Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

46

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

275

Riba yiyen kimseler şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar, bu işte onların "beyi' tıpkı riba gibidir" demeleri yüzünden, halbuki Allah bey'i halâl kıldı ribayı haram, bundan böyle her kim Rabbı tarafından kendine bir öğüt gelir de ribadan vaz geçerse artık geçmişi ona ve hakkında hüküm Allah’a aiddir, her kim de döner yeniden alırsa işte onlar eshabı nardırlar, hep orada kalacaklardır

(........) riba yiyenler, ya'ni faız muamelesi yapan ve bu suretle servet istihsal ediyoruz diye muhtacların kazanclarını ellerinden çeken ve gayei istihsali nef'i amdan hırsı hassa tahvil ederek hakikatte istihsalden ziyade istihlâke hizmet eden velhasıl infakatı hayriye gayesinin temamen zıddına gidenler (........) sar'adan cinnetten kalkamazlar, ancak yevmi kıyamette Şeytan çarpmış sar'alı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. -Esasen dokunmak demek olan «mess» lisanı Arabda delirmek manasına da gelir ve mecnuna, sar'alıya memsüs denilir, bunlar künhüne irilmez esbabı hafiyeden neş'et eden fena marazlar olduğu için Cinne, Şeytana nisbet edilerek Cin tutmuş, Şeytan çarpmış denile geldiği de umumen malûmdur. Bunların Cin ve Şeytana nisbeti hakikat mı mecaz mı? Mes'elesi mevzuı münakaşa olmuş ise de asıl mana aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve esbabı sirriyeye taallukunu göstermiştir. Bunlar riba ile sa'y-ü amel erbabının semerei mesaisini alıp geçindiklerinden rahavet içinde yatar, seri' bir intibah ile kalkamaz, ekserisi yataklarında Şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını gözünü eğerek sendeliye sendeliye kalkar, hayatları fikri riba ile delicesine geçer, düşdükleri zaman bellerini doğrultamazlar. Fakat asıl mes'ele bu değil, bunlar karınlarını riba ile doldurduklarından dolayı bir hadîsi Nebevide de beyan olunduğu üzere kabirlerinden kalkarken umumiyetle sar'alı veya mecnun halinde kalkacaklar ve bu hal onların alâmeti farikaları olacaktır. Leylei Miracda Resulullah ribacıları âyetin tasviri vechile görmüş, bunlar kim diye sorduğu zaman Cebrail bu âyeti okumuştur.

(........) esasen şu sebebledir ki, bunlar (........) bey'i başka değil ancak ribanın mislidir. Ona mumasil ve ona mülhaktır diye itikad ettiler. Beyile rıbanın hakikatteki farklarına rağmen kıyas maal'farık suretiyle ikisini cinsi vahidden birer muamele itibar ettikten başka bununla da kanaat etmeyib rıbayı asıl, bey'ı ona benzer ve onun cereyanını takıb etmesi lâzım gelir bir ferı' gibi farzetmişler ve bu itikad ile hareket eylemişlerdir. İşte fenalığın başı rıbayı bey'a teşbih ve kıyas ile ikisini mütemasil nev'ı vahid itibar ettikten sonra bu teşbihi akis veya kalb ile rıbayı asıl ve bey'ı ferı' itibar edib «sade rıba bey'ı gibi değil bil'akis bey'i riba gibidir = (........) demeleri ve böyle bir tasarrufi fikrî ile ribayı bey'a bir esas imiş gibi istihlâl eylemeleri olmuştur ki, bunlar bir taraftan bey ile ribanın farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı me'kûs bir surette tesbit ederler. -

Müfessirîn bu teşbihin teşbihi maklûb veya teşbihi ma'kûs olması hakkında teşbihi maklûb veya teşbihi ma'kûs olması hakkında idarei kelâm etmişler fakat âyetin zahiri vechile teşbihi me'kûs suretiyle bir kıyası me'kûfs olmasını ıhtiyar eylemişlerdir ki, birine göre mübaleğaten ribanın asıl gibi farz, diğerine göre de asıl iddia edilmiş olduğu anlaşılır. Nukud her nevi' emvalin serian vasıtai mübadelesi olmak, beyi ve mübadelenin tekerrür ve tevalisi de binnetice emvalin bir sebebi ribih ve neması bulunmak itibarile nukud durduğu yerde bilfiil bir nema yapmasa bile takdiren ve bilkuvve nami farzedilir. Bu şer'an da böyledir. Bu behane ile ribacılar birine bir para verdikleri zaman verdikleri paranın bilfi'il mevcud olmıyan nemayı tadirîsini zihnen mülâhaza ile tahayyül olunan menfaati mehumesini ıvaz göstererek yerine faız denilen bir ziyadei muhakkaka alırlar. Dava mübadele davasıdır. Fakat hakikatte bedelin birisi var diğeri bir emri mevhumdur. Alınan fazı görünür, bilinir, muayyen bir mal, onun bedeli farzedilen şey ise ne görülür, ne tutulur, ne bilinir, ne hisde mevcuddur, ne akılda, ancak şöyle olabilirdi diye karanlık namütenahi farazıyat içinde dolaşan bir kuvve, bir hayaldır. Hayal ise hakikate tekabül ettiği zaman hiçtir, hayalin hakikat ile mübadelesi de bir mübadelei hakikiyedir. Hakkın muktezası da hayale hayal, hakikata hakikat hükmünü vermektedir. Ribacı hak gözetmediğinden bu mübadelei hayaliyeyi bir mübadelei hakikiye olan bey'a benzeterek karşısındakine «riba' bey'ı gibidir, ben bu faizı meccanen almıyorum, bey'ı gibi bir mübadele ile alıyorum» diye gösterir ve bunu bey'ı menfaat olan icare gibi bir şey tahayyül ettirmek ister, Halbuki icarede menfaat mütehakkık, riba' da mevhumdur. Ribacının mubadele iddiası altunların şıngırtısını altuna satmaktan daha hayalî bir mubadeledir. Riba'cı altunlarına şöyle bir bakar «Ben bunları tedavüle çıkarsam da her hangi bir alış veriş etsem, neler neler kazanmazdım, işte şu on lirayı bütün bu menafiyle sana veriyorum, haydi bu menfaatları şu kadar müddette sen kazan da bu müddet nihayetinde bu on lirama on lira o menfaatler mukabilinde de şu kadar lira olmak üzere minhaysülmecmu' on küsûr lira getir» der, üzerine «bak sana ne kadar iyilik ettim» diye bir minnet te yapar. O zavallı fakir de belki kazanırım ümidile alır, kazanabilirse faızciye verir, kazanamazsa mahvolur gider. Maamafih ribacılar «riba bey' gibidir» sözünde kalmış olsalar, hakikate karşı büyük bir bühtan olan bu sözleri, bu haleti ruhiyeleri cem'iyeti beşeriye için binnisbe ehveni şerr olurdu. Zira o zaman bey'ın asl-ü ehas olduğunu kabul ve i'tiraf etmiş olacaklarından fâiz muamelâtını mümkin olduğu kadar mübadelei hakikiyeye takrib etmeğe çalışırlardı ve o zeman bütün muamelâtı ticariyede riba hâkim olmaz, fâizsiz sahih ve salim ticaretlerde yapılabilir, erbabı sa'y-ü amel o kadar zarara düşmez, servetler de tamamen inhisara uğrayıp kalmaz. Halbuki ribacılar kendi nefislerinde «riba bey'ı gibidir (........) demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler: «Muamelâttan asıl maksad nef'i âmm değil rahatla ziyade kazanmaktır. Ziyade kazanmanın en kısa en rahat yolu da fâizciliktir. Fâizde kâr muhakkak ve kavî, beyı'de mevhum ve zaiftir. Beyı' gibi müteaddid akidlerin, muhtelif mesa'i ve zahmetlerin tevalisinden sonra hasıl olacak kâr ile bir akidde hasıl olacak kâr arasındaki fark aşikârdır. Sonra hakikî olan eşya ve menafi'ın mübadelesinden çıkacak kârde bir kuvvei icadiye yoktur, insan hayalı hakikate kalbettiği zamandır ki, ciddî bir kâr yapmış olur, beyı' ve ona müteferri' olan bütün mubadeleler, hep ribh-ü kâr için vasıtalardır. Ve bey'ı yalınız ribh-ü ticaret içindir. Tüccarlık menafiı umumiyeye hizmet değil, menafiı umumiyyeyi çekmektir. Hasılı bey'ın asıl mahiyeti mubadele ile bedeline temellük değil ribh-ü ticarettir. Halıs ribh ise ribadır. Binaenaleyh ticaretin kökü ve başı beyi değil ribadır. Riba bey'a benzer değil, ancak bey'ı ribaya benzer (........) beyi, halâl ise riba evleviyetle halâl olmalıdır» derler. Ve hiç bir istihsal yapmadan paralarını artırmak isterler. Bunun için paranın menfaati dedikleri zaman ancak ribayı düşünürler. Paralarının fâizini hisab etmeden hiç bir işe girişmezler, fâiz kalkarsa ticaret durur derler, kendilerini tacirlerin en büyüğü sayarlar. Fâiz işine karışmadan ticaret yapanlara tüccar demezler, halbuki tüccarı yaşatan fâizciler değil, fâizcileri yaşatan onalra tabi' tüccardır, fâiz düşünmeyen bir kimse meselâ yüzde beş kâr ile işe girişmek isterse ribacılar yüzde on ile bile iş tutmağa razı olmazlar, fakat diğerlerini iflâs ettirib de fâiz piyasasını fırlatmak için türlü türlü entrikalar çevirerek bir müddet zararlara bile katlanırlar. Bir kerre muamelâtı ticariyenin asl-u esası fâizdir kararı verildi mi artık riba bütün mübayeata hâkim olur. Ribaya benzetilmeden, fâiz hisabı karışmadan hiç bir beyı' yapılamaz. Maksud bizzat olan emval ile vasıta olan nukud arasındaki tevazün, emvalin aleyhine, esmanın lehine buzulmağa başlar. Sa'y-ü amellerin semeratı fâiz kanallarından ribacıların ellerinde toplanır, tedricen servet inhisara uğrar, istihlâkâtı muzırre meydan alır, sermayedarlar lehine istihlâk kıymetleri artar. Bizzat müstahsıller hisabına istihsal kıymetleri düşer, mütevassıtlar ikisi arasında mütemadiyen bocalar, bakarsınız hem mal vardır hem de sermaye, bununla beraber ıztırabat ve ihtirasat çoğaldıkça çoğalmıştır. Toklar az, açlar çok, gülenler az, ağlayanlar çoktur. Dünyalar kadar malı olsa parası olmıyan fakîr sayılır. Derken sa'y-ü amel erbabı ile sermayedar arasında gayz-u kin başlar. Bir taraftan sermayesiz müstahsıller nukudun vasıtai mübadele olması aleyhinde efkâr-ü hissiyat beslemeğe, emvalin bilâ vasıta mübadelesini arzu etmiye başlar, diğer taraftan menabiı nukud dahi bütün vasıtalariyle bunları zabt veya ifna edebilmek için her cihetten esaret altına almağa çalışır. Git gide sermayeden, istihsalden mahrum olanlar da çoğalır. Bunlarda da bir yağmagerlik hissi uyanır, dışından bakıldığı zaman mes'ud ve muhteşem zannedilen bir hey'eti ictimaiye, içinden çürümüş kurtlanmıştır. Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali yok gibi görünen unsurlar, ruhlarındaki halecanı ıztırab ile patlamağa müheyyadır. Şeytanlar da bundan istifadeye kalkar. Bütün bu fenalıklara sebeb olan ribacıları dehşetli bir sar'ai cinnet sarar da bütün hakikatleri hayal ve bütün emelleri payımal olur. Bu sar'a onlara ta (........) dedikleri zaman dimağlarına gizlenen eseri cinnetin bir tezahürü olacaktır ki, kıyameti suğrada olmazsa kıyameti vustada, olmazsa kıyameti kübrada mutlak bu ıkabı göreceklerdir. Tashihi i'tikad ile tevbe etmedikçe bu neticeden kurtuluş yoktur. Belâgata Kur’âniyye ne şayanı hayrettir ki, Edatı hasr altında bir teşbihi ma'kûs ifade eden (........) cümle-i vecizesinde bu kadar maaniyi zübde etmiş ve ihtiyacatı âmmeyi defi' ve teavüni birr-ü takvaya hizmet için mevzu' ve meşru' olan bütün mübadelâtı umumiyye ve muamelâtı ticariyyeyi ribanın tahtı inhisarına vermek ve cereyanı hukukî ve ictimaîyi hüsni ıktisad ve infakatı hayriyye gayesinden çevirmek ve mesaii âmmeyi ihtirasatı hassaya hadim kılmak ve hakikatleri hayale irca eylemek istiyen ribacıların bir nevi cinnet ile alâkadar olan bütün ahvali ruhiyyelerini gösterivermiştir. Evet ribacılar (........) demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler (........) halbuki Allah bey'i halâl, ribayı haram kıldı, bunlar mütemasil değil, yekdiğerine temamen zıddırlar. Hükmi ilâhînin nassı böyle iken aralarındaki fark nasıl aksedilir. - Nassı ilâhî karşısında kıyasatı faside ile bey'i ribaya veya ribayı bey'a kıyas etmiye ve bunları biribirlerine karıştırıb haramı halâl, halâlı haram yapmıya kimsenin hakkı yoktur. Allah’ı zıddolan yalan ile, doğruyu, hayal ile hakikati nasıl tefrik etmiş ve bu farkı kaldırmak kudretini hiç bir kimseye nasıl vermemiş ise bir mübadelei hakikiyye ve sahiha olan beyi' ile bir mübadelei vehmiyye ve kâzibe olan ribanın zıddıyyetini ref'a ve hıll-ü hurmetini karıştırmıya kalkmak da böyledir. Zıddolan nur ile zulmeti biribirine mümasil farz etmek nasıl bir cinnet ise riba ile be'yi mütemasil addetmek de öyledir. Akl-ü idrakleri kemale gelmemiş ve henüz irşadı ilâhî kendilerine vasıl olmamış bulunanlar ne ise, fakat böyle açık ve beliğ ıhtaratı rabbaniyyenin vürudundan sonra da bu sevdadan ayrılmayıb böyle efkâr ve hissiyyatı batılada ısrar edenlerin ahvali uhreviyyeleri şeytan çarpmış mecnun ve masru' gibi olmazda ne olur? Binaenaleyh (........) kendisine rabbından böyle bir mev'ıza, bir nasıhat-ü ıhtar gelibde derhal ribacılıktan vazgeçen her kim olursa olsun (........) geçmiş olan riba artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz istirdadına kalkışılmaz, hüküm makabline şamil değildir (........)

ve onun hükmü sırf Allah’a kalmıştır. Halde emri ilâhîyi dinlediğinden dolayı derecei ıhlâs ve nedametine göre me'cur kılar, mazisini de dilerse mağfiret eder, dilerse etmez, onu ancak o bilir. Şu kadar ki, kabuli tevbe hakkındaki va'dine nazaran afvi mercüvdür. (........) her kim de dönerse, ya'ni eski hale döner yine ribayı tahlil etmiye başlarsa (........) işte bunlar eshabı nârdırlar. Cehenneme sevk olunur, Orada ebediyen kalırlar.» Bu nassı Kur’ân mahiyyeti riba ile mahiyyeti bey'u muavaza beyninde öyle kat'î bir farkı tezad tesbit eylemiştir ki, bu tekabül-ü taksim (........) daki elif lâmı ahdı haricîye hamlile (........) gibi bir nev'ine sarfetmeğe imkân bırakmamıştır. Binaenaleyh riba mefhumu ile beyi' mefhumu iyice tasavvur edildikten sonra bunları yekdiğerine karıştırmağa imkân yoktur. İndallah beyi', beyi' olduğu haysiyetten halâl, riba, riba olduğu baysiyyetle haramdır. Riba karışarak yapılmış olan beyi'lere gelince: bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan hükmi ma'lûme tabi' olacağı ma'lûmdur. Mi'desi temiz olanlar, bir katra necaset karışmış suyu nasıl içmezlerse bu da öyledir. Netekim bir Hadîs-i şerif mucebince «halâl ile haram ictima' edince haram takdim olunur.» Kaidesi de bunu natıktır. Riba haram ve batıl olunca riba ve o gibi mefasid karışan beyi' de fasid olur ki, tafsıli fıkha aiddir. Balâda görüldüğü üzere şeri' noktai nazarından âtideki mefhumı riba mücmeldir. Bunu mümkin olduğu kadar beyanatı Nebeviyyeden anlamak ve istinbat eylemek lâzım gelir. Ancak örfi lûgata nazaran ma'lûm olan bir misali riba vardır ki, o da nukudda cereyan eden faizdir ve bunun mentukı- âyette duhulü her türlü şüpheden azâdedir. Âyetin bundan maadası hakkında mücmel olan delâleti şer'iyesi başlıca yukarıda zikredilen meşhur eşyayı sitte hadîsiyle (........) Hadîs-i şerifi ile tefsir edilmek ıktıza ederse de va'de ile nakıd ıkraz ederek alınan meşhur faizin hurmeti âyetin bizzat mucebi kat'îsinden müstefaddır. Şu halde gerek geçen vaîd, gerek gelecek olan i'lânı harb vesaire inzarı teemmül edildiği zaman hiç bir mü'min şüphe etmemek lâzım gelir ki, hey'eti ictimaiyyenin salâhını taharrı edecek yerde ondan sarfı nazar edib de beyanatı Kur’âniyyenin zıddına olarak riba için turukı cevaz taharrisine kalkışmakta faide değil azîm zarar-ü hatar mevcuddur. Ancak alel'ıtlak ferd noktai nazarından düşünüldüğü zaman her ferdin cereyanı ictimaîyi tevkıf veya tahvile ıktidarı iddia edilemeyeceğinden bazı ahvalde ve ba'zı eşhas için bunun (........) medlûlünce sevkı ıztırar ile ekli meyte kabilinden bir hükme tabi olabileceğini mevzuubahs olmuş ve bunun için bir vakıtlar, eytam-ü aramil ve onlar hükmünde olan aceze ve muztarrîn için hiylei ser'iye namı verilen devr usulüne mesağ bulunduğu zannedilmiş idi ki, bu da sui isti'malinden kat'i nazarla manadan ziyade bir şekil işidir. Ve böyle bir vaz'ı ıztırarîye düşmek şüphe yok ki, kimse için şayanı temenni değildir. Binaenaleyh riba derdi bir marazı ferdî olmaktan ziyade bir marazı ictimaîdir. Ve bunun için teavüni ictimaîsi pek kasır olan gayrı mütekemmil cemiyyetlerde sari bir surette istilâ eder. Tekemmüle doğru yürüyen cemiyyetlerde de aksi vaki' olurki bidayeti islâmda bu tekemmül feyzı Muhmmedî ile yirmi sene zarfında hasıl oluvermiş ve iki üç sene zarfında ref'i riba tatbik edilivermiştir.

Müfessirîn ribanın tahrimi için berveçhi âti esbabı müteaddide zikretmişlerdir:

1- Balâdan münfehim olduğu üzere riba insanın malını ivazsız ahz etmektir. Yüz lirayı yüz bir liraya peşin veya veresi satmak her halde aşikârdır ki, bir lirayı karşılıksız almaktır, inasın malı da hacetiyle alâkadır olduğundan büyük hurmeti haızdir. Netekim Resulullah (........) = insanın malının hurmeti kanının hurmeti gibidir» buyurmuştur. Binaenaleyh insanın malını ivazsız ahzetmek haram olmak lâzımgelir. Acaba o yüz lira re'sülmalın bir müddet zimmette ibkası bir liranın ivazı değil midir? Bir de bu gün peşin olarak on kuruşa satılacak bir şey'i bir ay sonra veresiye olarak on bir kuruşa satmak da caiz olmuyor mu? Hayır, bir lira sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette durması ise mevhum ve i'tibarî bir duruştur ki, bu duruş bir menfaat olabileceği gibi aynı zamanda bir zarar da olabilir. Hattâ bundan dolayıdır ki, riba yalnız insanın malını ivaz almakla kalmayıb ıvazlı namını vermek gibi bir ahlâkdır. Buna karşı gösterilen terâzının bir tarafı hakikatte rıza değil bir kerhtir. Bunun için bir lirasını doğrudan doğruya hibe veya sadak olarak veren kimsenin ahvali kalbiyyelerinde ne büyük tefavüt vardır. Birisi en yüksek zevkıne ermiş bir kalb olarak münşerıh olurken diğeri malını çarpmıştır bir biçare vaz'ıyyetinde ıztırab içindedir. Bey'ideki viresi, peşin farkına gelince, eğer alınan verilen bedeleyn bir cinsten değil iseler bunlar her hangi bir akidde yekdiğerine tekabül ettirildikleri ve yalnız biribirlerile ölçüldükleri zaman aralarında tedaful farkına imkân yoktur, O tedaful bu mubadelede değil akidden harici olan üçüncü bir mıkyasa nazaran sabit olabilir. Bunun için yalnız bir akdı bey'i hiç bir zaman ribih ifade etmez. Beyide ribih bir şey üzerine tevali-i ukudun neticesidir. Tüccar da böyle ukudı mütevaliye ile iştigal edendir. Meselâ on kuruş şu anda ve şu akidde bir okka buğdaya tam mukabil olabildiği gibi diğer bir gün ve diğer bir akidde on okka buğdaya tekabül eder. Ve kuruş ile buğday arasında cinslerin ve menfaatlerinin tehalüfünden dolayı tarafeyn her zaman için seve seve hakikî bir mübadele yapabilir. Ve hiç biri maksadına nazaran bir şeyi zayi' etmiş olmaz. Bu, bunlardan birisine bir kâr te'min etmiş olursa o kâr yalnız bundan değil, bununla daha evvelki bir akdin mukayesesindendir.

Ya'ni on okkayı on kuruşa satan ıhtimalki mukaddema unu beş kuruşa almıştır. Bil'âkis bir okka unu on kuruşa satan da yirmi kuruşa almış olabilir. Ve beyi' suretile muamelâtı ticraiyyedeki kâr-ü zarar hep böyledir. Yoksa eşyayı muhtelife arasındaki bir mubadele re'sen ve bizzat düşünüldüğü zaman ne kâr, ne zarar tasavvur edilemez, ancak bir teadül düşünülebilir ve öyledir. Diğer esbabı fesad bertaraf edilirse mahiyyeti bey'ı böyledir. Ancak bu bey'ı buğdayın buğdaya, altının altına mubadelesi gibi mütecanis şeylerde ise o zaman her birinin mıkdarı yekdiğerinin mıkyası olacağından bunlar gerek peşin ve gerek veresi olsun aralarında tefadul bir okka un ile iki okka unun, kezalik bir lira ile iki liranın mubadelesinde olduğu gibi derhal taayyün eder ve göze batar. Bunun için bunlar müsavi bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş bulununca bir günlük teahhur veya takaddüm bir fazlalık teşkil eder ve bu artık bey'ı olmaz, mahza riba olur. Zaten ıkrazat da bu kabilden olduğu için ribadır. Binaenaleyh ribayı buna benzeterek tahlil etmek bir musaderedir. Bunun için eşyayı sitte hadîsiyle bu ma'na ribayı urfîye munzam olarak ayrıca beyan edilmiştir.

2- Riba insanları cidden kesb-ü istıhsal ile iştigalden meneder. Çünkü her hangi bir suretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir kimse faizcilikle parasını peşin veya veresi arttırmak imkânını bulunca artık maişetini kazanmak için az veya çok kolay bir yol bulmuş olur. Ve o zaman zahmetli olan ticaretler, san'atler ile kazanmak külfetine tahammül edememeğe başlar. Bu ise yüksek istihsalâta kabiliyyetli bir çok şahsiyyetlerin faaliyetinden sa'y-ü amel âleminin mahrumiyyetine ve binaenaleyh halkın menafi'ı umumiyesinin inkıta'ına sebeb olur. Halbuki masalihi âlem ancak ticaretler, hirfetler, san'atlar, umranlar ile kesbi intizam eder. Yüksek mesa'ınin, yüksek sermayelerin dahi alâkadar olduğu bu noktai nazardan sermayeleri tezyid için ribanın da menafi'ı umumiyyeye hizmet edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu tezyid yalnız ribadan beklenecek olursa sa'y-ü amele hiç iltifat edilmemiş olur. Halbuki umranat ve menafi'ı umumiye nukuda bir vasıta olmak üzere mütevakkıf ise sa'y-ü amele bizzat bir ıllet olmak üzere mütevakkıftır. Binaenaleyh sermaye sahiblerinin nakidlerile beraber sa'y-ü amelleri de diğerlerine munzamm olduğu takdirde hasıl olacak netice ile bunların sa'y-ü amellerinin mevki'ıni velev kısmen olsun ribaya terkederek diğer erbabı mesa'ınin sayilerini istihlâk etmekten hasıl olacak netice arasında fark pek büyüktür. Eğer âlemi ticarette riba ile ira'ei iktidar eden sermayedarların fâizcilik kudreti ellerinden alındığı zaman kıymeti ticariyelerinin kalmiyacağı farz olunuyorsa bunların esasen kıymetli anasırı müfideden olmadıklarını kabul etmek ve o zaman bu yüksek sermayeleri ellerinde habsetmeğe hakları olmamak lâzım gelir. Yok eğer bu sermayedarlar cidden iktidarı ticarîyi haiz kimseler ise o zaman da ribacılık bunların mesaı'i hakikiyelerinden âlemi ticareti veya sınaatı mahrum ediyor demektir.

3- Ribacılık insanlar beyninde ihtiyaca göre karz-ı hasen suretile hayr-ü muavenetin inkıtaına sebeb olur. Çünkü riba haram ve memnu olunca misli misline karz vermek insanların hem hoşuna gider hem de bu vaz'iyyet, ahlâk ve emniyyeti umumiyyede istikametin tevessüune ve hey'eti ictimaiyyenin rasanetine sebeb olur. Herkes istihlâki nisbetinde ödemiye mecbur olacağından borcunu te'diyeye daha ziyade namus ve gayret ile sarılır. Ve şüphe yok ki, on yerine on bir ödemiye mecbur olanlar da batan borçların çoğu batmaktan da kurtulur. Riba cereyan ettiği surette ise muhtac olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmıya sevk edebilir ve bu imkânı bulan para sahibleri de bunu vesile tutar, karz-ı hasenden istinkâf etmiye başlar. Bu suretle beynennas iyilik, ihsan, muvasat hisleri silinmiye, yerine hırs ve teaddi fikirleri taammüm etmiye yüz tutar. Bu da felâketi küll olur.

4- Ribayı tecviz etmek zenginlere fukara ve zuafadan fazla bir mal çekmek imkânını bahşetmektir ki, bu da Rahmani Rahîmin rahmetine münafidir. Bu bir kaç sebeb, ribanın ınfakı hayır hasletine zıddiyyetini de tamamen iş'ar eder.

5- Bunların her biri ribanın kubh-u şenaatini ifade eden zararlarını göstermekle beraber indallah hurmetinin tamamı hikmeti olmalarını da iktıza etmez. İhtimal ki, bunun ma'lûm olmıyan daha bir çok mefasidi vardır. Asıl hurmeti riba nass ile sabit olmuştur. Ve cemi'i tekâlifin hikmetleri mükellef olan halkın ma'lûmu olmak da vacib değildir. Binaenaleyh biz sebeb ve hikmeti bilmesek bile ribanın kat'iyyen haram olduğunu tanımamız vacıb olur.

Hasılı riba, bir çok vücuh ile tahrifi hakk-u hakikattir. Bunda vasıtayı maksad, makasıdı vesaıt farzettiren bir teşviş, bir şeyi kendisile hem mukayese etmek hem de kendine intıbak ve müsavatını ref'etmiye çalışmak gibi bir tenakuzı muhal vardır. On lira onlira ile hem ölçülmek hem de on bir lira addedilmek hakk-u hakikatin hilâfına en büyük bir tenakuzdur. Bunun için riba hakikatte hakka bir mevcudiyyet vermek istemiyen ve nihayet kendi temayülâtını mebdei hakk-u hakikat farz etmek istiyen nâkısların şiarıdır. Bunun için ribaya taraftar olanlar daima mevzuatı hukukiyyeyi hakikat mikyasile ölçmeyib beşeriyyetin kavanini hak hilâfına ıhtiraatı ındiyyesi gibi telâkkı edenler içinde bulunur. Cenâb-ı Allah da ribanın vaz'ı beşerî ile değil vaz'ı ilâhî ile haram olduğunu ve binaenaleyh bunu halâl addedenlerin sar'adan kurtulamıyarak nihayet müebbeded Cehennemi boyliyacaklarını ve yalnız tevbekâr olanların halâsları ümid olunabileceğini beyan buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribayı bir kâr zannedib de arkasından korşamamalıdır. Sonra ribacıların zannettiği gibi riba emvali arttırır da sadakat eksiltir de değildir. Bil'akis:

276

Allah ribayı mahveder de sadakaları nemalandırır, Hem Allah vebal yüklenici musırr kafirlerin hiç birini sevmez

(........) Allah malı artırır zannedilen ribayı tedricen eksilte, eksilte nihayet mahveder: Riba içinde ayın on dördü gibi parlak görülen servetleri hilâl gibi küçülte küçülte nihayetinde gözlerden nihan eyler de bil'akis malı eksiltir zannedilen sadakaları irba eder, nemalandırır. Riba emvali istihsal edecek hayatları kurd gibi yiye yiye bitirir, nihayet re'sülmallerin de batmasına sebeb olur. Halbuki sadakalar ecr-ü hayat ve bereket olur. (........) ve Cenâb-ı Allah, haramı halâl tanımakta ısrar eden pek kâfir (........) çok günahkâr kimselerin hiç birini sevmez. O, tevbekârları sever, onlardan razı olur. Riba ise pek kâfirâne ve pek âsimâne bir fi'ıldir. Buna mukabil

277

İman edib eyi işler yapan ve namaz kılıb zekât veren kimselerin Rabları ındinde ecirleri şüphesiz kendilerinindir ve onlara bir korku yoktur ve mahzun olacak değildir onlar

(........) iman edib iyi işler, salıh ameller yapan ve alelhusus (........) namazlarını doğru dürüst kılıb zekâtlarını veren kimseler yok mu? Her halde (........) bunların Rablarını ındinde ecirleri vardır (........)

bunlara gelecek bir korku yok, bir zayıattan mahzun olacak da değillerdir.

278

Ey o bütün iman edenler! Allahdan korkun ve riba hisabından kalan bakayayı bırakın eğer gerçekten müminlerseniz

(........) Ey ehli iman (........) Allahdan korkunuz, ıkabından korununuz. (........) hükmünce geçmiş olan ribanın makbuza mahsus olduğundan gaflet etmeyiniz (........) da henüz kabzedilmemiş kalmış olan riba bakayasını bırakınız. (........) Eğer siz hakikaten mü'min iseniz böyle yaparsınız. Zira imanı kâmil ameli istilzam eder.

279

Yok eğer yapmazsanız o halde Allah ve Resulünden mutlak bir harb olunacağını bilin ve eğer tevbe ederseniz ne'sülmallariniz sizindir, ne zalim olursunuz ne mazlûm

(........) Şayet yapmazsanız, yani Allahdan korkmazda ribanın haram olduğuna inanmaz veya inanır da terketmezseniz (........) Allah ve Resulü tarafından bir harb ma'lûmunuz olsun. Yahud - (........) kıraetine göre- Allah ve Resulü tarafından kendinize harb i'lân ediniz.» Burada ribayı terketmeyenleri gerek riba halâldır i'tikadına avdet etmiş mürted veya nakzı ahdetmiş kâfir olsun, gerekse hurmetine iman eder ve fakat imanile amel etmez mü'mini fasık olsun ikisine de Allahü teâlâ i'lânı harbi emretmiştir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr veya vermekten imtina edenler gibi ya mürted veya bagidirler. Haricdeki kâfirlere ilânı harb her vakıt içün zarurî olmadığı halde bunlara ilânı harb alelıtlak vacib kılınmıştır. Demek olur ki, ribadan sakınmak tâbi'ıyyeti islâmiyyede bulunanların hepsine farzı ayn bir vazıfei ferdiyye olduktan başka sureti umumiyyede riba muamelesini kaldırmak da muhim bir ferîzai içtimaiyedir. Çünkü riba öyle bir fitnedir ki, hey'ti içtimaiyede cereyan ettiği müddetçe efradın ondan içtinabı müteassir ve belki muteazzir olur. Filvakı dari küfürde bulunan bir müslümandan müslim ile gayrı müslim beyninde ribanın hurmeti sakıt olacağı mezhebi Hanefîde musarrahtır. Bilhassa bu hikmetten naşi olsa gerek ki, asrı saadette ümmeti islâmiyye mertebei kemalini bulub da harb istitaatını iktisab etmedikçe hurmeti riba i'lân edilmemiştir. Binaenaleyh hukûmeti islâmiye riba muamelesi yapan ferdleri ta'zir ve terbiye eder. Bunlar ferd veya cemaat halinde hükûmete karşı koyarsa o zaman onlara i'lânı harb umum müslümanların vazıfei diniyeleri icabındandır. Maamafih bu günkü müslümanlar bu vazıfelerini unutmuş ve bunun tatbikı hususunda içtimaî istitaatlarını zayi etmiş bir hali tezebzübde bulunduklarından bil'amel ribadan kaçınmak sırf ferdî bir vazife gibi kalmış, cem'iyetteki revacı da bunların vaz'ıyetlerini müşkilleştirmiştir. Kur’ân böyle ribayı terketmiyenlerin mintarafillâh i'lânı harbe istihkaklarını beyan etmekle bu cürmün ne büyük bir cinayet olduğunu anlatıyor ki, lisanı Kur’ân’da «Allah ve Resulünün harbi» ta'biri ba'zan hakikaten harbde ba'zan da cürmün azametini ve zararını tasvir için makamı inzarda mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsir varid olmuştur. Demek ki, biri olmazsa biri her halde olacaktır. Faiz yiyen veya yediren maddî ve ma'nevî harbı ilâhîden azade kalamıyacaktır, bunun için bir hadîsi Nebevîde (........) = Allah riba yiyeni ve yedireni lâ'netledi» veya lâ'netlesin buyurulmuştur. Bu böyle, (........) ve eğer ribanın hurmetine iman ile ribaya tevbe ederseniz (........) re'sülmalleriniz sizindir. Onları alırsınız, o suretle ki, (........) zulüm etmezsiniz zulüm de edilmezsiniz irtidadınızdan veya zulmünüzden dolayı harb ilâhî ile her türlü zaiyata uğrar re'sülmallerinizi ve hattâ bütün emvalinizi bile gaybeder, kendinize yazık etmiş olursunuz.» (........) dan buraya kadar bu âyetin müslüman olub da mukaddema yaptıkları riba muamelâtından henüz kabzetmedikleri alacakları kalmış olan bir takım kimseler hakkında nâzil olduğu anlaşılıyor. Daha hususî olmak üzere bervechi âti bir kaç sebebi nuzül rivayet edilmektedir. Mukatilin rivayetine göre Taifde Sekıf kabilesinden Benu Amr İbn-i Umeyr denilen me'sud, Abdi yaleyl, Habib, Rebi'a namlarındaki dört birader hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Mekkede Beni Mahzumdan Beni Mugıreye müdayene yaparlardı. Resulullah Taifi fethettiği zaman bu dört kardeş müslüman olmuşlar, sonra Beni Mugıredeki alacaklarının fâizlerini istemişlerdi. Beni Mugıre islâmda fâiz vermekten imtina ettiler, fetıhten sonra Mekke valisi bulunan Attab İbn-i Üseyde müracaat olundu ve bir rivayete göre Sekıfin Hazret-i Peygamber ile Taif musalehasında halk üzerinde ribadan olan gerek alacak ve gerek vereceklerinin mevzu' ya'ni metrük ve sakıt olduğu mündericdi. Attab İbn-i Üseyd radıyallahuanh Resulullaha yazdı, o zaman bu âyet nâzil oldu. Binaenaleyh Resulullah bunu yazıb Attab İbn-i Üseyde «razı olurlarsa febiha yoksa harb i'lân et» diye emretti. Ata ve Ikrimenin beyanlarına göre ammi Nebiy Hazret-i Abbas İbn-i Abdulmuttalib ile damadı Nebiy Hazret-i Osman İbn-i Affan radıyallahu anhuma müşterek olarak hurma selemi yapmışlar, ya'ni vakti gelince hurma verilmek üzere pişin para vermişlerdi. Toplama vakti gelince bir kısmını kabzetmişler, mütebakisine de fâiz zamm eylemişlerdi. Bu âyet nâzil oldu. Süddînin rivayetine göre Hazret-i Abbas ile Hazret-i Halid İbn-i Velid Cahiliyede şerik olarak riba ile veresiye muamele yapıyorlardı, islâma geldikleri zaman fâizli pek çok alacakları vardı, bu âyet bunlar hakkında nâzil oldu. Kütübi ehadiste rivayatı sahiha ile tahric olunduğuna göre: İbn-i Ömerle Cabir radıyallahü anhuma bizzat Hazret-i Peygamberden şöyle rivayet etmişlerdir ki,

Resulullah «Haccetülveda'» günü Mekkede ya'ni Cabirin tasrihi vechile Arafattaki hutbei seniyyelerinde (........) = Cahiliyede olan ribaların hepsi batıl ve sakıttır. İlk ibtal edeceğim riba da Abbas İbn-i Abdulmuttalibini ribasıdır» buyurmuş idi. Mekke ve Taifin fethi hicretin sekizinci senesinde işbu Hacci veda'da onuncu senesinde vaki' olmuş ve bir kaç ay sonra on birinci sene içinde vefatı Peygamberî vuku' bulmuş idi. Bundan anlaşılır ki,, işbu riba âyetinin Mekkede ilk tatbikati fi'liyesi bu hutbede i'lân buyurulmuş ve mazmunı âyet vechile makbuzu tenfiz ve gayrı makbuzu ibtal edilmiştir. Binaenaleyh Hazret-i Abbasın fâizleri âyetin bilhassa sebeb-i nüzulü değilse bile umumî olan hükmünün Mekkede ilk mevridi tatbikı olmuştur. Bu âyet müslüman olan küffarın ahkâmı hakkında büyük bir esastır. Bunların zamanı küfürlerinde ahkâmı islâma muhalif ve fakat beyinlerinde mu'teber olmak üzere yaptıkları sabık muameleler esasından fesh-u nakzedilmez, lâkin ba'del'islâm vaki' olacak olan netaici, ahkâmı islâma göre hallolunuz. Meselâ beyinlerinde caiz ve fakat islâmda gayrı caiz bir nikâh akdetmiş bulunsalar bu mafüvdür. Lakin o emr-ü ta'kib olunmaz, meselâ hâli küfürde bir süd kardeşini nikâh etmiş ve dahil olmuş bulunsa, bu nikâh sabıka nazaran mu'teberdir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat ba'delislâm ibka da edilmez. Beyinleri tefrık olunur. Mehir verilmemiş ise mehri misil bile verilir. İşte ıbaresi ribaya tealluk eden bu âyet delâleti i'tibarile muamelei sairede dahi esastır, Kezalik Haccetül'veda' hutbesi bir çok ahkâma esastır. Ezcümle bu delâlet ediyor ki, dari harbde vaki' olan akıdler fasid olarak yapılmış olsalar bile fetihten sonra i'tiraz ile esasından feshedilmez. Zira ma'lûm ki, âyetin nüzulü ile Mekkede gayrı makbuz ribaların ibtalini i'lân eden bu hutbei Nebeviyye arasında Mekkenin fethinden evvel cereyan etmiş bir takım ukudı riba vardı. Demek ki, bir darı harbde müslümanlarla diğerleri arasında vaki' olan akıdler o darı harbi müslümanların fethinden sonra esasından feshedilmez. Makbuz olanlar iade olunmaz. İşbu riba ahkâmında olduğu gibi fasid kısım idame de olunmaz.

Ya'ni hükmi fetih makabline şamil olmaz, ancak maba'dine nâzır olur. Bu beyanattan şu neticeleri alabiliriz.

Evvelâ, âyeti ribanın nüzulü sade Haccetülvedadan değil fethi Mekkeden bile biraz mukaddem imiş, saniyen riba için kâfir veya âsıye ilânı harb ferızası dari harbde değil, dârı islâm içinde ve tâbi'ıyyeti islâmiyyeyi kabul etmiş olanlara nezaran bir hükümdür. Müslümanların vazıfesi dari harbe ribanın lağvını teklif için harb i'lân etmek değil, kendi memleketlerini müslim veya gayrı müslim kim olursa olsun riba fitnesine ma'ruz bırakacak olanlardan muhafaza etmektir. Bunun için (........) diye hıtab buyurulmuş (........) denilmemiştir. Mü'minlerin vilâyeti de dari islâma aiddir. Dari harbe tecavüz etmez. Bu ma'naya binaendir ki, Resulullah tabiıyyeti islamda bulunmıyanlara terki ribayı teklif etmediği halde zimmeti islâma giren Necran Nasârasına riba yememek ve riba yiyenden zimmeti beri olmak üzere ahid vermiş ve «ya ribayı terkedersiniz veya Allah ve Rasulünden harb malûmunuz olsun» diye de yazarak bu âyetin mazmununu tebliğ' buyurmuştur. Zira darı islâmda ehli zimmetin ahdı, hukuk noktai nazarından ehli islâmın imanı makamındadır. Ve ehli zimmet ıbadatı ile değil, fakat muamelât ile mükelleftir. Velhasıl dari islâmda riba muamelesi yapanlar gerek saikai küfr-ü irtıdad ile yapsınlar, gerekse saikai fisü ısyan ile yapsınlar, her iki surette de Allah’ın ve Rasulünün harbine müstahıktır. Fakat tevbe edenlerin de re'sülmalleri bilâ ziyade vela noksan mahfuzdur. Şu kadar ki, bunun derhal edası da medyunun yesarile meşruttur.

280

Ve şayed borçlu sıkıntıda ise o halde bir kolaylığa intizar, bununla beraber tasadduk etmeniz hakkınızda daha hayırlıdır

(........) ve eğer medyun züğürt bulunursa (........)

o halde hüküm bizzarure hali yüsrüne intizardır. Ona verebilecek bir hale gelinciye kadar mühlet verilmek lâzım gelir. (........) ve bu gibi borclulara alacağınızı tasadduk etmeniz. (........) sizin için mühlet vermekten daha hayırlıdır. Sevabı daha çoktur. (.......) Eğer bilirseniz böyle yaparsınız. «Bu âyetin hükmü biddelâle bütün düyunata şamildir. Buda ahkâmı müdayenatta bir esastır. Bunun için medyunun usrü tahakkuk ederse habsedilmez. Medyun olan fakirlere borçtan kurtulmaları için muavenet ve tasadduk etmemk de büyük bir hayır teşkil eder. Ey ehli iman! bunları yapınız.

281

eğer bilirseniz. Hem korunun öyle bir güne hazırlanın ki, döndürülüb o gün Allah’a götüreceksiniz, sonra herkese kazandığı tamamile ödenecek ve hiç bir zulme maruz olmiyacaklar

(........) ve öyle bir güne korununuz ki, (........) gün Allah’a irca olunacaksınız -yahud- rücu' edeceksiniz. (........) Sonra her nefse kazandığını baligan mabelağ ödenecek (........) ve bunlar zulmedilmiş de olmiyacaklardır. Bu kıyamette müebbeden azab ve ukubete de maruz olsalar bunda mazlûm bulunmiyacaklar, çünkü kendi kazançlarını alacaklardır.» İbn-i Abbas hazretlerinden mervidir ki, bu âyet kur'anın en son nâzil olan âyetidir. Şöyle ki, (........) Rasulullah haccettiği zaman âyeti kelâle, yâni (........) âyeti nâzil olmuştu. Sonra Arafatta vakfede iken (........) nâzil oldu. Sonra da işbu (........) nâzil oldu. Ve Cibril aleyhisselâm «Ya Muhammed! Bunu Bakareden iki yüz sekseninci âyetin başına koy» dedi ve bundan sonra Rasulullah seksen bir gün yaşadı ki, yirmi bir gün veya yedi gün, yahud üç saat yaşadığı da söylenmiştir. Eyi veya kötü amellere ileride terettüb edecek ecir veya ceza sahiblerinin kazancı olmak üzere ındallah defterlerine kaydolunmuş bir karz veya taahhüd mesabesinde bulunduğundan son nâzıl olan bu âyetin vefatı ve yevmi kıyameti ıhtar ederek nâzil olması pek ma'nidar olduğu gibi bunun bilhasa riba bahsini ta'kıb ederek müdayenat ahkâmı miyanına kayd olunması da gayet beliğ' ve ma'nidardır. Ahkâmı infak, vesaitı kesibden olan bey'-ü riba ahkâmına, bu da ahkâmı müdayenata müncer olmuş, deyn ise evvel emirde taahhud ve zimmet denilen haysiyyeti insaniyye ile kaim bir vasıf bulunmuş olmakla Cenabı hak bunu bizzat misakı ezelîsi tahtına alarak nihayet en büyük müeyyidesi olan hissi din-ü takvaya rabtetmiş ve fakat hissi takvanın kesbi halâla mani' olacak menfi bir surette karar kılmaması için bundan sonra alelıtlak müdayenatın vesaikı bulunan tevsikatı zahiresini ve diğer ahkâmı esasiyyesini beyan ederek buyurmuştur ki,

(........)

(........)

KIRAET - (........) Hamze kıraetinde «hemze» nin kesriyle (........) İbn-i Kesir, Ebû Amr, Yakub kıraetlerinde (........) in sükûnu ve (........) şeddesiz olarak (........) Hamze kıraetinde de (........) nın zammiyle (........) Âsım kıraetinden maadasında (........) Ebû Cafer kıraetinde (........) şeddesiz (........) İbn-i Kesir ve Ebû Amr kıraetlerinde de (........) ve (........) nın zammiyle elifsiz (........) okunur. Bu birinci âyete âyeti müdayene tabir olunur ki, Kur’ân’da en uzun âyet budur. Bir rivayette sebeb-i nüzulü selem yani peşin semen ile veresi mal almak ise de hükmü her nevi büyû'-u müdayenata şamildir. Ancak ehli lûgat demişlerdir ki, karz deynin gayrıdır. Binaenaleyh bu âyetteki şart, asıl karza şamil olmamak lâzım gelir. Fıkhen de karz, bidayeten emanet, nihayeten bey'i safrtır. Onun tetiyesi bir vakti muayyen ile tayin olunamaz.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç