265
Allah’ın rızasını aramak ve kendilerini
veya kendilerinden bir kısmını Allah yolunda paydar kılmak için mallarını infak
edenlerin meseli ise bir tepedeki güzel bir bağçenin haline benzer ki, kuvvetli
bir sağanak düşmüş de ona yemişlerini iki kat vermiştir, bir sağanak düşmezse
ona mutlak bir çisenti vardır, Allah amellerinizi gözetiyor
(........)
Mallarını Allah’ın rızasını istemek ve bu sayede kendilerini veya kendilerinden
bir kısmını canlarının bir nefakası olan mallarını, amellerini, ıhvanlarını
temayülatı fasideden ve her türlü sarsıntıdan muhafaza ile Allah yolunda tesbit
etmek ve hayr-ü hasenatı kendilerine melekei sabite kılmak ve ondan sonra her
nevi' fezail ve ibadatı suhuletle yapmak, hulâsa ekecekleri tohumu tutturmak
için can-u gönülden infak edenlerin hal-ü şanı ise (........)
a'lâ bir tepedeki güzel bir bağçenin şu haline benzer ki,
(........)
buna kuvvetli bir yağmur düşmüş de (........)
meyvalarını iki kat vermiştir. Alel'âde ahvalde meselâ bin veren bu bağçe bu
yağmur sebebiyle iki bin vermiş bulunuyor. O kayayı cas cavlak bırakan yağmur,
bu tepede aynı rahmet olur.» - Bu temsil balâdaki bire yedi yüz ve daha kat kat
va'dini tenzil etmiş değil belki bir daha katlamıştır.
(........)
böyle bir bahçeye şayed yağmur düşmezse (........)
hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir, vereceğini yine verir.
(........)
unutmamalı ki, Allah amellerinizi görür bilir. Sakın gösteriş yapmayın, gizlide
aşikârda ıhlastan ayrılmayın.
266
Arzu eder mi hiç biriniz ki, kendisinin
hurmalık ve üzümlüklerden bir bağçesi, olsun, altından çaylar akıyor, içinde her
türlü mahsulâtı bulunuyor, üstüne de ıhtiyarlık çökmüş ve elleri irmez, gücleri
yetmez bir takım zürriyyeti var, derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de
o bağçe yanıversin? İşte Allah âyetlerini böyle anlatıyor gerek ki, düşünesiniz
(........)
hiç biriniz istermi ki, (........)
altında ırmaklar akar, hurmalık, üzümlükleri muhtevi ve dilnişîn bir bağı,
bağlık bağçelik bir cenneti (........)
ve bunun içinde kendinin her çeşid meyvaları olsun (........)
üstüne de ıhtiyarlık çöksün (........)
ve bu halde elleri irmez, güçleri yetmez yavrucukları dahi bulunsun
(........)
da o dilber bağa ateşli bir bora isabet etsin baştan başa
(........)
bir lahzada yansın mahvolsun!.. Böyle felâketi kim ister?.. İşte iman ile
hasenatın ecr-ü mesubatı böyle cennetler, bunların ıhlâsına ve Allah rizası için
olmasına mani' olan imansızlık, riya, menn-ü eza ve sair ağrazı faside gibi
seyyiat da yevmi kıyamette o ateşli bora gibidir Ahıret Cennetlerinin bir yolu.
Niami ebediyenin mezraası olan ve içinde ikrahsız yaşanmak lâzımgelen darı islâm
dahi böyle hüsni infak ve a'mali saliha mahsulü bir bağa, bir Cennete cebbar
ikrahkâr, kâfir, zalim düşmanların ve kezalik fısk-u fücurun, ahlâksızlığın,
himmetsizliğin onu istilâsı da bu ateşli boralara kasırgalara benzer, hem
Dünyayı yakar hem Ahıreti (........) bunu
anlattığı gibi (........) Allah size diğer
âyetler beyan edecektir ki, (........)
düşünesiniz.-
Ya'ni ibretler alasınız,
güzel güzel kıyaslara yol bulasınız, bunların her birini delil, asıl, düstur,
mebde' kübra ittıhaz edib uslubı hikmet üzere tefekkür edesiniz, ahvalinizi,
masalihinizi bunlara tatbık ederek her birine lâyık suğralar bulub neticeler
alasınız ve o neticelerle amel edib muradlara iresiniz. Zira fikir, umuri
ma'lûmeyi tertib ile ma'lûmdan mechulü bulmaktır.
Şimdi düşünüb de o infakları nerden yapacağız, zekâtları,
sadakaları nerden ve nasıl ve kimlere vereceğiz mi diyeceksiniz
(........)
(........)
(........)
267
Ey o bütün iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın ve
gerek sizin için Yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın, kendinizin göz
yummadan alıcısı olmadığınız fenasını vermiye yeltenmeyin ve Allah’ın gani,
hamîd olduğunu bilin
(........)
ey mü'minler (........) kazançlarınızın
temizlerinden: aslen veya fer'an halâl kesb ile ele geçirdiğiniz her nevi'
emvalin iyi ve hoşlarından, ezcümle emvali ticaret ve nukuddan
(........) ve size Arzdan çıkarıverdiğimiz
emvalden: hububat, meyvalar, maadin ve rikâz gibi Yerden çıkan şeylerden
bunların da iyilerinden infak ediniz. -
Ya'ni menbaı servet
ikidir: kesb, sa'iy. Kesb, sa'y-ü amel, sınaat veya mukavele ile her hangi bir
cihetten bizzat veya bilvasıta istihsaldır. Veya gerek eskiden ve gerek yeniden
istihsal edilmiş olsun bir şey üzerinde bir milk takarrür etmektir diye tarif
olunur ki, bu surette mirasda kesib de dahil olur. Arz, karaya ve denize ve
havaya şamildir. Sonra bu iki menbaın terkibi ve bu terkibin hasılatı kalır ki,
bunlar kısmen kesbe ve kısmen Arza medyun olduklarından hangi taraf galib ise
ona muzaf olarak bu iki sebebe racidirler. Takdiminden anlaşılır ki, insanlar
için kesb en yakın sebebdir. Alel'ekser Arzdan ıhracı emval dahi buna terettüb
eder. Fakat aynı zamanda kesb, mevhubatı hılkat ile alâkadardır. Çünkü sa'y-ü
amel fıtraten bahşedilmiş olan esbab-ü alâtın istimali olduğundan kesb ve Arzın
terkibini ayrıca beyana hacet yoktur, bu fehvayı kelâmdan müstefad olur. Bu
noktada insanların başlıca iki hatasına tesadüf edilir.
Birisi servette sa'y-ü ameli bir sebebi mutlak
gibi telakki etmek ve binaenaleyh bütün sermayeleri buna medyun farzederek
hükümsüz gibi addeylemektir ki, bu hataya umumiyetle çalışan ve sa-yü amel ile
zahmet çeken sermayesizler düşerler ve erbabı sermaye ile derin bir cidale
girerler. Bunlar sa'y-ü amelin kesbin kıymeti, sermayenin kıymeti demek olduğunu
görmemek isterler. Sa'y-ü amelin gayesi sermaye istihsali olmasa idi sa'y-ü
amelin hiç bir kıymeti olamazdı. Gayesini ibtale masruf olan her fikrin boş bir
tenakuz olduğu da aşikârdır. Sermayenin gayei sa'y olması ise yalnız istihlâk
noktai nazarından değil, balâda beyan olunan kanunı taz'if mucebince istihsal
olunan hasılatın yeniden sa'y-ü amele mebde olarak kesbi teshil ve teshil ile
beraber teksir etmesi haysiyetini de haiz olmasındandır. Bunun için sa'yü amel
erbabının sermayeye husumet etmesi, zahmet ve mahrumiyetlerini istemektir. Buna
işaretendir ki, kesibden sonra bilhassa asıl sermaye olan Arz ve Arz ihracaatı
kesbe mukabil olarak ıhtar edilmiştir. Diğer hata, sermayeyi sebebi mutlak
telakkı edib sa'y-ü ameli hükümsüz addetmektir. Bu hataya da bizzat çalışmak
ihtiyacını hissetmiyen ve başkalarının sa'y-ü amelinden zahmetsiz istifade etmek
istiyen çok sermaye yani para sahibleri düşerler.
Bunlar nükûde mebdei evvel nazariyle bakarak her kesb onun
eseri olduğuna hükmeyler ve sa'yisiz yaşamak mümkin gibi zannederler. Bunun için
erbabı sa'yi istihkar ederek ve sermayelerine fazla kıymet vererek sa'yileri
tazyık ve sermayelerinin mukabilsiz menafiinden istifade etmek daha doğrusu
sermaye vasıtasiyle ehli sa'yın amellerini gasbeyleyib kendileri amelsiz yaşamak
isterler düşünmezler ki, kasalardaki paralar, kendi kendilerine hiç kimsenin
karnını doyurmaz, onun bir dilim ekmek getirmesi bir amel ile mümkindir.
Düşünmezler ki, bunlar esasen sermaye değil, sa'y-ü amelden çıkmış
meksubattırlar. Sa'y-ü ameli teshil ve teksire hadim olmaları itibariyle birer
maya iseler de esasen sermaye değil neticei ameldirler. Bunların amelleri ta'kım
ve tazyık etmesi, bindikleri dalı kesmek, istinad ettikleri temeli yıkmaktır.
Gerçi asıl sermaye yok değildir. Fakat o olsa olsa Arz ve mevahibi hılkattir.
Bunun için sermaye erbabının kendi amelleri olmadan yaşamak sevdasında
bulunmaları ve erbabı sa'y-ü ameli tazyık etmeleri de büyük bir hatadır. Her
hangi bir cemiyette nükud ve sermaye bu vaziyeti alır, para, ve para sahibleri
hâkimi mutlak kesilirse aksül'ameli olarak evvelki hata yüz gösterir. Sermaye
ile sa'y-ü amel arasında cidal başlar. Nizamı cem'iyet de muhtell olur. İşte
sermaye namı verilen nükudun esasen sermaye olmayıb meksubattan bulunduğu ve
hatta hüsni kesbe mukarin ise meksubatın en hoşu, en temizi olduğu ıhtar edilmek
için (........)
buyurulmuş ve asıl sermayenin Arz olduğu diğer servetlere nazaran kesbin de
sermaye vaziyetinde bulunduğu ve hatta bunun sermayei Arzdan daha evvel nazarı
dikkate alınması lâzım geleceği gösterilmiştir. (........)
şunu da anlatıyor ki, meksubatın bir temizi ve tayyibi bir de bunun zıddı ve
habisi vardır. Her kazanılan temiz ve iyi olmaz. Bu ise ya meksubatın
kendilerine veya tarikı kesiblerine nazaran maddî veya ma'nevî iki cihetle
mülâhaza olunur. Bâlâda beyan olunduğu üzere infak bir feyzı nâmütenahinin tohmu
ve hayatı ebediyenin bir rüknü olduğundan bu tohmun en temizlerinden seçilmesi
lâzım gelir. Binaenaleyh bunları tefekkür edib ma'kul ve meşru' olarak çalışınız
da kesb ve Arz sermayelerinin halâl ve pâk ve iyi hasılatından infak ediniz
(........) ve öyle habisini
ya'ni kötüsünü veya haramını vermeğe niyyet
etmeyiniz ki, (........) ondan infak edersiniz
de kendiniz ığmazı ayn etmeden, sıkılmadan hediyye diye, veya müsamaha etmeden
alacağınız yerine almazsınız. Böyle kötü, aşağılık şeyleri kendiniz almazken,
Allah’a borcunuzu bu aşağılık şeylerden vermeğe kalkışmayınız.»Rivayetlere
nazaran iptida sadakat emirleri nazil olduğu zaman ba'zıları hurma salkımlarını
getirirler, Muhtac olanlar yesinler diye Mescide asarlardı. Bu miyanda ba'zıları
da caiz zannile döküntü, bozuk, çürük çarık şeyler getirmişlerdi, bu âyet nazil
oldu. Bununla verilecek vergilerin, zekâtların, sadakaların ne gibi mallardan
verileceği beyan olunmuştur. Her malın vacib olan vergisi kendi cinsindendir.
Meselâ altına altın gümüşe gümüş, paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan,
deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata at, hububatta kezalik buğdaya
buğday, arpaya arpa ilah... Maadin ve saire kezalik hep böyle hepsi, ednası
olmamak şartiyle kendi cinsinden borçtur. Bunların ednasını a'lâsına tahvil
ederek kıymetlerini vermek mükellefin ıhtıyarına aiddir. Bu tarzı mükellefiyet
halk için en kolay tarık olduğundan dolayı dini islâm bunu emretmiş idi. Ve
bunun intişarı islâma ve neşri ma'dilete pek büyük faideleri olmuştu. Düveli
saire, ahalisinden behemhal nakdî vergi taleb ettikleri ve masrafları da
masarifi islâmiye gibi vücuhı hayra mahsus bulunmadığı halde dini islâmın infakı
bu tarzı ma'dilete ifrağı (........) kanunı
ilâhîsinin bir tatbikı olduğundan düveli muhtelife tabi'iyetinde bulunan nas bu
yüsr-ü ma'dilete agâh oldukları zaman büyük memnuniyetlerle telâkkı etmişlerdi.
Fakat bunun bir devlet için böyle büyük faideler temin etmesi bir şarta
mütevakkıf idi ki, o da bunu tatbık edeceklerin Allah’ı bilir dindar, ahlâklı
amiller olması, ellerine tevdi edilen emaneti kendi mallarından ziyade bir itina
ile hüsni muhafaza ve idare etmeleri mes'elesidir. Bu olunca emvalin bir çoğu
mübadeleye muhtaç olmaksızın devlet-ü milletin havaicine sarfolunabilceği gibi
mübadelesi ıktıza edenler de hüsni suretle mübadele edileceğinden hiç bir
vechile sui istimal mevzuı bahsolamaz. Böyle olunca da hem milletin masarifi
azalır hem devletin menabi'ı serveti inkişaf eder. Fakat böyle olmayıb gerek
halk ve gerek amillerde ahlâksızlık teammüm eder vazifeler gereği gibi yapılmaz,
emanet, hüsni idare edilmeyib sui istimal, ketim, sirkat israf, lâübalilik
meydan almış bulunursa aynen vergiler pek çok telefata ve sui istimale müsaid
bulunduğu gibi masarifin tezyidini ve varidatın tenkısını icab edeceğinden
hükûmetler ayniyatı bırakıb vergilerini nükud olarak taleb etmeği daha muvafık
bulurlar. Nükud ise mübadelesiz hiç bir şey göremiyeceğinden yine mübadele
cereyan eder, yine olacaklar olur. Devletin masarifi mütemadiyen artar, arttıkça
milletin de yükü artar ve herkes müzayekayi hisseder para hakim olur, arada en
ziyade nükud mübadelesinde dolaşanlar kazanır. Fakat diğer istihsalât erbabı
sıkışdırıldıkça bunların da istikballeri tehlükede kalır. Bütün bu tehlükelere
saik ise bu babdaki avamilin erbabı vezaifin sui istimale müsait olan
ahlaksızlıklarıdır. Bunu bertaraf edecek olan ise bihakkın din-ü diyanettir.
Bunun için insanların din-ü diyanetten kaçınmaları ve infak vazifelerini hüsni
suretle ifa ve bunları hüsni idare etmemeleri, hikmeti ilâhiyede ıztırab ve
felâketlerinin mebdeini teşkil eder. Binaenaleyh bu emri ilahî mucebince hareket
etmiyenler ne kadar ilm-ü hikmet davasında bulunurlarsa bulunsunlar muktezayı
hikmetin zıddına gitmiş, istikballerini zayi etmiş olurlar. Bu âyet bu hakaikı
muhtevi olarak zekât ve sadakat lâzım gelen emvalin usulünü beyan etmiş ve
maamafih nevafile şumulü olub olmadığı cayı bahs olmuştur.
Ya'ni
aşağılık ve haram şeylerden farz vergi yoktur ve verilmez. Lâkin nafile sadaka
verilebilir mi? Muhtelefünfihtir. Doğrusu haramdan nafile sadaka da caiz olmaz.
İndallah sevabı olmaz. Lâkin aşağılık maldan nafile caiz olabilir. Fakat mendub
a'lâsından vermektir. (........)
nehyi farzlarda tahrim, nevafilde keraheti ifade edecektir. Hükmi umumîsi
tahrimen veya tenzihen kerahet demektir. Âyetin zahiri her nevi' maldan bir
zekat lâzım geleceğini gösteriyor gibidir. Fakat nisabı, mıkdarı hakkında sakit
olduğu gibi tayyib ve habis vasıfları ile de muhassa olduğundan sunufı emvale
derecei şumulü mücmel ve muhtacı beyan olmakla bunlar süneni Nebeviyye ile
hadîsde beyan olunmuştur. Tafsılâtı için kütübi Fıkhiyeye müracaat oluna. Hasılı
Allah diyor ki, ey mü'minler sizin kazandıklarınızın ve bizim yerden
çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz ve kendinizin almadığınız, kabul
etmediğiniz kötü şeylerden zekât ve sadaka vermeye kalkmayınız
(........)
ve biliniz ki, (........)
Allah her halde gani, sadakalarınızdan müstağnidir, onlar sizin kendi
menfaatleriniz, kârlarınız içindir. Hem Allah hamîddir, mahmuddur. Herkes ona
hamd-ü şükre borçludur.- Böyle gani ve hamîd olan Allah’ın rızasına irmek için
habis, aşağılık şeyler nasıl takdim olunur. Diğer bir ma'na ile: Allah hamîddir,
kendi namına yapılan hayr-ü hasenatı daha yüksek in'am-ü hasanat ile karşılar.
Rızası uğrunda vuku'bulan sa'yileri meşkûr eder. Böyle bir Allah namına en temiz
en nefis şeyler arz edilmemeli midir?
Ey nısab sahibleri bu emirlere karşı
elimize geçenlerin iyilerini vere vere kendimiz fakır düşmez miyiz? Gibi bir şey
hatırınıza gelirse bunun bir Şeytan vesvesesi olduğunu biliniz.
268
Şeytan sizi fakırlikle korkutub çirkin
çirkin şeylere teşvık ediyor, Allah ise lûtfundan bir mağfiret ve fazla bir kâr
va'd buyuruyor, Allah’ın kudreti geniş, ilmi çok
(........)
o şeytan: rahmeti ilâhiyeden ümidini kesmiş olan o me'yus İblis veya hayır
işlere karşı gizliden veya açıktan ümidsizlik telkın ederek yanlış ve aldatıcı
efkâr-ü hissiyat saçan her nevi' şeytanlar veya nefsi emmare
(........)
size fakırlik va'deder, aman hayır yapmayın züğürtlersiniz der
(........)
ve size çirkin hasletler emreder. Bahilliğe, hasısliğe sevkeder, mallarınızı
fenalıklara hevaiyyata, fuhşıyyata, ısyanlara sarf için teşvık de eyler
(........)
Allah ise size tarafından mağfiret ve fadl-ü kerem vad ediyor. -O sadakalarla
Ahırette günahlarınıza mağfiret, Dünyada masrafınızın yerine kat kat kârler
Dünya ve Ahırette ecr-ü mesûbât ile yüksek saadetler te'min eyliyor
(........)
ve Allah vasi'dir alîmdir.- Fad-lü ihsanı bol, ilmi çoktur. İnfakınızın da
kadrini bilir ecrini verir va'dini incazda darlık çekmez. Her şey'in önünü
sonunu bilerek emr-ü va'd eder. Allah vasi' olduğu içindir ki,
269
Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene
ise çok bir hayır verilmiş demektir ve bunu ancak temiz akıllılar anlar
(........)
her kime dilerse hikmet verir, vermek için hiç bir kayd ile mukayyed olmaz:
men'i mefsedet ve celbi maslâhat edecek sebebiyyet ve hâkimiyyeti, ilmi hak ve
bil'irade fi'li savab ile âlimiyyeti faile ve fâıliyyeti nafiayı yalnız kendine
hasretmez de erbabı ukulden dilediğine dahi verir (........)
ve her kim hikmete erdirilirse, yahud -«ta»nın kesrile Ya'kub kıraeti üzere- her
kime hikmet verirse (........)
o muhakkak bir çok hayra erdirilmiş olur. -Çünkü hikmetsiz binde bir hayra
irilirse bir hikmet ile binlerle hayra erilir. Hikmet, Dünya, ve Ahıretin
hayrını tazammun eder. Hikmetsiz hayr ise bir var bir yoktur
(........)
ve fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası tezekkür etmez,- Hakk-u
savabı ne kendi düşünür hatırlar, ne de ıhtar kabul eder. Bizzat
Allahü teâlâ âyâtiyle ıhtar ve tezkir eder
de yine tezekkür etmez, etmeyince de hikmeti ilâhiyeden istifade edemez. Demek
ki, hikmete irmek için vermek kâfi değil almak da lâzımdır. Veren Allah vâsi'
olduğundan şarta muhtac değildir, amma alacak kul şarta muhtacdır. Hikmete
irmenin mebdei tezekkürdür. Bu da temiz akıl, temiz kalb ile olur. Allah’ın
verdiği aklı şehevata ve Şeytanın vesveselerine kapdıranlar ne varidatı
enfüsiyeyi, ne de mevaridi âfakıyeyi tezekkür ve tefekkür edemezler.
Zihinlerinde bulamazlar. Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına
ircaı nazar ederken alâimi hakk-u hayrı intihab edemezler. Edemeyince de tarıki
hikmette yürüyemezler. Bu suretle büyük bir fazlı ilâhî olan hikmet ancak temiz
öz, halıs akıl sahiblerine nasıb olabilir. Binaenaleyh akıl ve hüsni ıhtiyar
hikmetin şartı, tezekkür de mebdeidir. Bunlar hep Allah vergisi ve meşiyeti
ilahiye eseridir. Şu vechile ki, şeraitı evveliye bilâ kayd-ü şart bir meşiyeti
mütekaddimenin eseri vehbi iken nizamı hikmette cereyanı asar meşiyeti abid
maı'yetinde taalluk eden meşiyeti ilâhiye eseri olarak hem kesbî hem vehbîdir.
Meşiyeti abid sebebi adî, meşiyeti ilahiye ılleti mucibedir. Önünde sonunda
meşiyeti ilahiye bulunmadan hiç bir şey bulunmaz. Meşiyeti abid arada bir
tariktır. Meşiyeti ilahiyenin bu tenevvüu de vüs'atı ilahiyedendir. Ve bu
suretle aslı hikmet, mevhub ve asarı hikmet meksub ve mevhubdur.
HİKMET NE DEMEKTİR? Bu kelime hüküm,
hükûmet ihkâm manalariyle alâkadar olarak masdar ve ism olur. Binaenaleyh
iştiraki manevî veya lâfzî ile müteaddid manalarda müstamel olduğundan makamına
göre tefsiri icab eder. Masdar olmak itibariyle esasında men'i fesad ve celbi
salâh manası vardır ki, hüküm, hükûmet, muhkemlik hep bu esastan me'huzdur. Her
nerde def'i mefsedet ve celbi menfaat ve maslâhat varsa orada bir manayi hikmet
vardır. Bunun için bir şeyin üzerine terettüb eden ve ondan maksud olan
menfaat-ü maslâhate o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin maanii
ismiysinden birisidir. Bunda tamamen bir ılleti gaiyye manası olmasa bile az çok
maksud olmak şarttır. Buna binaen hıkmet, illeti gaiyyeden mukaddem de olabilir.
Binaenaleyh hikmet denildiği zaman her halde ya bir ılliyet ve malûliyet veya
daha eammolarak bir sebebiyet-ü müsebbebiyet ve bir manayı terettüb mevzuı
bahistir. Yani hikmet behemehal ahırın evvele redd-ü ircaı ile bir nisbeti
muhkeme ve muntazame manası ifade eder. Netekim bir emri emri ahare isnad etmeğe
hüküm denildiği gibi ilmî, amelî her hangi bir hükmi musibede hikmet denilir.
Hasılı böyle tazammunî veya istilzamî vücuhı maaniden her biri dolayisiyle
hikmet, muhtelif manalarda müşterek bir ismolmuştur. En umumî olarak hikmet,
menfaat ve maslâhat ve ıhkâm manası dolayisiyle her ilmi hasen ve ameli salihin
ismidir. Maamafih ilmi amelîye ıhtısası ilmi nazarîden ziyade olduğu gibi amele
ihtisası da ilimden ziyadedir. Âmali saliha içinde de ameli ilmîye ıhtisası daha
ziyadedir. Bunlardan anlaşılır ki, hem ilim hem amel hikmetin en esaslı manasını
teşkil eder. Bütün bu noktai nazarlarla hikmet, bervechi âti mutelif tariflerle
tefsir edilmiştir: 1- Kavilde ve fiilde isabet
(Mücahidden İbninüceyh)
kavl, nefsî ve lâfzîden eamdır. Fi'il de
fi'li kalb, fi'li lisan ve sair âmalden eamdır. Her hangi bir hususta kalben
veya lisanen şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve isabet de etmeli bu bir
hikmet olur. Şu halde yalnız kavilde isabet hikmet olmadığı gibi yalnız fiilde
isabet de hikmet olmıyacaktır. Kavilde isabet hükmi nefsînin hakk-u savab ve
vakıa mutabık olması yani ilmolub cehil, hata, yalan olmamasıdır. Fi'ilde isabet
de o fi'lin hem hükmi nefsîye mutabakatı ve hem vakı'de kendisinden matlûb olan
asarın gereki gibi üzerine terettüb edebilmesi yani def'i mefsedet ve celbi
menfaat eyleyebilmesidir ki, bunlara o fi'lin hükm-ü hikmeti, gayesi, garazı
veya ılleti gaiyyesi denilir. Hasılı kavilde isabet, hakka, fi'ilde isabet hayra
müteveccihtir. Hikmetin evveli, ilmi hak, ahırı fi'li hayırdır. Hakikati hikmet
evvelinden ilmî, âhirinden amelî iki haysiyetin içtimaı demektir, bu mana diğer
suretlerle de ifade edilmiştir şöyle ki,
2- Hikmet ilm-ü ameldir: İlim ve onunla
ameldir. Bu ikisini cemedemiyene hakîm denilmez (........)
burada ilim, manayi hakikîsiyle yakîn demektir, bunu tavzıh için alel'ekser
«ilm-ü amelde ıhkâm ve itkan» yahud «tahkıkı ilim ve ıhkâmı amel» tabirini
tullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği yakîniyetinde amelin muhkemliği gayesine
hakkiyle isabetindedir. Bu evvelki tarif bize gösteriyor ki, hikmetten cüzolan
ilim tecribe ile müeyyed ve amelî kıymeti haiz olan ilimdir. Hikmetten cüzolan
amel de ilmî olan ve bir ilmin şahidi tahakkuku bulunan ameldir. Hasılı hikmet,
ilim ile iradenin mütanasiben fi'le çıkması ve o fi'lin gayei maksudesini
arkasına takmasıdır. Tabiri aharle ilim ve san'atın içtimaıdır.
3- Hikmet: İlim ve fıkıh demektir
(Mücahid) bu tarif evvelkilerden başka gibi
telâkki edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet
kelimesine müradif gibidir. Meselâ şunun hikmeti veya sirri veya ruh-ü hakikati
şudur yerinde «fıkhı şudur» denilir. Hikmet gibi fıkıh dahi vücuh ve esbabı
mufassalası ile ilmi dakik ve ameli nafi' ifade eder. Aslı lûgatte fıkıh garaz
ve maksadı anlayıb bilmektir. O halde ilim ilmi mutlak fıkıh da o ilimden garazı
idrâktir ki, amele de şamildir (........)
Hadîs-i şerifi dahi bu âyetteki hikmetten murad, fıkıh olduğunu ifham edecek bir
delil olarak gösterilebilir. Dinde fıkıh ise dinin makasadını idrak demek olur
ki, bunun hakikati de «nefsi insanînin leh ve aleyhindeki ahkâmı» hukuk-u
vezaifini, menafi-ü mazarratını bilmek melekesidir. Bu da kendini ve indallah
merbut olduğu kavanin ve ahkâmı ve ona göre kendi işini bilmek ve hatta yapmak
ıktidarıdır. Şu halde fıkhı olmıyan ne kadar âlim olursa olsun hakîm olamaz. Bu
tarife göre şu da muhakkaktır ki, fıkıhtan başka ilmi olmıyanlara da hakîm ıtlak
edilemiyecektir. Filvaki fakih olmak için fıkhın mütevakkıf olduğu usulü bilmek
de şarttır. Bu ise bütün ulûm ile alâkadardır. Fıkıh, hem nazarî hem amelî
haysiyeti haiz bir ilmolduğu gibi bir tahkika göre ameli ilmîye dahi şamildir.
Yani ilmi ile âmil olmıyana hakikat olarak fakıh ıtlak edilmez. Binaenaleyh
ilmi, İlmi tevhid ve Akaid gibi usule, fıkıh da ilmi füru' ve amele hamledilince
bu tarif, hikmeti nazariye ve hikmeti ameliyenin mecmu'una muntabık olmuş olur
ki, hasılı; hikmet, usul ve furuu, mebadi ve makasıdı hakayık-u dekayıkiyle
bilib yapacağını tayin ve muktezasiyle amel etmek mealine raci'dir. Ancak
fıkıhta yalnız ilmiyet mülâhaza edilirse bu tarif gelecek olan dördüncü gibi
olur.
4- Hikmet; Maaniyi -eşyayı ma'rifet-ü
fehimdir (İbrahimi neha'ı) maani, a'yan
mukabili olduktan başka mütekaddimîn lisanında ıllet kelimesi yerinde
kullanılmakla evsafı müessire ve ilel-ü makasıd demek olacağından bunun hasılı
âyanı eşyanın mutazammın oldukları evsafı tanımak ve evsafı müessire ve makasıdı
müterettibelerini anlamak yani eşya beynindeki nizamı ılliyeti takıb ile mahiyât
ve gayatı eşyayı fehmeylemek demek olur. Bu tarif, amel kaydını hazfetmiş ve
hikmeti yalnız ilmî haysiyetle almış olduğundan evvelkilerden eamdır. Çünkü
fi'il ve amel takdirine de sadık olabilir. Fakat marifet ve fehmi bütün maani
eşya ile takyid edib mazmun ve cem'iyetini tezyid ettiğinden dolayı da minvechin
ahastır, marifet ve fehim ilmi mütkan mealinde olub
evvelâ cüz'îden küllîye intikal tarikını ifham eder. Maamafih «vav»
tertib iktıza etmiyeceğinden aksine de muhtemildir. Bunlar Allah’ın sıf'atı olan
hikmetten ihtirazdır. Zira ilmi ilahîye fıkıh denilmediği gibi marifet-ü fehim
de denilmez. Çünkü bunlar sebkı cehli ima ederler. Demek olur ki, her marifet
hikmet olmaz, fehm de şarttır. Fehm ise bir şey'in sureti akliyesini
kavramaktır. Eğer bu tarife amel kaydı ilâve edilmiş olsaydı o zaman bu hikmetin
sahibi bütün eşyayı yapabilmek iktıza ederdi ki, o zaman âyetteki hikmete sadık
olamaz. Marifet ve fehim kaydiyle sıfatı ilahiyenin tarifi olmak da müşkil
olurdu. Bu tarif bütün ulum-ü fünunun vahdete ircaiyle nesakı küllîsini ifade
eden ve ilmi hikmeti ilahîye tabir olunan ilmi a'lâye muntabık olur. Meşhur
olduğu üzere ilmi hikmetin «hakaikı eşyayı marifet» diye tarifi de buna şebih
olmakla beraber bundan kasırdır. Hakaik, sırf mabadettabiî olduğu gibi makasıda
şamil de olmaz. Lâkin beşerde böyle bir ilmi hikmet mümkin midir?
Evvelâ
marifet ve fehim bilfi'il değil meleke ve kuvvei karibe manasına olunca mimkin
ve vakı'dır.
Saniyen
Allah murad edince mümkindir. Ve böyle bir ilmi hikmet Enbiyada ve eazımı
evliyaullah ta tasavvur olunabilir ve filhakika Kur’ân’ın bir çok yerlerinde
hikmet, nübüvvet ile müfesserdir. Netekim Süddî bu âyette de böyle tefsir
etmiştir. Zira
Nübüvvet hem ilmî hem amelî haysiyetle
hikmeti mevhubenin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki, İbn-i
Rüşd Tehafütünde «her Nebiy hakîmdir fakat her hakîm Nebiy değildir.» diye bu
hikmeti i'tiraf etmiştir.
5- Hikmet: akıl fiemrillâhtır
(Zeyd İbn-i Eslem ve oğlu) bunda da akıl aklı
nazarî ve aklı amelîden eamm ise de nefsi amele şamil değildir.
6- Hikmet: fehm demektir.
(Şüreyk) bu bir ta'rifi lâfzî olmakla beraber
diğerlerinin cinsini ahzeylemiştir. Demek ki, hikmeti ilmiyenin en umumîsi
fehimdir, Mu'tezile bunu kuvvei fehmiye
manasında ahzetmişlerse de doğrusu fi'len fehimdir. Ve her ikisi atıyei
ilâhiyedir. Fehmi olmıyan hakîm olamaz. Bu üç ta'rif, hikmeti yalnız haysiyeti
ilmiyesiyle mülâhaza etmiştir. Bunlara mukabil yalnız haysiyeti ameliyesiyle
mülâhaza edenler de vardır şöyle ki,
7- Hikmet: icad demektir
(Ta'rifatı Seyyidden) hikmet, nisbeti
ı'lliyyete raci', ı'lliyetin hakikatide halk-u icad olduğundan asıl hikmet icad
demektir. Fakat bu evvelâ Allah’ın hikmetine
muntabıktır. Bir de icadı mutlak bir izzeti ilâhiye işi olduğundan hikmet yalnız
âsar ve müsebbebatı mahza ve münferide halketmek değil, bununla beraber o
müsebbebatı yekdiğerine karşı menafi' ve masalihi mutazammın olarak müterettiben
icad etmek, ya'ni esbab halkeylemektir. Bu
suretle eseri evvel,eseri saniye, eseri sani, salise vehelümme cerra sebeb ve
ılleti ûlânın te'sirine bir tarik olur da o âsar biribirlerine perçinlenmiş bir
halde aralarında bir nizamı müterettib cereyan eder ve buna sünnetullah ta'bir
olunur. İşte bütün sirri hikmet bu nizamın içindedir. Bunun için hikmetin maanii
ismiyesinden biri de sünneti muhkemedir. Nizamı hak, şeriati hak, dini hak ve
bunlara ittiba ve bu ittiba ile icadı hakka tarik olan her sireti hasene hep
hikmettir. Ve yine bundan dolayı hikmetin bir ma'nası da sebebtir. İşte bu
vechile insanlarda dahi bir sebebiyet ve ılliyeti âdiyye bulunduğundan bu
hikmeti icad eden Cenâb-ı Allah dilediği
insanlara da bundan bir hıssa bahşetmiş tarikı hikmeti üzerinde onlara da velev
âdî ve zahirî olsun bir inşa ve vaz'ı nizam mazhariyeti ihsan eylemiş demektir
ki, o insan bunda mucidi hakikî değilse de icadı ilâhînin vasıtai tezahürü olmak
itibariyle onun tarikı olarak niyabî bir kıymeti haizdir. Hulâsa:
Fahrüddini Razînin beyanına göre bu ma'naca
Allah’ın hikmeti halde veya mealde ıbadın menafi veya masalihi bulunan şeyler
halk etmesi olduğu gibi ibaddan da böyledir. İnsanların hikmeti de diğer
ibadullahın menafi ve masalihi bulunan şeyler yapması, sünneti ilâhiyeyi fehim
ve ona göre bir icad-ü ıhtiraa sebeb olması ya'ni
sade kendine bir eser değil diğer âsara ve bilhassa menafia sebeb olan âsar
yapmasıdır. Ancak insanların haddi zatında mahlûk ve müsebbeb oldukları ma'lûm
bulunmakla mazharı keşf-ü icad olanlar kendilerini sebebi evvel farz ederlerse
ilmî haysiyyette müsebbedden sebebe geçememiş olacaklarından Zahiriyyeden
kalırlar da hükemadan olamazlar.
8- Hikmet: Eşyayı mevzı ve mertebesine
koymak ki, bu da zahiren cemii eşyaya nazır olduğundan sıfatı ilâhiyeyi ve
hikmeti külliyeyi ta'riftir. Ancak her hangi bir şey'i mevzı ve mertebesine
koymak denildiği zaman da hikmeti cüz'iyyeye muntabık olacağından insanların
sıfatına da sadık olur. Bir de bu vazı' hîni icaddaki vaz'ı evvele ve
ba'del'icad vaz'ı saniye mütenavildir. Ve hikmetin bir nizamı tertib ve
terettübü mucib veya muktazı olduğunu da müş'irdir. Bu surette bilâ tertib icad,
mefhumı hikmetten haric olur. Maamafih bu ta'rif vaz'ı sani mülâhazasiyle daha
ziyade adlin ta'rifi olmak üzere meşhurdur. Şu halde hikmet, adalet demek olur.
Hikmeti ameliye denilen nazarî ilmi ahlâkı ifrat ve tefrıt beyninde adil esası
üzerine bina edenler bu ma'nayı almışlardır.
9- Ef'ali hasenei saibeye ıkdamdır. Bunda
hikmetin hüsn-ü hayra müteveccih olduğu ve bu gayenin mütenahi olmayıb
müstemirren ıkdam lâzım geldiği ve binaenaleyh hikmetin bir melekei sabite, bir
hulkolduğu musarrah demektir. «Akıbeti mahmud olan fi'li yapmak» tarifi de buna
karibdir.
10- Siyasette bikaderittakalitbeşereye
halik sübhanehu ve tealâya iktidadır ki, bu da ilmini cehilden fi'lini cevirden,
cudunu buhulden, hilmini sefehten tenzih ile olur.
(Fahrüddini Razî
tefsirinden) siyaset ta'biri bu ta'rife bir hususiyet veriyor gibi
görünürse de (........)
Hadîs-i şerifi medlûlu teem'mül olunursa umumiyeti tezahür eder. Maamafih bu
ta'rif her halde hikmetin hâkimiyet manasile alâkasını ibraz eyler.
11- Hikmet: ahlâkı ilâhiye ile tahalluk
(Razî);
netekim bir Hadîs-i şerifte (........)
buyurulmuştur. Fatihada ahlâkı ilâhînin bir tecellesini görmüştük. Sûrei «Nun»
da aleyhıssalâtü vesselam Efendimiz hakkındaki (........)
âyeti celilesi de bunun en büyük misalini göstermiştir. Ahlâkı ilâhiye ve hulukı
azım ahlâkı Kur’ân olduğu da tefsiren beyan olunmuştur.
(........)
Hadîs-i şerifi mucebince Fahri kâinat Efendimiz'in sirri bi'seti de bu noktada
toplanmıştır. Şüphe yok ki, akıl, fehim, iman, ma'rifet, ilim bu tahallukun
erkânından değilse şeraitındandır. Âyet de (........)
da bunu beyan etmiştir. Hikmetin kâh ilim ve kâh amel ve hâh her ikisi olmak
üzere mülâhazası da bündan nâşidir. Bunun için esbab ile müsebbebat, mebadi ile
gayat arasındaki sirri nisbete raci' olan hakikatı hikmet ilm ile amel
arasındaki sebebiyet ve müsebbebiyet nizamında tecelli etmek itibarile ilk
ta'rifler veçhile ilm-ü amelde ihkâm ve kavl-ü fiılde isabet diye ta'rif
olunduğu zaman mecmuu mülâhaza olunduğu gibi sebeb olan tarafı evvelin vücudde
takaddümüne binaen ilm ile, sonra bu nisbetten maksad netice ve gaye olması
vücudde muahhar olan gayenin ilimde mukâddem bulunması i'tibarile de amel ile
ta'rif edilmiştir. Fakat şunu unutmamak ıktıza eder ki, sebebiyet ve
mesebbebiyet nisbetini ve bu nisbette def'i mazarrat ve celbi menfaat mefhumunu
tazammun eden hikmet, neticei amele tesebbühü olmıyan ilme ve kezalik ilimden
mün'beı's olmıyan amele ve her ikisinin celbi maslahatı değil celbi mefsedeti
istihdaf eden kısmına muntabık olamıyacağından ilme hikmet denilmesi, üzerine
ameli nafiın terettüb edebilmesi yan'i ilmi amelî olması haysiyyetine, amele
hikmet denilmesi de ilminden mütesebbib ve ona müteferri' olması
ya'ni ameli ilmî bulunması ve mazarrat-ü
mefsedeti istihdaf etmemesi haysiyyetine raci'dir. Binaenaleyh her hangi bir
ilmi nazarî bizzat bir hikmet olmadığı gibi tesadüfî olan her hangi bir ameli
gayrı ilmî de öyledir. Ve bunun için hikmeti ilâhiyede ne ilmi nazarî vardır, Ne
de ilmi tesadüfî. Buna binaendir ki, nizamı ılliyyete müstenid olan hakikatı
ilim, tesadüfü inkâr eder. Tesadüf, hakikate ve ilme nazaran değil, sebebini
bilmeyen cehle nazarandır. Tesadüf nazariyesi daima cehil nazariyesidir. Ve
böyle olduğu için mebde'de bir tesadüf da'vasına müncer olmaktan kurtulmıyan
tabiat, tabiatin mebdei evvel ve ılleti ulâ ılması nazariyesi gayrı ilmîdir. Ve
bütün ulûm-u fununun cereyanına münafi bir cehalettir. Filhakika bütün vukuatı
ve kemalâtı bir veçhle tesadüfe hamleden bir fikrin ne kendisinde ne eserinde
hikmet nasıl tasavvur olunabilir? Hikmet ve vücudda ihkâm her halde ilme, ilim
de alîmi kül ve hakîmi mutlak olan bir sebebi evvele istinad eder. Ve hikmeti
âlem bu hakîmi mutlakın izzet-ü hikmetine şahiddir. Ve hikmeti beşerin mebdei
ona iman-ü ma'rifet, gayesi de onun nizamı hikmetini, sünneti cariyesini
tezekkürle ona ittiba ve ahlâkile tahalluk edib her hareketinde savab ve nafi'
olanı yapmaktır, Demek ki, sebebi evvel olan Allahü
teâlâya mahlûkattan her birinin iki nevi' istinadı vardır.
Birisi ona bizzat bir istinad ve
müsebbebiyyettir ki, her şey'in hususiyeti bununla kaimdir. Eğer bu hususiyet ve
istinad bizzat olmasa idi âlemde hiç bir şey diğerinden temayüz etmez, efradı
vücud tahakkuk edemezdi. Bu nokta, mü'minin Allah’a tevekkülü, izzeti ilâhiyeye
ve harıkaya imanı mebdeidir. Burada akıl değil ancak iman hâkimdir. Diğeri
halden ezele, ezelden ebede doğru müteselsil bir sebebiyet ve müsebbebiyyet
alâkası içinde nâmütenahi vesait ile olan istinaddır ki, bunda bütün eşya
biribirine tutunarak hey'eti umumiyesile evvel-ü ahırınden Allah’a dayanır. Bu
da hikmeti ilâhiye mes'elesidir ve akl-u ilim sahasıdır. Hikmeti beşer bu iki
nevi' irtibat-ü istinadın hasılesine intibak edecektir. Burada akıl ile kalb
birleşecek ve insan, insanı kâmil olacaktır. Ve insanı kâmil olanlar ilel'ebed
vücudda bir sirri hâkimiyete nail olurlar da hiç bir zaman bunda esalet iddia
etmezler ve onu hâkimiyeti ilâhiyenin bir cereyanı tanırlar. Netekim Hazret-i
İbrahim sirri ihyaya nail olduğu halde (........)
demeyib (........)
demiştir. Halbuki Nümrud bir mülke nail olmakla (........)
davasına kalkışmıştır. (........)
insanlarda mebdei hikmet olan akıl, sırf bir atıyei ilâhiye olduğu gibi mebdei
izzet olan kalb-ü nefis de bir atiyei ilâhiyedir. Bunlar bizzat Allah’a istinad
ederken eserleri olan ef'al dahi kesiblerinin tesebbübiyle hem bizzat ve hem
bilvasıta bir atiyei ilâhiyedir. (........)
alel'ıtlak bu iki cihete nazırdır. (........)
da lüb itibarile vehbe, tezekkür itibarile kesb-ü vehb mecmuuna tenbihtir. Demek
ki, mahzı fazlından Cenâb-ı Allah
dilediğine hak ile batılı, va'di ilâhî ile va'di Şeytanîyi fehm-ü temyiz ederek
ona göre ameli savabı yapacak ve men'i fesad ile celbi maslahat edecek bir
hikmet ve hâkimiyyet bahşeder. Hikmet ise bir sebebe bir çok müsebbebatın
terettübünü muktazı olduğundan hayri kesir olur. Fakat ilim ve fehim ameli
muhkem için bir sebeb veya şart olmakla beraber ılleti tamme olmıyacağından ehli
akl-ü fehmin kesiblerile tezekkür ve tefekkür edib iradelerini sarfetmeleri de
hikmet noktai nazarından bu hâkimiyete ve bu hayrı kesire irmek için şarttır. Bu
suretle her akıl sahibinin derecei aklına göre hikmetten bir hissesi vardır. Ve
her halde va'dı Şeytanî ile va'dı Rahmanîyi fehm-ü temyiz etmek için bidayetinde
insan tefekkür ve tezekkür üzere bulunmalıdır. Bilâhare bu tezekkür ve o hikmet
feyzi hakk ile bir meleke olur da insan mertebesine göre ahlâkı ilâhiye ile
tahalluk eder, aklı amelîsi kuvvetlenir, bildiği yaptığı hakk-u savabdan şaşmaz.
Şu halde tezekkür ile alâkadar olan ilmi nazarî bizzat bir hikmet değilse de
ilmi amelîye sebeb olabilmesi itibarile mukaddimatı hikmetten sayılabilir. Bunun
için ilmi nazarî hikmetin evveli addedilerek hikmeti nazariye tesmiye
edilmiştir. Lâkin yalnız bunda tevakkuf edib kalmak Şeytana yol kestirmek
demektir, bu nihayet bir feylesofluktur.
Ya'ni
hikmet değil hikmet lâfı etmektir, sırf Felsefe ile uğraşmanın makduh olması da
bundandır. Bunların ekserisinin fi'li kavline uymaz. O zaman kavli savab ise
fi'li hata, fi'li savab ise kavli hata olacağından mevcudiyetleri bir tenakuz
teşkil eder. Bu hal yalnız kendilerini mahzul etmekle kalmaz diğerlerini de
ıdlâl eder de Şeytan ve Şeytanet mefhumunda dahil olurlar. Bundan tahzir için
(........)
= ilimi nafi' isteyiniz ve menfaatsız ilimden istiâze ediniz» buyurulmuştur.
İşte bir çok ulemanın hikmeti ta'rif ederken amelde ısrar etmeleri hikmeti
abesten tefrık ve celbi menfaat mefhumunu tahakkuk ettirmek içindir. Zira ilm-ü
marifet pek yüksek bir şey olmakla beraber lâfta ve kuvvede kaldıkça veya
fi'ılde hılâfı tatbık olundukça biyhude bir ibtilâdan başka bir şey değildir,
fi'lolmasa idi ilmin ilmolduğu tahakkuk edemezdi.
Allahü teâlâ bile kâinatı bilib de halketmese idi hikmeti mevcud
olmazdı. Ahlâkı ilâhî ile tahallukta bu ma'na da mühimdir. Buna mukabil diğer
bir kısım ulemanın ilmi ahzetmeleri de ilimsiz amelin hikmet olamıyacağını
bilhasa anlatmak içindir. Yoksa ameli istihdaf etmiyen ve vücudda tahakkuku
hayır hedefine nazır olmıyan ilme hikmet demek için değildir. Demek ki, asıl
hakikat ikisinin ictimaındadır. O halde evvelki ta'rifleri esas olarak almak,
diğerlerini de bunların birer haysiyyetle şerhi gibi telâkkı etmek lâzım gelir.
Binaenaleyh ilim ve ameli hikmetin birer nev'i değil, birer cüz'ü olarak
ahzetmek ıktıza eder.
Ya'ni
hikmet ya ilmi savab veya fi'li savab değil, ilmi savab ile fi'li savabdır.
Bunların her birine müstakillen hikmet ıtlakı mecaz veya ıstılâhtir. Bu izah ile
amelin imandan cüzü' olmadığı halde dinden cüzü' olmasının vechi de tezahür
eder. Kezalik akıldan sonra tefekkür ve tezekkür hikmetin şartı olduğundan ilmi
amelîden evvel nezarînin dahi hikmeti beşerin bir cüz'ü değilse bile bir
mukaddimesi olacağı ve bunun behemehal ilmi amelîyi, onun da nafi' ve hayrolan
ilmi amelîyi istihdaf etmesi ve her halde ma'rifetten ubudiyyete geçilib
(........)
hikmetinin tahakkuk ettirilmesi lüzumu anlaşılır ki, fıkhi islâmînin üslûbu da
budur. Her hangi bir matlabda taammukı nazarî ile kalıb amele geçememek hüsran
demektir, hikmeti nazariye enfüs-ü âfakiyle kâinattaki sünneti cariyei ilahiyeyi
mütalea ve tefekkürden hasıl olur. Âlem bir kitabi hikmettir. Kur’ân’da bu
hikmetin ledünniyyatını tezkir ve ıhtar eder: Âlem bir hal, Kur’ân’da bu halin
evvel-ü ahırıdır, erbabı akıl hali görmeli, evvel ve ahırı tezekkür etmeli,
hikmete irmelidir. Hali görmemek veya içinde boğulub kalmak ondan evvele intikal
edememek veya edib tevakkuf etmek ve ahıre kadar hikmeti takib etmemek, ettikten
sonra da ona ittiba' etmeyip fekki tabi'ıyete çalışmak hikmete muhaliftir, bu
suretle hikmetin evveli eşyaya nazar-ü tezekkür ile fehm-ü ilim, evsatı din-ü
ta'at, ahırı saadeti Ahırettir. Ve bunun için hikmet hayrı kesîri muhtevidir. Bu
meaniyi tesbit için de denilmiştir ki,
12- Hikmet: Tefekkür fîemrillâh ve ona
ittiba'dır. (İbn-i Kasımden Kuşeyr)
13- Hikmet: Allah’a taat, Fıkıh, din,
ameldir (Kuşeyr) Bu on üç tarif manayi hikmeti
efradını cami', ağyarını mani' bir surette tasavvur edebilmeğe kâfidir. Fakat
daha ziyade tenvir edebilmek için şunları da mülahaza etmeliyiz ki, her birinde
bir hassai müfide vardır:
14- Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile makam
beyni bununla fark edilir (Ebû Osman)
15- Sür'atı cevab maa isabetıssavab
(Bündar ibnilhüseyn)
16- Savaba red
(Fadıl)
17- Ervahın müntehayi sükûnet ve ıtminanı
(Kettani)
18- İşaret bilâılle, yani mafevkınde ıllet
tasavvur olunmayan Hak teâlâdan bila
kayd-ü şart varid olub şekk-ü şüphe, za'f-ü fesad ıhtimali bulunmıyan, niçin ve
neden diye taharriye hacet bırakmıyan işaret.
19- Cemiı ahvale hakkı işhad,
20- Salahı Din-ü Dünya,
21- İlmi ledünnî,
22- Vürudi ilham için tecridi sir,
23- Bunların hepsi.
Görülüyor ki, bunların bazıları hikmet
ilm-ü amel derken mes'eleyi kalb-ü vicdana dayamışlardır. Filvaki ilm-ü amel,
akıl ve irade mülâhaza olunurken ortada ikisinin noktai telâkkısi olan
ihtisasatı vicdaniyeyi hisab etmemek doğru olmaz. Çünkü
(........)
lübb mefhumiyle aklın bu özüne işaret etmiştir. Şuurı şuur demek olan vicdan:
Nefsin kendini kendinden filhal bir buluştur ki, bunun lemhalarını onun anatı
hayatını teşkil eder. Bir lemhai vicdanda her nefis kendisinin ikilik içinde bir
vahdetini görür ki, biri bulan nefis, biri bulunan nefistir. Bulan kim bulunan
kim? Burada şayanı hayret bir sirri vahdet müncelidir. Kalb dediğimiz şey de
nefsin bu merkezi vahdetidir. Kalbi cismanî bedendeki a'sab ve adelâtın
ensicesine malik olduğu gibi kalbi ruhanî de böyle bir şebekei fi'l-ü infialdir.
Kalbi cismanî harekâtı mütevaliyesiyle nasıl bir inkıbaz ve inbisat münavebesi
yapıyor ve hayatı cismaniye bu ınkibaz-u inbisatın haddi telâkısine nasıl medyun
bulunuyorsa kalbi ruhanî de böyle bir takkalübi manevi tevalisi içinde bir
inkıbaz-u inbisat münavebesi yapar ve hayatı maneviye bunların anatı telâkıleri
olan lemhai vicdana medyun bulunur da her iki manasiyle hayatın gökü kalbin
temayülât ve takallübatına ibtina' eder. Kalbi cismanînin inkibaz ve inbisatı ak
ciğerlerin hevadan nefes alıb vermesinden zahiren nasıl bir imdad alıyorsa
batınen kalbi ruhanî dahi inkıbaz ve inbisatında ruhi emrî ile enfası
rahmaniyenin imdadından feyz alır. Enfası rahmaniyenin çekilmesi bir inkıbaz,
vürudu da bir inbisat ifade eder (........)
İnkıbazın inbisata intikal ettiği lemhai vicdan da bir elem olur. İnkibaz,
kalbin kendine rücu-u, elem de bu rücu içinde hissai ademi bir tadışıdır.
İnbisat kalbin nefesi rahmana vusulü, lezzet de bu vusul içinde vücudu bir
tadışıdır. Kabzı ilâhî nefse imdadı sabıkı yutturub hasleti asliyesi olan ademi
tatdırmak üzere kalbi kendine icra' eden bir terk-ü sevk, bastı ilâhî de
bil'akis kalbi kendinden alıb vücudu tatdıran bir imdaddır. Bunun içindir ki,
insan kendi kendine bırakılıverdiği zaman pek ziyade münkabız ve müteellim olur
da kendini her şey farzeden o azgın insan bu lâhzada hakdan cüz'î bir imdad
almak için kıvrıldıkça kıvrılır. Hasılı hayat gerek zahirde ve gerek batında
hakk ile böyle bir muamelei mütevaliyedir. İnkıbazın imtidadı bir maraz,
ınbisatın imtidadı da bir marazdır. İnkıbazı küllî memat, inbisatı küllî yine
mematdır. Biri boğar. Biri çatlatır. Sıhhati hayat, kalbde inkıbaz-ü inbisatın
haddi telâkısinde, elem-ü lezzetin münavebesinde, istikbale nazaran hikmet,
ye's-ü ümidin tevazününde, beynelhavfı verreca' i'tidal-ü metanetindedir.
Hikmetin masdar ma'nası izah edilirken meanii ismiyesinden bir çoğu da bu
miyanda bilmünasebe zikredilmiş oldu ki, ba'zısına ıtlakı has, ba'zısına ıtlâki
ammile hikmet namı verilir. Binaenaleyh ma'lûmatı muhkeme, ahlâkı hamide,
sınaatı nafia, menfaati müterettibe ve maksude, sebeb ve sebebiyyet, manii
mefsedet veya calibi maslahat olan her hangi bir şey, mucibi ibret-ü nasıhat
olan her hangi bir söz, acaibi esrar, nübüvvet, sünneti muhkeme, adetullah,
sünneti Nebeviyye şeriat, din, kitab, Kur’ân, İncil, işte bunların her biri
hikmetin maanii ismiyesindendir. Mukatilden rivayet olunuyor ki, «hikmet»
Kur’ân’da dört veçhile tefsir edilir:
1- Mevaızı Kur’ân ma'nasına hikmet ki,
surei Bakarede (........)
bu ma'nayadır.
2- Fehm-ü ilim ma'nasına hikmet ki,
(........)
gibi.
3- Nübüvvet ma'nasına hikmet ki, surei
«Nisa» da (........)
Bakarede (........)
bu ma'nayadır.
4- Acaibi esrariyle Kur’ân ki, surei
Nahilde (........)
kezalik bu âyetdeki (........)
bu ma'nayadır demiştir. Fahrüddini Razî de
bu dört ma'nanın ındettahkık ilim ma'nasına raci' olduğunu söylemiştir. İlâh...
İbn-i Mes'ud ve Dahhak vesaireden (........)
da hikmetden murad Kur’ândır diye İbn-i Abbastan
bir rivâyette «Kur’ân’ın nasıh ve mensuhunu muhkem ve müteşabihini, mukaddem ve
müahharını marifettir» diye, İbrahim ve Ebül'âliye ve Katâdeden «fehmi Kur’ân»
diye, Hasandan (........)
diye, Rebi' İbn-i Enesten «Haşyet» diye tefsir edildiği
de menkuldür. Bunlar da balâda naklettiğimiz ma'nalara zammedilince mecmuu yirmi
dokuz vecih tefsire baliğ olur. Bunların ba'zısı ma'nayı masdarı, ba'zısı hâsılı
masdar, ba'zısı da ismi mahz olmakla beraber bir kısmı ilme, bir kısmı amele,
bir kısmı da her ikisine raci olduğundan bu tafsılât kısmen misal ve ta'rife
hamledilmek suretiyle mecmuu üç tefsire irca olunabilir ki, ameli nafia müeddi
olmak haysiyetile ilim, ilme müterettib olmak haysiyetiyle ameli nafi', biri de
ilm-ü âmelde ihkâm ta'biri aharle kavil ve fiilde isabet veya ilim ve fıkıh
ma'nalarıdır. Bu ma'nalar ise mütekarib ve mütelâzımdırlar tahsısa hiç bir
karine yoktur. «lâm» ın hade hamlile hikmeti nübüvvet, hikmeti Kur’ân ma'naları
muhtemil (........)
az çok buna bir karine gibi ise de âyetin gerek makabline irtibâtı, gerekse
(........)
ile ciheti kesbe işareti de muhtevi bulunması cins ve hakikati hikmete hamlini
ıktıza eylediğinden muhakkıkînin muhtarları bu üç ma'nadan ma'nayı masdarî veya
hasılı masdar olarak bilâ tahsıs tefsirdir. Hayrı kesir medhi her halde bu
yukarıda izah eylediğimiz veçhile iki haysiyetin cem'inde zahirdir. Men'i
mefsedet ve celbi maslâhat ma'nayı esasîsinin bil'fiil tahakkuku da buna
mütevakkıftır. Her nevi hikmet, Allah’ın ihsanıdır. Fakat hayrı kesir hikmeti
kâmilededir. Ekmel hikmet de hayrı küldür. Cenâb-ı
Allah’ın fadl-ü rahmeti böyle vasi'dir. Fakat
Allahü teâlânın bu tezkîratını ülül'elbab
olan âlimi âmil erbabı hikmet ve ehli ilm-ü fıkıh tezekkür eder. Bunlardan
ma'adası va'di İlâhî ile va'di Şeytanînin hükümlerini fehm-ü temyiz eyliyemezler
de emri infakın ve sair beyanatı İlâhiyyenin ne büyük hikmetleri muhtevi
olduğunu ve fadl-ü ihsanı İlahînin ne kadar vasi' bulunduğunu takdir edemezler
vesvesei Şeytaniyeye aldanabilirler, çünkü kalbleri bozuktur, akılları çürüktür,
lübsüzdürler. Bundan başka Allah, alîm olduğu için
|