203
Ve özellikle sayılı günlerde Allah'ı tekbirle zikredin. Ki,
bu günlere teşrik günleri denir. Hacla ilgili âyetlerde bir "sayılı günler", bir
de "bilinen günler" vardır. "bilinen günler" Zilhiccenin ilk on günü veya
"eyyâm-ı nahir" (yani Zilhiccenin on, onbir ve on
ikinci günleri), "sayılı günler" de ittifakla "Eyyâm-ı teşrîk"
(yani Zilhiccenin onbir, on iki ve on üçüncü günleri)
ile tefsir edilmiştir. Teşrîk, yüksek sesle tekbir almaktır. Hazret-i İbrahim'e
nisbet edilen ve yüksek sesle alınan ve bilinmekte olan hususî tekbire teşrîk
tekbiri denir. Arefe günü sabahından kurban bayramının dördüncü günü akşamına
kadar tekbir ve zikir günleridir ve "sayılı günler" bunun beşine de muhtemeldir.
Böyle olmakla birlikte birincisi arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi yalnız
teşrîk günüdür. Fakat "teşrîk günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin on birinci,
on ikinci, on üçüncü, yani Kurban bayramının
ikinci, üçüncü, dördüncü günlerine denir ki bu günler Mina'da tekbir alıp taş
atma günleridir. Aynı zamanda bu günler, kurban etlerini serme günleridir ki
teşrîkin bir mânâsı da budur. Şu halde tekbir günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da,
arefe ve bayram günü zikir ve tekbiri "eyyâm-ı malûmata"
yani bilinen günlere dahil olduğundan hac
ibadetlerinin yapılmasından sonrası ile ilgili olan "eyyâm-ı ma'dudât"
yani sayılı günlerin zikredilmesi, özellikle
"teşrîk günleri" denen bu üç gün demek olur. "Kim dönmek için acele ederse"
ifadesinin gelişi de bunu teyit etmektedir. Hacdan sonra şeytan taşlamak,
Kur'ân'da açıkça anlatılmamış, fakat bunun ayrıca Allah'ı tekbir etmeye
(Allah'ı büyüklemeye) bir sebep olduğuna işaret
buyurulmuştur. Rivayet edildiğine göre bu günler, Hazret-i Ömer
(radıyallahü anh.) çadırında tekbir alır ve
etrafındakiler de alır, hatta yolda ve tavafta bulunan bütün halk tekbir
alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "Atalarınızı andığınız gibi, şimdi de Allah'ı
anın." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak zikri; ona
atfedilen, "Sayılı günlerde Allah'ı zikredin." ifadesi ise teşrik tekbiri ile
özel zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:
Arefe ve nahir (Kurban bayramı
günün)de bilinen zikirlerden başka, hac ibadetinin bitişiyle hacıların
dönmesi için sayılı olan üç teşrîk günleri içinde de, namazların arkasında ve
taş atmak gibi diğer sebeplerle açıktan tekbirler alarak Allah'ı zikrediniz ve
bunu yapmadan dağılmayınız. Şu halde bu arada her kim iki gün içinde işini
bitirip yani vatanına hareket için acele ederse
onun üzerine günah yoktur. Fakat bir gün içinde değil. Bu sebeple, bu iki günün
birincisine yani "karar günü" denir ki bu günde
Mina'da bulunulur. İkincisine de "birinci hareket günü" denir ki hacıların
bazıları bu gün Mina'dan hareket eder. Bu iki gün, bayramın ikinci ve üçüncü
günleri olup hem eyyâm-ı nahirden, hem eyyâm-ı teşrîktendirler. Ve Her kim geri
kalıp da şeytan taşlamasını "ikinci hareket günü" denilen ve son teşrik günü
olan üçüncü güne bırakırsa ona da günah yoktur. Acele etmek ve geri kalmak
muhayyerdir. Fakat bu muhayyerlik ve günah olmayışı, mutlak değil, takva sahibi
olan hacı içindir ve onun kalbine heyecan düşürmemek, ilâhî bir taleptir. Çünkü
takva sahipleri, en küçük bir kusurdan sakınır ve aslında Allah katında hacı,
böyle takva sahibi olanlardır. Bu sebeple, hepiniz de Allah'tan korkunuz. ve
biliniz ki, siz ancak O'nun huzuruna toplanacaksınız.
204
Böyle iken, insanlardan bazısı vardır ki, onun dünya hayatı
hakkındaki sözleri, senin hayretini celbeder ve çok beğenecek olursun. O,
kalbindekine Allah'ı şahit de tutar, kalbime, vicdanıma Allah şahittir ki bu
böyle, şu şöyle gibi yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek seni kandırmak
için parlak parlak sözler söyler. Halbuki, gerçekte onun düşmanlığı yamandır ve
aslında murdar olan kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek gaddar olur.
205
Senden ayrılınca veya bir iş başına gelince, yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmak ve ekinleri, nesilleri mahvetmek için koşar, dolaşır. Allah
da bozgunculuğu sevmez, fesada razı olmaz.
206
Buna göre, o bozguncuya: "Allah'tan kork",
denilince de, onu izzet-i nefsi tutar, daha fazla günaha sokar. Ona da cehennem
yetişir. Bu cehennem de ne kötü yataktır.
CEHENNEM: Azab yurdu olan ateşin özel ismidir ve müennes
(dişi) dir. Arapça "Cehman" kelimesinden
alınmış olup bu da "cehm"den türetilmiştir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehman
dibi görünmez derin kuyu demektir. Şu halde vezninde cehennem, alem
(özel isim) ve müennes olduğundan dolayı gayr-ı
munsarıf olmuştur. Bunun "Kehennam"dan Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime
olduğu ve gayr-ı munsarıf oluşunun, ucme ve alem olmasından kaynaklandığı da
söylenmiştir.
Bu âyetler, Sekîf Oğullarından Ahnes
b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu münafık, Zühre Oğullarının kendisiyle andlaşma
yaptığı bir kimseymiş. Hazret-i Peygambere
gelmiş, müslüman olduğunu açıklamış. Diller dökerek muhabbetten söz etmiş,
yeminler etmiş, sonra Peygamberin huzurundan çıkınca müslümanların bir
çiftliğine uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları telef etmişti. Nüzul sebebi bu
olmakla beraber, âyetin mânâsının, bu gibi vasıflarla vasıflanmış olan
münafıkların hepsini kapsadığını, tefsircilerin birçok araştırıcıları
açıklamışlardır. Bu münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların,
dillerine bakılmayıp durumlarının incelenmesi gerektiğini bildirmek için,
insanlardan üçüncü bir kısmın özelliklerini göstermiştir.
207
Bununla beraber insanların, bütün bunlardan başka seçkin
bir kısmı vardır. Şöyle ki: İnsanlardan bazısı da vardır ki, Allah'ın rızasına
ermek için canını bile verir, yahut Allah rızası için dünyasını ve hatta canını
bile verir de kendini ebedî olarak satın alır. O bilir ki mülk kendisinin değil
Allah'ındır. En üstün gaye mal değil, Allah'ın rızasıdır. Allah rızası için
canını veren, kendini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur.
Bunlar, Allah'ın hâs (seçkin) kullarıdır. Din
ve ibadet uğrunda sıkıntılara katlanırlar, Allah yolunda harp ve cihad
alanlarında canlarını ortaya atarlar veya öldürüleceğini de bilse iyiliği
emredip, kötülükten menederler. Bunların, bütün gözettikleri nokta, Allah
rızasıdır. Yaptıklarını Allah için yaparlar, istediklerini Allah için isterler.
Bunlar, kendilerini ne dünyaya, ne ahirete değil; ancak Allah'a satarlar ve
Allah'ın rızasını almakla da kendilerini, Allah'tan başka bütün şeylerden ve
nefs-i emmârelerinden (kötülüğü emreden nefislerinden)
satın almış, âzâd etmiş olurlar. Bunlar, "Ey Rabbimiz! Bize
dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!"
(Bakara, 2/201) diyenlerden daha mutludurlar.
Nefs-i râdiye (Allah'tan razı olan nefis)
makamından da geçip, nefs-i merdıyyeye (Allah'ın,
kendisinden razı olduğu nefse) ererler. Allah da kullarına çok
şefkatlidir. Büyük şefkatinden dolayıdır ki onlara takvayı teklif ve tavsiye
etmektedir. Kendi rızasını Allah'ın rızasında, kendi iradesini Allah'ın
iradesinde fâni kılmış (yok etmiş) olanlar,
selamet ve saadetin en yüksek derecesine ererler. Fakat şurası da
unutulmamalıdır ki bazı insanlar, şeytanî bir gururla kendi gönüllerinin
eğilimlerini, sırf Allah'ın rızası zannederek taassub ve cahiliye gayreti ile
Allah'ın şeriatının aksine hareket eder ve kendilerini faydasız yere tehlikeye
atarlar. Allah'ın emrettiği yerde ölmeyi istemez yasakladığı yerde gönlünün
zorlamasına uyarak intihar etmeye kalkışır. Bu iki durumu ayırd etmek için
Resulullah'ın ashabının hâlleri ile
hâricîlerin hallerini karşılaştırmak yeterlidir. Meselenin ruhu, sırf Allah
rızası için olmaktır ki bu da Allah'ın şeriatına bakarak, hareketleri Allah'ın
emirlerine uydurmakla olur. "Kendinizi, ellerinizle tehlikeye atmayınız."
(Bakara/ 2/195) âyetine bak.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında üç rivayet vardır:
Birincisi: İbnü Abbas'tan
Süheyb b. Sinanı Rûmî hazretleri hakkında indiği rivayet edilmiştir. Mekke
müşrikleri bu zatı tutmuşlar, dininden döndürmek için işkencelerle azab
etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar bir adamım, malım ve
servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamın size hiç zararı
olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi size
veririm, dinimi sizden satın alırım." demişti. Onlar da buna razı olmuşlar,
salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine'ye gelirken bu âyet inmişti. Medine'ye
girerken Hazret-i Ebû Bekir rast gelmiş: "Alışverişin kârlı olsun ey Suheyb!"
demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar etmesin." demiş, "O ne?" diye
sorduğunda: "Allahü teâlâ, senin
hakkında bir âyet indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
İkincisi: Hazret-i Ömer ve Ali'den iyiliği emredip,
kötülükten meneden bir zat hakkında inmiştir, diye rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü: Hicret gecesi
Resulullah'ın yatağında yatan Hazret-i Ali hakkında indiği rivayet
edilmiştir.
208
Geçen açıklamaları dinledikten sonra şu hitaba dikkat
ediniz:
Ey iman edenler! Hepiniz böyle tam bir teslimiyet ve bütün
varlığınızla barış ve selamete giriniz, kâmil bir müslüman olunuz. Şeytanın
adımlarına, insanları yoldan çıkaran kâfirlerin ve sapıkların söz ve
hareketlerine uymayın, isyan, bölücülük ve şeytanlık yollarına sapmayın. Çünkü o
şeytan size gizli de gelse her halde açık bir düşmandır. İkinci bir mânâ ile: O,
sizin Allah ile ve birbirinizle aranızı açacak ve sizi perişan edecek bir
düşmandır. Üçüncü bir mânâ ile: O, sizi şaşırtmak için beliğ
(belagatlı) ve parlak söz söylemesini bilen
büyük bir düşmandır.
ES-SİLM : Nâfî, İbn Kesîr, Kisâî, Ebû Ca'fer kırâetlerinde
"sîn"in fethasiyle, şeklinde, diğerlerinde kesresiyle şeklinde
okunur ki, mânâ birdir. İkisi de barış ve selamet demektir. Bu da aslında
İslâm'ın, boyun eğme mânâsıyla ilgilidir. İslâm, Allah'a boyun eğmek ve ihlas
demek olduğu gibi, bir de buna dayanmakla selamete girmek mânâsını ifade ediyor.
Şu halde bu âyet ile iman ve İslâm'ın manası, dünya ve ahirette, barış ve
selamete girmek demek olduğu anlatılarak bütün iman edenler, İslâm'ın kemaline
davet olunuyor. Nitekim bir hadis-i şerifte olgun müslüman: "Müslüman odur ki
müslümanlar, onun dilinden ve elinden selamet bulur." diye tarif edilmiştir. Bu
ise müslümanın elinden ve dilinden diğerlerini gücendirecek hiçbir zarar ve
eziyet çıkmayıp, aksine selamet ve menfaat sebepleri çıkması gerektiğini
bildirmektedir ki, "Kim iyilik yaparak kendisini ihlas ile Allah'a teslim
ederse..." (Bakara, 2/112) âyetinin yüce
mânâsının, tam olarak tatbikiyle bütün hukukî ve ahlakî kânunlara riayeti
emretmektedir.
Savaş ve hac âyetlerinden sonra ruh halleri bakımından
insanları dört sınıfta özetledikten sonra müminlere bu âyetle hitap edilmesi,
haccın, sosyal uyanıştaki önemine ve tevhid inancı ile cihad ve haccın istenen
sonucunun, genellikle barış ve selamet temini olduğuna ve bu konuda üstün
ahlâkı, hukukî ve sosyal incelikleri içeren geniş bir amelî şeriatın bütün
kapsamıyla tatbikinin gerekliliğine dikkat çekmektir.
Bundan dolayı ey müminler! Allah'ın emirlerine boyun
eğmekle öyle mükemmel bir sosyal görünüm ve öyle muntazam bir İslâm yurdu
meydana getiriniz ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize
eziyetten, eğrilikten, Allah'ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden,
kısaca Allah rızasına aykırı hareketlerden eser bulunmasın da, herkes, güven ve
karşılıklı sevgi, rahatlık ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun,
geleceğine ve ahiretine tam bir sevinçle yürüsün ve bunu bozacak fesatlara
meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalbleri en
merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından
gidilmesin.
209
Size beyyineler, aklınızı erdirecek
açık deliller geldikten sonra da kusur eder, barışa ve selamete girmekten
ayrılırsanız, biliniz ki, Allah, gerçekten aziz ve hakimdir, çok güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir. Benzeri bulunmaz, yenilmeyen gâlib, güç ve kuvvet sahibidir
ki hükmüne karşı gelinmez, dilediğini yapar, emrini derhal yerine getirir.
Bununla beraber hikmet sahibidir, her hikmeti bilir, yaptığını hikmetle sağlam
olarak yapar. İnsanların barış ve selametle, İslâm nizamı ile yaşaması da
hikmetindendir. Azîz olan Allah, bu nizama karşı gelen ve şeytanlık yollarına
sapıp, tevhid hükmünü ve barış hükümlerini bozmaya çalışan günahkârların
haklarından gelir, belalarını verir, eğer tehir ederse
(geriye bırakırsa) o da hikmetindendir.
210
Böyleleri, başka bir şeye bakmazlar, ancak beyaz buluttan
gölgelikler, örtüler, tüller içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelivermesine,
ve işin bitirilivermesine bakarlar.
Ebû Cafer kırâetinde olduğu üzere üzerine atfedilerek esre
ile şeklinde okunduğuna göre: "Bunlar, artık başka bir şeye değil, ancak beyaz
buluttan gölgelikler ve melekler içinde Allah'ın onlara gelivermesine ve işi
bitirip, akıl ermez, ümit edilmez bir şekilde kendini ve Allah'lığını onlara
gösterivermesine bakarlar." Allah, "Kendisinin benzeri gibi bir şey yok."
(Şûrâ, 42/11) olduğundan cisim şeklinde gelip
gitmekten münezzeh (uzak)tir. Şu halde bu âyet,
birçok vecih ve mânâlara muhtemel ve müteşabihtir
(mânâsı açık değildir). Bunun, muhkemlere
(mânâsı açık ve kesin olan âyetlere) müracaatla tevilinde başlıca iki
mânâ vardır: Allah'ın gelmesi, Allah'ın emir ve iradesinin, tam bir kudret ve
şiddetle ortaya çıkmasından kinayedir. Sadece buna bakmak da bu günahkârların
cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar bitmiş, tükenmiş ve
ancak her şeyi bitirecek olan Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkışı kalmış
olması demektir ki bakmak, durup beklemek demek olur. Buluttan yağmur umulursa
da, beyaz buluttan yağmur yağmayacağı için bunlar, o sırada Allah'tan rahmet
ümit etseler bile âdete aykırı bir ümit olacağından, böyle rahmet ümit ederken
yağmur yerine ateş çıkması gibi birden bire belalarını buluvermeleri düşünülmüş
olur. İkinci olarak, Allah'ın gelmesi, muhal
(imkansız) olduğundan bunların, Hakk'ın emrine imanlarını imkansız bir
şeye bağlamış oldukları ve doğru haberler ve delillerin yol göstermesiyle
meydana gelen uyarıya ortaya çıkmasından önce inanmayacakları ve dolayısıyla hiç
ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacakları ifade edilmiş olur. Her iki
takdirde bu mânâların müteşabih olarak ifade edilmiş olması, bunların, âlemin
nizam ve intizamını bozma yoluna sapmalarından dolayı, işleri son derece
çığırından çıkaracaklarını ve artık akıl ve insan kudreti içerisinde işleri
düzene koyma ihtimali kalmayacağını ve kendilerinin de akıl ermez bir şekilde
belalarını bulacaklarını anlatmış olur. Hakikat ile kinayenin birleştirilmesi
mümkün olacağına göre özetle mânâ şu olabilir: Böyle günahkârlar, "Bize Allah'ı
açık bir şekilde göster." (Nisa, 4/153) diyen
Mûsa kavmi gibi Allah'ı görmedikçe akıl ve nakil yolundan doğru haberler ve açık
deliller ile iman etmek istemez ve meydana gelişinden önce hiçbir uyarıya kulak
asmaz, Allah'a ve Allah'ın korkutup uyarmalarına inanmak için, Allah'ın
kendisini bütün kudretiyle açıktan gösterivermesini ve gelecek musibetlerin
fiilen başlarına gelivermesini gözetirler. Bunun için ilim ve imana önem
vermezler de şeytanlık peşinde koşarlar. Barış ve selameti bozarlar; dinden,
imandan faydalanıp da felâketten kurtulmak istemezler. Böyle olduklarından
dolayı işler, insan akıl ve kudreti içersinde düzenlenebilmekten öyle çıkar ve
durumları o kadar bozulur ki belalarını bulmaları için yalnız Allah'ın emir ve
iradesinin ortaya çıkması kalır. Çünkü onsuz da hiçbir şey olmaz. O zaman da her
iş biter, kıyametler kopar insanlara geçmişte kazandıklarından başka birşey
kalmaz.
Önce ve sonra bütün işler, zorunlu olarak Allah'a
döndürülür veya ancak Allah'a döner. Çünkü İbnü Âmir, Hamza, Kisâî ve
Halef'ül-Âşir kırâetlerinde daima "tâ"nın fethası ve "cîm"in kesresiyle okunur.
İşlerin Allah'a döndürülmesi ve dönmesi zorunlu olunca da
O'nun emirlerine, isteklerine karşı gelmeyip hep birlikte barış ve selamete
girmek gerekir.
|