220
Dünya ve ahiret hakkında
(düşünürsünüz.) Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar hakkında
yapacağınız bir ıslah, işlerine karışmamaktan daha hayırlıdır. Eğer onlara
karışırsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla ıslah ediciyi
bilir, birbirinden ayırd eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz
ki Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şu kayda dikkat etmelidir ki, O âyetleri hem dünya ve hem
ahiret hakkında olmak üzere açıklayacaktır. Böylece din ve İslâm şeriatı ne
yalnız dünyaya ve ne de yalnız ahirete mahsus olmayacak, hem dünyayı ve hem
ahireti kapsayacaktır. Ve bunda, "Ey Rabbimiz! bize dünyada bir güzellik ver,
ahirette de bir güzellik ver. Bizi ateş azabından koru."
(Bakara, 2/201) diye dua edenlerin duasına
cevap bulunacaktır. Böyle olunca bu şeriattan yalnız dünya isteyen kâfirler de
büsbütün mahrum kalmayacak, ahiretten payları olmamakla beraber dünyaları için
yararlanacaklardır. Ve böylece Hazret-i Muhammed'in
Peygamberliğinin "Rahmeten li'l- âlemin" (âlemlere
rahmet) olduğu ve İslâm dininin herkesi kapsayan bir Tevhid dini olduğu
ortaya çıkacaktır. Ve bununla birlikte ahiret sevabı isteyenlerin sevapları
artacak, bunlar iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamayı yüklenerek "Vasat Ümmet"
(orta yolu benimseyen ümmet) olacaklardır.
Açıklanacak deliller ve onların hükümleri böyle dünya ve ahireti kapsamakla,
sana yetimleri soruyorlar. Rivayet olunduğuna göre, Nisa Sûresindeki,
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip
doldururlar ve yarın çılğın ateşe girerler." (Nisa,
4/10) âyeti inince insanlar yetimlerle bir arada olmaktan ve onların
mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. Bu iş onlara zor göründü ve
Resulullah'a bu durumu arz ettiler,
bunun üzerine bu âyet indi. Cevaben de ki yetimlerin durumlarını düzeltmek
onları ihmal edip bırakıvermekten daha hayırlıdır. Şu halde düzeltme amacıyla
durumlarına karışıp mallarına el sürmek, onların yararlarını, geleceklerini
gözeterek işlerine bakıp kendilerini eğitmek ve terbiye etmek ve mallarını
artırmak her halde bunlardan kaçınmaktan daha iyidir. Ve eğer siz onlardan
kaçınmaz da onlara karışırsanız, onları yanlarınıza alır, onlarla birlikte
yaşar, onlarla birlik olur, onları evlendirmek suretiyle içinize alır, işlerine
bakarsanız, onlar sizin (dinde)
kardeşlerinizdir, din kardeşliği ise kan kardeşliğinden aşağı değil daha
güçlüdür. İnsan olan kardeşini atamıyacağı gibi, müslüman olan da din kardeşini
atamaz, kardeşlik hukukunu gözetir.
"Müminler ancak kardeştirler, onun için iki kardeşinizin
arasını düzeltin." (Hucurat, 49/10) âyetinden
anlaşılan mânâ uyarınca kardeşliğin gereği ise, kardeşin durumunu düzeltmek ve
onun yararına çalışmaktır. Aksi halde onlar size kardeş değil, bir yabancı veya
bir düşman olarak yetişebilirler. Bu ise sosyal hayatımızda büyük gedikler açar.
Bunun için evlenme yoluyla birilerine karışacak olursanız bu, din
kardeşlerinizle olsun. Allah da işleri bozucu olanı ve düzeltici olanı bilir ve
bunları birbirinden ayırır ve ona göre mükafatlarını ve cezalarını verir. Bunu
bilmeli ve düzeltme adı altında işi bozmaya kalkışmamalıdır. Allah dileseydi,
sizi zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokardı, aciz bırakır,
yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize düşer, onlara ne düzeltme ve ne de
bozma, hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bunun için Allah'ın verdiği güç ve
kuvvete şükür olmak üzere, yetimlere ve güçsüzlere bozma ile değil, düzeltme ile
davranınız. "Canım filan kimse yetimin hakkını yedi de ne oldu..." demeyiniz.
Herhalde Allah Aziz ve Hakimdir (çok güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir) O'nun emri mutlaka yerini bulur. Mühlet verir, hemen
yerine getirmezse de, bu hikmetindendir ve hikmeti siz bilmezsiniz. Bu konuda
nice hadis-i şerifler de vardır. Bu cümleden olarak: "Yetimin ağlamasından Arş
titrer."(1) Yine bunun gibi, "Ben ve yetimin
bakımını üstlenen kimse, Cennette şu iki parmak gibiyiz."(2)
buyrulmuştur.
Din kardeşlerinizden olan yetimlerle birbirinize karışma
olayını tamamlayan şeylerden biri de nikâ h ve nikâ h akrabalığı yoluyla
karışmadır. Bu münasebetle mutlak olarak nikâh hakkındaki şer'i hükmü
dinleyiniz:
221
Müşrik kadınları, iman etmedikçe
nikâhlamayın. Bir müşrik kadın, sizin hoşunuza gitse bile, iman etmiş olan bir
cariye herhalde ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de mümin kadınları nikâh
ettirmeyin. Bir müşrik, sizin hoşunuza gitse bile, mümin bir köle elbette ondan
daha hayırlıdır. Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah ise, kendi izniyle
cennete ve mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki
onlar hatırda tutup, öğüt alırlar.
Nikâh, sözlükte bir şeyi birşeye
eklemek, katmak anlamından alınma olarak sözlük örfünde, sifah'ın
yani zinanın zıddı olan ve cinsel birleşmeyi
meşru kılan sözleşme anlamlarında kullanılır. Şer'an ise, "kadının kadınlığından
yararlanma üzerine kurulan bir sözleşme" diye tanımlanır ki burada da söylenmek
istenen budur.
Müşrik, Kur'ân dilinde iki anlama gelir ki biri zahirî,
diğeri hakikîdir. Zahirî müşrik, açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birden fazla
ilâh olduğu kanaatinde olanlardır. Bu anlama göre, Kitap ehline müşrik denmez.
Hakikî müşrik de gerçekten tevhidi ve İslâm dinini inkar edenler,
yani mümin olmayan gayr-i müslimlerdir. Bu
anlama göre, kitap ehli olan Yahudiler ve Hıristiyanlar da müşriktirler. Çünkü
bunlar, dıştan tevhide inandıklarını ileri sürmelerine rağmen, gerçekte Allah'ın
çocuğu olduğu kanaatindedirler. Hıristiyanlar, teslise
(Allah'ın baba, oğul ve Rûhu'l-Kudüs olmak üzere üç olduğuna) inanırlar.
Ve "Mesih, Allah'ın oğludur." derler. Yahudiler de "Üzeyr Allah'ın oğludur."
demişlerdir. Böyle demekle birlikte onlar tevhide inandıklarını da iddia
ederler. Demek ki her ikisi de dıştan dışa müşrik değillerse de, gerçekte
müşriktirler. Bunun için mutlak olarak müşrik denildiği ve özellikle iman
karşılığında söylendiği zaman, mutlak anlamı üzere kullanılmış demektir ve genel
olarak kâfirleri kapsar. "Ne kitap ehlinin kafirleri ve ne de müşrikler
Rabbinizden size her hangi bir iyilik inmesini istemezler."
(Bakara, 2/105) gibi, mutlak küfürle karşılıklı
olarak söylendiği zaman da müşrik kâfirden daha özel olarak, Kitap ehlinden
başkalarına ait olur. Bu âyette de, "Müşrikat" (müşrik
kadınlar) ve "Müşrikin" (müşrik erkekler)
mümin karşılığı olarak mutlak ve elif-lam'lı olarak içine aldığı fertleri daha
çok kapsayan, genellik ifade eden bir sözcükle söylenmiş bulunduğundan zahirî ve
gerçek, bütün müşrikleri yani bütün kâ firleri
içine alır. Şöyle ki:
Ey iman ehli, gerek dıştan dışa ve gerekse gerçek müşrik
olan yani mümin olmayan kadınlardan hiç birini
nikâhınıza almayınız. Onlarla evlenmeyiniz. Nihayet iman etsinler, o zaman
evlenebilirsiniz.Ve şunu mutlaka biliniz ki mümin olan bir cariye, müşrik olan
bir kadından daha hayırlıdır, isterse o müşrik kadın sizi büyülemiş ve hayran
bırakmış güzelliği, hâl ve tavırları, terbiye ve nezaketi son derece hoşunuza
gitmiş olsun. İmanlı bir kadın evli bir cariye bile olsa, mümin olması
bakımından, nikâh ve evlenmeye kendisi ile aile kurulmasına gerekli olan iffet,
dürüstlük, sadakat ve bağlılık açısından, hür ve pek güzel görünen imansız bir
kâfir kadından çok yüksektir. Bunun için imansız kadınlarla evlenip de aile
kurmaya kalkışmayınız. Burada müşrik kadından mümin kadın karşılığı söz
edilmesi, müşrik kadınlardan maksadın iman etmeyen tüm kâfir kadınlar olduğunu
ayrıca gösteren bir nassdır (delildir). Gerek
zahirî, ve gerekse hakikî müşrik olsun ve gerek Kitap ehli olsun, gerekse
olmasın mümin olmayan kâfir erkeklerin hiç birine de nikâh etmeyiniz. Onları
sizden hiç bir kız ve kadınla evlendirmeyiniz. Nihayet o imansızlar, iman
etsinler o zaman verebilirsiniz. Ve hiç şüphesiz mümin olan köle herhangi bir
müşrikten, imansız kâfirden hayırlıdır. İsterse o kâfir sizi büyülemiş,
kendisine hayran etmiş olsun, hürriyeti, güzelliği veya serveti veya makam,
mevki ve dünya talihi veya öteki halleri ve davranışı ile pek fazla gözünüze
girmiş bulunsun.
Böyle bile olsa mümin olmayan kimseye hiçbir mümin ve
müslüman kadını nikâ hlamayınız. O imansızlar erkek olsun, kadın olsun çıraları
insan ve taş olan o belalı ateşe davet ederler, durumları ve sözleriyle ona
çağırırlar. Allah ise, izni ve emri ile cennete ve bağışlanmaya çağırıyor.
Âyetlerini ve hükümlerinin delillerini gâfil insanlara açıklıyor ki, onları
kafalarında canlandırıp akıllarını başlarına alsınlar. Ve mümin olmayanların
mutlaka müşrik olduklarını ve bunlarla nikâhlanma ve onları nikâ hlamanın zina
ve şirk ile sonuçlanacağını anlasınlar, bu nokta derinden derine düşünmeye
muhtaç değildir, bunu hatırlayıp zihinde canlandırmak yeterlidir. O halde ey
iman edenler! Allah'ın emrini, çağrısını bırakıp da o erkek veya kadın
kâfirlerle evlenmek veya onları evlendirmek suretiyle kendinizi ateşe atmayınız.
İslâm'ın geldiği ilk zamanlarda, müslümanlar gerek kitap
ehli ve gerekse kitapsız genel olarak müslüman olmayanlarla kız alır verirlerdi.
Bu arada Abdullah b. Revaha (radıyallahü anh)
müslüman bir cariyesini hürriyetine kavuşturmuş ve onunla evlenmişti.
Şereflerine düşkünlüklerinden kâfir kadınlarla evlenmeyi arzu eden insanlar, bir
cariye ile evlendi diye onu yermişlerdi. Bir de aralarında Haşim Oğulları ile
dostluk anlaşması olan Ebû Mersed Ganavî, Kennaz b. el-Husayn veya Mersed b. Ebi
Mersed, Kureyş'ten Anak adında müşrik olan, ancak güzellikten payını almış bir
kadınla evlenmek için, Resulalluh'tan izin istemiş, "İnneha tu'cibunî Ya
Resulallah (o benim hoşuma gidiyor, Ya Resulallah!)."
demişti. Yine bunun gibi, Huzeyfe b. el-Yeman, Velidei Sevda Hasna adındaki
cariyesini azad edip onunla evlenmişti. Bu olaylardan birisi veya hepsi
nedeniyle bu âyet indi, kâfirlerle evlenme ilişkisi içine girmek,
yani gerek almak ve gerek vermek, ikisi de
kesin bir biçimde yasak ve haram kılındı. Bunun haramlığının şiddetine bir uyarı
için, genel olarak inanmayanlara "Müşrik" denmiş, "Onlar gerek sana ve gerekse
senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahirete de kesin olarak iman
ederler." (Bakara, 2/4) âyetinin anlamı
gereğince Hazret-i Muhammed'in
tebliği uyarınca tek Allah'a inanan bir mümin olmayanların hepsinde, zahirî
olmasa bile, hakikî bir müşriklik bulunduğu ve bunlarla nikâh yapmanın ateşe
atılmak demek olduğu da özellikle hatırlatılmıştır ki haramlığın ne kadar
şiddetli olduğuna bir uyarıdır. Ancak Maide Sûresinde, " sizden önce kitap
verilen ümmetlerin hür ve iffetli kadınları da iffetlerinizi koruyarak, zina
etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız
takdirde size helâldir" (Maide, 5/5) âyeti
uyarınca bu âyetin birinci fıkrasından Kitap ehlinin kadınları istisna olunarak,
Kitap ehlinden kız almaya mekruh olarak ruhsat verilmiş; fakat ikinci fıkra
muhkem olarak kalmış ve kız vermeye hiçbir şekilde izin verilmemiştir.
"Erkekler, kadınları yönetmeye yetkilidirler." (Nisa,
4/34) ilâhi kânunu gereğince kadınlar kocalarının yönetimi altında
bulunurlar. Dolayısı ile, bir mümin kadını, bir kâfir ile evlendirmek onu, o
kâfirin yönetimi altına bırakmak ve onun davasına mahkûm etmek olacağından, o
mümin kadını kesinlikle ateşe atmaktır. Ancak bu ilâhî kânunu bilen ve kendini
ona göre idare edebilecek olan erkekler hakkında bu yönetim altına giriş ve
çağrıya mahkûm oluş zorunlu ve kesin değildir. Bu şartlar altında, müslüman
erkekler için ihtiyaç hâlinde bir ruhsata imkân vardır. Bunun için bu âyetle yol
gösterme ve hatırlatmadan sonra, "Kitap verilen ümmetlerin hür ve iffetli
kadınları" (Maide, 5/5) âyetiyle gereğinde
yalnız Kitap ehlinden kız almaya ruhsat verilmiş ve zururetler kendi
miktarlarınca takdir olunacağından, bunun dışındakiler yine haramlıkta
bırakılmıştır. Şunu da hatırlayalım ki, "O yerde ne varsa hepsini sizin için
yaratandır. Sonra semaya doğrulmuş iradesini göklere yöneltmiştir."
(Bakara, 2/29) âyeti gereğince mallarda ve
eşyada asıl kural, onların mübah olduğu ve haramlığına dair delil bulunmadıkça
mübahlık ile amel olunacağı; fakat "sizin için" buyrulduğundan dolayı bu
mübahlıkta insanların canlarının ve ırzlarının dahil olmadığı ve aksine
mallardaki asıl kural olan mübahlık insanların canlarını, ırzlarını, haklarını
ve yararlarını korumak için bulunduğudur. Kısacası can ve ırzda haramlık asıl
kural olunca bir mübahlık ve izin delili bulunmadıkça can gibi ırzda da
tasarrufta bulunmak haram olacağından nikâh kıyma izni, mutlaka bir delile
dayalı olacaktır. Mübahlığına delil bulunmayan yerlerde nikâh kıymak haramdır.
Yani o nikâh, nikâh değil zinadır. Bu nokta
üzerinde iyi düşünülünce anlaşılır ki bu âyetteki kadın ve erkek müşrikler,
kadın ve erkek müminlerin karşılığı olmasaydı da, zahirî müşrik anlamında
olabilseydi, o zaman da müslüman kadınlarının diğer kâfirlere nikâh edilmeleri
aslî haramlıkla haram olacaktı. nkü "hür ve iffetli kadınlar" ifadesiyle
müslüman erkeklerin Kitap ehlinin kadınlarıyla evlenmelerine izin verilmiş
olduğu halde; müslüman kadınların Kitap ehlinin erkekleriyle evlenmelerinin caiz
olacağına dair ne âyet, ne hadis hiçbir mübahlık delili gelmemiştir. Özet
olarak, yakında geleceği üzere müslümanların kadınları, İslâm tohumları için
şerefli bir tarladır. Ve müslümanlar genellikle tarlalarından ve ekin ektikleri
yerlerden hiçbirini yabancılara çiğnetmemek, cinsel birleşmelerine izin
vermemekle yükümlüdürler.
Mal tarlası olan vatan toprağını yabancılara çiğnetmek
büyük bir felaket olduğu gibi, can ve din tarlası olan İslâm kadınlarını
başkalarına çiğnetmek de felaketlerin felaketidir. Bunlar nikâh değil, onların
çağrısına uyup canları ateşe atmaktır. " Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah
ise -izni ile- cennete ve mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara
açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt alırlar."
(Bakara 2/221).
Şimdi nikâh dolayısıyla:
222
Ey Rasûlüm
Muhammed!
Sana kadınların ay başı halinden de soruyorlar. De ki: O bir eziyettir Onun için
ay başı halinde oldukları zaman kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar
onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman ise Allah'ın emrettiği yerden
onlara varın, yaklaşın Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok
temizlenenleri de sever.
MAHÎZ: Mimli masdar, mekan ismi veya
zaman ismi olabildiğine göre; hayız, (aybaşı
kanı) hayız yeri, veya hayız zamanı demek olur. Hayız, aslında dilde
seyelan (akmak) anlamında alınmış olarak
kadınların âdeti olan kan akıntısının ismidir, rahimden zaman zaman gelen kirli
bir tabii salgı olup kişilere ve durumlara göre süresi farklılık gösterir.
Bununla birlikte en azı üç, en çoğu on gündür. İmam
Şâfiî, en azı bir, en çoğu on beş gün olduğu ve
İmam Malik, en az ve en çok müddetin
belirlenmesinin mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır. İki hayız arasındaki
temizlik süresine "tuhur" denilir. Hayzın şer'î hükümleri, namaz ve oruca engel
olması, mescide girmekten, Kur'an okumaktan ve mushafa dokunmaktan kaçınılması,
kadının bununla bülüğa ermesi ve bu halde cinsel birleşmenin haram olmasıdır ki
burada açıklanan da budur. Şöyle ki:
Sana hayız hakkında soru soruyorlar. Burada ve daha önceki
âyette atıf (ulama) vavı ile buyrulması
dolayısıyla bu soruların şarap ve kumarla birlikte sorulmuş olması ihtimal
dahilindedir. Veya bu atıf, bu soruların müslümanlar tarafından sorulmuş
olduğuna işarettir. Cahiliye Arapları hayızlı kadınlarla birlikte durmazlar,
beraber yemek yemezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin âdetleri de böyleydi.
Hıristiyanlar ise hayza önem vermezler, cinsel birleşmede bile bulunurlardı.
Nihayet ashabdan bir kaç kişi ile birlikte Ebüddehdah - Allah hepsinden razı
olsun Peygambere sordular, ifrat (aşırı gitme)
ve tefrit (ihmalkâr davranma) arasında orta bir
yol olmak üzere şu cevap indi:
De ki, o bir kirlilik, bir pisliktir.
Yani yaklaşana tiksinme ile eziyet verecek
murdar bir şeydir. Kokusu fena, rengi bozuk, karışımı kirli, pis,
değersiz bir salgıdır. Dolayısıyla kadınlardan hayız zamanına veya hayız yerine
özel olmak üzere çekilin, temizleninceye, temizlik haline girinceye kadar o
kadınlara yaklaşmayın, yani cinsel birleşmede
bulunmayın veya dizlik altına (göbekle diz kapağı
arasına) yanaşmayın. Temizlik sonunda temizlendikleri,
yani boy abdesti alıp iyice temizlendikleri
zaman, onlara Allah'ın emrettiği yerden gidin, şüphe yok ki Allah insanlık
gereği meydana gelebilecek kusurlardan dolayı çok çok tövbe edenleri sever. Ve
tertemiz olmağa çalışanları, terbiye ve ahlâka aykırı davranışlardan ve
pislikten sıyrılıp pampak olanları sever. O halde siz de Allah'ın sevdiği gibi
olun ve Allah'ın sevdiklerini sevin.
223
Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O
halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın.
Allah'tan korkun ve bilin ki siz mutlaka O'nun huzuruna varacaksınız. Ey Rasûlüm
Muhammed,
müminleri müjdele!
Rivayet olunduğuna göre
Yahudiler, bir kimse karısının önüne arkasından yaklaşarak cinsel birleşmede
bulunursa, doğacak çocuğu şaşı olur derler ve bunun Tevrat'ta olduğunu
söylerlermiş, Resulullah'a bu
aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar." buyurmuş ve şu âyet inmiş: Ey
erkekler kadınlarınız sizin tarlanızdır.
HARS: aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri,
ekilecek tarla anlamına isim de olur ki burada bu mânâdadır. Bu ifade ile
kadının kadınlık organı bir yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da
bitecek ürüne benzetilerek bir istiâre yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği
ekin yeri açıklanmıştır ki anlam şu olur: Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz
onlara insan ve müslüman tohumları ekip ürün olarak nesil, döl
yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza (tarla anlamı
unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan, hangi
pozisyonda isterseniz gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için ilerisini
gözetip ona göre ihtiyatlı bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul
olmayıp geleceğiniz için salih ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a isyandan
sakınınız da eğri yola gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a kavuşacak,
O'nun huzuruna çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek şeyler kazanın da
rezil olacağınız şeylerden kaçının.
Ey Rasûlüm Muhammed!
Bu hükümleri ve irşadları tebliğ et, ve bunları gönül hoşluğu ile kabul edip
uygulayacak olan müminleri de müjdele.
224
Sözünüzde durmanız, kötülükten sakınmanız ve insanların
arasını düzeltmeniz için, Allah'ı yeminlerinize hedef veya siper edip durmayın.
Allah, her şeyi işitir ve bilir.
URDA: Gergi ve engel veya açıktan hedef gibi bir şeyle
karşı karşıya olup duran demektir.
YEMİN: Aslında güç ve sağlamlık demektir. Bu nedenle sağ
ele "yemin" denildiği gibi, "Bir sözü, Allah'ın adını özel bir biçimde anarak
güçlendirmeye" de şeriate göre yemin denilir ki söylediği sözü Allah huzurunda
Allah'ı şahit tutarak O'nun büyüklüğü adına söylediğini göstermek suretiyle bir
yüklenme ifade eder. Bunun için yalan yere yemin etmek, sonu pek tehlikeli ve
korkulu bir günahtır.
ÎLÂ da aslında yemin etmek anlamınadır. Şeriate göre,
karısı ile cinsel birleşmede bulunmamak üzere yemin etmektir.
TALÂK: Boşamak anlamına bir isimdir. Selâm, teslim gibi...
TATLÎK: Dil açısından boş bırakmak, salıvermek gibi bir
şeyin bağını çözüp salıvermektir veya saldırıvermektir. Şeriate göre, nikâh
bağını ortadan kaldırmaktır, dilimizde buna boşamak denilir.
MA'RUF: Marifet kelimesinden, aslında tanınmış anlamına
sıfat olup bu kelimeden (akıl veya şeriat ile iyi
tanınan her fiile isim ) olmuş kapsamlı bir kelimedir ki bunun karşıtı
münkerdir. Adaletli ve ölçülü olmak, hakkı gözetmek, iyilik etmek, cömertlik,
tatlı dil, iyi davranış ve benzerleri gibi iyi görülen mânâlara ve güzel
âdetlere hep "ma'ruf" denilir.
Ey müminler! Bir de Allah'ı yeminlerinize, maruz
(engel) kılıp durmayınız, ki sözünüzde
durasınız, kötülükten sakınasınız, halkın arasını düzeltesiniz...
Yani Allah'a çok yemin etmezseniz itaatkâr,
müttaki, düzeltici olabilirsiniz veya iyilik takva ve dargınlıkları barıştırmak
için de olsa Allah'a çok yemin etmeyiniz. Veya yeminleriniz bahanesiyle iyilik
etmenize, fenalıktan korunmanıza, dargınlıkları barıştırmanıza Allah'ı ortada
bir engel, bir sed gibi tutmayın. Yani bu gibi
güzel işleri yapmayacağınıza yemin edip de Allah'ı bunlara engel tutmaya
kalkışmayın. Önce böyle yeminler etmeyin; ikinci olarak, böyle hayrı terke dair
olan yeminlerinizde durmak, Allah rızasına uygundur sanmayın. Nitekim bir
hadis-i şerifte de yer almıştır ki: "Bir kimse bir şeye yemin eder de sonra
ondan başkasını daha hayırlı görürse, o hayırlı şeyi yapsın ve yeminine keffaret
versin." Rivayet olunduğuna göre Abdullah b. Revaha bir kırgınlık yüzünden
eniştesi Bişr b. Numan'ın yanına gitmeyeceğine ve onunla konuşmayacağına ve kız
kardeşi ile aralarını düzeltmeye çalışmayacağına yemin etmiş ve bunun üzerine,
"Allah'a yemin ettim, artık yeminimi bozmam câiz olmaz." demişti. Bu âyet, bunun
veya Hazret-i Ebû Bekr'in bir yemini hakkında inmiştir. Hazret-i Aişe demiştir
ki bu âyet, Allah'a yemini tekrar etmenin aleyhinde inmiştir. Buna göre doğru
yemin etmek yasaklanmış olunca, artık eğrisinin nasıl olacağı bir düşünülsün.
Allah semi'dir, yapılan yeminleri işitir, Alîmdir, niyetlerinizi bilir.
|