» derdi diye istidlâl ediyorlardı, bunun üzerine Resulullah bunlara (........) islâma giriniz» buyurdu «biz senden evvel islâma girmişiz» dediler, aleyhissalâtü ves-selâm «yalan söylediniz, siz Allahü teâlâya veled isnad edib dururken islâmınız nasıl sahih olur» buyurdu «Allah’ın veledi değilse o halde bunun babası kim» dediler, ba'dehu Fahrı risalet onlarla şöyle bir münazaraya şüru' buyurdu:

Resulullah - Bilmiyor musunuz, Allah hayyü lâyemuttur, İsaya ise fena ârız olur?

Onlar - Evet.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, babasına müşabeheti olmıyan hiç bir veled yoktur?

Onlar - Evet.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, rabbımız her şey üzerine kayyumdur, onu hıfzeder, merzuk eder, halbuki İsa bundan hiç bir şeye malik midir?

Onlar - Hayır.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, Allahü teâlâya yerde ve gökte hiç bir şeyi hafi değildir, İsa ise Allah’ın bildirdiğinden başka bunlardan bir şey bilir mi?

Onlar - Hayır.

(........)

Resulullah - Rabbımız İsayı rahimde dilediği gibi tasvir etti bunu biliyor musunuz?

Onlar - Evet.

Resulullah - Rabbımız, yemez, içmez, hadesten münezzehtir, bunu da biliyor musunuz?

Onlar - Evet.

Resulullah - O halde İsa zu'mettiğiniz gibi nasıl olur? Buyurdu, onlar da sükût ettiler.

Maamafih sonra yine inad ettiler de «ya Muhammed! Sen onun (........) = Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh» olduğu zu'munda değil misin? dediler «evet» buyuruldu, «eyh, işte bu bize yeter» diye cehudluğa gittiler. Allah da bu surenin evvelinden seksen küsur âyet inzal buyurdu ki, (........) âyeti bu cuhud ile alâkadardır. Allah nihayet (........) âyeti ile onları mübaheleye, ya'ni açıktan mülâaneye da'vet etmesini hazreti Peygambere emr etti, Rasulullah da bu daveti yapınca «ya Ebel Kasım bizi bırak, işimizi görelim de sonra gelir, dediğini yaparız» dediler kittiler, beyinlerinde konuşdukları zaman o üçten birisi: «Anladınız ya Muhammed hakikaten nebiyyi Mürsel, sahıbiniz hakkındaki niza'ı ne güzel hall'ü fasl etti. Bilirsiniz ki, her hangi bir kavim bir Peygamber ile mülâaneye kalkışırsa büyüğü küçüğü mahv olur, Eğer bunu yaparsanız kökünüz kazınır, madam ki, olduğunuz dininizde kalmak isteyorsunuz, bu zatla müvadea ve müsaleha akd ediniz, memleketinize gidiniz» demiş, bunun üzerine geldiler «ya Ebel Kasım! biz seninle mülâane etmemeğe ve seni dininde bırakıb biz de kendi dinimizde kalmaya karar (........)

verdik, binaenaleyh ashabından bize bir zat gönder de mallarımızda ıhtilâfımız olan şeylerde bize hâkim olsun, zira biz senden razıyızı» dediler, Aleyhissalatü vesselâm «öğle sonu bana geliniz de sizinle beraber kaviy, emin bir hakem göndereyim» buyurdu. Hazret-i Ömer der imiş ki, «ben hiç bir zaman imareti hoşlanmadım, fakat o gün benim ta'yin olunmamı ümid etmişdim, Öğle namazını kıldık, Rasulullah sağ ve solun atfı nazar ediyordu, ben de beni görsün diye uzanıryordum. O mütemadiyen göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeydutibnilcerrahı gördü, çağırdı, «Onlarla git, aralarında vakı' olan ıhtilâflarında bir vechi hal hükm et» buyurdu. Bir kerre arzu ettiğim bu me'muriyeti de Ebû Ubeyde alıb gitti» ilah...

Hasılı Necranlılar dini İslâma girmemiş iseler de akdı müsaleha ile tabi'ıyyeti İslamı kabul etmişler ve bir hâkim alıb gitmişlerdi. Ancak bu hey'et içinde piskopus Ebû harise İbn-i Alkamenin biraderi Kürz İbn-i Alkame kabul islâm etmiş ve bu babda ma'lûmat da vermiştir. Ezcümle «Necrandan hareket ettikleri sırada biraderi piskapos Ebû Harisenin yanında imiş, beraber gelirken Ebû Harisenin bindiği katır bir hayvanlık etmiş, Kürz (........) = o ebede kahren» demiş ve bununla Rasulullahı kasdediyormuş, biraderi Ebû hârise «Hayır anan kahrolsun» diye mukabele edince «niçin birader» diye sormuş, cevaben «vallah o bizim intizar etmekte olduğumuz Peygamber» demiş, Kürz «O halde bunu biliyorsun da ondan seni men' eden ne?» diye sual eylemiş, o da «çünkü, şu kırallah bize bir çok servetler verdiler, ikramlar ettiler, şimdi buna iman etsek hepsini elimizden alırlar» diye cevab olduğunu ve bu cevab Kürzün kalbine bir ukde olmuş, nihayet vak'anın cereyanını ta'kib ettikten sonra kabuli islâm eylemiş olduğunu kendisi hikâye etmiştir. (........) muktezasınca hubbi Dünya bir çokları işte böyle kabuli haktan men'eylemişdir. (........)

âyeti bu haleti ruhiyyeyi ne güzel anlatmıştır. (........) . (........)

Mu'cemülbüldanda tefsıl olunduğu üzere Necran, Yemende, Havranda, Kûfe cıvarında olmak üzere bir kaç kasabanın ismidir. Burada Yemen Necranidir ki, Yemenin Mekke tarafında ve Arabistanın merkezi nasraniyyeti olan ehemmiyyetli bir kasaba idi. Nasraniyyet ta ibtidayi zuhurunda hazreti İsanın getirdiği safveti asliyyesiyle Ceziretülarabın evvelâ bu kasabasında intişar etmiş ve bu intişar Yemen hükümdarları tarafından «Uhdud» vak'alariyle basdırılmak istenilmiş idi ki, Sûrei bürucda tafsıli gelecektir. Bilâhare dinlerine bid'atler karışmış, safveti asliyyesi bozulmuştur. Bu kasabada Abdülmedan İbn-i deyyanihârisî tarafından bina edilmiş bir kilise varmış ki, Kâ'bei muazzamaya karşılık olmak üzere buna «Kâ'bei necran» namını vermişler ve çok ta'zım ederlermiş ve bunda bir haylı esakıfe -piskaposlar- bulunurmuş ki, hazreti Peygambere gelen hey'et bunlardan idi. Bu Kilise Necranda bir nehir kenarında olub o zaman Abdulmesıh İbn-i Daris İbn-i Adî ibnimu'tellin tahti hükmünde imiş ve bu şehirden on bin dinar kadar varidat alırmış. Bu Necran hicretin onuncu senesi sulhan fethedilmiştir. İşte nusratı İlâhiyeden ilmî amelî bir numune:

(........)

(........)

1

(........)

(........)

2

Allah, başka İlâh yok ancak o, hayy o, kayyum o

(........) = (........) Ya Muhammed! Yine elif lâm mim, bunu iyi belle ve iyi anlat, o Allahü teâlâ öyle bir ma'budı hakikîdir ki, ondan başka ma'budiyyete müstehık, ilâh denecek, ubudiyyet edilecek hiç bir şey yoktur çünkü o hayy-ü kayyumdur, fenadan zevaldan münezzehtir, ölmez, ezelen ve ebeden hazır-u nazır vacibülvücud müdebbiri kül hâfızı kul râzıkı küldür. Her şeyi tutan o, besliyen odur, bununla beraber kendinde hiç bir şey eksilmez, daima hayy-ü kayyum ancak odur, ilâh ve ma'bud da hayy-ü kayyum olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne saire hiç biri ilâh değildir, onlara ilâh demek, ma'budluktan bir hıssa vermek Allah’a küfrolur.»

Bu elif lâm mimin kıraeti şayanı dikkattir. Kıraetlerin hepsinde hem vakıf, hem vasıl suretinde okunur ya'ni umumiyyetle ikinci «mim» in fethi ve lâfzai celâleye vaslı ve bununla beraber vakıf hali gibi birinci «mim» meddi ârız halinde tul veya kasrile okunur. Ancak Ebû Ca'ferde sekit vardık ki, ne tam vakıf ne tam vasıldır. Bu sebeble bunun Kûfiyyun rivayetlerinde bile bir âyeti mustakılle olmadığı da söylenmiştir, ehli lisan ve müfessirîn bu tarzı kıraet hakkında uzun bahisler yapmışlardır. Fakat biz bundan ma'na i'tibarile şunu anlamak istiyoruz ki, burada vaslile vakıf hallerinin içtimaında bir hususıyyet vardır. Vakfı haline i'tibar diğerlerine olan mümaseleti göstermekle beraber aynı zamanda vaslı burada bir ma'nayı mahsus anlatmaktadır ki, bunda (........) in (.......) demek olduğuna ve binaenaleyh Âyetelkürsînin bir icmali remzîsi bulunduğuna bir ima var gibidir. Bunun bir ismi sure ve surei Bakarenin bir ismi de Sûretül kürsî ve Âyetülkürsînin a'zamı âyet, kezalik bunun esmaı İlâhiyeye işaret olması hakkındaki rivayetlerin hey'eti mecmuası da bu imayı te'yid edebilecek emarattandır. Kur’ân ilim ve saltanatı İlâhiyenin bir tecellii bahiri, Âyetülkürsî de o ilm-ü saltanatın en bedi' ve veciz bir ifadesi olmak itibarile bu ma'na (........) in ismi Kur’ân olmasına da mani' değildir, bunda her şeyin Allah’a irca'ı akıdei aslîyyesinin de bir ifadesi vardır. Ve zaten müteşabihatın en büyük hikmeti nüzulü de bu esasın tesbiti olduğu ma'lûmdur, şüphesiz bu hurufı heca sesleri üzni Muhammedîde çınlamıya başladığı zaman en evvel kürsîi ilâhîden gelen âyatı hakkı tebliğ ediyordu. Bu surenin ahassı makasıdından biri müteşabihatın muhkemata ircaı esasını tefhim ve bu suretle âyatı hakda zeyg-u inhiraftan tavakkı lüzumunu ta'lim etmek olduğuna nazaran ta başındaki tevhid ve tenzihi İlâhîyi tesbit ederken (........) nazmı müteşabihinin (........) nazmı muhkemile te'viline bir misal vermiş olması onun akıbinde de kütübi münzelei İlâhiyye miyanında müteşabihatı pek çok olan Tevrat ve İncilin bunlardan sonra Hatemülenbiyaya inzal kılınan ve muhkematı ümmülkitab olan Kur’ân’ı azim ve furkanı hakime irca' edilmedikçe tasdıkları caiz olamıyacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihataya ittiba' suretile âyatı hakkı inkâr ve küfre müeddi olacağını küfrün ise azabı şedide sebeb olduğunu beyan etmesi ne kadar beliğ ve siyakı nazma ne kadar muvafıktır. İşte mü'minlerin duayı nusratına bir cevab olarak başlıyan surei Âli Imran bir taraftan hayatta mansur ve galib ve beynennas nafizülkelim bir hakem ve hâkim olabilmek için i'tikatta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde ihkâm ve metanet şartı evvel olduğunu ıhtar etmek ve diğer taraftan Nasârânın tenzihi İlâhîye mugayir olarak gâh Allah, gâh veledullah, gâh salisi selâse ve sonra hepsi diye te'lih eyledikleri, Yehudîlerin de nezahet ve ıffeti Enbiyaya tecavüzle sebb-ü şetemeyledikleri Hazret-i İsa mes'elesinin hall-ü faslına bürhan olmak için evvel emirde tevhid ve tenzihi İlâhîyi tesbit, ve hidayeti nas için tenzili kitab ve ilmî amelî inzali Fürkan ile ihsan, ve isbatı nübüvvet ve ilimde ihkâm için kütübi İlâhiyenin fehm-ü tefsirinde mukaddemini muahharına müteşabihatını muhkematına irca usulünü ta'lim, ve bunların hilâfına hareketten tahzir, ve dini hakkı takrir eylemiştir.

3

O sana kitabı bihakkın indirmekte: önündekileri bir musaddık olmak üzre, ki, önceden nasa hidayet için Tevratı ve İncili indirmişti, bir de ayırd eden fürkan indirdi

(........)

4

Allah’ın âyetlerini tanımıyanlar, şüphesiz onlara şiddetli bir azab var, öyleya Allah’ın ızzeti var, intikamı var

(........) ya Muhammed! O Allah sana bu kitabı hakk-u hukuk sebebile, hakk-u hakikati müştemil ve önündekileri musaddık olmak üzere cereyanı hakka göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan evvel indirilenler miyanında bilhassa Tevrati ve İncili indirmişti. Bunların hepsi nasa hidayet içindir.» - Demekle kayyumiyyeti İlâhiyye ve kanunı rübubiyyet altında Nübüvvetin tekâmülünü ve nübüvveti Muhammediyenin bir nübüvveti ibtidaiyye olmadığını ve hakikati Kur’ân tasdık olunmayınca kütübi salifenin hakkile tasdık edilmiyeceğini ve binaenaleyh nübüvveti Muhammediye tasdık edilmedikce Enbiyai salifenin bihakkın tasdıkına şahid ve delil bulunamıyacağını ve o zaman nasın dalalet içinde kalacağını göstermiş ve Kur’ân’ın ve mu'cizatı Muhammediyyenin bu hakimiyyetini tasrihan beyan için de bu hükmi (........) ile nassan tevkı' buyurmuştur.

Kur’ân’ın kütübi salife ve nübüvvatı mütekaddimeyi tasdikı bir kaç veçhile de mütehakkıktır.

Evvelâ, kütübi salife ve Enbiyai mazıye istıkbalde büyük bir Peygamberin kudumunu va'dederek hidayet ve irşadlarını böyle bir gayei kemale tevcih etmiş olduklarından Kur’ân ve nübüvveti Muhammediyye gelmese idi, onlar bir fikri batıl veya bir ümniyyei kâzibe üzerine yürümüş boş vaidlerden ibaret kalır ve hattâ yalancıların ığfalkâr yalanlarından farksız olurdu. Kur’ân’ın gelmesiledir ki, mukaddıma bir ümniyye halinde münteşir olan ıhbaratı gaybiyyenin vahyi hak ve inzali İlâhî oldûğu tahakkuk etmiştir. Ve bu suretle Kur’ân yalnız risaleti Muhammediyeyi değil, bunun zımnında bütün Enbiyai salifenin risaletlerini de tasdık ve isbat eden bir fürkanı mübîyn olmuş ve bütün kütüb ve Enbiyai İlâhiye beyninde şehadeti mütekabile ile bir tekâmül ve tesanüdi umumî te'sis ve hepsinin riyasetine (........) medlulünce Hatemülenbiyayı ta'yin eden bir fermanı İlâhî olarak gelmiştir ki, surei Bakarenin birinci cüz'ünde en ziyade tasdikın bu ma'nası gösterilmiştir.

Saniyen, Kur’ân kütübi salifenin iman ve tevhidi ilâhîye da'vet ve adl-ü ihsanı âmir, Enbiya ve ümemi mazıyenin kısas-ü ahbari ve ümem-ü a'sarın ıhtilâfile değişmiyecek olan ahkâmı sabite gibi esasatı muhkemelerini takviye ve tevsi' ederek, yeni baştan mevkii icraya koymuş ve hikmeti teşri' muktezasınca ezmine ve emkinenin ve ümemi mükellefenin hususiyyeklerine ve hakk-u hayır noktai nazarından masalihi lâikalarına müteallık ahkâm ve şerayi'ı fer'iyyelerini ta'dil-ü tecdid ederek dini hakkı cemi'ı ezman ve emkinede ve bilcümle ümem-u akvamda ceryanını te'min edecek şamil bir ilmi teşri' dahi ta'lim eylemiş ve bu suretle kütübi İlâhiyyeyi mukaddemden muahhara mütevaliyen yekdiğerinin tasdik-u tenfizinden geçirerek bil'ıstıfa hepsinin sıdkı esaslarını bihakkın uhdei zâmanına almış bulunduğundan kütüb ve şerai'ı salifeden hiç biri şehadeti Kur’ân ile tasdık edilmedikçe ne nübüvvetlerinde, ne delâletlerinde hakkolarak tasdık edilemez.

Ya'ni kurum salifede Enbiyai salifeye verilmiş olan İlâhî fermanların temyizen merci'ı tasdikı Hatemülenbiya ve kanuni tasdikı muhkematı Kur’ândır. Bu ma'na Usuli fıkıhta şu kaidei teşri' ile ifade olunur: «bizden evvelkilerin şeriatleri bizim de şeriatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdikan nakledilmek şartile».

Hasılı Allah fürkan da inzal etmiş, hakkı nâhaktan,

hayrı şerden ayırmış, yollarını kanunlarını ta'yin etmiş, alâmetler, deliller, âyetler de ikame eylemiş, her birinin hükmünü, neticei lâzımesini başka başka yapmış, tatbikını kayyumiyyetile tahtı meşiyyetine almıştır. Bunun için (........) şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan tefrık ve temyiz ile tarikı hakkı gösterir aklî ve naklî âyât-ü delâili İlâhiyeye küfredn ve alelhusus Allahü teâlânın vahdaniyyetine ve nezaheti sübhaniyyesine veya haysiyyeti Enbiyaya tecavüz ve taarruz eyleyen kâfirler de behemehal bir azabı şedide mahkûmdurlar. (........) hakkı batıldan tefrık eden Allah şaibei zilletten münezzeh öyle yenilmez bir azîzdir ki, dehşetli bir intikamı vardır. Emr-ü hükmünü infaz eder. İradesine karşı gelenleri, hududı ızzetine tecavüz edenleri tepeler, hakkı tezlil etmeğe uğraşanları bir müddet hılmiyle imhal etse bile bir gün gelir onları tuttukları tarikı batılad hatır-ü hayale gelmez felâketlerde perişan eder. Hayatı hakkı tanımıyanlara hakkı saadet vermez, bire iki üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehil, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu cürümlerinin cezasını kendileri çekerler ki, bütün bunlar intikamı İlâhînin eserleridir. Ümidi kül, melce'i kül olan ni'met ve rahmeti İlâhiyyeye irmek için Allah’a doğru gitmelidir. Hakk-u hakikat kanunlarını tanımıyanlar rahmetin zıddı olan nıkmet-ü gadaba mahkûm olurlar.

Izzet, zılletin zıddı tammı, intikam da ni'metin zıddı nıkmetten me'huz olub ibrazı satvet etmek ve bir cinayetin cezasını vererek caninin lezzeti cinayetini elemi ukubete tebdil eylemektir ki, türkçe «öc almak» ta'bir olunur. Afvin zıddıdır. Allah gerçi afüvv-ü gafur, halîm; ra'ûf-ü rahîmdir, Küfr-ü ısyandan sonra bile tevbekâr olub hakka rücu' ve iman ile kendine dehalet edenleri afv-ü mağferet te eder, Fakat hilmin afv-ü gufranın hayr-ü kemal olması hakk-u nahakkı teşviş etmek, hasenat-ü seyyiatı müsavi tutmak gibi bir şerri küllîye sebeb olmaması ile meşruttur, Hakka imanı olub kötülüğü kötülük bilerek yaptığı yaptığı fenalığa yüzü kızaracak ve bu hissin sevkile seyyiata tevbekâr olacak olanlara karşı afv-ü hilim, hayr-ü rahmet olur ise de afvi gördükçe şımaran ve şerr-ü zulmü kendine bir zevk edinerek ta'mim edecek olanlara karşı afv-ü gufran şerri mahızdır. Fenalığa teşvık ve seyyiata iştirak demektir ki, bütün hukukun ve her hayrın merci'ı kayyumu olan rahmani rahimin ızzeti adl-ü rahmeti böyle zilletlerden münezzehtir. Bunun için asrı saadette bir Arab şairinin şu beyti tasvibi Rasulüllaha mazhar olmuştu:

(........)

Her hangi bir hilmin safvetini küduretten, duruluğunu bulunmaktan himaye ve muhafaza edecek badireleri yoksa o hilimde hayır yoktur. Hakk-ü hayra mahabbetin derecesi şerr-ü batıla buğz-u adavetin derecesile mütenasibdir. Zaten afiv, ukubet ve intikama kadır olanlardan sadır olmak şartiyle bir kıymeti haizdir. Afiv, sabit olan bir ukubeti yapmamak veya müstehikkı ukubet olan bir cürmü ke'enlemyekûn addedivermektir, Cürme mücazat edebilmek kudreti mutasavver olmiyan bir âcizi mutlakın «afvettim» demesi pek gülünç olur. Afvedebilen her halde intikama kadır olabilendir. Bunun hilâfı tenakuzdur. Hak teâlâ hayr-ü şerrin bütün mebadisine hâkim hayr-ü hidayeti rahmetiyle himaye, şerr-ü hiyaneti de ızzet-ü intikamiyle izale eder bir hayy-ü kayyum olduğundan dolayıdır ki, her hakkın hâmisi, her ümidi hayrın merciı olan bir ma'budı hakikîdir. Binaenaleyh ma'budları zelil olanların kendileri de zelil olurlar.

Maatteessüf bazı kimseler cehaletlerinden veya şirkin mağlûb olmasını istemediklerinden «biz şerre karşı intikama kadir ma'bud istemeyiz» diye hakka küfür, batıla i'lânı mahabbet ederler de ma'budlarını âciz ve zelil, harimi ısmetine tecavüz olunabilir, hukukunu müdafaa edemez. Maniı şer olmadığı için keyf-ü hevaya göre sevilebilir, ba'zı sıkıntılı zamanlarında okşanıb hüsni âcizanesinden bir ilhamı teselli alınır bir bebek veya bir zavallı mahbub görmek isterler. Ehli evsanın fetişleri, putperestlerin sanemleri böyle olduğu gibi sonraki Nasârâ da Hazret-i İsayı böyle bir bebek, validesi Hazret-i Meryemi böyle bir mahbube, Cenâb-ı Allah’ı da berhayat olduğu müddetçe yarattığı Beni âdemi pederleri Âdemden kalan zenbi fıtrîlerinden kurtarmıya çare bulamamış ve nihayet oğlunda tecessüd ederek bizzat kendisi gelmiş, kendiği ve oğlunu feda edib kâfirlere kurban ettirmiş, bu kurban, bu fidye mukabilinde perestişkârlarını kurtarmış ve evvelâ bir kaç gün zarfında oğlunu tekrar ihya edib Semaya kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için Semaya kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için kendini ve oğlunu fedaya razı olmuş, çaresizlik ve ıztırar karşısında fedakârlığın en büyük nümunesini göstermek için en büyük iyiliği oğlile beraber kendini feda ve ifna etmekte bulmuş var yok, yok var, ıhtiyar bir baba farz ederek o bir var aynı zamanda yok, fani aynı zamanda bakı, âciz aynı zamanda kadir bir aynı zamanda üç ve üç aynı zamanda bir ma'bud olmak üzere Ekanimı selâseden mürekkeb bir teslis tanırlar ve zenbi fıtrîden halâs olmak, selâmet bulmak için akl-ü nefsi bu teslis imanına feda etmek lâzım geldiğini ve bu fedakârlığın, bu imanın aynı necat olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar ma'bud ve ubudiyet fikrini istihfaf etmek aklen ve naklen zahir ve bahir olan delâili hakka karşı küfreylemektir, evvelâ, insanlar için günâh ve ma'sıyeti fıtrî bir zaruret addederek onu behemehal icraya bir karar vermek, saniyen günahın akıbet afvı nâkabil ıkab ve felâketi müstelzim olduğunu da i'tiraf eylemek, salisen bu ıkab ve felâketten kurtulmak için yegâne çare olmak üzere ona ceza verebilecek olan ve vermek hakkını haiz bulunan merciı ifna ederek ortadan kaldırıb ceza korkusundan kurtulmak ve ondan sonra doya doya günahlar yapıb zarurî olan cezasını diğerlerine yükletmek. İşte teslisi Nasârânın bütün meali böyle bir nefyi ma'bud muammasıdır. Hazret-i İsa hiç bir zaman böyle bir davette bulunmamıştır, ancak babasız bir çocuğun mazharı nübüvvet olarak bir ruhı mukaddesle mucizeler göstermesi, akılları fenleri aciz ve hayran bırakacak vechile ölüleri diriltib hastalara şifa vermesi onun sıdkı nübüvvetine ve nezaheti hılkatıne delâlet edecek beyyinatı hak tanınıb ilk Nasârânın yaptıkları gibi talimatı İsaya ittiba' edilecek ve tevhidi İlâhî üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu harıkalar şuphelerle dolu esrarengiz bir muamma haline konularak ve İncilde «halikı rahîm» manâsını ifade eden (........) ta'biri müteşabihinin (........) manâsiyle te'vili arkasına düşülerek ve buna hulûl ve bakayi ruh nazariyeleri de ilâve olunarak İsanın fevkalbeşer ilâh oğlu ilâh olduğu ve babasiyle beraber fani olub gittiği ve bu sebeble insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh ademde birleşen bu ekanîmi teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmesi lâzım geldiği tarzında esası din addedilmiş ve Nasraniyyeti sirrî bir surette kökünden değişdiren bir kalb-ü tahrif olmuştur ki, bunun mebdei cem'iyatı sirriyeye ve ilk İncil tercemelerindeki tahrifatı evveliyeye ve badehu bilhassa Iznık sinüdine müntehi olur. Yani teslis Nasraniyyetin bir akıdei mahsusası değil müteşabihata ittiba' ile içtihad edilmiş bir akıdei münharefesidir ki, bundan dolayı Nasârâ İncilin nususuna ehemmiyet vermezler de ruhunu tervic ediyoruz diye İncil nüshalarını her zaman tecdid ve tebdil ederler ve mütemadiyen müteşabihatiyle oynarlar.

İncilde Cenâb-ı Allah’a «baba» ıtlakının vakı olduğu münker değildir. Fakat İncil dahi dahil olmak üzere bütün kütübi münzelede kâffei edyanı Semaviyyenin ittifak ettikleri bir hakıkat vardır ki, o da ılleti ulâ olan Allahü teâlânın halık olması ve kâinatı maddeye muhtac olmaksızın mahzı kudretiyle yoktan halketmesi akıdesidir. Hatta Avrupa tarih felsefeleri bu akıdenin felsefeye ancka Nasraniyyetten girmiş olduğu fikrindedir. Bu ise ılliyyeti hakıkıyyenin tevlid ve sudur tarıkiyle olması telâkkısinin temamen zıddıdır. Filvakı tevlid nazariyyesi mebdeinde bir tenakuzdan kurtulmak ihtimali bulunmıyan bir nazariyyedir. Tevlid ılliyyeti adiyede cari olabilirse de ılliyyeti hakıkıyye halk-u ibda' demektir. Binaenaleyh İncilde Cenâb-ı Allah’a ıtlak olunan (........) kelimesinin (........) manâsına olamıyacağı için (........) demek olduğu her din erbabı gibi Nasârâ için de her şüpheden salim bir akıde olmak lâzım gelirdi. Elbette düşmanları tarafından mütemadiyen babasız diye ittiham edilmek istenilen Hazret-i İsaya bu kelimenin istimaline müsaade buyurulması onun hakkında Allahü teâlânın bir rahmet ve iltifatı mahussu olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hazret-i İsanın «babam» dediği zaman «rahîm olan hâlikım» demiş olduğunda da şüphe yoktur. Binaenaleyh âbai Yesu'ıyyetinin müteşabihata ittiba ile bu kelimeyi karinei mania karşısında hakikati lûgaviyyesi olan (........) manâsına hamletmeğe çalışmaları da halk akıdesiyle te'lifi kabil olmıyan bir tenakuzdur.

İşte Kur’ân zat ve sıfatı İlâhiye hakkında aklen ve naklen sabit ve mütebeyyin bulunan ve da'vayı esasından halledecek olan hakaıki esasiyeyi surei Bakareden bittelhıs bir vaz'ı bürhanî ile tesbit ettikten sonra buna muhalif olan hakaıki batılayı tefrık ve bu miyanda Nasârânın böyle Allah’a ve ayatullaha karşı reva gördükleri tecavüzatı bütün menşe'i galatlarile redd-ü ibtal etmek ve bunların velev redd-ü ibtal sadedinde olsun tasrihan zikirleri ahlâkı

Kur’âniyyenin nezahet ve vekariyle kabili te'lif olmıyacağını tefhim ve aynı zamanda faidei irşad daha ziyade ta'mim edilmek için cümlesi âyatı İlâhiyeye küfür unvanında telhıs (........) inzariyle hükümlerini inkâr, zenbi fıtrînin afvine ademi kudret, tevlid, tecessüd, fida, ümidi selâmet gibi teslis da'vasile alâkadar olan küfriyyata karşı bir darbei hak olan işbu (........) fürkanı, hakkı tezlile cür'et edenlerin akıbet mağlûbiyeti kat'ıyyelerini i'lân eden bir fürkanı İlâhîdir. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy-ü kayyum, münzili kütüb hâdii ukul, azizi mutlak olan Allah’ın intikamı, sizin bildiğiniz sefil, gayrı ahlâkî, mezmum, cahilâne, âmiyane, hainane, kabili müdafaa bir intikam değil, aynı hikmet ve hakkı ızzet olan ve namütenahi bir ilim-ü kudret ve iradenin muktezası bulunan ve hiç bir noktada cehaletle alâkadar olmıyan bir intikamı hakîmanedir. Zira

5

Allah şüphesiz ki, ona ne Yerde ve ne Gökde hiç bir şey gizli kalmaz

(........) muhakkak ki, ne Yerde ne de Gökte, cüz'î, küllî, maddî ma'nevî, enfüsî afakî hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz, hepsi onun ma'lûmudur. - Hattâ bütün kâinatta her hangi bir şey'in haddi zatında ve hangi bir tavırda mevcudiyeti Allah’a nazaran aynı ilimdir. İlmi ilâhî beşerde olduğu gibi temessülî, tasavvurî, zıllî bir ilimi hâdis değil, mebnayı vücud olan bir ilmi ezelîdir. Ey beşeriyet

6

rahimlerde sizi dilediği keyfiyette tasvir eden o, başka İlâh yok ancak o, azîz o, hakîm o

(........) Allah o alîm-ü kadîrdir ki, sizi ana karınlarında, rahimlerde nasıl dilerse öylece tasvir eder. Hangi surete isterse ona kor. Bünyelerinizi teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk suretini alan mevaddi musavverei evveliyyeyi dilerse haricde dilerse dahili rahimde tasvir ve her halde bunları yekdiğerine sevk ederek rahimde biri iki, ikiyi daha ziyade yaparak teksir eyler. Bunları kimyahanei meşiyyette murad eylediği havass-u keyfiyyat ile teşvih eyler, her birini bir vazıfeye ta'yin ederek ve devirden devre, tavırdan tavra geçirerek ince ince eler dokur ve her tavırda bir hakkı cedid ilâve ederek suretten surete, keyfiyetten keyfiyete tahvil-ü tasfiye eder. Nihayet akılları durduran bir sun'ı dakık ile bütün ensacı teşrihiyenizi, kemikler, ilikler, gudruflar uruk-u ev'ıye, evride ve şerayîyn, adalât ve a'sab, echize ve a'za, meşaır ve medarik vezaif ve menafı' ile te'lif-ü tesviye ederek tam veya nakıs erkek veya dişi veya hunsâ, canlı bir nefis suretine ifrağ eder. Dilerse tamamlar, dilerse eksik bırakır sizin böyle fıtratınızı mevcudiyeti cismaniye ve ruhaniyeniz alimiyyet-ü ma'lûmiyetinizle hakikatinizi teşkil eden o maddî ma'nevî suretler, o keyfiyeti tasvirden ba'zı şeyler temessul ettiği zaman kendinizi âlim ve allâme, hakîmi zufünun saymağa başlarsınız şimdi bu tasvir-ü tekvin keyfiyetini iyice mülâhaza ediniz. Teşekküli cenin bahsına aklınızın idrakinizin yetiştiği kadar bir atfı nazar ediniz. Bunun ne kadar ulûm ile alâkadar olduğunu behemehal anlarsınız. Beşeriyetin sahai idraki olan Arz-u Sema içinde mensub olabildiği kâffei ulûm-ü fünunun bu tasvir ile alâkadar bulunduğunu tasvir ettikten başka buna henüz perdei hafada bulunan nice ulûmı ledüniyyenin de alâkası bulunduğunu ve sonra bütün bunların sizin gıyabınızda tatbık edildiğini i'tiraf edersiniz. Bir taraftan ta hılkati Âdem’e temasüli nev'îyi ve bütün hilkati âleme kadar mertebe mertebe teşabühi cinsîyi ifade eden suver ve keyfiyatı müteşabihe ve külliye, diğer taraftan taayyüni şahsî ve temayüzi ferdîyi ifade eden ve bir ikincisi bulunmıyan suver-u keyfiyatı mahsusa ve cüz'iyeyi nazarlarınızdan mestur olan meşimei erhamda ânen feânen devirden devre tavırdan tavra takallübatı mütevaliye içinde mütezayid bir halk ile sizin gıyabınızda ibda' edib size veriyor ve kısmen ilm-ü idarenize tevdi' de ediyor ki, İsa dahi onun böyle erhamda tasvir ettiği sizlerden birisidir, onun bir mahlûkudur. İşte Allah denildiği zaman evvel emirde İsa dahi dahil olduğu halde her birinizi erhamda böyle tekvin-ü tasvir eden halık ve barii müsavviri düşününüz ve onu anlayınız. Semi'den, kitabdan, mütaleai vakı'den ve tecribeden bunu anladıktan sonra varsa akl-u mantıknızın bütün ciddiyyetini ve ahlâkın bütün insafını takınarak tefekkür ediniz, o zaman şu ilimleri yakînen elde edersiniz, Allah allâmülguyubdur. Ona gayb-ü şehadet ma'lûmdur kudreti balgası vardır, acizden münezzehtir, irade ve meşıyyeti vardır. Faili muhtardır, haricî hiç bir zarurete mahkûm değildir.

1- Bu halikı musavvirin hâdisata takaddüm eden bir ilmi muhitı muhkemi var ki, bundan gizli kalması ihtimali bulunan hiç bir emri hafi veya gaib tasavvur edilemez, tevhid da'vası altında teslis muammasile bir akidei sir diye gizlenmek istenen şirk-ü küfür de ondan gizli kalamaz. Huzur ve gıyab, izafî ve nisbî olan ilmi mahlûk-u hadîse nazarandır. Binaenaleyh ilimler, ma'lûmlar, gözler, gönüller, akıllar, kalbler, iradeler, fi'ıller yaradan ve yarattıklarını en ufağından en büyüğüne varıncıya kadar bütün nizamı vücude rabteden ve onları biribirile anlaştırıb gayei hilkatlerine doğru yürüten bu halikı musavvir Arz-ü Semada zaman ve mekânda sendeliyerek dolaşır, kör, serseri cahil, bir âmili gafil değildir ki, kahr-ü intikamı cahilâne olsun. Size bir ilim gelirse ondan gelir. Onun böyle erhamda tasvir ettiği ve daha yüksek ıstıfalarla tekvin eylediği Enbiya ve meselâ bu miyanda İsa, fürkanın ve sahib fürkanın geleceği ve saire gibi bazı mugayyebattan haber vermesi ise bunların hepsi onun i'lâm-ü ta'limidir.

2- Bu halikı musavvirin hiç bir şey'e muhtac olmıyan bir kudreti baligası vardır. Öyle bir kudret ki, Arz-u

Semasiyle bütün kâinatı mevcude ve mümkine zerrat-ü ecramiyle, besait-ü mürekkebatiyle, maddiyat-ü ma'neviyyatiyle hep ondandır ve ona müsahhardır. Bütün madde ve kuvvet tecelliyatı hep o kudretin tecellii te'sirinden ibarettir. Tabiat onun te'siratı mütekerrire ve muttaridesi, hılâfı tabiat harıkalar da onun te'siratı münferide ve gayri muttaridesidir. Kavanini tabi'ıye namı verilen tevalii şuun silsileleri o kudretin hâkimi değil mahkûmudur. Bunlar onun te'siratı müteakıbesinden çıkan suveri mütehalifenin tayyile suveri mütemasilesinin ifadesidir, bir tarıktır. Meselâ Kürei Arz üzerinde hayvanatın zuhur ve intişarından sonradır ki, «her hayvan ilk tasvir edilmiş olan bir maddeden «bir maddei musavverei ulâ = protopilazma» dan çıkar» diye hayatı maddiye için bir kanunı tabiî vaz'edilir. Ve vaz'edilirken şurası da bilinirki bu kanun, ezelî değil hâdistir. Çünkü Arzın teşekkülünden ve üzerinde hayvanatın zuhurundan sonra başlamıştır. Maddei musavverei ulâ, ezelî değil o vakittenberi peyderpey halk-u tasvir olunmaktadır. Rahimde tasvir olunan her insanın maddei musavverei ulâsı da yenidir. Bunun kanunı tasviri ilmi hayatın değil ondan evvel İlmi Kimyanın ve Fizikın kanunlarındandır. Hattâ kimyayı uzvî ile gayrı uzvî arasında haddi fasıldır. Binaenaleyh maddei musavverei ulânın kanunı tasviri, tasviri sani ve salis kanunlarına tabi değildir. Fakat buna da bir kanun farz olunsun ve bu farz ne kadar daha tekrar edilirse edilsin her halde bu bir maddei ulâyı gayrı musavvereye icra' edilir. Ve her sureti cedide yep yeni bir mevcudiyet olarak re'sen gelir ve her birinin başında mutlak ve mutlak bu kudreti kayyumun te'siri hâlıkanesi icrayı hükmeder. Maddei gayri musavvere ise fi'len mevcud değildir. O da bu kudretin tecellisine raci'dir. Hasılı kavanini tabi'ıyye ta'biri müessirin değil, tarıkı te'sirin ifadesidir. Tabaı' muhtelif, halbuki mebdei tabiat birdir ki, o da halk-u te'sirdir. Tabiat, muttarid olan demektir. Ve bunun en umumî kanunu ıttırad kanunudur. Böyle iken tabai'ın muhtelif olması, cüzî küllî mütehalif, mütenevvi' tabiatlere ayrılması ılleti hakikıyye olan kudreti vahdaniyenin tabiate hâkim olduğuna ve ıstıfa ve tekâmüli tabiîynin bu kudrete medyun bulunduğuna delili kat'îdir. Binaenaleyh bu kudreti müessirei musavvireye nazaran ilk maddenin tasviri, haricî hiç bir şart ile meşrut değildir, ve o kudretin mukabilinde hiç bir kudret yoktur. İşte insanları erhamda tasvir eden halikı musavvir böyle bir kudreti baligaya malik bir hayy-ü kayyumdur.

3- Bu halikı musavvir, bu tekvin-ü tasvirde mecbur ve muztar değil faili muhtardır. Kendisi cebr-ü icab edebilir, fakat mecbur tutulamaz. Fi'lini ilm-ü iradesiyle yapar, dilediğine irade verir, dilediğine de vermez, erhamda insanları tasviri de sırf bu meşiyyeti iledir. Zeyde falan sureti, amme falan sureti vermesi, her şahsı bir ta'ayyüni mahsusa mazhar etmesi şeraitı mütekaddimeye ta'biiyyet gibi bir ıztırardan, kudreti halikanın fevkinde bir kader ve kudretin ilcasından veyahud kudreti halikanın bir suretten başkasını istihdafı imkânı bulunmadığından değil iradesinin eseridir. Bu ibda' ve tahvili suver ile tasfiyeden tasfiyeye geçen işbu tasvirde her sureti cedidenin diğer bir surete halef olması ve nihayet suveri mutelifeden bir sureti cedidei vahdaniye husule gelmesi tabiî ve ıztırarî değil, ılletsiz ve fa'ılsiz de değil, ilim ve kudreti baligaya malik ve her hâdisede namütenahi vücuhi suvere ve fi'l-ü terke kadır bir faili muhtarın tercihi ve iradesi eseridir. Eğer böyle olmasa da tabiî ve ıztırarî olsa idi o ıztırarî suretlerden mürsel, iradî, ihtiyarî fi'iller zuhur edemez, en basıt bir misal ile bir taş, yerinden koparılıb iki muhtelif maksad için isti'mal edilmez, tabayı' ihtilâf edemez. Ulûmı tabi'iyede iki kanunı mütekabil bulunamaz. Fennin «varyete» tenevvü'

ve ihtilâf dediği şeyler olamaz, bir kişinin tohumundan hem erkek, hem dişi zürriyyet olamazdı. Her şeyde ezelden ebede yeknesak bir ıttırad bütün ma'nasiyle devam eder giderdi. Her rahme düşen tohum behemehal tekevvün eder, galâtı tabiat denilen şeyler de görülmez, ve hatta hayat denilen keyfiyet hiç de vakı' olmazdı. İyi düşünülürse anlaşılır ki, galâtatı tabiat denilen ve kemali kudrete, nizami ekmele bir maddei nakız gibi irad edilmek istenilen şeyler bir noksan değil, tabiatın valid ve validenin müessiri hakikî olmadıklarını ve halikın iradesini gösteren şevahidi san'attırlar. Galâtatı tabiat, tabiatin icab ve ıttaradını tevkif ve tağyir etmek i'tibariyle cehl-ü galtatı ve te'sirdeki acz-ü noksanını ira'e ederken ona karşı hâlıkı hakikînin iradesini isbat ederler. Ve bunlar nizamı âlem, kudreti baliga ve ilim delilinin aleyhine değil bil'akis tabiati amyanın en büyük kanunu olan ıttıradı zarurîyi nakz ve tabiatın mebdei evvel olması nazariyesini ibtal ederek ekmel bir faili muhtarı isbat eden ve gayelerine irmiş bulunan şevahidi mükemmeledendirler. Hasılı ne tabiatı cüz'iye, ne de tabiati külliyyede ılleti tamme değildirler. Bunların hepsi fıtrat denilen bir hudusi evvelin ıttıradıdır ve o fıtrat, bizzat hâlikın eseri kudret ve iradesidir. Ittıradı tabiat kanunu, ekmel bir ılliyyet kanununun tahtı tabi'ıyyetine verilerek irade kanuniyle ta'dilen mütalea edilmedikçe hakka irilemez, Hak teâlâ hem halık hem baridir. Mahlûkatına verdiği fıtrati ta'dil de eder. Veraset kanunu da bu esas dairesinde mütalea edilmek lâzım gelir. Tevalii hâdisatta suretlerin yekdiğerine gayriyyet içinde ayniyyeti andırır az çok bir temasül ve müşabehet, bir ıttıradı mütehavvil ile halef olması aynen bir ıttırad ve intikal gibi mülâhaza edilerek veraset ta'bir edilir ki, bekayı nev'î, ıstıfa ve tekâmül, terakki ve inhitatın tarikıdır. Bunlar tam ma'nasile bir intikal değil bir niyabet ve halefiyyettir. Yoksa hiç bir ıstıfa ve tekâmül olamazdı. Bunun için veraset kanunu yalnız tahaffuz ve baka kanunu değil, ayni zamanda tahavvül kanuniyle de alâkadardır. Ve bu ikisi arasında yakinen sabit olan bir şey varsa o da bekayı ıllet kanunudur. Ve baka hakikatte sıfatı İlâhiyedir. Kanunı ılliyyette tahavvül ve bakanın beraber düşünülmesi ıleli ma'lûleye nazarandır. Bunda bakayi mutlak ılleti hakikiyenin, tahavvüli mutlak da ma'lulâtının sıfatları olmak üzere ılleti hakikiyye ile malûlâtı beynindeki tenasüb ve tezayüfün birlikte bir mülâhazası vardır. Çünkü hiç bir maluûl ılletini geçemez. Binaenaleyh veraset kanunu da ittirad kanunu gibi ılel-ü malulât suretinde müterettib bir silsilei hadisatın mütenaviben tevalisi esnasında ılleti hakikiyenin bakasını ve ıstıfa ve tekâmül arzeden her lâhzai tahavvülde onun re'sen bir te'siri iradîsini ifade eyler. Hasılı müessiri hakikînin eserini verişi kendinden bir şey zayi' eden bir tevlid değil bir hılkattir. Bunun için ma'rifeti sanı', eserlerin tasavvurlarında değil nisbetlerinin tasdıkındadır. Tevlid de halkın sureti tezahurlerinden birisidir. Silsilei tevalide her suretı cedide re'sen bir fıtrat ifade eder. Veraset bir fıtratın diğer bir fıtrata aynen bir intikali zarurîsi değli, ılleti hakikiyenin te'siri cedidine müstenid bir müşabeheti ve bir nevi' istıhlafıdır ki, ta'dil-ü tağyirden hali değildir. Suveri nev'iyenin baka ve devamı terakkı ve inhıtatı bununla cereyan eder. Bu cereyanda mukaddemin kemal veya noksan bir arazîsi, tâli de bir zatî olabilir. Fakat olması zarurî değildir. Meselâ firengi almış bir babanı çocuğu da firengili olduğu zaman buna bir veraset ta'bir edilir. Bu bir kerre babadaki marazın aynen bir intikali değil, çocukta onun nev'inden bir marazın re'sen husulüdür.

Ya'ni çocuğun maddei musavverei ulâsından birisi harici rahımde sulbi pederde tasvir olunurken onun içine aynen o maraz mıkrobu değil, fakat o mıkrobun da bir maddei musavverei ulâsı derc edilmiş bulunabilir fakat barii musavvir için bu derc ibtidaen zarurî olmadığı gibi tasviratı taliye ve nihaiyyede de öyledir. A'ma bir babanın evlâdı a'ma olmak lâzım gelmediği gibi firengili bir babanın evlâdı da behemehal firengili olmak zarurî değildir. Halıkı musavvir dilerse onu ta'dil-ü tagyir eder, dilerse etmez. Hasılı veraseti fıtrıye dahi bütün kavanini tabiiye gibi kavanini mümkinedendir. Tenasül kanunu da bu veraset kanununa dahildir. Müvellid bir babanın evlâdı müvellid veya gayrı müvellid olabilir. İşte zenbi fıtrî mes'elesi de temamen bu kanunı veraset ile alâkadardır ki, bu alâka, kıssai Âdemde de gösterilmiş idi. Evvel emirde fıtrati Âdemde zenb için bir zaman zatî olarak dahil değildir. Onda zatî olarak nihayet kabiliyeti zenb bulunabilir. Çünkü zenb, iradiyatta ceryan eder. Sonra tekerrür ve ıtiyad ile ferde tabiat de olabilir. Lâkin Cenâb-ı Allah her ferdin fıtratı hassasını rahimi maderde re'sen tasvir ederken babasındaki hususî tabiatı, marazı, zenbi evlâdından temamen silerek Enbiya' gibi ma'sum olarak yaratmağa kadir olduğu gibi dilerse bilâhare de afvedebilir. Fi'il ile neticesi olan azab arasındaki rabıtai sebebiyyeti ilga eder. Fi'li hükümsüz bırakır veya fi'lin cürmiyyetini ref' eder de dün muzır olanı ayrın nafi' yapar. Binaenaleyh insanları erhamda dilediği gibi tasvire kadir olan Allahü teâlâya zenbi fıtrıyı afv-ü magfiretten acz isnad etmek ızzeti İlâhiyeye tecavüz ve kayyumiyeti İlâhiyeye küfürdür. Küfür, en büyük günah olduğu halde kâfirlerden doğan kimseler bile bundan çıkıp şerefi iman ile müşerref olabilirler. Bu tevbe ve iman ile Allahü teâlâ zenbi küfrü bile afveder, intikamı İlâhî ısrar edenleredir.

Allah böyle bir ilmi muhıt, bir kudreti baliğe, bir iradei nafize ile hayy-ü kayyum halıkı musavvir olan bir âziz-ü hakîmdir. (........) bu azîz ve hakîmden başka ilâh yoktur. - Binaenaleyh onun rahimi

Meryemde tasvir ettiği Isa da ne İlâh ne de İlâh oğludur. O, Meryemin oğlu ve Allah’ın mahluku bir beşerdir. Ancak fıtrati nübüvvet ile tasvir olunmuş bir beşerdir. Allah’ın onu rahimi Meryemde ba'zı mügayyebattan haber verecek veya ba'zı mu'cizeler gösterebilecek bir surette tasvir ve ruhulküdüs ile te'yid etmiş olması onu beşeriyyetten çıkarmaz. Nihayet Âdem’in hulefasından biri yapar, ve onun maddei musavverei ûlâsı behemehal rahimi Meryemin haricinde yaradılması zarurî olmadığı gibi ne o maddei musavvirden ne de o ruhun hayy-ü kayyum olan halikı musavvirden tevliden gelmesini tasavvur da caiz değildir, zira tevlid hem müvellidin dahilinde kıyamını tenkıs eder. Hayy-ü kayyumun tenakus ve zevali ise mühaldir. Her şüpheden âri olan bu tevhid ve tenzih âyât ve delâili mevcud iken bunları bırakıb da kütübi İlâhiyeden Tevratı musaddık olan İncildeki (........) her ikisini musaddık olan Kur’ân’daki (........) gibi müteşabihatı behane ederek küfr-ü cühuda sapmamalıdır. Kütübi ilâhiyenin bir tarıkı fehm-ü tefsiri vardır:

7

Odur indiren sana bu muazzam kitabı: bunun bir kısım âyatı vardır muhkemat: onlar "ümmülkitab" ana kitab, diğer bir takımları da müteşabihattır, amma kalblerinde bir yamıklık bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler: fitne aramak, te'vilini aramak için, halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir, ilimde rüsuhu olanlar da derler ki, amenna hepsi rabbımızdan, maamafih özü temiz olanlardan başkası düşünemez

(........) ya Muhammed! O şerik-ü nazırden münezzeh, azîz ve hakîm olan Allahü zülcelâldir ki, sana bu kitabı ekmeli inzal etti. Binaenaleyh bunun usuli hikmet ile anlaşılması lâzım geleceğini unutmamalıdır. (........) bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır: ma'naı murada delâletleri kat'î, ibareleri ihtimal-ü iştibahtan mahfuz ve muhkemdir, (........) bunlar ümmülkitabtırlar kitabın anası, fehimde asl-ü esastırlar. -Tefrikı hakk-u batıl, tasdikı hakaık asıl bunlarladır. İlm-ü amelde ittiba' edilmesi lâzım gelen edillei esasiyye, bürhanı hidayet bunlardır. Diğerleri bunlara irca' ve havale edilir. Tevrat İncile, İncil Kur’âna irca' olunarak fehm-ü tasdık edilmek lâzım geleceği gibi bütün âyatı Kur’ân’da da bu muhkemat, esastır. Hem bunların her biri ayrı ayrı olarak «ümmühatı kütüb» değil, nizamı tevhid ile mecmuu birden ümmülkitabdır. Her âyeti muhkeme, diğer âyâtı muhkeme ile mukayese edilmek şartile ma'naları hükümleri yakinen ta'yin olunur. Her biri nefsinde muhkem olmakla beraber yekdiğerine nazaran ıtlak-u takyid, umum-u husus takrir-ü tefsir, istisna veya tahsıs veya nesıh gibi nisebi muayyene ile bir alâkai muhkemeleri de vardır. Bunun için sureti umumiyede muhkematın kuvvetlerinde, haysiyyeti ıhkâmlarında derecatı mahsusa da vardır ki, bunlar, zahir, nass, müfesser, manayı hassıyle muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu nizamı vahdetle mukayeseleri de ilmi Kur’ân’ın usuli muhkemesindendir. Bunu nazarı dikkate almıyan, muhkematın mecmuunu bir ümmolarak mülâhaza etmeyen veya edemeyenler, ta'biri aharle istikrai tam yapmadan fehm-ü istidlâl ve kıyasa kalkışanlar ilmi muhkeme eremezler, hata ederler, işte âyâtın bir kısmı böyle ümmülkitab muhkemat, bunların mukbilinde (........) diğer bir kısmı da müteşabihattır.-

Ya'ni her biri murad olunabilecek gibi görünmekte biribirlerine benzer Müteaddid manalara muhtemildir ki, hepsi mi veya birisi mi murad olduğu zahir bir surette seçilmez, esasında mütekellime ve nefselemre nazaran hiç bir reyb-ü şüphe olmadığı halde muhataba nazaran bizzat fehimleri hafi veya müşkil veya mücmel veya mümteni' bulunur. İştibah ve ihtimalleri, muhkemat ile mukayeseleri sayesinde izale olunabilir, zâhir mukabilinde hafi, nass mukabilinde müşkil, müfesser mukabilinde mücmel, muhkemi hass mukabilinde manayı ehassıyle müteşabih vardır. Binaenaleyh kitab, külliyyetiyle mülâhaza olunduğu zaman bu uslûbı hikmetle müteşabihatın muhkemata rücuu haysiyetiyle hepsi muhkemtir, (........) dır. Bil'akis bu hikmete muhalif olarak müteşabihat ümmülkitab farz edilir de muhkematın müteşabihat ile te'viline gidilirse o zaman da hepsi müteşabih olur. (.......) hükmü tezahür eder.

Muhkem, lûgatte fesaddan memnu', mevsuk, kavi demektir ki, hikmet bununla alâkadardır. İki şey'in biribirine mütekabilen alettesavi benzemelerine teşabüh ve bunların her birine müteşabih denilir ki, yekdiğerinden seçilemez, zihir temyizlerinden âciz kalır. Teşbih ve müşabehette bir taraf feri' ve nakıs, diğer taraf asıl ve tamm olur. Teşabühte ise tarafeyn, ayni kuvvette mütesavi olurlar, teşabühleri, tefavütlerini setereder de iştibahü iltibas hasıl olur. (........) gibi. Demek ki, teşabüh seçilememeğe sebebdir. Temyiz olunamamak bunun bir manayı lâzımîsıdır. Bu münasebetle insanın doğrudan doğru temyizine yol bulamadığı bir şey'e dahi müteşabih ıtlak edilir ki, hafi, müşkil demek gibidir. Bu ıtlak, var ile yok beyninde müsavi olması noktai nazarından da olabilir. Bu suretle Kur’ân’ın ve âyâtı Kur’ân’ın ıhkâm ve teşabühü, elfazı, tenasuku, hüsnü, maanisi, ahkâmı gibi muhtelif vücuh ile mülâhaza olunabilir. Âyetlerinin fasılaları, müvazenetleri ve sairesi gibi sanayii Bediiyesi i'tibariyle teşabüh ve tenasuk muhkemliğe mukabil değildir. Belki ayni ıhkâmdır. Bu cihetle (........) mütekabil değil yekdiğerinin izahıdır. Fakat nazmın delâleti itibariyle mülâhaza edildiği zaman muhkem ile müteşabih zıd ve mütekabildirler. Şüphe yok ki, manâsını kat'iyyetle bildiren muhkem, bildirmiyen gayri muhkemdir. Bu âyette ise muhkem ile müteşabih mukabil olarak zikredildikleri gibi mabadinde te'vil karinesi de manâya aiddir ki, İlmi usulde de şer'an muhkem ve müteşabih bu haysiyetle mülâhaza edilmiştir. Bir lâfzın mücerred sıgasına nazaran manâyi muradı malûm olursa ona zahir denilir ki, envaı muhkemin ednâ derecesidir.

Bunun te'vile veya tahsısa veya nesha ıhtimali bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan karine olmadığı müddetce zahirinde kat'î olur. Eğer bu manâ kelâmda masıkıleh olmuş, mütekellim, sözü bunun için sevk etmiş ise nassolur, Bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsıs veya nesıh ihtimali bulunabilir, nihayet nesıh ihtimali de yoksa -ki, ıhbarat, te'yid edilmiş inşaiyat bu kabildendir- Bu da manâyi hassıyle muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü icabı ilm-ü ameldir. İndettearuz akvâ tercih olunur.

Bunlara mukabil: bir lâfzın manâyi muradı sıgasından değil, başka bir emri arız sebebiyle gizlenmiş bulunursa hafi, böyle değil de manânın nefsinde ince, her nefsin nüfuz edemiyeceği, edenlerin de teemmülsüz kavrıyamıyacağı derecede gamız olması veya bir istiraei bediiye bulunması gibi bir sebebden naşi gizli, muhtaci teemmül bulunursa müşkil, sıga müteaddid manâlara alesseviyye muhtemil olur ve hiç birinin tercihine karine bulunmaz ve fakat bir beyanı tefsirin lûhuku me'mul bulunursa mücmel, manâyi muradı anlamak ümidi munkatı olursa halıs müteşabih olur. Müteşabihatı Kur’ân’dan bir çoğu böyle kesreti maaniden dolayi bir şa'şeayi beyan içinde bulunduğundan nazarları kamaşdırır. Bir çoğu da bir manâyi muhkem etrafında onunla kabili ictima' ve meratibi muhtelife üzere müterettib müteaddid işaratı ve delâlâtı ihtiva ettiğinden dolayi icmal veya işkâl ve hafa ile calibi dikkat olur. Bu suretle muhkem zımnında müteşâbih, müteşabih maiyyetinde muhkem de bulunur. Bir nazımda tabakatı maani indirac eder ki, zemanı geldikce bunlar sevkı hacet ve cereyanı vukuat ile hissedilir. Sonra edeb-ü ahlâk veya diğer hıkmetlerden dolayi tasrihi hayrolmıyan kinaye ve ta'rız daha beliğ ve müessir bulunan mezamîn vardır. Nihayet bütün beyanat nizamı tevhid üzere vahdetten kesrete veya kesretten vahdete giderken gerek nisbetlerde ve gerek hududı tasavvuratta lisanı beşerin henüz lûgatini vazetmediği, hatta hiç sezmediği, düşünmediği, misalini görmediği nice maani ve hakaik vardır ki, bunlar bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ile ifade olunmakla beraber müteşabih bir misal ve imâ ile sezdirildikleri zaman daha müfid olur. Bu gibilerin bazısını bu gün anlayamıyanlar yarın anlıyabilirler. Bazısını da Allahdan başka kimse bilemez ki, tam manâsiyle müteşabih işte budur. İzahatı Uhreviyye kısmen böyledir. Bunların bazılarında istikbali Dünyevî ile müteşabih ve kabili ictima' noktalar da vardır. Hasılı aksamı müteşabihten hafinin hükmü taleb-ü taharri, asıl müteşabihin hükmü de tevakkuf ve Allah’a tefvız ile ilticadır.

Bu muhkemat ile müteşabihat tekabüli tammiyle bir taksim mahiyetinde zikredilmiş bulunduklarından inhisarı müfiddirler. Binaenaleyh her biri manayı ehaslarına haml edildikleri takdirde bu sekiz kısımdan altısı haric kalmış olacağından muhkemat, ilk dörde, müteşabihat, son dörde şamil olmak üzere manayı eamlarına mahmul bulunduklarında şüphe yoktur. Bu âyet bu veçhile fehmi kelâm ve usuli tefsir ve istinbata müteallık en büyük bir esası ta'lim eylemiştir ki, her hangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için de akılda nakılde bundan başka bir tarık yokutur. İlmi usulde bunlar bütün tatbikatiyle şerh-ü tafsil edilmişlerdir. Hele cidden kanun ve mesaili Hukukiyeyi anlamak için bu usul en zarurî şeraitı ilmiyyedendir.

Müteşabihat için bir de şu taksim vardır: Lâfız cihetinden müteşabih, manâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lâfız cihetinden müteşabih ya elfazı müfredede veya kelâmı mürekkebdedir. Elfazı müfrededeki meselâ «eb, yeziffun» gibi garabetten veya

«yed ve ayn» gibi iştirakten neş'et eder. Kelâmı mürekkebdeki ya ıhtisardan veya bastten veya hususıyeti nazımdan olmak üzere üç kısımdır: Manâ cihetiyle müteşabih evsafı İlâhiye ve evsafı Ahıret gibi hissî veya gayrı hissî bir sureti misaliyesine malik olamadığımızdan dolayı tasavvuruna yetişemiyeceğimiz maanidir, Her iki cihetten müteşabih başlıca beştir: umum ve husus gibi kemmiyyet cihetinden, vücub ve nedib gibi, keyfiyyet cihetinden nasıh ve mensuh gibi zaman cihetinden, mekân veya âyetin nâzil olduğu âdet cihetinden -ki, (........) gibi,- fi'lin sıhhat-ü fesadındaki şurut cihetinden.

İşte âyâtı kitab böyle muhkemat ve müteşabihata münkasımdir, asıl ittiba' edilecek ümmülkitab da müteşabihat değil muhkemattır amma (........) kalblerinde eğrilik, yamıklık olanlar doğruluğu hoşlanmayıb eğrilikten, sapıklıktan zevk alanlar (........) muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerini esas ittihaz eder, onların arkasına düşerler, dumanlı havalar ararlar. Çünkü (........) fitne çıkarmak, hakkı teşviş edib nası teşkikât telbisat ile tarikı müstakımden ayırmak, belâya sokmak isterler (........) ve onu gönüllerine göre eğri büğru te'vil etmek arzusunu beslerler. Halbuki (........) onun te'vilini ya'ni mealinin, sonunun nereye varacağını Allahdan maada kimse bilmez, manâyı eammiyle müteşabihat içinde manâyı ehassıyle müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun mealini muradı üzere ancak Allah bilir. Bunun için cemii müteşabihatın te'vilini Allahtan başka kimse bilmez. Allahü teâlâya Yerde ve Gökte, bütün ezminei vücudda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde maadasına böyle olmadığı gibi bütün hakikate müntabık olan kitabı ilâhîde dahi hal böyledir. (........) Meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolunmaz, meçhulât, ma'lûmat ile ve o ma'lûmatın derecei kuvveti ile mütenasib olarak hallolunur. Ta'lim-ü irşad, ma'lûmat üzerine meçhulâtı sezdirmek ve o meçhulâtı ma'lûmata irca' ettirmektir. Talibde ma'lûmat arttıkça muallim kuvvetine göre meçhulâtı peyderpey sezdirir, ba'dehu hallettirrir. Bu suretle meçhulü sezmek de onu bilmenin bir şartı mütekaddimi olur. Cenâb-ı Allah kullarına ilmi hakkı böyle ihsan eder. İbtida kendini ve gayrı temyiz ettiren bir ilmi muhkem bahş eder. Ba'dehu müteşabih bir halde meçhulâtı sezdirir. Bunları kademe kademe muhkemata irca' ettirerek ma'lûmatı yakiniyeye tahvil eder. Nizamı hikmette ilim dahi cereyanı vücud gibi silsilei tevali içinde yürür. Ma'lûmatı ilâhiye ise nâmütenahidir. Hâdis olan ilmi beşer hiç bir zaman buna müsavi olamaz, ihata edib bitiremez. Böyle olduğunu bilmek ve ilâ gayrinnihaye tarikı ma'rifette yürümek de en büyük bir ilm-ü ma'rifettir. Bunun için insan her hangi bir mertebei ilme gelmiş bulunursa bulunsun önünde meçhulât bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu gayrı ma'lûm meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir. Daha doğrusu mazıye ve istikbale, ezele ve ebede müteallık olan her ilmi beşerî, vaz'ı teşabühten çıkamaz. Hiç birinde lemhai halin müntabık olduğu şuuri şuhudî ve aynı yakîn kuvveti yoktur. Her tecribe lemhasının makabline ve maba'dine attığı hatve bir teşabüh ile alâkadardır. İlmin en kuvvetli müeyyidesi olan tecribe bile zarurî bir müeyyide değildir. Bu babda en sağlam ve en umumî vesika bakayı ılletten çıkan ıttıradı âdîdir ki, bu da iradei İlâhiyeye istinaddır. Binaenaleyh ilmi beşerin müteşabihattan kurtulması gayrı mümkindir. İşte insanlara iradatı hakkı göstererek hidayet için bir ta'limi ilâhî olmak üzere nâzil olmuş bulunan kütübi İlâhiye, temamen bu cereyanı hakka muntabık ve müvazi olarak muhkemat mukabilinde müteşabihat ile inzal buyurulmuştur. Tevrat ve İncilin de muhkemat idi. Fakat pek çok olan müteşabihatı Tevratın bir kısmı İncilde muhkemata irca edildikten başka daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi Kur’ân’da da bütün kütübi salifenin müteşabihatı muhkemata irca' olunduktan başka daha derin bir takım mütesabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğru arkasına düşülmekten tahzir edilerek muhkemata ircaı esası da sarahaten talim buyurulmuş ve bu miyanda insanlar için her hangi bir mertebei ilimde kabili hallolmıyan ve meali ilmi ilahîye tefvız edilmesi lâzım gelen hakaikın hiç bir zaman tükenmiyeceğini ve muhkemattan sonra bile hakaiki müteşabihenin mücerred mevcud olduğunu bilmek de ilmi beşer için pek büyük bir kemal ve gayei beşer için pek mühim bir hayrolduğu da anlatılmıştır. İlmi beşerin mahiyyeti manâsına tabiatinde mutlak bir zarureti Riyazıyye ve mantıkiyye gibi ilmi tabiî ve ilmi vücud aramak tenakuzdur. Bunun için kütübi İlâhiyede müteşabihat bulunmamalı idi gibi bir tevehhüme de saplanmamalıdır. Zira böyle bir tasavvur cereyanı vücudun inkıtaını veya sureti vahide altında yeknesak ve camid bir tevalisini ve malûmatı ilâhiyenin tenahisini farzetmek veya bütün namütenahiliğiyle ve bütün hayatiyetiyle malûmatı İlâhiyenin muhkem bir surette beşere talimi ve Allahü teâlâya bir şerik ve nazîr ıhdası mümkin olduğunu tevehhüm eylemek ve yahut Allahü teâlânın ilmi beşeri sabit bir noktai tenahide tevkif edib malûmattan mechulâta, noksandan kemale doğru ebedî geleceğini iddia etmek, hasılı feyzı İlâhîde buhl istemektir, her tavrı terakkinin ilerisinde kat'olunacak mesafe, keşfedilecek hakaik ve hiç bir zaman nüfuz edilib bitirilemiyecek mebadi ve makasıd mevcud olduğu halde Allahü teâlânın bunları istidadatı muhtelifeye göre sezdirmeyib ezher cihet gizlemesi ve bu mechulâtı mümkin olduğu kadar hall-ü keşfe medar ve mı'yar olmak üzere bahşettiği usul ve delâili muhkemeyi mütenahi ve camid bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın, Dünyadan Ahıret için istifade ettirmemesi nasıl olur da muktezayi hikmeti İlâhiyye farzedilebilir. İlmullaha karşı her şeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün bütün irtifaını arzu eden ve tecribeyi teşabühten ari bir ayniyyeti mutlaka farz eyliyen bir isbatîlik davası cehaletten başka bir şey değildir. Buna mukabil muhkematı esas ittihaz eden kavi ve nuvranî bir tarikı isbat üzerinde yürümeyib doğrudan doğru müteşabihata sarılmak ve müteşabihatın muhkem bir hakikatı tazammun eylediğini inkâr edib şüpheyi esas tutmak ve mechulâtı mutlakayi yalnız bunlarla halletmeğe kalkışıb meal ve akıbeti nereye varacağını Allahdan başka kimsenin bilmediği şüpheli, iltibaslı, sağa mı sola mı? İleri mi geri mi? Hayra mı şerre mi? Nura mı zulmete mi? vücude mi ademe mi? Cennete mi Cehenneme mi? götüreceği malûm bulunmıyan sisli ve dumanlı bir hevada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek, hidayeti İlâhiyeyi dinlememek, tehlükelere zulmetlere koşmaktır ki, bunu kalblerinde eğrilik, sui niyyet veya çarpıklık bulunanlar yaparlar. Esbabı nüzulde zikredildiği üzere Nesârânın İncildeki (........) vasfı mecazîsine valid, Kur’ân’daki (........) nazmı müteşabihine Allahdan tevellüd eden bir ruh manâsı vererek ve Hak teâlânın tevlid ve tevellüdden münezzeh hayy-ü kayyum, azîz-ü hakîm, halık ve bari-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata bakmıyarak Allah’a veled isnad etmeleri, kezalik Yehudun (........) gibi mukattaâtı süveri ebced hisabiyle te'vil ederek bunlardan ümmeti Muhammedin ömrünü, kıyametini istihrac etmeğe kalkışmaları bu kabildendir. Bunlar ya hevalarından başka bir şeyde hakk-u hakikat tanımazlar veya din deyince hakk-u hakikat ile alâkası olmıyan bir oyuncak telâkki ederler. Din mes'elesinin alel'ıtlak hakka ittiba' demek olduğunu bilmek istemezler, bu babda muhkem olan tarikı isbata yanaşmazlar ve onlarla amel etmeyi hoşlanmazlar da mütemadiyen ruhları şübühat ve evhama sürüklemek için yalnız muhayyelât, rumuzat, muammeyat, müteşabihat içinde hevaiyyat ararlar, müteşabihatı şüpheye vesile etmek için muhkemata tercih ederler. Kezalik bir takım melâhide de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz bir sirri batını olduğu iddiasiyle bütün muhkematı müteşabihata ircaa çalışırlar. Her şey'i teşkik etmek, hep garaibat ve acaibattan bahseylemek, en ma'ruf hakikatleri efsane gibi göstermek isterler ki, bunlar tarikı ma'ruf ile yürümeği hoşlanmazlar diğer bazıları da malûmatları her şeyin halline kâfi imiş, âlemi vücudda mazıde ve halde veya istikbali namütenahide bilinmedik hiç bir şey yokmuş, sirri vücud temamen münkeşif olmuş gibi müteşabihatın hakikatini kökünden inkâr eder, anlamadığı anlayamıyacağı bir hakikat işidirse hurafe, efsane, esatîr derler geçerler ki, bunların hepsi kalbin çarpıklığından ve hadnaşinasliktan neş'et eder. Bunlara mukabil (........) ilimde rusuhu bulunan, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, tarikı ilimde kavi, bildiğini bilmediğini seçebilir, ma'lûmatiyle mechulâtını mümkin mertebe halle kadir erbabı ilim de (........) Biz bu kitaba inandık, muhkemi, müteşabihi, her biri rabbımız Hak teâlâ tarafındandır. Hepsi haktır. Filvakı (........) böyle temiz akıl, hüsni nazar sahiblerinden maadası da hakkiyle düşünmez kendi zihnindekileri bile iyice seçib

tezekkür edemez, muhkematı esas ittihaz ederek hafi, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkin olan müteşabihatı bile sahihan te'vil edemez. Bu babda te'vil ve içtihad başkalarının değil, meratibi muhkemat ile meratibi müteşabihatı seçer, te'vili caiz olub olmıyanları temyiz eder, fitneden kendini ve herkesi iğfal etmekten sakınır, haddini bilir, ilmi ilâhîye tefvız edilmesi lâzım gelenleri ona tefvız eyler, imanı kâmil, tarikı ilimde kavi, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilir ve sever, hasılı hikmete mazhar ulemaı rasihînin hakk-u salâhiyetidir. Bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin hakikatine iman ederler ve önüne sonunu sayarak iyi düşünürler, Zeyg-u inhiraftan sakınırlar da bu tezekkürle şöyle dua ederler:

8

Ya rabbena bizleri hidayetine irdirdikten sonra kalblerimizi yanıltma da ledünnünden bize bir rahmet ihsan eyle, şüphesiz sensin bütün dilekleri veren vehham sen

9

Ya rabbena! muhakkak ki, sen insanları geleceğinde hiç şüphe olmıyan bir güne toplıyacaksın, şüphesiz ki, Allah mi'adını şaşırmaz

(........) Allah va'dinde hulfetmez, mi'adını şaşırmaz.»

İşbu (........) nazmı celilinde (........) istinafiyye veya atfolmak üzere iki rabıt vardır ki, birincisinde balâda beyan olunan ma'na veçhile (........) üzerinde kelâm, tamam olur, vakfı lâzımdır, (.......) vardır, müteşabihin te'vilini Allahdan başkası bilmez. Ulemaı rasihîn bile şöyle derler» demektir. Bu rabt-u tefsir, İbn-i Abbastan, Hazret-i Aişeden, Hasandan, Malik İbn-i Enesden, Kisaî ve ferradan ve ekseri seleften mervidir. Diğerinde ise (........) atıftır. Kelâm (........) de tamam olur ki, «halbuki müteşabihin hakkiyle te'vilini Allahdan ve ilimde rusuh sahibi olan ulemadan başkası bilmez» demektir. Bu da yine İbn-i Abbastan, Mücahidden Rebi'İbn-i Enesten ve daha ba'zılarından mervidir. Mütekellimîn ve müteahhırînden bir çoğunun muhtarı da budur. Mes'ele, müteşabihin sahihan te'vilini Allahdan başkası bilebilir mi bilemez mi? noktasına raci'dir.

TE'VİL, aslı lûgatte her hangi bir şey'i varacağı gayeye vardırmak demektir bilhassa bir lâfzın mealini ya'ni varacağı ma'nayı ıhtiyar edib tefsir eylemiye ıtlak edilir. Te'vil, ya sahih veya fasid olur. Bir lâfzı hiç muhtemil olmadığı bir ma'naya hamletmek veya muhtemil olduğu maani içinden racihi varken mercuhuna hamletmek fasid ve batıldır. Te'vil her halde muhık bir sebebe müstenid olmalıdır. O sebeb ve delil bulunduğu zaman ba'zı kerre hafi zahire, mecaz hakikate müreccah olur. Aksi halde te'vil ındî ve fasiddir. Binaenaleyh muhkematı hiç nazarı dikkate almadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek dalâlet olduğu âyette musarrah bulunduğunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas ittihaz etmek ve cidden hüsni niyyet ve şeraıti ilmiyye ile hareket eylemek üzere müteşabihata murad budur diye hükmederek bir te'vili sahih bulmak ulema için mümkin midir? değil midir? Bu cihet ba'isi ıhtilâf olmuş gibi görünüyor. Kur’ân’da kıyametin vakti, zebanîlerin adedinde vesairede ba'zı adedlerin havassı, ve daha diğer ba'zı hususatın Allahdan başka kimseye ma'lûm olmadığında ittifak bulunduğu gibi buna mukabil bir çok âyetlerin de bil'ittifak te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ıhtılâfın ıhtılâf olmaktan ziyade büyük bir faidei tefsiriyyesi bulunduğunu anlamak lâzım gelir. Âyetteki iki rabıttan her biri bir haysiyyetle ma'nidar olarak manayı muradı tavzıh eylemişlerdir. Şöyleki yalnız manayı hassı veya manâyı eammın ahassa da şumulü itibarile, cemii aksamı noktai nazarından müteşabihin manasını Allahdan başka kimsenin bilmediğini, fakat manâyı eammı cemii aksamile değil alel'ıtlak mülahaza edilecek olursa bunlardan bir kısmını ulemai Rasihînin dahi bilebileceğini anlatmıştır. Yalnız vakıf rivayeti olsa idi zahiren ulemai Rasihîne hiç bir hıssai te'vil kalmaz (........) ile mülâyim olmazdı. Yalnız atıf rivayeti olsa idi bu surette de ulemai rasihînin bütün aksamı müteşabihatı Allah gibi bilebilecekleri anlaşılırdı, işte (........) ın müteşabih olarak iyradı atfın tevzi' tarikıle, istinafın da te'vili kül veya hassa nazaran olduğunu ifham etmiştir. Binaenaleyh müteşabih manâyı eamme hamlolunmak üzere vakıf takdirinde hasılı manânın (........) demek olub ba'zılarını Allahdan maadasının muhkemata ittiba' suretile imkâni ilmilerine mani' olmıyacağını atıf rivayeti izah eder. Şu halde te'vil noktai nazarından müteşabihat üçe irca' olunur:

1- Vukuf mümkin olmıyan ki, kıyametin ve hurucı dabbenin vakti ve saire gibi.

2- İnsanların bilmesi mümkin olan ki, elfazı garibe ve ahkâmı muğlaka gibi.

3- İkisi arası ki, ma'rifeti ba'zı ulemai rasihîne mahsus olur.

Bunun için biz balâda muhtarı selef üzere hem lüzumı vakfı ıhtiyar ettik, hem de atıf suretindeki manâya işaretini gösterdik. Yalnız atfı ıhtıyar, Kur’ân’da ulemai rasihînin kat'iyyetle anlayamıyacağı ve ilmi İlâhîye tefvız etmeğe mecbur olacağı hiç bir şey yoktur gibi bir ihtamali tazammun edebilir. Bir kelâmdan hiç bir şey fehm olunamamak, kelâmda faidei hıtab esasiyle kabili te'lif olmadığı mülâhazasına mebni böyle bir ihtimali zannedenler olmuşsa da doğru değildir, şüphesiz ki, Kur’ân’da hiç bir lâfzı muhmel yoktur, mukattaatı süverde bile muhtelif vücuhi fehim vardır. Mes'ele mefhumatın tahdid ve ihkâmile manâyı muradın ta'yinindedir. Faidei hıtab ie bu ta'yine mütevakkıf değildir. Balâda kabul eylediğimiz veçhile nâmütenahi taharriyata müsaid mevzu'lar sezdirmek, ilmi beşerin kıymetini ta'yin ettirmek, meratibi nasa göre muhtelif zevkler, faideler bahşetmek nihayet ulemai rasihîni tefekküri nâmütenahi ile mübtelâ kılmak göbi daha bir çok faidei hıtab vardır. Kur’ân’ın öyle işaratı vardır ki, bunlar ilmi Kur’ân ile tevaggulden sonra sezilmeğe, sonra da cereyanı hâdisat ile te'vili anlaşılmağa başlar. Elfazı manâya irca' etmek te'vilile, manâyı vakıa tatbık etmek manâsına te'vil beyninde de fark vardır. Binaenaleyh tefsiri Kur’ân’da, (........) diyecek noktalar bulunduğu hiç bir zaman unutulmamak ve her halde muhkematına iyi sarılmak lâzım gelir. Bu âyetler bize âyâtı Kur’ân’ın sureti umumiyyede mealini ta'yin etmek ulemai rasihînin de temamen salâhiyeti dahilinde olmadığını ve nazmı Kur’ân’ın ve alel'husus müteşabihatının taabbüdî bir surette aynen hıfz-u zabtına dikkat edilmek lâzım geldiğini gösterdiği cihetle ta'yini meal demek olan terceme mes'elesinin nasıl bir emri hatîr olduğunu iyi düşünmek ıktıza eder. Hemen Cenabı Hak kalblerimizi ibtiğai fitne ve ibtiğai te'vil ile zeyğ-u inhiraftan muhafaza buyursun (........) Evet, Allah lâyuhlifütmiaddır. (........) olan o haşir günü behemehal gelecek, kalbleri zeyg-u küfürden, fitne ve fesaddan salim olan, âyâtı hakka (........) diyen ehli iman Allah’ın va'dettiği rahmetine, nusratına irecek, küfürde ısrar edenler de vaîdini, ıkabını bütün şiddetitile göreceklerdir. Bunun için

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç