142
İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, "Bunları
bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da
Allah' ındır. O, kimi dilerse onu hidayete erdirir."
Kıble: Esasen insanın herhangi bir tarafa dönmesi ve
yönelmesi halidir ki, Türkçe "yön" demektir. Dindeki geleneksel anlamıyla
namazda dönülen mekana isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırat-ı
müstakîm (doğru yol) gösterilmesine ve bu
şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret buyururken, aynı zamanda bazı kendini
bilmezler tarafından bu konuda söylenecek cahilce sözlerin geçersizliğini de
açıklamak için şöyle buyuruyor:
İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı
anlayışsızlar diyecekler ki; bunları, yani
Muhammed ve ümmetini, bulundukları
kıblelerinden yani Beyt-i Makdis'den çeviren
nedir? Bu söz, neshi inkar eden ve kıblenin tahviline itiraz etmek isteyen
yahudiler veya münafıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında
inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, "Şunu muhakkak biliniz ki, asıl beyinsizler
asıl budalalar onlardır." (Bakara, 2/13)
âyetinin hükmüne göre, bu âyetin münafıklar hakkında inmiş olması daha
münasiptir. Yani bunlar böyle söylemiş ve
söyleyeceklerdir. ey Rasûlüm Muhammed!
Sen o beyinsizlere şöyle söyle; doğu da, batı da Allah'ındır,
yani gün doğusundan gün batısına kadar bütün
yönleriyle yeryüzü Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana ihtiyacı yok, kendisine
özgü mekanı da yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği kimseyi yeni
bir sırat-ı müstakime hidayet eder, başarılı kılar. Burada doğrudan doğruya
Fatiha Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı, ince bir cevap
var.
Birincisi: Burada "sırat-ı müstakim"in nekire oluşu,
yani "el" harf-i tarifiyle belirlenmeyişi, bu
yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir ki, istenilenden daha güzel,
öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka ve daha fazla nimet ve
saadete elverişli, daha kolay selamete götüren, yani
gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi: Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu yola girebilmek,
sırf ilâhî iradeye bağlanmıştır. Yaratılışta ilâhî iradeye bağlı olmayan hiçbir
şey bulunmadığı halde, bunun burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir
sırat-ı müstakimi ihsan etmesi ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha
önceden kulların herhangi bir istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah
tarafından bir ihsan ve ikram olduğuna tenbih içindir. Yolu açan Allah olduğu
gibi, o yola girecek olanları seçen de Allah'dır. Ayrıca burada çalışma
kanununun bir yönüne ve ilâhî iradenin çalışmanın başlangıcından da önce
olduğuna işaret vardır. Çalışma meselelerinde de ilâhî irade ve dileme, kulların
istek ve iradelerine göre tecelli eder. Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî
(Allah vergisi) olan hususlarda ise kulun
çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder. Hasılı Cenab-ı Hak, her şeye
maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve dileğiyle peygamber yapar, ona
büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan eder. Bu hususta onu engelleyecek hiçbir
kuvvet yoktur, peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş "Kazandığı
iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi aleyhinedir."
(Bakara, 2/286) ilkesinin çerçevesi dışında
kalan bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle
yeni bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen Allah'ın, kıblenin değişmesini
emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep yoktur.
143
Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz
bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız,
Peygamber de sizin üzerinize şahit
olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun içindir:
Peygamber'in izince gidecekleri, iki
ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet
ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek
değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok
merhametlidir.
Cenab-ı Hak, Resulü
Muhammed'e bu hidayeti bahşetmiştir. Ve ey Rasûlüm
Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir
doğru yola hidayet etmek suretiyle Biz sizi vasat
(orta), merkez ve her tarafı denk, mu'tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı
bir ümmet yaptık. ki siz diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya
halen adil bir şahit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ: Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından
"fâil" anlamına "feîl" veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud mânâsınadır. Kendi
geleneğimizde "şehid", "meşhûd bilcenne" yani
cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir. Ancak burada kelime "şâhid"
mânâsınadır. Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine,
yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği
habere başvurulan verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan
istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan
delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an, kendisinin başkası aleyhinde bir
hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava, başkasının kendi üzerinde
hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar denildiği gibi, bir başkasının
bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehadet
(şahitlik) denilir. Şu halde şahit, davacı ile
davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü
dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek
hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan
kimselere de "şahit" denilir: "Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş
böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda
kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki,
bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah,
Muhammed ümmetini insanlar arasında
böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile
seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir
cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için,
Hazret-i Muhammed
Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı müstakime
hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu vazifelerini
unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp, başka
milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci
olması gerekecektir. Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî
(Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde bu
noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve bunu
elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı
(toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit
olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı
kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez
olarak hak konusunda önderliği haiz bir büyük ümmet olmuşlardı. Ey müslümanlar!
Siz, işte böylece insanlar üzerine şahit olasınız, bu Resul de sizin üzerinize
şahit ve sizin için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de
Allah Resulü'nde sizin için güzel bir örnek vardır."
(Ahzab, 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği gibi, siz onu, söz ve
davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit tutar, imam ve önder
kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği
sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve
sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size
ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden
önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar
gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına
düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri
de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte
rivayet olunmuştur ki:
"Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin
tebliğlerini inkar edecekler. Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden
tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet
Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve
onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz?
diyecekler. Muhammed ümmeti de: Bunu
bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak
Peygamber'in diliyle bildirdi." diye cevap verecekler. Bunun üzerine
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz
getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da
ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye
edecektir".
Peygamber
Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye dönerek namaz kılardı. Medine'ye hicretten sonra
Kudüs'e doğru namaz kılmaya başlamıştı ki, bunda oradaki Yahudileri İslâm'a
ısındırma çabası ve maksadı bulunduğu söylenebilir. Bunun hakkında buyuruluyor
ki: âyetteki "kıble”..... “Ce'alnâ" fiilinin mukaddem olan ikinci mef'ûlüdür,
"elleti" ise birinci mef'ûlüdür, kıblenin sıfatı sanılmamalıdır.
Yani, senin vaktiyle üzerinde bulunduğun
Kâbe'yi yine sana kıble yapmışız, başka bir şey değil, ancak peygambere ittiba
edip, ona uyanları, geldiği izden geri dönüp gidecek ve irtidat edecek
olanlardan seçip ayırmak, çirkin ile güzeli, yani
iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmek ve bu suretle her birinin halini açığa
çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak içindir. Böyle
olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemezdiniz, ayırdedemezdiniz.
Peygamber
Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya
başlayınca, bu iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek
namaz kılınması emir buyurulduğu zaman Araplar sevindi, yahudilerin gücüne
gitti: Yahudiler, "Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik ve
kararlılık olsa böyle olur mu?" diye İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu.
Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya
çalıştılar. Müslümanlardan bazıları, "Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları
namazlar ne olacak?" diye telaş ve endişeye kapıldılar. İşte bütün bunlara karşı
ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin olabileceğine
işaret etmek üzere bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok bakımdan deneme
vardır. gerçi bu hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak Allah'ın hidayet
ihsan ettiği, imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere ağır gelmez,
onlara Allah'ın hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz ki, Allah, sizin
imanda sebatınızı ve imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız namazlarınızı
ve iyiliklerinizi hiç yok etmez, kaybolmasına izin vermez. Şu halde kıble
değişmiş olunca bundan evvel kıldığınız namazlar ve vefat eden kardeşlerinizin
namazları Allah katında zayi olmaz, kaybolup gitmez. Çünkü Allah kesinlikle
insanlara karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. Ne onların ecirlerini zayi
eder, ne de iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan bir emir gönderir.
Sizin şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama namına
bildiğiniz şeylerin bütünüyle kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili emirleri,
sizin zararınıza olacak şekilde öncesine geçerli olmaz. Her emir kendi süresi
içinde geçerlidir. Bu kural, zamanımızda, "Kanun makabline şamil olmaz, meğer ki
hafifletici özelliği olsun." şeklinde ifade olunan bir hukuk
ilkesidir.
Nafî, İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs kırâetlerinde hemzenin
meddi ile "raûf" şeklinde okunur. Diğerlerinde medsiz olarak okunur, lakin mânâ
aynıdır.
144
Şüphesiz, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden
şekile geçerek, aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud olacağın bir
kıbleye çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de
ey müminler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine
kitap verilmiş olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rabblerinden gelen o emir
haktır. Ve Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gâfil
değildir.
İşte Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu şekilde bir
sırat-ı müstakim verecek ve sabit bir kıble gösterecektir.
Hazret-i Peygamber, yukarıdan beri devam
edip gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin
gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril'in
yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâ'be'ye yönelmek
için Allah'a dua ediyordu. Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey Rasûlüm
Muhammed! Biz senin yüzünün sık sık
semada dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni, pek memnun olacağın bir kıbleye
kesinlikle çevireceğiz. Şu halde sen hemen yüzünü doğruca Mescid-i Haram'ın
şatrına çevir. Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu
suretle eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i kıble
(kıbleye dönme) farz olmuş oldu. Yüzün dosdoğru olarak kıbleye
çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamiyle yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu
halde yüzün ve bedenin Kâ'be'den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat
uzakta bulunanlar için bizzat Kâ'be'ye isabet de şart değildir. İşte bundan
dolayıdır ki, bizzat "Kâ'be" denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şatrına"
buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i
şeriftir. Ve burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir
güvenlik hedef tutulduğu için ona "haram" veya "harem" denilmiştir.
Şatr: Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir
yanı mânâlarına gelir. Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında bulunduğu için,
yarısı Kâ'be'nin yarısında son bulur. Ve bundan dolayı Mu'tezile bilginlerinden
Cübbâî ve Kâdî Abdülcebbâr, namazda Kâ'be'nin yarısına isabet şart olduğuna, bir
kenarına dönmenin yeterli olmadığına kâil olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden,
gerek tabiînden ve gerekse daha sonraki devir müfessirlerinden hepsi
(cumhur), uzaktan Mescid-i Haram'ın bulunduğu
tarafa yönelmenin yeterli olduğunu ve ancak Mekke'de ve Mescid-i Haram'ın içinde
Kâ'be'nin herhangi bir tarafına isabetle yönelmenin gerekli olduğunu
açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç şudur: Mümkün olduğu kadar Kâ'be
tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan
doğruya Kâ'be'yi, "Mescid-i Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin
ayrıntılı olarak açıklaması, fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble" bahsine
aittir.
Berâ b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resul-i
Ekrem Efendimiz Medine'ye gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i Makdis" tarafına namaz
kılmış idi. Daha sonra namazda Kâ'be'ye dönmesi emredildi. Bu Kıble'nin
çevrilmesi olayı, Bedir Gazası'ndan iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin
zevalinden sonra meydana geldi. Resulullah,
Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle namazını kılarken âyet geldi.
Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rek'atini Mescid-i Aksa, son iki
rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta Peygamberimizin yer değiştirip
Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınların da yer değiştirip
birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan dolayı o mescide "Mescidü'l-Kıbleteyn"
adı verildiği dahi zikredilmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba
mescidinde dahi halka namazda iken biri gelmiş "Resulullah
Kâ'be'ye çevrildi!.." diye bağırmış olduğu da rivayetler arasındadır.
Kıblenin çevrilmesi hakkında yukarıda "Doğu da, batı da
Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı)
oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle başlayıp,
devam eden işaretler bu âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda
Kâ'be'ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bunun için bazı din âlimleri
nâsih (neshedici) olan âyetin bu âyeti olduğuna
kâni olmuş iseler de doğrusu çoğunluğun dediği gibi neshedici iş bu "Yüzünü
Mescid-i Haram'ın şatrına dön!" emridir. Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir
emirle taltif buyurduktan sonra, diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da
ayrıca buyuruyor ki; ve her nerede bulunursanız, yani
nerede namaz kılarsanız, yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz,
yani Kâ'be'nin bulunduğu tarafa yöneliniz.
Demek ki, namaz kılmak için bir mescit gibi belli ve özel bir yerde bulunmak
şart değildir, muhakkak bir mescitte namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir
kıble olarak Mescid-i Haram'a doğru, Kâ'be tarafına doğru dönmek herkese
farzdır. Ancak düşman korkusu gibi zaruri bir mazeret karşısında buna imkan
bulunmadığı hallerde ve zamanlarda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek yine
yeterli olur. İşte "Nereye dönerseniz dönün, Allah'ın yüzü oradadır." âyetinin
gerçek mânâsı da budur. Yani âyet kıbleye
yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde
olduğu kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için geçerlidir. Bu da İslâm
ümmetine Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine diğer Kitap
ehli ne diyecektir? Daha önce kendilerine kitap verilmiş olanlar,
yani yahudiler ve hıristiyanlar kesinlikle
bilirler ki, bu çevirme emri Rableri tarafından gelmiş olan hak bir emirdir.
Onlar içinde her ne kadar "hangi şey, hangi sebep onları kıblelerinden çevirdi?"
şeklinde ileri geri konuşmak isteyen beyinsizler takımı bulunsa da kitaba
hakkiyle inanan ve ona aşina olanlar bu gibi hükümlerde Allah tarafından
birtakım nesih ve tebdillerin yapılabileceğine cevaz verirler ve hatta bunun bir
ilâhî sünnet ve gelenek olduğunu, ayrıca Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim
aleyhisselâmın da kıblesi olduğunu bilirler. Ve Allah, onların amellerinden, ne
yaptıklarından, ne yapmak istediklerinden gâfil değildir,
yani cezalarını verecektir. Şu halde bu cümle,
Kitap ehli hakkında açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır. İbni Âmir, Hamza,
Kisâî, Ebû Cafer ve Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur. Bu okunuşa göre, Allah
hiç birinizin amellerinden gâfil değildir, demek olup müminler hakkında müjde,
kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145
Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün
delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların
kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller.
Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu
ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.
Ey Rasûlüm Muhammed!
Vallahi sen o inatçı Kitap ehline her âyeti, her türlü mucize ve delili de
getirsen, gerçeği isbat için bütün belgeleri gözler önüne sersen onlar senin
kıblene tabi olmazlar. Sen onlara aklî ve naklî âyet ve delillerin en açığını
gösterdin, akıl ve hikmetten, eski zamanlardan bahsettin ve bilhassa İbrahim
kıssası ile Kâ'be'nin şerefi hakkında bilgiler verdin. Bütün bunları anlamak
istemeyenler, hiçbir delili dikkat nazarına almazlar ve şu halde senin tabi
olduğun kıbleye uymazlar, zaten sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Bundan
başka onlar birbirlerinin kıblesine de tabi olmazlar. Çünkü yahudiler 'ya,
hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler. Onların birbirleriyle uyum sağlamaları
ihtimali de yoktur. Vallahi, sen, bu yahudilerle hıristiyanların batıl üzere
gittiklerini bildiren ve sana gelen bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar da
onların arzu ve heveslerine, hakkın emrine aykırı olan keyfî gidişlerine ve
arzularına uyacak olursan o takdirde iyi bil ki, sen de muhakkak o zalimler
güruhundan olursun. İşte o zaman sen de Allah'ın ahdine nail olamaz, insanlara
imam olup ümmet teşkil edemezsin. Şu halde senin onlara uymaya kalkman, Allah'ın
verdiği hükümle sana yasak ve muhaldir.
Ey iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim olduklarını bilir
misiniz?
|