191
Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden
siz de onları çıkarın. Fitne katlden beterdir. Onlar orada sizinle Savaşıncaya
kadar siz de Mescid-i Haram'ın yanında onlarla Savaşmayınız. Eğer onlar sizinle
Savaşırlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı beş
başlık halinde sunacağız.
1- Onları Nerede Bulursanız..
"Onları nerede bulursanız.."
sağlam bir şekilde ele geçirip yakalarsanız,
demektir. Bu âyette esirin öldürüleceğine dair delil vardır. İleride buna dair
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Enfal
Sûresi'nde (8/57. âyette) gelecektir.
"Sizi
çıkardıkları yerden"
yani Mekke'den
"siz
de onları çıkarın."
Taberî der ki:
Burada hitap muhacirleredir, onları zamiri ise Kureyş kâfirlerine aittir.
2- Din Dolayısıyla Baskı Ölümden
Beterdir:
"Fitne
katlden beterdir."
Yani onların sizi
zorladıkları ve böylelikle küfre dönmenizi arzuladıkları fitne, öldürmekten daha
ağırdır.
Mücâhid der ki: Yani
mü’min için öldürülmek,
(fitneden) daha kolaydır. Öldürülmek onun için
fitneden daha hafif gelir.
Başkalan ise şöyle demektedir:
Yani kâfirlerin Allah'a ortak koşmaları, O'nu
inkâr etmeleri, onların sizleri kendisi sebebiyle ayıpladıkları öldürmekten daha
büyük ve daha ağır bir suçtur.
Bu açıklama, âyet-i kerimenin haram
aylardan olan Receb'in son gününde Vâkid b. Abdullah et-Temimî tarafından
öldürülen Amr b. el-Hadramî hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Bu husus
Abdullah b. Cahş seriyyesinde sözkonusu edilmektedir ki buna dair açıklamalar da
ileride (2/217. âyette) gelecektir. Bu
açıklmayı Taberî ve başkaları yapmıştır.
3- Mescid-i Haram Civarında Savaş:
"Onlar
orada sizinle Savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram'da onlarla Savaşmayınız"
âyeti
hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Birinci görüşe göre bu âyet,
neshedilmiştir, ikinci görüşe göre bu âyet muhkem bir âyettir.
Mücâhid der ki: Âyet muhkemdir. Bizzat
kendisi Savaşmaya başlamadıkça Mescid-i Haram yakınlarında hiçbir kimseyle
Savaşmak câiz değildir. Tavus da bu görüştedir. Âyetin nassı da bunu
gerektirmektedir. Konu ile ilgili iki görüşten sahih olanı da budur.
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının görüşü de
budur.
İbn Abbâs'tan
gelen sahih rivâyette Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin
fethedildiği günde şöyle buyurmuştur:
"Şüphe yok ki bu şehri Allah gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmıştır. O
bakımdan bu şehir yüce Allah'ın haram kılmasıyla kıyâmet gününe kadar haram bir
şehirdir. Bu şehirde benden önce hiçbir kimseye Savaşmak helal kılınmamıştır.
Bana da ancak bir günün kısacık bir anında helal kılınmıştır. Artık orası
Allah'ın haram kılması ile Kıyâmet gününe kadar haramdır."
Buhârî,
Sayd 10; Müslim, Hacc 445;
Tirmizî, Diyât 13;
Nesâî, Menâsik 111, 120; ayrıca yakın
ifadelerle: Buhârî, Sayd 8;
Müslim, Hacc 446, 448.
Katâde
ise; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu
âyeti ile neshedilmiştir, demektedir:
"Haram
aylar çıktı mı, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün."
(et-Tevbe, 9/5)
Mukâtil de der ki: Bunu
yüce Allah'ın:
"Onları nerede bulursanız öldürünüz"
(el-Bakara, 2/191;
en-Nisa, 4/91) âyeti neshetmiştir. Daha sonra bu
yüce Allah'ın:
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz"
(et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedilmiştir. Buna göre Harem bölgesi
içerisinde Savaşa önce başlamak caizdir.
Bu görüşü savunanların
gösterdikleri delillerden birisi de Tevbe Sûresi'-nin Bakara Sûresi'nden iki yıl
sonra nazil olması ve Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başında
miğferi bulunduğu halde Mekke'ye girmesi de vardır. Ona: İbn Hatal Ka'be'nin
örtülerine yapışmıştır, denildiği halde
"Onu
öldürünüz"
diye emir buyurmuştur.
Buhârî,
Cezâu's-Sayd 18, Cihâd 169, Meğâzî 48; Müslim,
Hacc 450; Ebû Dâvûd, Cihâd 117;
Tirmizî, Cihâd 18;
Nesâî, Menâsik 107,
(Tahrîmu'd-Dem 14'te emrin fiilen infaz edildiği
kaydedilmektedir); Dârimî, Menâsik
88, Siyer 20; Muvatta’', Hacc 247;
Müsned, III, 109, 164, 231-232, 233, 240.
İbn Huveyzimendad der ki:
"Mescid-i Haram'ın yanında onlarla Savaşmayınız" âyeti neshedilmiştir. Çünkü
icma ile şu hüküm kabul edilmiştir: Bir düşman Mekke'yi istila edip; ben sizinle
Savaşacağım, hac etmenizi engelleyeceğim ve Mekke'den de ayrılmayacağım, diyecek
olursa isterse Savaşa başlayan taraf o olmasın, onunla Savaşmak farz olur. Bu
bakımdan Mekke ile başka beldeler arasında hiçbir fark yoktur. Onun hakkında
söylenen şudur: Orayı ta'zim etmek üzere Mekke haram bir bölgedir.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'nin fethedildiği gün Halid b.
Velid'i gönderip ona: "Safa'da benimle karşılaşıncaya kadar kılıçla onları iyice
biç" dediğine dikkat edilmez mi? Nihayet (amcası)
Hazret-i Abbas gelip: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Kureyş yokolup gitti, artık bu
günden sonra Kureyş kalmayacaktır.
Müslim, Cihâd 84, 85, 86'da bu emrin bütün
Fetih ordusuna verildiği ve Hazret-i Peygamber'e
gelip "Kureyş yok olup gitti..." diyenin Hazret-i Abbâs değil, Ebû Süfyân olduğu
belirtilmektedir. Diğer taraftan
Hazret-i Peygamber'in Mekke'nin ta'zimi
ile ilgili olarak şöyle dediğine bakmak gerek:
"Oranın lukatası (yitiği)nı, ilan ederek sahibini arayacak
kimse dışında alamaz."
Buhârî,
Lukata 7, Meğazi 53; Nesâî, Menâsik 110,
120; İbn Mâce, Menâsik 103;
Müsned, I, 318, 348.
Halbuki Mekke'de olsun başka yerde
olsun lukatanın alınması hüküm itibariyle farklı değildir. Diğer taraftan bu
âyet-i kerimenin yüce Allah'ın:
"Fitne
kalmayıncaya kadar onlarla Savaşınız"
(el-Bakara, 2/193)
âyeti ile neshedilmiş olması da mümkündür.
İbnu'l-Arabî der ki: "Beytü'l Makdis'te -Allah onu ak pak etsin- Ebû
Ukbe el-Hanefî'nin medresesinde bulunuyordum. Kadı ez-Zincanî cuma gününde bize
ders veriyordu. Bizler bu vaziyette iken yanımıza görünüşü güzel fakat sırtında
eski püskü elbiseler bulunan birisi giriverdi. İlim adamlarına yakışır bir
şekilde selam verdi, meclisin üst tarafında âdeta çobanların cübbelerine benzer
cübbesiyle oturuverdi. Kadı ez-Zincanî: Bu muhterem kimdir diye sorunca şu
cevabı verdi: Dün soyguncular tarafından malı talan edilmiş birisi. Bu Harem-i
Mukaddes'e gelmek istiyordum. Ben Saganlı ilim talebesi olan birisiyim. Kadı
hemen -ilim adamlarına soru sormak suretiyle ikramda bulunmak adetine uygun
olarak-: Ona bir soru sorunuz, dedi. Kur'a sonucu: Kâfir Harem'e sığındığı
takdirde öldürülür mü öldürülmez mi mes'elesi soruldu. Öldürülmeyeceğine dair
fetva verdi. Ona: Delilin nedir? diye sorulunca
yüce Allah'ın:
"Onlar
orada sizinle Savaşıncaya kadar siz de Mescid-i Haram'in yanında onlarla
Savaşmayınız"
âyetidir. Bu âyet hem "onları öldürmeyiniz hem de
onlarla Savaşmayınız" anlamına gelecek şekilde okunmuştur. Eğer "onları
öldürmeyiniz" şeklindeki okuyuşu esas alırsak mes'elede açık nass vardır,
demektir. Şayet onlarla Savaşmayınız diye okursak konu ile ilgili olarak dikkat
çekilmektedir demektir. Çünkü öldürmenin sebebi olan Savaş yasaklandığına göre
bu, öldürmenin yasaklandığının açık bir delili demektir. Kadı görüşlerini kabul
etmemekle birlikte Şâfiî ve
Mâlikî mezhebinin görüşlerini desteklemek
üzere -adet olduğu gibi- bu âyet-i kerîme yüce
Allah'ın:
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz"
(et-Tevbe, 9/5) âyetiyle neshedilmiştir, deyince Sağanlı misafir ona
şöyle dedi: Bu sayın kadı'nın işgal ettiği makama ve ilmine yakışmaz. Bize karşı
itiraz diye ileri sürdüğünüz âyet-i kerîme bütün yerlere dair umumî bir âyet-i
kerimedir. Benim delil diye ileri sürdüğüm âyet-i kerîme ise hastır
(bu özel durumla ilgilidir), hiçbir kimse umum
ifade eden hüküm husus ifade eden hükmü nesheder diyemez. Kadı ez-Zincanî bu
cevap karşısında şaşırdı. İşte bu da gerçekten çok harika sözlerden birisidir"
İbnu'l-Arabî der ki: "Kâfir Mescid-i Haram'a sığınacak olursa ona
ilişmeye yol bulunamaz, çünkü bu konuda hem âyetin nassı vardır, hem de orada
Savaşmayı yasaklayan sabit bir sünnet. Zina eden ve katile gelince; ona haddin
uygulanması kaçınılmaz birşeydir. Şu kadar var ki kâfir
(Mescid-i Haram'da olmakla birlikte) önce o
Savaşa başlayacak olursa Kur'ân nassı gereğince öldürülür.
Derim
ki: İbn Hatal'ın ve benzerlerinin öldürülmesini delil diye
gösterenlere gelince bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü bu Mekke'nin
dar-ı harb ve dar-ı küfür olduğu bir vakitte
Hazret-i Peygamber'e helal kılındığı bir zamanda olmuştur. Bu dönemde
Hazret-i Peygamber, kendisine Savaşın
helal kılındığı o saatte Mekke halkından dilediği kimsenin kanını dökebilirdi.
Böylelikle birinci görüşün daha sahih olduğu açıkça ortaya çıkmış ve sabit olmuş
olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
4- İmâma Karşı Ayaklanan ile Kâfir
Arasındaki Fark:
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu
âyet-i kerimede İmâma (İslâm devlet başkanına)
karşı ayaklananın kâfirden farklı olduğuna dair bir delil vardır. Kâfir Savaşa
giriştiği takdirde her durumda öldürülür. Ayaklanan kimse
(bağî) ise, Savaştığı takdirde savunma
niyetiyle ona karşı Savaşılır. Geri kaçan takip edilmez, yaralıların işi
bitirilmez. Nitekim ileride bağîlere dair hükümler -yüce
Allah'ın izniyle- Hucurat Sûresi'nde
(49/10. âyette) gelecektir.
Bununla beraber eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah Gafûrdur,
Rahîmdir.
5- Vazgeçerlerse:
"Bununla beraber eğer"
îman etmek suretiyle sizinle Savaşmaktan
"vazgeçerlerse şüphesiz Allah"
bütün geçmiş günahlarını bağışlayan
"Gafûrdur";
herkesin işlediklerini affedip merhamet gösteren
"Rahîmdir."
Yüce Allah'ın
şu âyeti de buna benzemektedir:
"Sen o
kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse geçmiş (günah)ları
mağfiret olunur"
(el-Enfal, 8/38). Bu âyete dair açıklamalar
ileride gelecektir.
193
Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar
onlarla Savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık zâlimlerden başkasına düşmanlık
yoktur.
Bu âyete dair açıklamalarımızı iki
başlık halinde sunacağız:
1- Kâfirlerle Savaş Emri:
Yüce
Allah'ın:
"..
onlarla Savaşın"
âyeti bunu neshedici âyet olarak görenlerin
görüşüne göre; her yerde her müşrike karşı Savaşmak emrini vermektedir. Bu
âyetin neshedici olmadığını kabul edenlere göre ise mana
yüce Allah'ın, haklarında:
"Sizinle Savaşanlarla... Savaşın"
diye buyurduğu kimselerle Savaşınız, demektir.
Ancak birinci görüş daha üstün bir görüştür. Bu da kâfirlerin Savaşa başlamaları
şartına bağlı olmaksızın mutlak olarak Savaşma emridir. Bunun delili ise
yüce Allah'ın:
"Ve
din yalnız Allah'ın oluncaya kadar"
âyetidir.
Ayrıca
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Ben
insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar Savaşmakla emrolundum."
Buhârî,
Îman 17, Salât 28, Zekât 1, İ'tisâm 2, 28; Müslim,
Îman 32-36; Ebû Dâvûd, Cihâd 95;
Tirmizî, Tefsir 88. sûre;
Nesâî, Zekât 3;
İbn Mâce, Fiten 1; Dârimi. Siyer 10; Müsned,
IV, 8.
İşte bu âyet-i kerîme ve
Hadîs-i şerîf Savaşmanın sebebinin küfür
olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüce Allah
bu âyet-i kerimede
"fitne
kalmayıncaya"
diye buyurmaktadır. Burada fitne, küfür demektir.
Buna göre Savaşın nihaî hedefi küfrün olmaması diye gösterilmiştir. Bu da açıkça
anlaşılan bir husustur.
İbn
Abbâs, Katâde, er-Rabi',
es-Süddî ve başkaları şöyle demektedir: Bu
âyet-i kerimede fitne şirk ve ona bağlı olarak
mü’minlere (müşriklerin) verdikleri
eziyettir. Fitne aslında denemek ve sınamak demektir. Kaliteli olup olmadığının
açıkça anlaşılması için gümüşün ateşe sokulmasını ifade etmek üzere kullanılır.
Yüce Allah'ın izniyle bunun ifade
edebildiği anlamlara dair açıklamalar ileride gelecektir.
2- Eğer Küfürden Vazgeçerlerse:
"Eğer"
ya bir
önceki âyet-i kerimede geçtiği üzere İslâm'a girmekle
veya ileride Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere
(9/29. âyette) Kitap ehli hakkında cizye ödemek
suretiyle "vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Belirtilen şekillerde vazgeçmedikleri takdirde onlarla Savaşılır. İşte sözü
geçen zâlimler bunlardır ve bunlardan başkasına da düşmanlık yapılmaz.
Zâlimlere yapılanlara "düşmanlık"
denilmesinin sebebi, onların düşmanlıklarının cezası olması bakımındandır. Çünkü
zulüm düşmanlığı da ihtiva eder. O bakımdan düşmanlığın cezası burada düşmanlık
diye adlandırılmıştır. Yüce Allah'ın şu
âyetinde olduğu gibi:
"Bir
kötülüğün cezası bir kötülüktür."
(eş-Şûrâ, 42/40)
Zâlimler ise konu ile ilgili iki
te'vilden birisine göre fiilen Savaşa başlayanlardır, ikinci te'vile göre ise
küfür üzre kalmaya ve fitneyi sürdürmeye devam eden kimselerdir.
194
Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin.
Allah'tan korkun ve bilin ki Allah takva sahipleriyle beraberdir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı on
başlık halinde sunacağız:
1- Âyet-i Kerîmenin Nüzul Sebebi:
"Haram
ay, haram aya bedeldir"
âyetindeki
"ay
(şehr)"
kelimesinin türeyişine dair
açıklamalar daha önceden (2/185. âyette) geçmiş
bulunmaktadır.
Nüzul sebebi ise
İbn Abbâs,
Katâde, Mücâhid, Miksem,
es-Süddî, er-Rabi',
ed-Dahhâk ve başkalarından rivâyete göre
şöyledir: Bu âyet-i kerîme kaza umresi ve Hudeybiye yılı ile ilgili olarak nazil
olmuştur. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak üzere
çıkmış ve Hudeybiye'ye kadar varmıştı. Bu olay hicretin altıncı yılı Zilkade
ayında cereyan etmişti. Kureyş kâfirleri olan müşrikler onu Beytullah'a
ulaşmaktan engellediler. O da geri döndü. Şanı yüce
Allah da ona pek yakında onu Mescid-i Haram'a girdireceği vaadinde
bulundu. Hazret-i Peygamber de
hicretin yedinci yılında oraya girdi ve umre ibadetini eda etti. Bunun üzerine
bu âyet-i kerîme nazil oldu.
el-Hasen'den
şu da rivâyet edilmiştir: Müşrikler Pegyamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ya Muhammed, haram ayda Savaşmak sana
yasak kılındı mı diye sorulunca o:
"Evet"
diye buyurdu. Bunun üzerine onlar da onunla Savaşmak istediler. İşte bu âyet-i
kerîme bu münasebetle inmiştir.
Âyet-i kerimenin anlamı da şudur:
Eğer onlar bu haram ayda bu işi yani Savaşmayı
helal kabul ederlerse sen de onlarla Savaş. Bu âyet-i kerîme ile
yüce Allah onlara karşı savunmayı mubah
kılmıştır. Birinci görüş ise daha meşhurdur ve çoğunluk tarafından kabul edilen
görüş de odur.
2- Saldırı ve Haksızlıklara Karşılık
Vermesi, Hakkını Koruması:
Yüce
Allah'ın:
"Hürmetler karşılıklıdır"
âyetinde yer alan "hürmetler
(el-hurumât)" kelimesi "hürmet" kelimesinin
çoğuludur. Zulumât kelimesinin, zulmet'in, hucurât kelimesinin de hucret'in
çoğulu olduğu gibi. Hurumât kelimesinin çoğul gelmesi, hem haram ayın hürmeti,
hem haram beldenin hürmeti, hem de ihramın hürmeti kastedildiğinden dolayıdır.
Hürmet ise kişinin çiğnemekten alıkonulduğu, engellendiği şeydir.
Kısas
(karşılıklı oluş) ise, eşitlik demektir.
Bu âyetin anlamı şöyle olur:
Yani onlar hicretin altıncı yılında sizleri
umre yapmaktan alıkoyup engelledikleri vakit yedinci yılında umrenizi kaza etmek
suretiyle sizin lehinize onlara kısas yaptım, demektir.
Buna göre "hürmetler karşılıklıdır"
âyeti kendisinden önceki buyruklarla alakalı ve onlar ile aynı sözün devamı
mahiyetindedir.
Önceki buyruklarla ilişkisinin
olmadığı da söylenmiştir. Buna göre bu âyet, İslâm'ın ilk dönemlerindeki bir
vaziyeti ifade etmektedir. Şöyle ki; senin hürmetini
(saygı duyulması gereken bir hakkını) çiğneyen bir kimseye karşı sen de
sana yaptığı haksızlık kadarıyla ondan hakkını alırsın. Ancak daha sonra bu,
Savaş emriyle neshedilmiştir.
Bir başka kesim şöyle demektedir:
Âyet-i kerimenin ele aldığı "saldırılar";
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
ümmeti arasındaki saldırılar, cinayetler ve buna benzer neshedilmemiş
hususlardır. Mal yahut yaralama ile kendisine saldırıda bulunulan bir kimsenin,
bu işi açık bir şekilde tesbit edebildiği takdirde, kendisine karşı yapılan
haksızlığın mislini yapması caizdir. Ve bu hususta onun Allah'a karşı sorumlu
olması sözkonusu değildir. Bu görüş Şâfiî ve
başkalarına aittir. İmâm Mâlik mezhebindeki
bir rivâyet de böyledir.
İmâm Mâlik
mezhebine mensup bazıları ise şöyle demiştir: Hayır, kişinin bunu yerine getirme
yetkisi yoktur. Kısasa dair uygulamalar münhasıran yöneticilerin yetkisi
içerisindedir. Malî konuları ise, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti
kapsamına almaktadır: "Sana emaneti kim vermiş ise o emaneti ona tastamam geri
öde, sana hainlik edene de sen hainlik etme!" Bu hadisi
Darakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir.
Dârakutnî,
III, 35; Hâkim, Müstedrek, II, 46; Beyhâki, Sünen, X, 456.
Buna göre kendisine hainlik eden bir kişi tarafından kendisine emanet bırakılan
kişinin kendisine emanet bırakana karşılık vererek hainlik etmesi ve böylelikle
kendisine verdiği emanetten hakkını alması câiz değildir. Maliki mezhebinde
meşhur olan görüş budur. Ebû Hanîfe de bu
hadise bağlı kalarak bu görüştedir. Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz ki Allah size emanetleri sahiplerine vermenizi emreder"
(en-Nisa, 4/58) âyetine de bağlı kalarak bu
görüşü kabul etmişlerdir. Aynı zamanda bu Atâ
el-Horasanî'nin de görüşüdür.
Kudame b. el-Heyseme der ki:
Atâ b. Meysere el-Horasanî'ye şöyle sordum:
Adamın birisinde alacağım bir hak vardır. Bu hakkımı inkâr ediyor ve ben de
delil ortaya koyamıyorum. Onun malından hakkım kadarını kısas yoluyla alayım mı?
O şöyle dedi: Ne dersin sana ait olan cariyen ile haram yolla ilişki kursa ve
sen bunu bilsen, ne yaparsın?
Derim ki:
Sahih olan bunun hakkını ne şekilde elde edebilirse etmesinin -hırsız olarak
sayılmayacağı sürece- câiz olduğudur. Şâfiî'nin
kabul ettiği görüş budur. Mâlik'ten Davudî de bu görüşü nakletmiştir.
İbnu'l-Münzir bu görüşü benimsemiştir.
İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiştir.
Ayrıca bunun hainlik olmayacağı, sadece kişinin hakkını elde etmekten ibaret
olduğu belirtilmiştir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmuştur:
"Kardeşine zalim olsun mazlum olsun
yardımcı ol."
Buhârî, Mezalim 4, İkrah
7; Müslim, Birr 62;
Tirmizî, Fiten 68;
Müsned, III, 99
Zalimden hakkın alınması ise aslında ona yardımcı olmaktır.
Diğer taraftan Ebû Süfyan'ın
hanımı Utbe kızı Hind; Ebû Süfyan cimri bir adamdır, onun bilgisi olmaksızın
benim onun malından aldıklarım müstesna, bana ve oğullarıma yetecek kadar masraf
vermiyor; bundan dolayı üzerimde bir vebal var mıdır? deyince
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle cevap vermiştir: "Sana ve
çocuklarına yetecek kadarını maruf bir şekilde al."
Buhârî,
Buyû’ 95; Nesâî, Kudât 31;
İbn Mâce, Ticarât 65.
Bu âyeti ile
Hazret-i Peygamber ona kocasının
malından almasını mubah kılmış ve alması gereken miktardan fazlasını almamasını
söylemiştir. Bütün bunlar ise sahih hadisler arasında sabittir.
Yüce
Allah'ın:
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun saldırdığı gibi karşılık verin"
âyeti
ise bu gibi görüş ayrılıklarını kesin sona erdiren mahiyettedir.
3- Haksızlığa Uğrayan Malının
Türünden Başka Mal Elde Ederse:
Haksızlığa uğramış kimse malının
türünden başka bir mal ele geçirebilir ise hüküm ne olur? Konusunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Bir görüşe göre ancak hakimin hükmü
ile onu alabilir. Şâfiî'nin bu konuda iki
görüşü vardır, daha sahih olanı alabileceğidir. Bu da kendi malının türünden bir
mal ele geçirebilene kıyasen verilir.
İkinci,görüşe göre ise o malı
alamaz, çünkü kendisinden alınan maldan başka bir türdedir.
Kimisi de şöyle demektedir: Alacağı
hakkın kıymetini tesbit eder ve onun miktarı kadarını alır.
Daha önce açıklamış olduğumuz delil
dolayısıyla sahih olan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
4- Alacaklar da Böyle
Değerlendirilebilir mi?
Biz bu şekilde alma ile ilgili
hükümden fer'î bir mes'eleye geçerek şunu soralım: Acaba alacağı olan mallar ve
benzerleri de böyle değerlendirilebilir mi? Şâfiî,
hayır böyle bir kimsenin alması gereken mal ne ise onu alır, der.
Mâlik der ki: İflas halinde diğer
alacaklılar ile birlikte kendisine düşene itibar edilir. Kıyas da buna göredir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
5- Saldırılara Karşılık Vermenin
Yolu:
Yüce
Allah'ın:
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin"
âyetinin
umumî mahiyette olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Karşılık vermek mümkün olduğu
takdirde ya dolaysız olarak fiilen yapılır veya
yöneticiler, hakimler aracılığıyla yapılır.
Mükâfatın "saldırı" diye
adlandırılıp adlandırılmayacağı hususunda farklı görüşler vardır. Kimisi
Kur'ân-ı Kerîm'de mecaz yoktur, der; kimisi de karşılık vermek saldırı ismini
alır ve bu mubah olan bir saldırıdır, demiştir. Nitekim arapçada mecaz mubah
olan bir yalan kabul edilmiştir. Çünkü şairin birisi şöyle demiştir:
"İki göz ona: Dinledim itaat ettim, dedi."
Şu mısra da böyledir:
"Havuz doldu ve: Artık bana yeter, dedi."
Bu mısra da böyledir:
"Devem bana gece boyunca yol yürümekten şikâyette bulundu."
Bilindiği gibi bu eşyalar
konuşmazlar. Yalanın tarifi ise şöyledir: Bir şeye dair gerçek durumundan farklı
olarak haber vermektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de mecaz vardır,
diyenler bu şekilde bir karşılık vermeyi de mecaz yoluyla ve söze misliyle
karşılık vermek kabilinden "saldın" ismini vermişlerdir. Nitekim Amr b. Külsûm
şöyle demiştir:
"Dikkat edin, kimse bize karşı cahillik etmesin
O vakit bizler de cahillerin cehaletinden ileri cahillik
ederiz."
Bir başkası da şöyle demektedir:
"Benim bir atım var tahammülkârlığa tahammülkârlık ile
dizginlenir
Ve benim bir diğer atım var, cahilliğe karşı cahillikle
eğerlenmiştir
Her kim benim doğru olmamı isterse şunu bilsin ki; ben
zaten doğrultulmuş bir kimseyim
Her kim de beni eğriltmek isterse şunu bilsin ki; ben zaten
eğriltilmişim."
Burada şair bilgisizlikle ve
eğrilikle övünüyor değildir. Cahile ve eğriye aynı şekilde karşılık
(mükâfat) vermek durumunda olduğunu anlatmak
istemektedir.
6- Başkalarına Ait Ölçülemeyen ve
Tartılamayan Şeyleri Telef Edenler:
Kile ile ölçülmeyen, ağırlık ile
tartılmayan hayvan ya da ticaret mallarından
herhangi bir şeyi telef eden ya da bozan
kimsenin hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Şâfiî, Ebû
Hanîfe, her ikisinin mezhebine mensup ilim adamları ve bir grup alim
şöyle demiştir: Bu durumda telef edenin ya da
bozanın telef edip bozduğu şeylerin mislini ödemesi gerekir. Mislin
(benzerinin) bulunmaması hali dışında bunların
değerinin ödenmesi istenmez. Çünkü yüce Allah:
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin"
âyeti
ile
"Şayet
bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size verilen cezanın benzeri ile
karşılık verin"
(en-Nahl, 16/126) buyrukları bunu
gerektirmektedir.
Bu kanaate sahip ilim adamları
derler ki: Bu, herşey hakkında umumî bir buyruktur. Bunlar, görüşlerini
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kırılan çömleği kıran hanımının eyinde
alıkoyup sağlam çömleği gönderip: "Kaba karşılık kap yemeğe karşılık da yemek"
âyetini delil göstererek desteklemişlerdir.
Bu hadisi
Ebû Dâvûd şöylece tahric etmiştir. Bize
Müsedded anlattı, bize Yahya anlattı. (H).
Hadisin alındığı yolun değiştiğini gösteren işaret.
Bize Muhammed b. el-Müsenna, bize Halid b. Humeyd'in Enes
(radıyallahü anh)'dan anlattığına göre;
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisinin yanında bulunuyor
idi. Mü’minlerin annesinden birisi
hizmetçi ile birlikte içinde yemek bulunan bir çömlek gönderdi. Eliyle kaba
vurdu ve kabı kırdı. İbnu'l-Müsennâ der ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
kırık iki parçayı aldı, birisini ötekisine bitiştirdi ve yemeği o
çömleğin içinde toplamaya başladı ve bu arada "Anneniz kıskandı" buyurdu.
İbnu'l-Müsenna şunu da eklemektedir: "Haydi yiyiniz" dedi. Onlar da yemeye
başladılar; nihayet o hanım evinde bulunan çömleği getirdi. Sonra biz
Müsedded'in rivâyet ettiği hadisin lâfzına dönüyoruz: Ve: "Yeyiniz" dedi.
Hazret-i Peygamber gelen elçiyi ve
çömleği yemeklerini yeyinceye kadar alıkoydu. Sağlam olan çömleği elçiye verdi
ve kırık olanını da evinde alıkoydu.
Bize
Ebû Dâvûd anlatarak dedi ki: Bize Müsedded
anlattı, bize Yahya Süfyan'dan anlatarak dedi ki: Ve bize Fuleyt el-Amirî -Ebû
Dâvûd dedi ki: Bu Eflet b. Halife'dir- Decace kızı Cesre'den naklederek
dedi ki: Âişe
(radıyallahü anha) şöyle dedi: Ben Safiyye gibi güzel yemek pişireni
görmedim. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir yemek
pişirip o yemeği gönderdi. Aşırı kıskançlığımdan dolayı titremeye başladım ve
kabı kırdım. Ve: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yaptığımın keffareti nedir dedim? O da:
"Kap gibi bir kap ve yemek gibi bir yemek"
diye buyurdu.
Ebû Dâvûd,
Buyû’ 89; Buhârî, Mezâlim 34;
Tirmizî, Ahkâm 23;
Nesâî, Nisa 4
Mâlik ve mezhebine mensup
fukahâ der ki: Böyle bir durumda kile ile ölçülmeyen, ağırlık ile tartılmayan
hayvan ve ticaret mallarında kişinin mislini değil kıymetini ödemesi gerekir.
Bunun delili ise Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kölesinin
yarısını azad eden kişiye ortağının yarısının kıymetini tazminat yoluyla
ödetmesidir. Buna karşılık kendi kölesinin yarısının mislinin tazminatını
ödetmemiştir. Yenecek, içilecek ve ağırlık ile tartılan şeylerde mislin tazminat
olarak ödetileceği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Yemeğe karşılık yemek"
diye buyurmuştur.
7- Bu Âyet Kısasın Misli Misline
Olmasını Gerektiren Aslî Bir Delildir:
Kısasta uygulamanın misli misline
olması gerektiği hususunda bu âyet-i kerimenin aslî bir delil olduğu açısından
ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.
Bir kimse bir başkasını herhangi
bir araç ile öldürürse o da o öldürdüğü aracın misli ile öldürülür.
Cumhûrun görüşü budur. Elverir ki katil
maktulü lutîlik, şarap içirmek gibi bir fasıklıkla öldürmüş olmasın. Öyle olduğu
takdirde katil kılıç ile öldürülür.
Şâfiîlerin
bu hususta şöyle bir görüşü vardır: Katil de bu şekilde öldürülür. O nitelikte
bir sopa yapılır ve ölünceye kadar arkasından o sopa ile dürtülür. Ölünceye
kadar da şarap yerine ona su içirilir.
İbnu'l-Macuşun der ki: Ateş
ile yakarak ya da zehir vererek öldüren kimse
bu şekilde öldürülmez. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Ateş ile ancak Allah azâb eder."
Buhârî, Cihâd 149;
Ebû Dâvûd, Cihâd 112;
Tirmizî, Siyer 20
Zehir ise gizli bir ateştir.
Cumhûrun görüşü ise âyet-i kerimenin umum ifade etmesi dolayısıyla bu
şekilde öldürüleceği şeklindedir.
8- Değişik Şekillerde Öldürmelerde
Kısas:
Sopa ile kısas uygulamaya gelince;
kendisinden gelen iki rivâyetin birisinde Mâlik şöyle demektedir: Eğer sopa ile
öldürmek işi uzatıyor ve azâb veriyor ise katil kılıçla öldürülür. Bunu
Mâlik'ten İbn Vehb rivâyet etmiş,
İbnu’l-Kasım da bu görüşü benimsemiştir. Ondan gelen bir diğer rivâyete göre ise
sopa ile öldürülür. İsterse iş uzasın ve azâb olsun. Aynı zamanda bu
Şâfiî'nin de görüşüdür.
Eşheb ve
İbn Nâfi', Mâlik'ten taş ve sopa ile ilgili
olarak; eğer darbe işi bitirici ise bunlarla öldürülür demişlerdir. Şayet birkaç
darbe ile iş bitirilecekse o takdirde o şekilde öldürülmez. Buna bağlı olarak
katile ok atılarak ve taş atılarak da öldürülmez, çünkü bu azap verme
(işkence) kabilindendir. Abdülmelik
(İbnu'l-Macuşun) da bu görüştedir.
İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir:
"Mezhebimiz âlimlerinin görüşleri arasında sahih olan misli misline olmasının
vacip oluşudur. Şu kadar var ki eğer misli misline kısas işkence sınırına
ulaşacak olursa iş, kılıca havale edilir."
İlim adamlarımız ittifakla
şunu kabul ederler: Katil öldürdüğü kimsenin elini ayağını kesse, gözünü çıkarsa
ve bunları işkence kastıyla yaparsa ona aynı şey uygulanır. Tıpkı
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)in, çobanlarını öldürenlere yaptığı gibi.
Bk. Buhârî, Vudu' 66,
Zekat 68, Cihâd 152, Tıb 6, Hudud 17; Müslim,
Îman 184, Kasame 9-11; Ebû Dâvûd, Hudud 3;
Tirmizî, Et'ime 38, Tıb 6 vb.
Eğer bu işi (karşısındaki) kendisini sallallahü
aleyhi ve sellemunurken yahut dövüşürken yapmış ise o takdirde katil, kılıç ile
öldürülür.
Bir kesim ise bütün bu
hususlarda farklı bir kanaat açıklar ve şöyle derler: Kısas ancak kılıç ile
uygulanır. Bu, Ebû Hanîfe, Şa'bi ve
Nehai'nin kabul ettiği görüştür. Buna dair
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan
gelen şu rivâyeti delil gösterirler: "Demir ile olmadıkça kısas olmaz."
İbn Mâce,
Diyat 25; Dârakutnî, III, 88
Ayrıca Hazret-i Peygamber'in müsleyi
(organ kesmeyi) yasaklamasını ve: "Ateş ile
ancak ateşin rabbi azâb eder" hadislerini de delil gösterirler.
Şu kadar var ki sahih olan
Cumhûrun kabul ettiği görüştür. Çünkü
hadis İmâmları Enes b. Mâlik'ten şunu rivâyet ederler: Bir cariyenin başının iki
taşla ezildiği tesbit edildi. Ona: Sana bunu yapan kimdir, filan mı filan mı?
diye soruldu. Sonunda bir yahudinin ismini sözkonusu ettiklerinde başıyla
(evet anlamında) işarette bulundu. Yahudi
yakalanınca kendisinin yaptığını ikrar ve kabul etti.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da taşlarla başının ezilmesini emretti. Bir
rivâyette de: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onun
(başını) iki taş arasında
(ezerek) öldürdü
Buhârî,
Diyât 5, 7, 12 Husumat 1; Müslim, Kasame
15-17; Ebû Dâvûd, Diyât 10;
Tirmizî, Diyât 6;
Nesâî, Kasâme 12-13;
İbn Mâce, Diyât 24
denilmektedir.
Bu sarih
(açık) ve sahih bir nastır. Yüce Allah'ın:
"Şayet
bir ceza ile karşılık verecek olursanız ancak size yapılan cezanın benzeriyle
karşılık veriniz."
(en-Nahl, 16/126)
âyeti ile:
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin"
âyeti
bunu gerektirmektedir.
Karşı görüşü savunanların delil
olarak ileri sürdükleri Hazret-i Cabir yoluyla gelen
Hadîs-i şerîf ise muhaddislerce zayıf
bir hadis kabul edilmiştir. Sahih bir yolla rivâyet edilmemektedir. Hadis sahih
olsa bile biz zaten onun gereğini kabul ediyoruz ve bir demir ile başkasını
öldürenin o şekilde demir ile öldürüleceğini söylüyoruz. Buna da Enes yoluyla
rivâyet edilen (sözü geçen) hadis delildir:
Yahudinin birisi bir cariyenin başını iki taş arasında ezmiş,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da onun başını iki taş arasında ezilmesini
emretmişti.
Müsleyi yasaklayan âyetlere gelince
biz de eğer (katil) müsle yapmamış ise o hadis
gereğince hüküm veriyoruz. Fakat müsle yapmış ise biz de ona müsle yaparız. Buna
ise Uranîler ile ilgili (Hazret-i Peygamber'in
çobanını öldüren) Hadîs-i şerîf
delildir. Bu, hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiş sahih bir hadistir.
Hazret-i
Peygamber'in:
"Ateşin rabbi dışında hiç kimse ateş ile azap etmez"
âyetine gelince; eğer katil maktulü yakmamışsa sahih ve doğrudur,
fakat yakmış ise o da yakılır, buna da Kur'ân-ı Kerîm'in genel hükümleri delalet
etmektedir.
Şâfiî:
Kasten maktulü ateşe atmış ise o da ölünceye kadar ateşe atılır, der.
el-Vakâr
(Mısırlı fakih İbnu'l-Kasım ve İbn Vehb'den fıkıh okumuş Zekeriyya b. Yahya b.
İbrahim'in lakabı) Muhtasar'ında bu görüşü Mâlik'ten nakletmektedir. Aynı
zamanda bu Muhammed b. Abdülhakem'in de görüşüdür.
İbnu'l-Münzir der ki: Bir başkasını boğarak öldüren bir kişiye, ilim
adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre kısas uygulanır. Ancak bu
hususta Muhammed b. el-Hasen muhalefet eder
ve şöyle der: Ölünceye kadar boğsa ya da bir
kuyuya atsa ve ölse yahut bir dağdan ya da bir
damdan atsa ve ölse o kişiye kısas uygulanmaz ve katilin âkilesine diyet düşer.
Şayet bu işi yapmakla tanınan bir kimse ise -yani
başkasını da bu yolla boğmuş ise-o takdirde o kişi öldürülür.
İbnu'l-Münzir de: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir cariyenin
başını taşlar arasında ezen yahudiye kısas uyguladığına göre bu tür davranışlar
da buna benzemektedir. O bakımdan Muhammed b.
el-Hasen'in bu görüşünün bir anlamı yoktur, der.
Derim
ki: Bu görüşü Muhammed b. el-Hasan'dan başkası da
Ebû Hanîfe'den nakleder ve şöyle der:
Ebû Hanîfe istisna olarak boğarak
ya da zehirleyerek
veya bir dağdan aşağıya veya bir kuyuya
yuvarlayarak ya da bir tahta ile vurarak
öldüren kimse hakkında -sivriltilmiş bir demir yahut taş, tahta ile öldürmesi
ya da boğmak, yuvarlamak ile tanınan bir kimse
olması hali dışında- o kişiye kısas da uygulanmaz, öldürülmez de. Buna karşılık
akilesinin diyet ödemesi gerekir. Bu ise Ebû Hanîfe'nin
Kitap ve Sünneti reddetmesi demektir. Ümmetin daha önce benimsemediği bir şeyi
ihdas etmesidir. Allah'ın öldürmeler hakkında teşri' buyurduğu kısası kaldırmaya
götüren bir yoldur. Kısas uygulamaktan başka hiçbir çıkar yol kabul edilemez.
Ebû Hanîfe
suda boğmayı, boynuna ip vb. şey dolayarak boğmayı ve benzer şekillerde
öldürmeyi, kasten öldürme değil, kaste benzer öldürme olarak
değerlendirdirdiğinden, kısası değil, diyeti gerektirici olarak görmektedir.
Çünkü ona göre kasten öldürmenin şartlarından birisi de genellikle öldürücü ve
öldürmek için hazırlanmış bir aletle öldürmektir. Bunlarda ise bu özellik
yoktur.
(Bk. Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslûmî, IV,
253, 254 vd.)
9- Birisi Tarafından Yakalanıp
Başkası Tarafından Öldürülen:
Bir kimsenin birisini yakalaması
bir diğerinin de onu öldürmesi halinde hükmün ne olacağı hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Atâ,
katil öldürülür, yakalayan da ölünceye kadar hapsedilir demektedir.
Mâlik der ki: Eğer onu yakalayıp
hapseden onu öldürmek arzusunda ise her ikisi de öldürülür.
Şâfiî'nin Ebû Sevr'in, en-Numan b. Sabit'in
(yani Ebû Hanîfe) görüşüne göre ise yakalayıp
hapseden cezalandırılır. İbnu'l-Münzir de bu
görüşü tercih etmiştir.
Derim ki:
Atâ'nın görüşü sahihtir. Kitab-ı Kerîm'in
gereği de budur. Darakutnî de
İbn Ömer'den o
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Bir adam bir adamı tutsa, bir diğeri gelip onu öldürse
katil öldürülür ve onu yakalayan kişi de hapsedilir."
Bunu Süfyan es-Sevrî, İsmail b.
Umeyye'den, o Nafi'den, o İbn Ömer'den
rivâyet ettiği
Dârakutnî, III, 140
gibi, Ma'mer de
İbn Cüreyc'den o İsmail'den mürsel olarak rivâyet etmiştir.
10- Yapılan Saldırıya Misliyle
Karşılık Vermek:
Yüce
Allah'ın:
"Onun
için size kim saldırırsa... size saldırdığı gibi karşılık verin"
âyetinde geçen saldırı
(el-i'tidâ) haddi aşmak, tecavüzde bulunmak
demektir. Yüce Allah:
"Her
kim Allah'ın sınırlarını aşarsa (yeteaddâ)..."
(el-Bakara, 2/229; et-Talâk, 65/1) âyeti, o
sınırlan aşıp geçerse demektir. Buna göre bir kimse sana zulmetse sana yaptığı
zulüm kadarıyla hakkını ondan al, bir kimse sana sövse sana söylediği sözün
benzerini ona geri çevir, bir kimse senin şeref ve haysiyetine
(ırzına) dil uzatsa sen de ona" karşılık ver.
Şu kadar var ki babasına annesine, oğluna veya
bir yakınına haksızlıkta bulunma. O sana yalan söylese bile senin ona karşı
yalan söyleme hakkın yoktur. Çünkü masiyete masiyet ile karşılık verilmez.
Mesela sana: Ey kâfir! diyecek olsa, senin de ona: Kâfir sensin demen caizdir.
Fakat sana ey zânî diyecek olsa ona karşı uygulayacağın kısas: Yalancı, yalan
şahitlik eden kişi, demendir. Sen de ona: Ey zanî diyecek olursan yalan söylemiş
olursun ve yalan söylediğin için günah kazanırsın. Borcunu ödeyebilecek durumda
olduğu halde özürsüz olarak senin borcunu sallallahü aleyhi ve sellemsaklıyor
ise ona: Ey zalim, ey insanların mallarını yiyen kişi diyebilirsin.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Ödeme imkânı olan kimsenin
(ödememesi, sallallahü aleyhi ve sellemsaklaması) onun (şeref ve haysiyetini) ve
ceza görmesini helal kılar."
Buhârî, İstikrâz 13;
Ebû Dâvûd, Akdiye 29;
Nesâî, Buyû’ 100;
İbn Mâce, Sadakat 18
Irzının (şeref ve haysiyetinin) helal olması
açıkladığımız şekilde olur. Ceza görmesi ise borcunu ödemediği için hapsedilmesi
şeklindedir.
Ebû Dâvûd,
bu hadisi kayd ettikten sonra İbnu'l-Mübârek'ten şu açıklamayı nakleder:
"Irzının helâl olması, ona ağır söz söylenmesi; cezalandırılması ise bundan
dolayı hapsedilmesi demektir." Benzeri bir açıklamayı da
Buhârî, Süfyân'dan nakletmektedir
İbn
Abbâs der ki: Bu âyet-i kerîme İslâm güçlenmeden önce nazil olmuştur.
Burada eziyet gören müslümanlara eziyet gördükleri şeyin misli ile karşılık
vermeleri ya sabretmeleri ya da affetmeleri
emredilmektedir. Daha sonra bu hüküm yüce Allah'ın:
"Müşrikler sizinle nasıl topluca Savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca Savaşın"
(et-Tevbe, 9/36) âyeti ile neshedilmiştir.
Bu işin
(kısasın) sultana (İslâm devlet yöneticisine)
havale edilmesiyle ve sultanın izniyle olmadıkça kimsenin kimseye kısas
uygulamasının helal kılınmamasıyla neshedildiği de söylenmiştir.
195
Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle tehlikeye
atılmayınız. İhsan ediniz. Muhakkak Allah ihsan edenleri sever.
Bu âyete dair açıklamalarımızı üç
başlık halinde sunacağız:
1- Nüzul Sebebi ve Âyetin
Anlaşılması:
Buhârî,
Huzeyfe'den rivâyet ediyor: Yüce Allah'ın:
"Allah
yolunda İnfak edin, kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız"
âyeti infak
(hak yolda harcamak) hakkında nazil olmuştur,
dedi.
Buhârî,
Tefsir 2. sûre 31
Yezid b. Ebi Habib'in rivâyetine
göre Eşlem Ebû İmrân şöyle demiştir: Konstantin şehrine
(İstanbul'a) gaza yapmıştık. Askerlerin başında
Abdurrahman b. el-Velid vardı. Bizanslılar sırtlarını şehrin suruna vermişlerdi.
Birisi düşmana hamle yaptı. Onu görenler: Aman yapma, lâ ilahe illallah bu adam
kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor, dediler. Ebû Eyyûb şöyle dedi:
Sübhanallah, bu âyet-i kerîme biz ensar hakkında nazil olmuştur. Allah,
peygamberine yardım ve zafer verip onun
dinini üstün kılınca kendi aramızda şöyle dedik: Haydi gelin, artık mallarımızın
başında duralım, onları düzene koyalım. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Allah
yolunda infak edin"
âyet-i kerimesini indirdi. Ellerimizle tehlikeye atılmak
ise (buna göre) mallarımızın başında durup
onları çekip çevirmek isterken cihâdı terketmek olur. Ebû Eyyûb Allah yolunda
cihâd yolunu aralaksız bir şekilde sürdürdü ve nihayet Konstantin şehrinde
defnedildi.
Ebû Dâvûd, Cihâd 22
Onun kabri oradadır. Böylelikle Ebû Eyyûb bizlere ellerimizle tehlikeye
atılmanın Allah yolunda cihâdı terketmek olduğunu ve âyet-i kerimenin buna dair
nazil olduğunu haber vermiş oldu. Bunun bir benzeri Huzeyfe'den
el-Hasen,
Katâde, Mücâhid ve
ed-Dahhak'tan da rivâyet edilmiştir.
Derim ki:
Tirmizî de Yezid b. Ebi Habib'den o Eşlem b.
İmrân'dan bu haberi bu manada rivâyet etmiş bulunmaktadır. Orada Ebû İmrân der
ki: "Rum şehrinde idik. Karşımıza Rumlardan oldukça kalabalık bir saf
çıkardılar. Müslümanlardan da onlar gibi veya
daha da fazla bir kalabalık karşılarına çıktı. O sırada Mısır'dan gelen
askerlerin başında Ukbe b. Âmir, genel komutan da Fudâle b. Ubeyd idi.
Müslümanlardan bir kişi Rumların (Bizanslıların)
safına bir hamle yaptı ve onların arasına kadar girdi. Herkes yüksek sesle
bağırıp: Sübhanallah, dedi. Bu adam kendi elleriyle kendisini tehlikeye atıyor.
Ebû Eyyûb el-Ensarî kalkıp şöyle dedi: Ey insanlar! Sizler bu âyet-i kerimeyi bu
şekilde anlıyorsunuz. Halbuki bu âyet-i kerîme biz ensar hakkında nazil
olmuştur. Allah İslâm'ı kuvvetlendirip İslâm'ın yardımcıları çoğalınca
birbirimize gizlice Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aramızda
olmadığı bir sırada şöyle dedik: Mallarımız sahipsiz kaldı, Allah da İslâm'ı
güçlendirmiş bulunuyor. İslâm'ın yardımcıları çoğalmış bulunuyor. Mallarımızın
başında dursak ve onlardan kaybolanı İslah edip yoluna koysak nasıl olur? Bunun
üzerine yüce Allah
Peygamberine bizim aramızda
söylediğimizi reddetmek üzere: "Allah yolunda infak edin, kendi ellerinizle
tehlikeye atılmayınız" âyetini indirdi. Buna göre tehlike, mallarımızın başında
durmak, onları yoluna koymaya çalışmak ve gazayı terketmemiz diye açıklanmış
oldu. Ebû Eyyûb Rum topraklarında defnedilinceye kadar Allah yolunda ileri
atılmaya devam edip durdu. Ebû Îsa der ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir.
Tirmizî,
Tefsir 2. sûre 19.
Huzeyfe b. el-Yeman,
İbn Abbâs,
İkrime, Atâ,
Mücâhid ve büyük bir kalabalık şöyle
demektedir: Bu âyetin anlamı şudur: Sizler Allah yolunda infakı terkederek ve
fakirlikten korkarak kişinin: Yanımda infak edecek birşey yoktur, demek
suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız.
Buhârî'nin
kabul ettiği anlam da budur. Çünkü bundan başka bir açıklamadan söz
etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn
Abbâs der ki: Senin ince veya enli bir
oktan başka hiçbir şeyin olmasa dahi Allah yolunda infak et. Sizden herhangi bir
kimse sakın: İnfak edecek birşey bulamıyorum, demesin.
es-Süddîden de buna yakın bir ifade
nakledilmiştir: Bir deve yuları dahi olsa infak et ve: Yanımda birşey yoktur
diyerek, kendi elinle kendini tehlikeye atma!
Âyetin anlamı ile ilgili olarak
üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da İbn Abbâs'a
aittir. Şöyle ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a insanlara karşı
cihâd için çıkma emri verilince, Medine'de hazır bulunan bedevî Araplardan bir
kısmı kalkıp: Biz ne ile hazırlık yapalım? dediler. Allah'a yemin ederiz. Ne bir
azığımız vardır ne de kimse bize yemek verir. Bunun üzerine
yüce Allah'ın:
"Allah
yolunda infak edin"
âyeti nazil oldu. Yani
ey varlıklı kimseler, Allah yolunda yani
Allah'a itaat yolunda infak ediniz "kendi ellerinizle tehlikeye atılmayınız"
yani sakın elinizi sadakadan geri tutmayınız o
takdirde helâk olursunuz. Mukâtil de böyle açıklamıştır.
İbn
Abbâs'ın bu sözünün anlamı şudur: Eğer sadaka vermekten uzak kalırsanız
helâk olursunuz. Yani zayıf kimselere,
güçsüzlere infak etmekten uzak durmayınız. Çünkü onlar sizinle birlikte Savaşa
çıkmayıp geri kalacak olurlarsa düşmanınız sizi yenik düşürür ve helâk
olursunuz.
Âyet-i kerimenin anlaşılması ile
ilgili olarak dördüncü bir görüş de şudur: Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak
el-Berâ' b. Âzib'e şöyle denildi: Burada kastedilen kişi Savaşan birliğe karşı
hamle yapan kişi mi demektir? el-Bera' şöyle dedi: Hayır, burada kastedilen kişi
bir günah işleyip de çaresizlik içerisinde herşeyden el etek çekip, ben
masiyetlerde aşırı gittim. Tevbe etmemin bir faydası yoktur, diyerek Allah'tan
ümidini kesmesi, bundan sonra daha da ileri bir şekilde masiyetlere dalmasıdır.
Buna göre helâk olmak, Allah'ın
rahmetinden ümit kesmektir. Abîde es-Selmanî de böyle söylemiştir.
Zeyd
b. Eslem ise şöyle demiştir: Bunun anlamı şudur: Cihâd için azıksız
olarak yola çıkmayınız. Bir topluluk bu şekilde davranmış, bu şekildeki
davranışları ise onların yolda kalmalarına ya da
insanlara yük olmalarına sebep teşkil etmiş idi. Böylelikle bu hususa dair beş
görüş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Burada sözü geçen "Allah'ın yolu"
cihâddır. Ayrıca bundan başka bu lâfız, onun (cihâdın)
bütün yollarını kapsamına alır.
"Kendi
ellerinizle"
âyetinde yer alan "be" harfi zaiddir. İfadenin
takdiri: Ellerinizi tehlikeye atmayınız, şeklindedir.
Yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir:
"Allah'ın muhakkak gördüğünü hiç bilmez mi?"
(el-Alak, 96/14) el-Müberred der ki:
"Kendi ellerinizle" âyeti kendinizi tehlikeye atmayınız, demektir.
Yüce Allah burada bütünü ifade etmek üzere
bir kısmı sözkonusu etmiştir. Yüce Allah'ın
şu âyetinde olduğu gibi:
"..
ellerinizin kazandıkları sebebiyle.."
(eş-Şûrâ, 42/30);
"Ellerinin kazandıkları sebebiyle"
(el-Hacc, 22/10).
Bu tabirin bir darb-ı mesel olduğu
da söylenmiştir. Mesela, bir kişi teslimiyet gösterdiği zaman "filan kişi kendi
eliyle bu işi attı" denir. Çünkü Savaşta teslim olan kişi elleriyle silahını
atar. İşte yapılan iş her ne olursa olsun aciz olan herkesin yaptığı iş de bu
kabilden kabul edilmiştir. Abdülmuttalib'in (Zemzem
kuyusunun kazılması ile ilgili olarak) söylediği şu sözleri de bu
kabildendir: "Allah'a yemin ederiz, kendi ellerimizle kendimizi ölüme atmamız
bir acizliktir."
Kimisi de şöyle demiş: Burada
ifadenin takdiri ellerinizle kendinizi atmayınız, şeklindedir. Nitekim: Sen
kendi görüşünle kendi durumunu bozma, dememiz de böyledir.
(Âyet-i
kerimede geçen): Tehlüke, helâk olmak anlamında masdardır.
Yani sizler sizi helake götürecek işleri
yapmayınız. Bu şekildeki açıklamayı ez-Zeccâc
ve başkaları yapmıştır. Anlamı da şudur: Sizler infak etmeyecek olursanız,
Allah'a asi olmuş olursunuz ve helâk olursunuz.
Bir diğer görüşe göre âyet-i
kerimenin anlamı şudur: Cimrilik ederek mallarınızı alıkoymayınız. Sizden
başkalan miras yoluyla o malları devralır ve böylelikle sizler mallarınızdan
sağlayabileceğiniz faydadan mahrum kalarak helâk olur gidersiniz.
Bir diğer anlam da şöyledir: Sizler
cimrilik etmeyiniz, o takdirde dünya hayatında (infak
etmeniz halinde onun yerine verilecek olan) halefi de ahiretteki sevabı
da yitirirsiniz.
Bir diğer açıklamaya göre: "Kendi
ellerinizle tehlikeye atılmayınız" âyeti yani
haram olan şeyden infak etmeyiniz, o size (kabul
edilmeyerek) geri çevrilir ve siz de helâk olursunuz. Buna yakın bir
açıklama İkrime'den nakledilmektedir.
İkrime der ki: "Kendi ellerinizle tehlikeye
atılmayınız" âyetini yüce Rabbimiz bir başka yerde açıklamaktadır:
"Göz
yummaksızın alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyiniz"
(el-Bakara, 2/267)
Taberî
der ki: Yüce Allah'ın:
"Kendi
ellerinizle tehlikeye atılmayınız"
âyeti sözü geçen bütün bu anlamları kapsayacak
şekilde umumî bir buyruktur. Çünkü bütün bunlar onun kapsamına girer. Kullanılan
lâfzın sözü geçen anlamların tümüne gelme ihtimali vardır.
2- Savaşta Tek Başına Bir Kişinin
Düşmana Karşı Hamle Yapması:
İlim adamları Savaş esnasında tek
başına bir kişinin hücum etmesi ve düşmana hamle yapmasının hükmü hakkında
farklı görüşlere sahiptir. Mezhebimize mensup ilim adamlarından olan el-Kasım b.
Muhaymire, el-Kasım b. Muhammed, Abdülmelik (b.
el-Macuşûn) şöyle derler: Güç sahibi olması ve Allah için halis bir
niyetle yapılması halinde tek başına bir kişinin büyük bir orduya karşı hücum
edip hamle yapmasında bir mahzur yoktur. Şayet güçlü bir kimse değilse onun
yaptığı bu iş tehlike kabilindendir.
Şöyle de denilmiştir: Kişi şehadete
talip olup bu konuda ihlaslı bir niyete sahip ise varsın hamle yapsın. Çünkü o
düşmanlardan muayyen bir kimseyi kastederek hamle yapar. Bu da
yüce Allah'ın şu âyetinde açık bir şekilde
görülmektedir:
"İnsanlardan Allah'ın rızasını talep ederek kendisini
(ona) satanlar da vardır."
(el-Bakara, 2/207)
İbn Huveyzimendâd der ki: Tek
başına bir kişinin yüz kişiye yahut bir asker bölüğüne
veya bir grup hırsız, yolkesici ve haricilere karşı hücum etmesine
gelince; bunun iki durumu sözkonusudur: Eğer kendisine karşı hamle yapan kimseyi
öldürüp kendisinin kurtulacağına dair kanaati ağır basıyor ise, bu güzel bir
davranış olur. Aynı şekilde öldürüleceğine dair kanaati ağır basmakla birlikte
müslümanların kendisiyle fayda sağlayacakları bir şekilde düşmana zarar
vereceğini yahut kendisinin bu konuda sınav vereceğini
ya da böyle etki bırakacağını zannediyor ise bu da caizdir. Bana ulaşan
haberlere göre müslüman askerler İranlılarla karşılaştıklarında müslüman
ordusunun atları fillerden ürkmüştü. Onlardan birisi çamurdan bir fil yaptı ve
atını eğiterek o file alıştırdı. Sabah olunca onun atı filden korkmaz oldu.
Atının önündeki fil üzerine bir hamle yaptı. Ona: Bu fil seni öldürecektir,
denilince şu cevabı verdi: Müslümanlar zafere kavuştuktan sonra benim
öldürülmemin bir zararı olmaz.
Aynı şekilde Yemame günü de
Hanifeoğulları, bahçelerine sığınıp korununca müslümanlardan bir kişi şöyle
dedi: Beni kalkanın içerisine koyun ve onların üzerine atınız. Arkadaşları
dediğini yaptı, tek başına Hanifeoğullarıyla Savaştı ve kapıyı müslümanlara
açtı.
Derim ki:
Şu rivâyet de bu türdendir. Adamın birisi
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
şöyle dedi: Sabreden ve ecrini uman bir kimse olarak Allah yolunda öldürülecek
olursam benim durumum ne olur? Hazret-i
Peygamber:
"Sana cennet vardır"
diye buyurunca o kişi düşmanların arasına daldı ve nihayet şehid
oldu.
Bk. Müslim,
İmâre 117; Ebû Dâvûd, Cihâd 24;
Dârimî, Cihâd 21.
Müslim'in
Sahih'inde Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyete göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud gününde Ensar'dan yedi kişi ve
Kureyşliler'den iki kişi arasında kaldı. Kureyşliler ona yetişince
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Bunları bizden kim geri çevirebilir? Onun için cennet
vardır." Veya:
"O cennette benim arkadaşım
olacaktır." Ensar'dan birisi öne atıldı ve
şehid oluncaya kadar çarpıştı. Sonra bir daha ona yaklaştılar. Yine
Hazret-i Peygamber:
"Bunları bizden kim çevirebilir,
ona cennet vardır."
Veya:
"O cennette benim arkadaşım olacaktır"
diye buyurdu. Yine Ensar'dan bir kişi öne atıldı ve şehid oluncaya kadar
çarpıştı. Bu şekilde o yedi kişi şehid oluncaya kadar aynı durum devam etti.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da:
"Biz arkadaşlarımıza insafla davranmadık"
diye buyurdu.
Müslim,
Cihâd 100; Müsned, III, 286.
Rivâyet bu şekilde "fe" harfi sakin
ve "be" harfi de üstün olarak gelmiştir. Yani
biz onlara Savaşma yolunu göstermedik, sonunda onlar öldürüldüler. Bu kelime
"fe" harfinin üstün "be" harfinin de ötreli okunması şeklinde de rivâyet
edilmiştir. (Bu rivâyetin anlamı da şöyle olur:
Arkadaşlarımız bize insaflı davranmadı). Bunun açıklaması da şöyle olur:
Bu şekilde arkadaşlarımız ile kastedilenler ashab-ı kiramdan kaçanlar olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Muhammed b. el-Hasan der ki: Tek
başına bir kişi müşriklerden bin kişiye hücum etse eğer kurtulacağını
ya da düşmana zarar vereceğini umuyor ise bunda
bir mahzur yoktur. Şayet böyle birşey sözkonusu değil ise bu mekruh olur. Çünkü
kişi müslümanlara herhangi bir fayda sözkonusu olmaksızın kendisini telef olmaya
maruz bırakmıştır. Eğer bundan kastı, müslümanların müşriklere karşı
cesaretlerini artırarak onların da kendisinin yaptığı gibi yapmalarını sağlamak
ise, câiz olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bunda bazı hususlara karşı
müslümanlar için fayda sağlar. Şayet bunu yapmaktan kastı düşmanı korkutmak ve
din hususunda müslümanların ne kadar sağlam ve sarsılmaz olduklarının
bilinmesini göstermek ise, yine bunun câiz olacağı uzak bir ihtimal değildir.
Eğer bunda müslümanlar için bir fayda var ve Allah'ın dinini aziz kılıp küfrü
hakir düşürüp güçsüzleştirmek için nefsi telef olursa, işte bu da
yüce Allah'ın şu âyetinde
mü’minleri övmüş olduğu şerefli bir makam
olur:
"Şüphesiz Allah mü’minlerden
canlarını......satın almıştır."
(et-Tevbe, 9/11)
Bu ve buna benzer yüce Allah'ın kendi
yolunda canını feda edenlere övgülerde bulunduğu pek çok âyet-i kerimenin de
işaret ettiği şerefli makamı elde eder.
Buna göre ma'rufu emredip münkerden
nehyetme hükmünün şu şekilde olması gerekir: Kişi dine dair bir menfaat
sağlayacağını ümit edip bu uğurda öldürülünceye kadar feda edecek olursa,
şehitlerin en yüksek derecelerinde demektir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ma'rufu emret, münkerden alıkoy ve sana isabet edenlere karşı sabret. Çünkü bu
şüphesiz azimli olmaya değer işlerdendir."
(Lukman, 31/17)
İkrime'nin
de rivâyet ettiğine göre İbn Abbâs
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
"Şehidlerin en üstünü Abdülmuttalib oğlu Hamza
ile zalim bir sultanın yanında hak bir söz söylediği için o sultan tarafından
öldürülen kişidir."
el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, IX, 268.
Bu hususa dair açıklamalar yüce Allah'ın
izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nde gelecektir.
3- İhsanın Mahiyeti:
Yüce
Allah'ın:
"İhsan
ediniz"
âyeti ile kastedilen, itaat uğrunda infakta bulunmanız halinde ihsan ediniz ve o
infak ettiğinizin yerine başkasını vereceği hususunda Allah hakkında güzel zan
besleyiniz. Anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: İtaatleri yerine
getirmek suretiyle amellerinizde "ihsan ediniz." Bu açıklama bazı sahabelerden
de rivâyet edilmiş bulunmaktadır.
196
Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın. Şayet
alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından
(gönderin). Hediye kurbanı yerine varıncaya
kadar başlarınızı traş etmeyin. Artık içinizden her kim hasta olursa
veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka
ya da kurbandan bir(iyle)
fidye (gerekir). Emin olduğunuz vakit ise kim
hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı
(kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac
günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin
ki Allah cezası cidden çetin olandır.
Âyet-i kerimenin: "Haccı da umreyi
de Allah için tamamlayın" bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde
sunacağız:
1- Haccın ve Umrenin Tamamlanması Ne
Demektir?
İlim adamları hac ve umrenin Allah
için tamamlanmasının ne anlama geldiği hussunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir görüşe göre bundan kasıt bunların eda edilmeleri ve yerine getirilmeleridir.
Yüce Allah'ın:
"...
Oda bunları tamamen yerine getirmişti."
(el-Bakara, 2/124) âyeti ile:
"Sonra
orucu geceye kadar tamamlayın"
(el-Bakara, 2/187) âyetinde olduğu gibi. Bu
âyette orucu yerine getiriniz, demektir. Bu şekildeki açıklama, umreyi - ileride
geleceği üzere- vacip (farz) kabul edenlerin
görüşüne uygun bir açıklamadır.
Umreyi vacip kabul etmeyen kimseler
ise şöyle derler: Burada hac ile umrenin tamamlanmasından kasıt, onların eda
edilmesine başlandıktan sonra tamamlanmalarıdır. Çünkü bunlardan herhangi
birisini yerine getirmek kastıyla ihrama giren kimsenin onu devam ettirmesi ve
bozmaması vacip olur. Bu anlamdaki açıklamayı
eş-Şa'bi ve İbn Zeyd de yapmıştır.
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Hac ile umrenin
tamamlanması, ailenin bulunduğu evlerin yakınlarından her ikisi için ihrama
girmen demektir." Böyle bir açıklama Ömer b.
el-Hattâb ve Sa'd b. Ebi Vakkas'tan da rivâyet edilmiştir. İmrân b.
Husayn bu şekilde davranmıştır.
Süfyan
es-Sevrî de der ki: Bunların tamamlanması ticaret
veya başka herhangi bir amaç gütmeksizin
yalnızca bunları yerine getirmek kastıyla evinden çıkmak demektir. Bu
açıklamayı: "Allah için" âyeti pekiştirmektedir.
Hazret-i Ömer der ki: Hac ile umrenin tamamlanması bunların her birisinin
tek başına temettü' ve kıran yapmaksızın yerine getirilmesi demektir. İbn Habib
de bu görüşü benimsemiştir.
Mukâtil ise şöyle demektedir: Hac
ile umrenin tamamlanması, bunlarda sizin için yapılmaması gereken şeyleri helal
kabul etmemek demektir. Çünkü İslâm'dan önce Araplar İhram'a girdiklerinde şirk
koşuyor ve şöyle telbiye getiriyorlardı: ": Buyû' r Allah'ım buyur, senin hiçbir
ortağın yoktur, bir tane dışında. O da senindir. Sen ona da maliksin onun malik
olduğuna da maliksin." Mukâtil der ki: İşte siz, hac ve umreyi eksiksiz yerine
getiriniz ve onlara başka birşeyi (Allah'a ortak)
katmayınız.
Derim
ki: Hazret-i Ali'nin söylediği ve İmrân b. Husayn'ın uyguladığı
belirtilen Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tayin ettiği
mikatlardan önce ihrama girmeye dair rivâyete gelince; Abdullah b. Mes'ûd ile
seleften bir grup da bu görüşü benimsemiştir.
Hazret-i Ömer'in İlya'dan ihrama girdiği sabittir. el-Esved,
Alkame, Abdurrahman, Ebû İshak da evlerinde
ihrama giriyorlardı. Şâfiî de buna ruhsat
vermiştir.
Ebû Dâvûd
ve Dârakutnî de Umm Seleme'den şöyle
dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Her kim Beytü'l-Makdis'ten hac yahut umre için ihrama
girerse o annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından uzaklaşmış olur."
Bir başka rivâyette ise
"geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur"
denilmektedir.
Dârakutnî,
II, 283; Ebû Dâvûd, Menâsik 8
Ebû Dâvûd
da bu hadisi rivâyet eder ve şöyle der: Allah Veki'e rahmet buyursun.
Beytü'l-Makdis'ten ihrama girdi -Mekke'ye gitmek üzere demek istiyor.-"
Ebû Dâvûd,
aynı yer.
İşte bu, mikattan önce ihrama
girmenin câiz olduğunu ifade eder. Mâlik ise mikattan önce herhangi bir kimsenin
ihrama girmesini mekruh kabul eder. Bu, Ömer b.
el-Hattâb'dan da rivâyet edilmekte ve onun İmrân b. Husayn'ın, Basra'dan
ihrama girmesine tepki gösterdiği nakledilmektedir. Hazret-i Osman da
İbn Ömer'in mikattan önce ihrama girmesini
tepkiyle karşılamıştır.
Ahmed ve İshak da şöyle der: Uygun
olan davranış mikattan ihrama girmektir. Bu görüşü teyid eden delillerden birisi
de Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihrama
girilecek mikatları tesbit ve tayin etmiş olmasıdır. Böylelikle bunlar
"haccetme" şeklindeki mücmel emrin bir beyanı olurlar.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da hacca gitmek üzere evinden ihrama girmiş
değildir. Aksine kendisi de ümmeti için tayin ettiği mikat yerinden ihrama
girmiştir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulaması ise
yüce Allah'ın izniyle en faziletli olan
uygulamadır. Diğer taraftan Ashabın büyük çoğunluğu (Cumhûru)
ve onlardan sonra gelen tabiinin de çoğunluğu böyle yapmıştır.
Birinci görüşü kabul edenler
daha faziletli oluşuna Hazret-i Âişe'nin şu
görüşünü delil gösterirler: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) iki iş arasında
muhayyer bırakıldı mı muhakkak onların en kolay olanını seçerdi.
Buhârî,
Menâkıb 23, Hudûd 10, Edeb 80; Müslim,
Fedâil 77, 78; Ebû Dâvûd, Edeb 4;
Muvatta’', Husnu'l-huluk 2.
Ayrıca Umm Seleme
(radıyallahü anha)'dan gelen hadis ile birlikte
bu hususta ashab-ı kiramdan sözü geçen uygulamaları da delil gösterirler.
Bunların hepsi de Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hacc esnasında
mikattan ihrama girdiğine şahit olmuş, onun bu uygulamasının ne anlama
geldiğini, neyi kastettiğini de bilmişler, ayrıca onun mikattan ihrama
girmesinin ümmeti için bir kolaylık olduğunu da bilen kimselerdi.
2- İhrama Girmek İçin Tayin Edilen
Mikatler:
(Hadis)
İmâmların(ın) rivâyet ettiğine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Medineliler için Zulhuleyfe, Şamlılar için
Cuhfe, Necidliler için Karn (ul-Menazil)
Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak tesbit etmiştir.
Hacc mikatlarını tayin eden hadisler için bk.
Buhârî, Hacc 7, 9, 11, 12, Sayd 18, İ'tisâm
16; Müslim, Hacc 11-12;
Ebû Dâvûd, Menâsik 8;
Tirmizî, Hacc 17;
Nesâî, Menâsik 19, 20-23;
Dârimî, Menâsik 5;
Müsned, I, 238, 252, II, 46, 50, IV, 5...
Bunlar hem bu bölge halkları için
hem de bu bölge halkından olmayarak hac ve umre yapmak isteyen ve buralardan
yolu geçenler için mikattır. Bunlardan daha içerilerde olanlar ise nereden yola
koyulursa oradan ihrama girerler. Hatta Mekkeliler Mekke'de ihrama girerler.
İlim adamları bu hadisin
zahirine uygun görüş belirtmek ve onu uygulamaya koymak hususunda icma
etmişlerdir. Bu hadisin herhangi bir bölümüne muhalefetleri yoktur. Ancak
Iraklıların mikatı ile bu mikatı Iraklılara kimin tesbit ettiği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Ebû Dâvûd ile
Tirmizî'nin İbn
Abbâs'tan naklettiklerine göre Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) meşnkliler
(doğu tarafından gelenler) için el-Akik'i mikat
olarak tayin etmiştir. Tirmizî der ki: Bu
hasen bir hadistir.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 8; Tirmizî, Hacc, 7.
Iraklılar için
Hazret-i Ömer'in Zat-ı Irk denilen yeri
mikat tayin ettiği de rivâyet edilmiştir. Ancak Ebû
Dâvûd'un kitabında Hazret-i Âişe'den
nakledildiğine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Iraklılar için
Zat-ı Irk denilen yeri mikat olarak tayin etmiştir. Sahih olan da budur.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 8.
Hazret-i Ömer'in bu mikatı tayin ettiğini
rivâyet edenler -ve buna Irak'ın Hazret-i Ömer
döneminde fethedildiğini gerekçe olarak gösterenler- yanılmışlardır. Aksine bunu
Şamlılar için Cuhfe'yi mikat olarak tayin ettiği gibi bizzat
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) tayin etmiştir. Şam da bütünüyle tıpkı Irak
ve diğer bölgeler olduğu gibi dar-ı küfür idi. Şam olsun Irak olsun ancak
Hazret-i Ömer döneminde fetholunmuştur.
Siyer âlimleri arasında bu hususta herhangi bir fikir ayrılığı yoktur. Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Her Iraklı yahut
doğulu Zat-ı Irk denilen yerden ihrama girecek olursa bütün ilim adamlarına göre
kendisine ait olan mikatta ihrama girmiş olur. Halbuki ilim adamlarına göre
el-Akik'ten ihrama girmesi daha ihtiyatlıdır ve Zat-ı Irka göre daha uygundur.
Bununla birlikte Zat-ı Irk denilen yerin Iraklılar için mikat olduğu icma ile
kabul edilmiştir.
3- Mikata Gelmeden Önce İhrama
Girmek:
Mikata varmadan önce ihrama giren
kimsenin ihramlı olacağı hususunda ilim adamlarının icmaı vardır. Mikatta ihrama
girmenin daha faziletli olduğu görüşünde olanların bunu kabul etmeyiş sebebi
ise, kişinin Allah'ın kendisine genişlik sağlamış iken kendisini sıkıntıya ve
darlığa sokmasını ve ihramında meydana geleceğinden yana emin olmadığı şeylere
kendisini maruz bırakmasını hoş karşılamadıklarından dolayıdır. Bütün ilim
adamları eğer kişi böyle yapacak (mikattan önce ihrama
girecek) olursa o kişinin ihramlı olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bu
kişi fazla bir iş yapmış, eksik bir iş yapmamıştır.
4- Umrenin Hükmü:
Bu âyet-i kerimede umrenin
vacip olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah
haccın tamamlanmasını emrettiği gibi umrenin de tamamlanmasını emretmektedir.
es-Subey b. Mabed dedi ki: Ömer
(radıyallahü anh)'ın yanına vardım ve: Ben
hıristiyan idim, sonra müslüman oldum. Haccın ve umrenin bana
(farz olarak) yazılmış olduğunu gördüm. Ben her
ikisini birlikte yerine getirmek üzere ihrama girdim, dedim. Bunun üzerine
Hazret-i Ömer ona: Sen
(böyle yapmakla)
Peygamberinin sünnetine iletilmiş
bulundun, dedi.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 24; Nesâî, Menâsik 49;
İbn Mâce, Menâsik 38;
Müsned, I, 14, 25, 34, 37, 53.
İbnu'l-Münzir der ki: Hazret-i Ömer,
es-Subey'ın: "Hac ve umrenin üzerime farz olarak yazıldığını gördüm" sözüne
karşı çıkmadı.
Nitekim
Ali b. Ebî Tâlib,
İbn Ömer ve İbn
Abbâs da her ikisinin de vacip olduğunu söylemişlerdir.
Dârakutnî,
İbn Cüreyc'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Bana Nafî'in haber verdiğine
göre Abdullah b. Ömer şöyle dermiş: Allah'ın
yarattığı herkesin üzerinde bir hac ve bir umre -onlara yol bulan kimseler için-
farzdır. Artık kim bundan sonra fazladan herhangi birşey yaparsa bu bir hayır ve
bir tatavvudur. Nafi der ki: Ben onun (İbn
Ömer'in) Mekke halkı hakkında herhangi
birşey söylediğini de duymadım. İbn Cüreyc
der ki: Bana İkrime'den haber verildiğine
göre İbn Abbâs şöyle demiş: Umre de haccın
vücubu gibi ona yol bulabilen için vaciptir (farzdır).
Dârakutnî,
II, 285.
Umrenin vacip olduğunu kabul eden
tabiiler arasında Atâ, Tavus,
Mücâhid,
el-Hasen, İbn Sîrîn,
eş-Şa'bi, Saîd
b. Cübeyr, Ebû Bürde, Mesrûk ve
Abdullah b. Şeddad da vardır. Şâfiî, Ahmed,
İshak, Ebû Ubeyd,
Mâlikîlerden İbnu’l-Cehm de bu kanaatte
olanlardandır. es-Sevrî de der ki: Biz
umrenin vacip olduğunu işitmişizdir.
Zeyd b. Sabit'e hacdan önce
umre yapmanın hükmü hakkında sorulmuş o da: Her ikisi birer ayrı namaz
(gibi)dir. Hangisini önce yaparsan sana zararı
olmaz. Bunu Dârakutnî zikretmektedir.
Dârakutnî,
II, 285.
Bu Muhammed b. Sirin'den
merfu olarak da rivâyet edilmiştir. Onun rivâyetine göre Zeyd b. Sabit şöyle
demiş: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Hac ve umre iki ayrı farzdır. Hangisine daha önce
başlarsan sana zararı olmaz."
Dârakutnî,
II, 284.
Mâlik de şöyle dermiş: "Umre
sünnettir, bununla birlikte herhangi bir kimsenin onu terketmeye ruhsat
verdiğini de bilmiyoruz." Bu aynı zamanda
İbnu’l-Münzir'in naklettiğine göre en-Nehaî
ile re'y ashabının da görüşüdür. Bazı Kazvinli ve Bağdatlıların
Ebû Hanîfe'den naklettiklerine göre o umreyi
hac gibi farz kabul eder ve onun sabit bir sünnet olduğunu söylermiş. İbn Mes'ûd
ve Cabir b. Abdullah da bu görüşte idiler.
Dârakutnî
şöyle rivâyet ediyor: Bize Muhammed b. el-Kasım b. Zekeriyya anlattı. Bize
Muhammed b. el-Alâ Ebû Küreyb anlattı. Bize Abdurrahim b. Süleyman Haccac'dan
anlattı, Haccac, Muhammed b. el-Münkedir'den o Cabir b. Abdullah'tan rivâyetle,
dedi ki: Bir adam Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a namaz, zekât ve
hac hakkında soru sordu ve: O vacip midir? dedi.
Peygamber:
"Evet" diye buyurunca bu sefer umre hakkında:
O da vacip midir diye sorunca Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu: "Hayır,
bununla birlikte umre yapman senin için daha hayırlıdır."
Bunu Yahya b. Eyyub, Haccac ile İbn Cüreyc'den,
o İbn Münkedir'den, o Hazret-i Cabir'den mevkuf olarak Hazret-i Câbir'in sözü
diye rivâyet etmektedir.
Dârakutnî,
II, 285.
İşte bu, umreyi farz kabul
etmeyenlerin sünnetten gösterdikleri delildir. Bunlar derler ki: Âyet-i kerimede
ise umrenin vacip olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü şanı
yüce Allah umreye başlamak hususunda değil
de onu tamamlamak hususunda haccın vücubu ile birlikte zikretmiştir. Mesela
yüce Allah, namaz ve zekatı, baştan
itibaren: "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" diye buyurarak farz olduklarını
belirtmiştir. Haccın da baştan itibaren farz olduğunu belirtmek üzere şöyle
buyurmaktadır:
"Ona
bir yol bulabilenlerin o Beyti haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır."
(Ali İmrân, 3/97)
Ancak yüce Allah umreyi sözkonusu edince
tamamlanmasını emretmiş, baştan başlanarak yapılmasını emretmemiştir. Bir kimse
on defa haccetse yahut on defa umre yapsa hepsinin de tamamlanması icabeder.
Âyet-i kerîme umrenin baştan beri yapılmasını mecbur etmek üzere değil,
başlanmış olanı tamamlamayı mecbur etmek üzere gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Bu görüşe muhalif olanlar umrenin
vücubuna aklî bakımdan şu sözleriyle de delil getirirler: Haccın esası, direği
Arefede vakfede bulunmaktır. Umrede vakfe yoktur. Eğer umre haccın bir sünneti
gibi olsaydı, fiillerinde ona eşit olması gerekirdi. Nitekim sünnet namazlar
fiilleri itibariyle farz namazlarla eşittir.
5- Kıraat Farkı:
eş-Şa'bi ile Ebû Hayve "el-umretu"
şeklinde "te" harfini ötreli olarak okumuştur. Bu, umrenin vacip olmadığının
delilidir. (Bu okuyuşa göre âyetin bu bölümü: Haccı
tamamlayınız, umreyi de (Allah için ifa ediniz, anlamına gelir).
Çoğunluk ise buradaki "el-umrate"
kelimesini "te" harfini üstün olarak okumuştur. Bu okuyuş ise vücuba delildir.
İbn Mes'ûd'un Mushafinda ise bu ibare: "Beyte haccı da umreyi de Allah için
tamamlayınız" anlamındadır. Yine ondan: "Beyte hac ve umreyi ikame ediniz"
şeklindeki bir okuyuş da rivâyet edilmiştir.
Burada
yüce Allah'ın özellikle zikredilmesinin
hikmeti şudur: Araplar bir araya gelip toplanmak, karşılıklı gösterişte
bulunmak, kendilerini savunmak, korumak, birbirlerini eleştirmek
(tenâfur), ihtiyaçlarını karşılamak, çarşı
pazarlarda, panayırlarda bulunmak kastıyla haccederlerdi. Bütün bu davranışlarda
ise Allah'a itaati gerektiren bir taraf yoktu. Salih bir niyetin payı, inanılan
bir hüküm gereğince Allah'a yaklaşmayı gerektiren bir yön de yoktu. O bakımdan
şanı yüce Allah, farzının edası,
hakkının yerine getirilmesi için kendisine doğru yönelinmesini emretmektedir.
Daha sonra ileride de geleceği üzere ticarette bulunma hususunda müsamaha
göstermiştir.
6- Hac ve Umrede Niyet:
Hacca da umreye de niyet etmeksizin
hac menâsikinde fiilen hazır bulunan kimse hakkında niyetsiz ve maksatsız olarak
bu hazır bulunuşunun -ki her halükarda Kalem (yani
insanın amellerinin yazılması) lehine veya
aleyhine hareket eder- o kişiye faydalı olmayacağı hususunda ve niyetin farz
olarak yerine getirilmesi gerektiği üzerinde ilim adamları arasında görüş
ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah:
"Tamamlayın"
diye buyurmuştur. Niyetin bulunması ise
ibadetlerin tamamlanması kapsamına girer. Niyet de ihram vaktinde ihram gibi bir
farzdır.
Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) -ileride de geleceği üzere- bineğine
binmekle birlikte: "Hem hac ve hem umre için senin çağrına uyuyorum" diye
buyurmuştur.
Müslim,
Hacc 181, 185; Ebû Dâvûd, Menâsik 24;
Nesâî, Hacc 49;
Müsned, II, 79, III, 99, 100, 111, 164, 182, 183.
er-Rabî', el-Büveytî'nin
Safîden naklettiği Kitabında Şâfiî'nin şöyle
dediğini zikretmektedir: Bir adam telbiye getirir de hacca da umreye de niyet
etmezse o kimse ne haccetmiş olur ne de umre yapmış olur. Telbiye getirmeksizin
sadece niyet etse bu durumu hac ibadetlerini bitirinceye kadar sürse onun bu
haccı tamam olur. Şâfiî bunun için
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Ameller ancak niyetler iledir"
hadisini delil göstermiştir. Devamla da der ki: Her kim
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) neyi niyet ederek ihrama girdiyse ben de
onun gibi ihrama giriyorum diyerek Hazret-i Ali'nin yaptığı gibi yaparsa bu
niyeti yeterlidir. Çünkü onun bu niyeti başkası tarafından daha önceden yapılmış
niyete uygun olarak yapılmıştır. Bu hüküm namazdaki duruma muhaliftir.
7- Hac İçin İhrama Giren Murahik ve
Köle:
Hac için ihrama giren murahik
(ergenlik yaşına yaklaşmış) ile kölenin önce
ihrama girip daha sonra Arefeye vakfe etmeden önce birinin ergenlik yaşına
ulaşması, ötekinin de azad edilmesi halinde durumlarının ne olacağı hususunda
ilim adamları arasında farklı görüşler vardır.
İmâm
Mâlik der ki: Bu ikisinin de, başka herhangi bir kimsenin de ihramını
bozmasına imkân yoktur. Bunu söylerken yüce Allah'ın:
"Haccı
da umreyi de Allah için tamamlayın"
âyetine yapışır. İhramını bozan bir kimse haccını
da umresini de tamamlayamaz.
Ebû
Hanîfe ise şöyle der: Arafede vakfeden önce ergenlik yaşına gelen küçüğün
ihramını yenilemesi caizdir. Eğer daha önce ihramını başlattığı haccını
sürdürecek olursa, İslâm'ın haccının (yani farz
haccın) yerini tutmaz. Delil olarak şunu gösterir: Hac, onun için farzın
yerini tutmaz ve hacc için ihrama girdiği vakit, hac onun için farz olmayıp daha
sonra buluğa erince hac artık ona farz olacağından, bu sefer kendisi için farz-ı
ayn olarak hükmü gerçekleşmiş bir ibadeti bırakıp nafile ile uğraşmış ve farzını
atıl bırakmış olur. Bu ise onun için imkânsız bir iştir. Bu, nafile bir namaza
başlayıp da farz olan namaz için kamet getirilince bu farzı kaçıracağından
korkan kimsenin nafileyi kesip farz olan namaza başlamasına benzer.
Şâfiî
ise şöyle der: Küçük çocuk ihrama girse sonra da Arafede vakfeden önce buluğa
erse, ihramlı olarak Arafede vakfeyi yapsa bu İslâm haccının yerini tutar.
Kölenin durumu da böyledir. Şâfiî devamla
şöyle der: Köle Müzdelife'de azad olsa küçük de orada baliğ olsa ve bunlar
birisi azad olduktan, diğeri baliğ olduktan sonra Arafeye geri dönüp tan yerinin
ağarmasından önce vakfeye yetişebilecek olurlarsa bu, İslâm haccının yerini
tutar ve onlar için kan (kurban kesmek)
gerekmez. Eğer ihtiyat yolunu tutup bir kan akıtacak olurlarsa böyle
davranmalarını daha hoş görürüm. Bununla birlikte bu konuda benim için açıklık
kazanmış birşey yoktur.
Şâfiî,
ihramını yenilemeyi gerekli görmemek hususunda Hazret-i Ali'nin hadisini delil
gösterir. Yemen'den hac için ihrama girmiş olduğu halde gelince;
Hazret-i Peygamber ona: "Ne niyet ile
ihrama girdin?" diye sormuş; o da şöyle cevap vermiş: Allah'ım,
peygamberinin ihrama girdiği niyet ile
ben de ihrama giriyorum, diye söyledim.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Ben hac niyetiyle ihrama girdim ve
kurbanlarımı da beraberimde getirdim."
Buhârî,
Meğazî 60, Hacc 32, 125, Umre 11; Müslim,
Hacc 154-156; 214; Ebû Dâvûd, Menâsik 24;
Nesâî, Menâsik 49, 50, 52;
Müsned, I, 39; IV, 395, 397, 410.
(Belirtilen yerlerde benzer bir olayın heın Hazret-i
Ali, heın Ebû Mûsâ el-Eş'arî tarafından yaşandığı ortaya konmaktadır).
Şâfiî
der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'nin
bu sözüne karşı çıkmadığı gibi hacc-ı ifrad, temettü'
veya kıran kastıyla niyetini yenilemesini de emretmemiştir.
Arafede vakfe günü akşam vakti
İslâm'a ve akabinde hac niyetiyle ihrama giren hıristiyan kimse hakkında Mâlik:
Böyle birisinin haccı İslâm haccının (yani farz
haccın) yerini tutar. Azad edilen köle ile baliğ olan küçük de eğer daha
önceden ihramlı değil iseler, aynı durumdadırlar. Bunlardan herhangi birisinin
ayrıca bir kan akıtması gerekmez. Kan, haccetmek isteyip de mikattan itibaren
ihrama girmeyen için gereklidir.
Ebû
Hanîfe şöyle der: Kölenin kan akıtması gerekir. Çünkü köle onlara
(Hanefîlere) göre mikatı aşmak hususunda hür
kimse gibidir. Ve bu konuda küçük çocuk ile hıristiyandan farklıdır. Bu ikisinin
Mekke'ye girmek için ihrama girmeleri gerekmez.
(Mekke'de iken) kâfir İslâm'a girse küçük çocuk da baliğ olsa bunlar
Mekkeli hükmünü alırlar, mikatı terketmelerinden dolayı da kendilerine birşey
gerekmez.
Âyetin: "Şayet alıkonursanız o
halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)"
bölümüne dair açıklamalarınızı on iki başlık altında sunacağız:
1- Bu Bölümün Anlaşılmasındaki
Zorluk ve Bu Zorluğun Giderilmesi:
İbnu'l-Arabî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkildir ve içinden çıkılması
zor olanlardandır.
Derim
ki: Hayır, bu âyetin müşkil bir tarafı yoktur. Biz bunu gayet açık
bir şekilde beyan edeceğiz. Bu maksatla deriz ki:
İhsar
(alıkonulmak); gitmeyi amaçladığın yönden genel olarak her türlü engel
ile alıkonulmak demektir. Yani özür her ne
olursa olsun, senin maksadına engel olan herşeydir. Bu ister düşmanın alıkoyması
olsun ister sultanın (yöneticinin) zulmü olsun,
ister hastalık isterse, başka herhangi birşey olsun. İlim adamları burada sözü
geçen engeli tayin etmek hususunda iki farklı'görüş ortaya koymuşlardır:
1-
Alkame, Urve b. ez-Zübeyr ve başkaları der
ki: Buradaki alıkoyan engel düşman değil, hastalıktır.
Yalnızca düşman olduğu da
söylenmiştir. Yalnızca düşman olduğunu İbn Abbâs,
İbn Ömer, Enes ve
Şâfiî söyler.
İbnu'l-Arabî der ki: Bizim ilim adamlarımızın da tercih ettiği görüş
budur.
Dilcilerin ve dil uzmanlarının
çoğunluğunun görüşüne göre: ": Alıkonulan, muhsar kalan" tabiri hastalığa maruz
kalan kimse hakkında, buna karşılık ": Engellenen" ise düşman ile karşı karşıya
kalan kimse hakkında kullanılır.
Derim
ki; İbnu'l-Arabî'nin naklettiği ve ilim adamlarımızın tercih ettiği
görüş olarak zikrettiği şeyi sadece Eşheb söylemiştir. Mâlik'in diğer
arkadaşları ise bu konuda ona muhalefet eder ve şöyle derler: İhsâr yalnızca
hastalıktır. Düşman hakkında ise "hasr" tabiri kullanılır ve bu durumda kalan
kimseye de (muhsar değil) mahsur denilir. Bu
açıklamayı el-Bacî (Muvatta’'
şerhi olan) el-Müntekâ adlı eserinde zikretmektedir. Ebû İshak
ez-Zeccâc da bütün dilcilerin -ileride
geleceği üzere- bunu böyle kabul ettiklerini nakletmektedir.
Ebû Ubeyde ve
el-Kisaî ise şöyle der: "Muhsar" hastalık dolayısıyla engellenen,
"mahsur" ise düşman tarafından engellenen kimse demektir. İbn Fâris'in el-Mücmel
adlı eserinde ise bunun aksi zikredilmektedir. Buna göre hastalığın engellediği
kimse mahsur, düşmanın engellediği kimse ise muhsardır.
(Âyet-i kerimede geçen ve "alıkonmak" anlamı verilen
kelimenin "muhsar" olduğunu hatırlayalım).
Bir kesim de şöyle demektedir: Her
ikisinde de şeklinde (ism-i mef'ûlü muhsar olarak)
rubâî (dört harfli)den kullanılır. Bunu da Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) nakletmektedir.
Derim ki:
Bu, Mâlik'in Muvatta’'"ında her ikisi
hakkında (hastalık ve düşmanı kastederek) aynı
kökten gelen kelimeyi (uhsira) kullanarak
koyduğu başlıktaki görüşünü andırmaktadır.
Muvatta’',
Hacc 31 ve 32. bâblar.
Bunun üzerinde düşünmek gerekir.
el-Ferrâ' der ki: Bu iki kip hem hastalık hakkında hem de düşman hakkında
aynı anlamda kullanılır.
el-Kuşeyrî
Ebû Nasr da şöyle der: Şâfiîler "ihsar"ın
düşman hakkında kullanıldığını, hastalık hakkında ise "mahsur kalma"nın
kullanıldığını iddia eder. Doğrusu ise bu iki şeklin her iki mana hakkında da
kullanıldığıdır.
Derim
ki: Halil b. Ahmed ve başkaları
Şâfiîlerin iddialarının tam aksini
belirtmişlerdir. Halil der ki: Bir kimseyi
alıkoyup engellediğin zaman "mahsur bıraktı" dersin. Hastalık
veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac menâsiki
yerlerine ulaşmaktan alıkonulan hacıya da "muhsar" denir. Evet,
el-Halil böyle der.
Birincisini "hasara"dan sülasî, hastalık ile
ilgili olanını da rubaî kabul etmiştir. İşte İbn
Abbâs'ın: "Düşmanın alıkoyup engellemesi dışında hasr yoktur" sözü de
buna göre açıklanır.
İbnu's-Sikkît der ki: Hastalık,
yolculuktan veya yerine getirmek istediği bir
ihtiyacını karşılamaktan bir kimseyi alıkoyduğu vakit "ihsar" tabiri kullanılır.
(Muhsar burdan gelir). Düşman bir kimseyi
kuşatıp onun içinde bulunduğu çevreyi daralttıkları takdirde ise "muhasara"
tabiri kullanılır. el-Ahfeş der ki: Mahsur
hapsedilen, alıkonulan demektir. Hastalığım beni ihsar etti, sidiğim ihsar etti
ise, benim kendi kendimi zorlamam ve sıkıştırmam anlamına gelir.
Ebû Amr
eş-Şeybanî der ki: Her iki şekilde de alıkoyup engelleyen şey hakkında
ihsar ve muhasara tabirleri kullanılır.
Derim
ki: Dilcilerin çoğunluğu muhasara ve türevlerinin düşman hakkında,
ihsarın ise hastalık hakkında kullanıldığını kabul etmektedir. Bu
yüce Allah'ın şu âyeti hakkında da
söylenmiştir:
"Münhasıran (uhsirû) kendilerini Allah yolunda
adamış... fakirler için."
(el-Bakara, 2/273)
İbn Meyyâde de şöyle der:
"Leyla'nın senden uzaklaşmış olması da ondan ayrılmak
değildir
Seni işlerinin engellemesi
(ahsara) de."
ez-Zeccâc da der ki: Bütün dilcilere göre "ihsar" hastalıktan dolayı
olur. Düşmanlıktan dolayı olur ise ona ancak "hasr" denilir.
Birincisinde ise "ihsar" kullanılır. Bu da
bizim sözünü ettiğimiz hususa delalet etmektedir. Kelimenin asıl anlamı
alıkonmaktan (habs) gelir. Kendisini sırrını
açıklamaktan alıkoyan kimseye "hasîr" denilmesi de buradan gelmektedir.
Perdelerin arkasında bir mahbusu andırdığından dolayı hükümdara da "hasîr"
denilir. Çul çubuklarının üstüste gelmeleri dolayısıyla -birşeyin başka birşeyle
birlikte alıkonulmasında olduğu gibi- üzerinde oturulan "hasîr
(hasır)"a "haşir" denilmesi de burdan
gelmektedir.
2- Hanefilere Göre "Muhsar"
Kapsamına Kimler Girer:
"Hasır" asıl itibariyle
alıkoymak anlamına geldiğinden dolayı Hanefîler şöyle der: Muhsar ihrama
girdikten sonra hastalık, düşman veya başka bir
sebep dolayısıyla Mekke'ye girmekten alıkonulan kimsedir. Buna "ihsar"ın mutlak
anlamının bunu gerektirdiğini delil gösterir ve şöyle derler: Âyet-i kerimenin
sonunda "güvenlik"ten söz edilmesi hastalıktan dolayı ihsarın sözkonusu
olmayacağına delâlet etmez. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmaktadır:
"Nezle olmak, cüzzamdan bir
emandır."
Bir başka hadiste de şöyle buyurmaktadır:
"Her kim aksırandan önce elhamdülillah diyecek olursa, diş
ağrısından, kulak ağrısından, karın ağrısından güvenlik altında olur."
Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde
rivâyet etmektedir.
Hanefîler şunu da söylerler: Bizim
düşmanın alıkoymasını ihsar kabul etmemiz -onun hükmünde
(onun gibi alıkoyucu) olduğu takdirde -
hastalığa kıyasendir. Zahir sözün delaleti dolayısıyla değildir.
İbn Ömer,
İbn ez-Zübeyr, İbn Abbâs,
Şâfiî ve Medineliler ise şöyle
demektedirler: Âyet-i kerimeden kasıt düşmanın muhasarasıdır. Çünkü âyet-i
kerîme Hudeybiye umresi hakkında hicretin altıncı yılında nazil olmuştur. O
sırada müşrikler Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekke'ye
girmesini engellemişlerdi. İbn Ömer der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
(umre yapmak üzere) çıktık. Kureyş kâfirleri
(bizim) Beyt'e ulaşmamızı engellediler.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
de kurbanlarını kesti ve başını traş etti.
Buhârî,
Muhsar 1.
Buna
yüce Allah'ın (âyetin sonundaki):
"Emin olduğunuz vakit.." diye buyurup "iyileştiğiniz vakit" diye buyurmaması
delalet etmektedir.
3- Düşman Kuşatması Altında Kalan
Muhsar Ne Yapar?
Çoğunluk düşman tarafından muhasara
altına alınan kimsenin bu şekilde muhasara altına alındığı yerde ihramdan
çıkacağını ve eğer kurbanı varsa orada kurbanını keseceğini, başını traş
edeceğini kabul etmiştir.
Katâde ve İbrahim ise şöyle der:
İmkân bulursa kurbanını gönderir. Ve bu gönderdiği kurban yerine
(yani kurban kesme günü Mina'ya) ulaşırsa o
vakit helal olur (ihramdan çıkmış olur).
Ebû
Hanîfe ise şöyle der: İhsar dolayısıyla kesilmesi gereken kurbanın
mutlaka kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekmez. Bu kurbanın yerine
ulaşması halinde kurban bayramı birinci gününden önce kesilmesi de caizdir.
Ancak iki arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona
muhalefet ederek şöyle derler: Kurban bayramı birinci günü kesilmesi gerekir.
Eğer daha önce kesilirse bu yeterli olmaz. Bu meseleye dair daha fazla açıklama
ileride gelecektir.
4- Kâfir, Müslüman Düşman Yahut
Zalim Yönetici Tarafından Alıkonulan Kimsenin Durumu:
İlim adamlarının çoğunluğuna göre
kâfir ya da müslüman bir düşman tarafından
alıkonulan veya zalim bir yönetici tarafından
hapsedilen bir kimsenin hediye kurbanı göndermesi gerekir. Bu,
Şâfiî'nin görüşüdür. Eşheb de bu görüşü
benimsemiştir.
İbnu'l-Kasım şöyle der: Hac
veya umre için Beytullah'tan alıkonulan
kimsenin beraberinde kurban götürmüş olması hali müstesna, hediye kurbanı
götürmesi gerekmez. İmâm Mâlik'in görüşü de
budur. Bunların gösterdikleri delilleri arasında
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hudeybiye günü umre için ihrama girdiği
vakit nişanladığı ve gerdanlık taktığı hediye kurbanlarını kestiği de vardır.
Hazret-i Peygamber alıkonulduğu için, bu
hediye kurbanları yerine ulaşamadığından
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
emri üzerine bu hediye kurbanlıkları kesildi. Çünkü bu kurbanlıklar gerdanlık
takmak ve nişanlamak suretiyle kesilmesi vacip olmuş hediye kurbanlarıydı. Bu
kurbanlar Allah için ayrılmıştı ve dolayısıyla bu konuda geri dönmek câiz
değildi. Yoksa Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) engellendiği için
bunları kesmedi. Bundan dolayı Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan kimsenin bir hediye
kurbanı kesmesi icabetmez.
Ancak
Cumhûr şunu delil gösterir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hediye kurbanlarını kesinceye kadar
Hudeybiye gününde ihramdan da çıkmadı, başını da traş etmedi. İşte bu, muhsar
olan kimsenin ihramdan çıkabilmesi için eğer beraberinde bulunuyor ise hediye
kurbanlarının kesilmesinin şart olduğunu, fakir ise bunu bulup kesmeye güç
yetireceği zamana kadar bekleyeceğini ve ancak onu kesmekle ihramdan
çıkabileceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın:
"Şayet
alıkonursanız, o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından
(gönderin)"
âyeti de bunu
gerektirmektedir.
Şöyle de denilmiştir: İhramdan
çıkar ve güç yetireceği zaman onu keser. Bu her iki görüş de
Şâfiî'ye aittir. Satın alacak hediye kurbanı
bulamayanın durumu da böyledir. Bu konuda da belirtildiği üzere iki görüş
vardır.
5- Hastalık Dolayısıyla Muhsar Kimse
(Beyt'e Ulaşamayan Kişi)
Atâ ve başkaları der ki: Hastalık
sebebiyle muhsar (alıkonan), düşmanın
alıkoyduğu kimse gibidir.
Mâlik,
Şâfiî ve arkadaşları ise şöyle der: Hastalığın alıkoyduğu bir kimsenin
ihramdan çıkması ancak Beyt'i tavaf etmesiyle mümkün olur. İsterse kendisine
gelene kadar seneler boyu orada ikame etsin. Günlerin sayısını şaşıran yahut da
hilali iyice tesbit edemeyenin durumu da böyledir. Mâlik der ki: Bu konuda
Mekkelilerle Mekke'nin dışından gelenler arasında fark yoktur. Yine o şöyle der:
Hastanın ilaç kullanmaya ihtiyacı olursa buna karşılık fidye verir ve ihramından
çıkmaz. İyileşmediği sürece de ihramını sürdürür ve herhangi bir ihram yasağını
kullanamaz. Hastalığı iyileşirse Beytullah'a gider ve yedi tavaf yapar, Safa ile
Merve arasında sa'y eder. Ve böylelikle hacc ya da
umresinden dolayı ihramdan çıkmış olur. Bütün bunlar
Şâfiî'nin görüşüdür. O bu hususta
Hazret-i Ömer,
İbn Abbâs, Hazret-i Âişe,
İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den hastalık
ya da sayıdaki yanlışlığı
(yani yanlış hesaplaması) sebebiyle muhsar
kalan kimse hakkında söyledikleri ile ilgili şu rivâyete dayanır: Onlara göre
böyle bir kimse ancak Beytullah'ı tavaf ederek ihramdan çıkar. Yahut aşırı ishal
olanın durumu da böyledir.
Mâlik ve mezhebine mensub ilim
adamlarına göre bu durumda olan kimsenin hükmü şudur: Böyle bir kimse hastalığı
dolayısıyla Arafe'de vakfeyi kaçıracağından korkarsa muhayyerdir. Dilerse
kendine geldiği takdirde Beyt'e gitmeye devam eder, orada tavafını yapar ve bir
umre yaparak ihramdan çıkar. Dilerse gelecek seneye kadar ihramı üzere kalır.
Eğer ihramı üzere kalmayı devam ettirip hacıya yasak olan herhangi bir şeyi
işlemezse hediye kurbanı gerekmez. Bu konuda İmâm
Mâlik'in delillerinden birisi de sahabe-i kiramın bu husus üzerindeki
icmaldir: Sayıyı şaşıran kimsenin de hükmü budur. Böyle bir kimse ancak Beyt'i
tavaf etmek ile ihramdan çıkar. Haclarını ifa etmekte olanlar, haclarını
bitirinceye kadar mahsur kalan Mekkeliler hakkında da şöyle der: Bu durumda
olanlar, Harem bölgesinin dışına çıkar, telbiye getirir, umre yapan kimse ne
yaparsa onu yapar ve ihramdan çıkarlar. Ertesi sene ise hacceder ve hediye
kurbanını gönderirler.
İbn Şihab
ez-Zührî, Mekkelilerden olup da muhasara
altına alınan muhsar hakkında şöyle der: Böyle bir kimsenin isterse teneşir
üzerinde kaldırılsın Arafe'de vakfe yapması kaçınılmazdır.
Mâlikî mezhebine mensub Ebû Bekr Muhammed b.
Ahmed b. Abdullah b. Bukeyr bu görüşü tercih eder ve şöyle der: Mekkeli muhsar
ile ilgili olarak Mâlik'in görüşü şudur: Böyle bir kimse Mekke dışından gelenler
gibi haccını iade etmesi ve hediye kurbanı kesmesi Kitabın zahirinden anlaşılan
hükme muhaliftir. Çünkü yüce Allah:
"Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Haramda olmayanlar içindir"
diye buyurmaktadır.
Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed der ki:
Bu hususta bence uygun görüş ez-Zührî'nin şu
görüşüdür: Aziz ve celil olan Allah, Mescid-i Haram'da aile ikametgâhı
bulunmayan kimseler için aradaki o uzaklık sebebiyle ikamet eder, tedavi görür,
velevki haccı kaçırsın. Fakat kendisiyle Mescid-i Haram arasında namazın
kısaltılmasını mubah kılacak kadar mesafe bulunmayan kimse hac menâsikinde
bulunur. İsterse teneşir üzerinde taşınsın. Çünkü Beyt'e olan uzaklığı yakındır.
Ebû
Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle der: Düşman, hastalık, parasının bitmesi,
bineğini kaybetmesi, zehirli bir hayvanın sokması gibi Beyt'e ulaşmaktan
alıkonulan herkes olduğu yerde ihramlı olarak kalır; ya hediye kurbanını
veya onun bedelini gönderir. Hediye kurbanı
kesildiği takdirde ihramından çıkar. Urve, Katâde,
Hasan, Atâ, en-Nehaî, Mücâhid ve Iraklılar
bu görüştedirler. Çünkü Yüce Allah:
"Şayet
alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından
(gönderin)"
diye buyurmaktadır.
6- Hacc İçin İhrama Girenin îhsardan
Korkarak Şart Koşması:
Mâlik ve arkadaşları der ki: İhrama
giren bir kimse hastalık veya düşman sebebiyle
ihsardan korktuğu takdirde hacca dair şart koşmasının bir faydası yoktur. Sevrî,
Ebû Hanîfe ve arkadaşları da bu görüştedir.
Şart koşmak ise kişinin ihrama girmesi halinde; "lebbeyk Allahumme lebbeyk,
benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünden beni alıkoyacağın yer olsun" demesidir.
Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve Ebû
Sevr ise şart koşmakta bir mahzur yoktur ve bu şartı onun lehinedir,
demişlerdir. Bunu ashab ve tabiinden birden çok kişi söylemiş ve kabul etmiştir.
Buna dair delilleri ise ez-Zübeyr b. Abdülmuttalib'in kızı Dubaa yoluyla gelen
Hadîs-i şerîftir.
Dubaa,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına varıp şöyle der: Ey Allah'ın
Rasûlü, ben haccetmek istiyorum, şart koşabilir miyim? diye sorar.
Hazret-i Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem): Evet diye
buyurunca Dubaa: Nasıl diyeyim? diye sorunca
Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
"Şöyle de: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk. Benim ihramdan çıkacağım yer yeryüzünde
beni alıkoyacağın yer olsun."
Bu hadisi Ebû Dâvûd,
Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir.
Müslim,
Hacc 104; Tirmizî, Hacc 97;
Nesâî, Menâsik 59;
Dârakutnî, II, 219.
Şâfiî
der ki: Eğer Dubaa'dan gelen hadis sabit ise ben o hadisin dışına çıkmam. Ve bu
durumda böyle şart koşan bir kimsenin ihramdan çıkacağı yer, Allah'ın onu
(devam etmekten) alıkoyacağı yer olur.
Tirmizî,
sözü geçen Dubâa hadisini kaydettikten sonra şunları söylemektedir: "... Hasen-i
Sahih bir hadistir. Kimi ilim adamına göre buna uygun amel edilir ve haccda
(bu şekilde) şart koşulacağı kanaatindedir...
Bu Şâfiî, Ahmed ve İshâk'ın da görüşüdür..."
Derim ki:
Bu hadisi birden çok kişi sahih kabul etmiştir. Ebû
Hâtim el-Büstî ve İbnu'l-Münzir
bunlardandır. İbnu'l-Münzir'in:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ez-Zübeyr'in kızı Dubaa'ya: "Haccet ve
şart koş" dediği sabittir. Şâfiî de bu hadis
gereğince Irak'ta bulunduğu sırada görüş belirtmiş, daha sonra Mısır'da bu
konuda görüş belirtmekten kaçınmıştır.
İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü kabul ediyorum. Bunu Abdürrezzak
şöylece zikretmektedir: Bize İbn Cüreyc
haber vererek dedi ki: Bana Zübeyr haber verdi ki Tavus ve
İkrime kendisine
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini haber verdiler:
ez-Zübeyr kızı Dubaa, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip
şöyle dedi: Ben (hastalıktan dolayı) ağırlaşmış
bir kadınım. Bununla birlikte hacc da etmek istiyorum. Bana ne şekilde ihrama
girip telbiye getirmemi emredersin. Hazret-i
Peygamber şöyle buyurdu:
"Telbiye getirerek ihrama gir ve
beni alıkoyduğun yerde ihramdan çıkayım dîye şart koş."
(İbn Abbâs) dedi ki: Dubaa, haccını tamamladı.
Müslim, Hacc 106
Bu hadisin isnadı sahihtir.
7- Muhsar (Alıkonan Kimsenin) Kaza
Etmesinin Vücubu:
İlim adamları muhsar kimsenin kaza
etmesinin vücubu hakkında da farklı görüşlere sahiptir.
Mâlik ve
Şâfiî der ki: Düşman tarafından alıkonan
kimsenin haccını da umresini de kaza etmesi gerekmez. Ancak hiç haccetmemiş
olması hali müstesnadır. O takdirde haccın ona vücubu ne şekilde ise öylece
haccetmesi gerekir. Haccı farz ve vacip olarak kabul eden kimselere göre;
umrenin durumu da böyledir. Ebû Hanîfe ise
şöyle demektedir: Hastalık ya da düşman
sebebiyle muhsar olan bir kimsenin bir hac ve bir umre yapması gerekir. Bu aynı
zamanda Taberî'nin de görüşüdür. Re'y ashabı
şöyle derler: Eğer yalnızca haccetmek için ihrama girip telbiye getirmiş ise bir
hac ve bir umrenin kazasını yapar. Çünkü onun hac için ihrama girmesi umreye
dönüşmüştür. Şayet hacc-ı kıran için niyet etmiş ise bir hac ve iki umre kaza
eder. Eğer yalnızca bir umre için ihrama girmiş ise tek bir umre kazası yapar.
Hanefîlere göre -az önce de geçtiği üzere- hastalık
veya düşman dolayısıyla muhsar arasında fark yoktur. Delil olarak da
Meymun b. Mehran'dan gelen şu hadisi gösterirler: Meymun dedi ki: Şamlılar'ın
Mekke'de İbn ez-Zübeyr'i muhasara altında tuttuğu sene umre yapmak üzere çıktım.
Kavmimden olan bazı kimseler benimle birlikte hediyelik kurbanlar da
gönderdiler. Şamlılar'ın bulunduğu yere ulaşınca Harem'e girmeme engel oldular.
Ben de olduğum yerde hediye kurbanlıkları kestim, sonra da ihramdan çıktım ve
bilahare geri döndüm. Ertesi sene umremin kazasını yapmak üzere çıktım.
İbn Abbâs'a varıp ona sordum. Bana: Hediye
kurbanlıkların bedelini (yani onlara bedel başka
kurbanlıkları) de götür. Çünkü Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına
Hudeybiye yılı kestikleri hediye kurbanlarının bedelini kaza umresinde
götürmelerini emretmişti.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 43
Bu görüşü savunanlar
Hazret-i Peygamber'in şu âyetini da
delil gösterirler: "Her kimin (bir kemiği)
kırılır veya topallarsa o kişi ihramdan çıkar.
Ve o kimsenin bir başka hac yahut bir başka umre yapması gerekir." Bunu
İkrime, el-Haccac b. Amr el-Ensarî'den
rivâyet etmiştir. el-Haccac dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle
buyururken dinledim..
"Her kim topallar yahut (bir
kemiği) kırılırsa o kişi ihramdan çıkar ve bir hac daha yapması gerekir."
Bu görüşün sahipleri derler ki:
Buna göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının
Hudeybiye yılının ertesi senesi umre yapmaları o umrenin kazası idi. Devamla
derler ki: İşte bundan dolayıdır ki ona "kaza umresi" ismi verilmiştir.
Mâlik de şunu delil gösterir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından olsun beraberinde bulunanlardan
olsun herhangi bir kimseye herhangi birşeyin kazasını yapmalarını ve herhangi
bir şeyi yeniden yapmalarını emretmiş değildir. Bu konuda herhangi bir şekilde
Hazret-i Peygamber'den bir haber de
bellenmiş değildir. Hudeybiye'nin ertesi yılı da: "Benim bu umrem mahsur
tutulduğum umrenin kazasıdır" da dememiştir. Ondan böyle bir nakil gelmemiştir.
Kaza umresi ile kaziyye umresi arasında da fark yoktur. Ona bu ismin veriliş
sebebi, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye yılı
Kureyşlilerle o sene Beyt'e varmayıp geri dönmesi ve ertesi yıl gelmesi şartıyla
barış yapmasından dolayı Kaza umresine bu şekilde "Kaziyye umresi" ismi
verilmiştir.
8- Bir Tarafı Kırılan veya
Topallayanın İhramdan Çıkması:
Bir tarafı kırılan
ya da topallayan kimse hakkında aynı kırık
sebebiyle olduğu yerde ihramdan çıkacağını fukaha arasında Ebû Sevr'den başka
söyleyen yoktur. O da bunu (az önce kaydedilen)
el-Haccac b. Amr yoluyla gelen hadisin zahirine bakarak söylemiştir. Bu hususta
Davud b. Ali ve onun mezhebine mensup olanlar
(Zahirîler) da onun izinden gitmiştir.
İlim adamları ise kırıktan dolayı
ihramdan çıkmayacağını icma ile kabul etmekle birlikte; ne ile ihramdan çıkacağı
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve başkaları: Beyt'i tavaf etmek
suretiyle ihramdan çıkar, başka bir şey ile ihramdan çıkamaz, der.
Ona muhalefet eden
Kûfeliler ise şöyle derler: Niyet ile bir
de kendisi ile ihramdan çıkacağı işi yapmakla ihramdan çıkar. Nitekim bu hususta
onların görüşlerine dair açıklamalar önceden geçmiştir.
9- Hac ve Umre Açısından îhsar:
Çeşitli bölgelerin ilim adamları
arasında ihsarın hac ve umre hakkında genel bir durum olduğu hususunda görüş
ayrılığı yoktur.
İbn
Sîrîn ise şöyle der: Umrede ihsar sözkonusu değildir. Çünkü umrenin belli
bir vakti yoktur. Ona şöyle cevap verilmiştir: Her ne kadar belli bir vakti
yoksa da mazeretin ortadan kalkmasına kadar ihramda kalmakta zarar sözkonusudur.
Zaten âyet-i kerîme de böyle bir durum hakkında nazil olmuştur. İbn
ez-Zübeyr'den nakledildiğine göre düşman ya da
hastalık sebebiyle muhsar olan kimse ancak Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan
çıkabilir. Aynı şekilde bu da Hudeybiye yılı ile ilgili haberlerin nassına
aykırıdır.
10- Muhasara Altına Alan Kişinin
Kimliği:
Muhasara altına alan kişi
(hâsir) ya kâfirdir,
ya da müslümandır. Şayet kâfir ise ona karşı üstünlük sağlayacağından
emin olsa dahi ona karşı Savaşması câiz değildir ve olduğu yerde ihramdan çıkar.
Çünkü yüce Allah -önceden de geçtiği
üzere- şöyle buyurmaktadır:
"Siz
de Mescid-i Haram'ın yakınında onlarla Savaşmayınız."
(el-Bakara, 2/19) Eğer kâfir ihsan kaldırmak için bir bedel isterse
istediğini vermek câiz değildir. Çünkü bu İslâm'ın güçsüzlüğünü gösterir.
Eğer muhasara altına alan kişi
müslüman ise hiçbir şekilde onunla Savaşmak câiz olmaz ve ihramdan çıkmak
icabeder. Şayet bir şeyler ister ve bunun karşılığında yolu serbest bırakacak
olursa, istediğini ona vermek câiz olur.
Ancak can telefine sebep teşkil
edeceğinden dolayı Savaşmak câiz olmaz. İbadetlerin edasında ise can telefi
gerekli değildir. Çünkü din bu konuda daha müsamahakârdır. İstediği bedelin
verilmesine gelince, bunun câiz olması iki büyük zarardan daha hafif olanını
bertaraf ettiğinden dolayıdır. Diğer taraftan hacc, uğrunda mal harcanan bir
ibadettir. Bu da harcama kapsamında sayılır.
11- Muhasara Altına Alan Düşmanın
Uzun Süre Kalması Hali:
Muhasara altına alan düşmanın ya
gücü ve çokluğu sebebiyle uzun süre kalıp orayı yurt edineceğinden kesinlikle
emin olunur ya da olunmaz. Eğer birinci durum
sözkonusu ise muhsar kişi derhal bulunduğu yerde ihramdan çıkar. İkinci durum
sözkonusu ise -ki bu zevali umulan bir şey olur- o takdirde böyle bir kimsenin
mahsur sayılabilmesi ancak; düşman bertaraf olursa kalan süre içerisinde hacca
yetişmesine imkân kalmamıştır hükmüne varabileceği bir süreye kadar mahsur
sayılmaz. Bu kanaate sahip olduğu takdirde İbnu'l-Kasım ile İbnu'l-Macuşûn'a
göre ihramdan çıkar. Eşheb ise şöyle der: Düşman sebebiyle haccdan alıkonulan
bir kimse kurban bayramı birinci gününe kadar muhsar olmaz. İnsanlar Arafat'a
çıkana kadar da telbiye getirmeyi kesmez.
İbnu'l-Kasım'ın görüşünü
şöylece açıklamak mümkündür: Artık bu kanaatin uyandığı zaman, üstünlük sağlayan
düşman sebebiyle haccını tamamlamaktan yana ümidini kesme zamanıdır. O bakımdan
bu zaman gelip çattığında ihramdan çıkması câiz olur. Bu görüşün asıl dayanağı
Arafe'ye çıkılacağı gündür.
Yani
Arafat'ta vakfeye yetişme imkânı olmayan bir kimse, haccı kaçırmış
sayılacağından, artık haccını edâ edebilme ümidi de kalmamış olur.
Eşheb'in görüşünü de şöylece
açıklamak mümkündür: Böyle bir kimse yerine getirmesi ve kendisi için bağlı
kalınması mümkün olan ihramın hükümlerini kurban bayramı birinci gününe kadar
yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü bu vakitte hac yapan bir kimse, yerine
getirmesi mümkün olan şeyleri yaparak ihramdan çıkar. O bakımdan bu durumdaki
muhsarın da bu şekilde yapması gerekir.
Yüce
Allah'ın:
"O
halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)"
âyetinin
anlamı şudur: Yani size düşen, kolayınıza gelen
bir hediye kurbanını göndermektir.
Böyle bir kurbanı kesiniz
veya hediye gönderiniz, anlamında olma ihtimali
de vardır. İlim adamlarının çoğunluğuna göre "kolayınıza gelen"den kasıt, bir
koyundur. İbn Ömer,
Âişe ve İbn ez-Zübeyr ise "kolayınıza
gelen"den kasıt, büyük, küçük deve, büyük küçük inektir. Bunların dışında
herhangi bir hayvandan olmaz. el-Hasen der
ki: Hediye kurbanının azamisi bir deve, ortası bir inek, aşağısı da bir
koyundur.
İşte bu âyette
İmâm Mâlik'in benimsediği, düşman sebebiyle
muhsar olan bir kimsenin kaza yapması vacip değildir, görüşüne bir delil vardır.
Çünkü yüce Allah:
"O
halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)"
diye
buyurmakta, kaza yapmaktan söz etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Hediye Kurbanının Mahiyeti:
Yüce
Allah'ın:
"Hediye kurbanından"
âyetinde yer alan "el-hedy" Beytullah'a hediye
olarak gönderilen bedene (deve) ve başka türden
kurbanlardır. Araplar: Filanoğullarının hediyleri kaç tanedir? derken, kaç tane
develeri vardır diye sormak isterler.
Ebû Bekr der ki:
(Develere) hedy deniliş sebebi, onların bir
kısmının Beytullah'a hediye olarak gönderilmelerindendir. Böylelikle bütün
develere bir kısmının durumunun ismi verilmiş olmaktadır.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Şayet
bir hayasızlık işlerlerse o vakit üzerlerine hür kadınların üzerlerindeki
cezanın yarısı vardır."
(en-Nisa, 4/25)
Yüce Allah burada şunu kastetmektedir:
Eğer cariyeler zina ederse onların her birisine zina eden hür ve bakirenin
cezasının yarısı vardır. Yüce Allah
burada muhsan kadınları sözkonusu ederek bakireleri murad etmiştir. Çünkü
çoğunlukla bakireler muhsan olurlar. O bakımdan elan bir kısmında mevcut olan
bir özellik onlara ad olarak verilmiştir. Hür kadınlar arasından muhsan olan
kadın ise evli olan kadın demektir. Böyle birisi zina ettiği takdirde
recmedilmesi gerekir. Recm cezası ise bölümlere ayrılamaz; ki onun yarısını
cariyeye uygulamak mümkün olabilsin. İşte böylelikle burada "muhsan" kadınlar
ile evli olan kadınların değil, bakire kızların kastedildiği açıkça anlaşılmış
olmaktadır.
el-Ferrâ' der ki: Hicazlılar ve Esedoğulları, hedy kelimesini
(son harfi olan ye'yi) şeddesiz olarak okurlar.
Temim ile Kayslılar'ın aşağı kesimlerinde kalanlar şeddeli okuyarak "hediyy"
derler. Şair der ki:
Temin ettim Mekke ve namazgahın Rabbine
Ve bir de gerdanlık takılmış hediylerin rabbine"
el-Ferrâ' der. ki: "Hedy"in tekili: Hediyyedir. Hedy'in çoğulu ise ehdâ'
şeklinde de gelir.
Âyetin:
"Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş"
bölümüne dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde suncağız:
1- Ihsar Kurbanı Nerede Kesilir:
Yüce
Allah'ın:
"Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin"
âyetinde hitap muhsar
olsun serbest olsun bütün ümmete yöneliktir. Kimi ilim adamı buradaki hitabın
özellikle muhsarlara yönelik olduğu görüşündedir. Yani
hediye kurbanı kesilmedikçe ihramdan çıkmayınız. Âyet-i kerimede geçen "mabil":
Kurbanın kesilmesinin helal olduğu yer demektir. Mâlik ve
Şâfiî'ye göre düşmanın muhasara etmesi
halinde kurban kesme yeri muhasara olunan yerdir. Böylelikle Hudeybiye'de
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uygulamasına uyulmuş olur.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Bekletilen kurbanlarınızı yerlerine varmaktan alıkoyanlardır."
(el-Feth, 48/25) Burada el-Beytu’l-Atik'e
(Ka'be'ye) ulaşmaktan alıkonulan muhsar ve
engellenmiş bir kimse olması hali kastedilmektedir, denilmiştir.
Ebû
Hanîfe'ye göre ihsarda hediye kurbanının kesileceği yer Harem-i Şeriftir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sonra
onların varacakları yer Beyti Atik'tir."
(el-Hacc, 22/33)
Ebû
Hanîfe'ye buna karşılık şöyle cevap verilmiştir: Bu âyet-i kerimede
muhatap Beytullah'a ulaşma imkanı bulunan güvenlik içerisindeki kişidir. Muhsar
olan kimse ise yüce Allah'ın:
"Sonra
onların varacağı yer ise Beyt-i Atik'tir"
âyetinin kapsamı dışında kalır. Bunun delili ise
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabın Hudeybiye'de kurbanlarını
kesmeleridir. Hudeybiye ise Harem bölgesinden değildir.
(Ebû Hanîfe ve
onun görüşünü kabul edenler) sünnetten
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkadaşı Naciye b. Cündüb'un hadisini
delil gösterirler. O Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Hediye
kurbanlıkları benimle birlikte gönder, Harem bölgesinde ben onları keseyim,
dedi. Hazret-i Peygamber:
"Bunu nasıl yapabileceksin?"
diye sorunca şöyle dedi: Ben hediye kurbanlıkları ellerine
geçiremeyecekleri şekilde vadilerden çıkartırım ve Harem bölgesinde onları
boğazlayıncaya kadar götürürüm.
Ancak
Ebû Hanîfe'ye bunun sahih olmadığı ve nerede ihramdan çıkarsa orada
kurbanını keseceği belirtilerek cevap verilmiştir. Böylelikle de
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hudeybiye'deki uygulamasına da uyulmuş
olur. İmâmların rivâyet ettikleri sahih görüş de budur. Çünkü hediye kurbanı
hediye götürene tabidir. Hediye götüren kişi ise bulunduğu yerde helal olmuş
(yani ihramdan çıkmış)tır. Hediye götürülen de
aynı şekilde hediye götüren ile birlikte helal olur
(artık orada kesilebilir).
2- Kurban Kesilmeden Önce Muhsar
İhramdan Çıkabilir mi?
Muhsara dair yaptığımız
açıklamalara binaen ilim adamları şu hususta farklı görüşlere sahiptir: Acaba
muhsar kolayına gelen hediye kurbanını kesmeden önce ihramdan çıkmak üzere traş
olabilir mi veya ihramlı değilken helal olan
herhangi bir işi işleyebilir mi? Mâlik der ki: Bize göre hakkında görüş
ayrılığının bulunmadığı sabit sünnete göre; hediye kurbanını kesmeden kimsenin
saçından birşey alması câiz değildir. Çünkü yüce
Allah:
"Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin"
diye buyurmaktadır.
Ebû
Hanîfe ve arkadaşları ise şöyle demektedir: Muhsar kimse kurbanını
kesmeden önce eğer ihramdan çıkarsa bir kan akıtması gerekir. Ve hediye kurbanı
kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder. Eğer hediye kurbanı kesilmeden
önce avlanacak olursa onun bedelini ödemesi gerekir. Bu konuda varlıklı ile
fakir arasında fark yoktur. Ya kendisi kesene veya
onun adına kesilene kadar ebediyyen ihramdan çıkamaz. Devamla derler ki: Hediye
olarak göndereceği asgarî kurban koyundur. Bu koyunun kör olmaması, kulaklarının
kesik olmaması gerekir. Onlara göre bu konu oruç tutmayı gerektiren bir durum
değildir.
Ebû
Ömer der ki: Kûfelilerin
görüşünde hem zaaf hem de çelişki vardır. Çünkü onlar düşman sebebiyle olsun
hastalık sebebiyle olsun muhsar olan bir kimsenin Harem'de hediye kurbanı
kesilinceye kadar ihramdan çıkmasını câiz kabul etmezler. Hanefîler hastalık
sebebiyle muhsar olan bir kimsenin hediye kurbanını birisiyle gönderip onu
götüren ile kurbanını keseceği gün konusunda sözleşecek olursa, o gün ihramdan
çıkmasını ve traş olmasını câiz kabul ederler. Bunu câiz kabul etmeleri, hediye
kurbanının kesilmesinden ve kesim yerine ulaşmasından kat'î olarak emin
olmaksızın muhsarın ihramından çıkmasını câiz kabul etmeleri anlamındadır. Ve
onlar bu görüşleriyle muhsan zanlara dayanarak ihramdan çıkmak zorunda
bırakmışlardır. İlim adamları ise ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Farz olarak
herhangi bir şeyi yerine getirmesi gereken bir kimsenin zanna dayalı olarak bu
işi bitirmesi câiz değildir. Bu şekilde davranışın zan olduğuna dair delil,
onların şu sözleridir: Gönderdiği hediye kurbanı sakatlanır, kaybolur
veya çalınırsa, diğer taraftan onu gönderen
ihrama girip kadınlara yaklaşır ve avlanırsa, bu durumda kişi tekrar ihramlı
olarak avdet eder ve avladığının cezasını (karşılığını
veya bedelini) ödemesi gerekir. Böylelikle onlar bu kimseye haccın fasid
olmasını mubah kılmış, diğer taraftan ihramından çıkmamış kimsenin yerine
getirmek durumunda olduğu bir yükümlülüğü de yerine getirmek zorundadır, diye
değerlendirmişlerdir. Bu durumdaki çelişki ve görüş zayıflıkları açıktır. Onlar
bu konudaki bütün görüşlerini İbn Mes'ûd'un konu ile ilgili görüşüne bina
etmişler ve başkasının bu konuda muhalefetine bakmamışlardır.
Şâfiî
ise hediye kurbanını bulmakta güçlük çekmesi halinde muhsar hakkında şöyle
demiştir: Böyle bir kimse ile ilgili iki görüş vardır. Birisi: Hediye kurbanı
olmadıkça ebediyyen helal olmaz. İkinci görüş ise böyle bir kimse gücü yeteni
yapmakla emrolunmuştur. Eğer herhangi bir kurbana güç yetiremiyor ise güç
yettiği takdirde o hediye kurbanını kesmesi gerekir.
Şâfiî der ki: Bu görüşü kabul eden kimse,
bulunduğu yerde ihramdan çıkar ve güç yetirdiği takdirde kurban keser, demek
istiyor. Eğer Mekke'de kurban kesmeye güç yetirebiliyor ise ancak orada kesmesi
halinde sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Güç yetiremiyor ise gücünün yettiği
yerde kurbanını keser. (Şâfiî) der ki: Buna
karşılık: Onun için ancak hediye kurbanı yeterli olur, da denilmektedir. Eğer
hediye kurbanı bulamayacak olursa yoksullara yemek yedirir
veya oruç tutar, da denilmektedir. Eğer bu üç
şıktan herhangi birisini yerine getiremiyor ise bunlardan gücünün yettiği
birisini yapar. Köle hakkında da (Şâfiî) şöyle
der: Köle ancak oruç tutmak zorundadır. Önce kurban olarak göndermesi gereken
koyunun dirhem türünden kıymeti biçilir. Daha sonra bu dirhemler ile ne kadar
yiyecek (buğday) alınacağı hesaplanır. Daha
sonra her bir mud yerine bir gün oruç tutar.
3- Muhsar Kurbanını Kestiği Takdirde
Traş Olabilir mi?
Muhsar kimse hediye kurbanını
kestiği takdirde başını traş edebilir mi edemez mi hususunda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır.
Bir kesim der ki: Böyle bir kimse
başını traş etmek zorunda değildir. Çünkü artık bu kimsenin hac menâsikini
yerine getirme imkanı kalmamıştır. Buna delil olarak da şunu gösterirler: İhsar
sebebiyle tavaf ve sa'yetmek gibi bütün menâsik sakıt olunca -ki ihramlı kişi
bunları yapmakla ihramından çıkar- muhsar olduğundan dolayı ihramlının ihramdan
çıkmasını sağlayan diğer hususlar da düşer. Bunu delil diye gösterip görüş
olarak söyleyenler arasında Ebû Hanîfe ve
Muhammed b. el-Hasan da vardır ki onlar şöyle derler: Muhsar kimsenin saçlarını
kısaltması da traş olması da gerekmez. Ebû Yûsuf
ise şöyle der: Saçlarını kısaltmış olan traş olur. Traş olmazsa herhangi birşey
yapması gerekmez.
İbn Ebi İmrân, İbn Semâa'dan, o
Ebû Yûsuftan, böyle bir kimsenin traş olması
gerektiğini, saçları kısaltmanın da mutlaka kaçınılmaz olduğunu nakletmektedir.
Bu mes'ele ile ilgili
Şâfiî'den iki farklı görüş gelmiştir.
Birincisine göre muhsar bir kimse için traş
olmak nüsüktendir (ibadettir). Bu Mâlik'in de
görüşüdür. Şâfiî'nin diğer görüşü ise
Ebû Hanîfe'nin dediği gibi böyle
birşeynüsüktendeğildir, şeklindedir. Mâlik'in lehine delil şudur: Muhsar kimse
Beytullah'ı tavaf etmek Safa ile Merve arasında sa'yetmek gibi işlerden
tamamıyla alıkonulmuştur. O bakımdan eerceklestirmesi engellenen isler,
üzerinden düşer. Traş olmayı ise engelleyen bir durum yoktur ve bunu yapabilir.
Yapabileceği şeyler ise üzerinden düşmez. Muhsarın tıpkı Beytullah'a ulaşabilen
kimse hakkında olduğu gibi traş olmak durumunda olduğunun delillerinden birisi
de yüce Allah'ın:
"Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin"
âyeti ile hadis
İmâmlarının rivâyet ettikleri Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saçlarını traş
edenlere üç defa, kısaltanlara da tek bir defa dua etmiş olduğuna dair
rivâyettir.
Hadis biraz sonra dördüncü başlıkta gelecektir.
İşte bu bu mes'ele ile ilgili kesin
delil ve sıhhatli bakış açısı budur. Mâlik ve arkadaşlarının kabul ettiği görüş
de budur. Onlara göre traş olmak, haccını tamamlayan kimse için de haccını
kaçıran kimse için de bir ibadettir. Düşman ve hastalık sebebiyle muhsar kalan
için de böyledir.
4- Muhsar Kimsenin Saçını Traş
Etmesi ya da Kısaltması:
Hadis İmâmlarının -buradaki
lâfız Mâlik'indir- rivâyetlerine göre Nafi', Abdullah ta.
Ömer'den,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Allah'ım saçlarını traş edenlere merhamet buyur."
Ashab: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü, dedi.
Hazret-i Peygamber:
"Allah'ım saçlarını traş edenlere
merhamet buyur"
diye tekrarladı. Ashab yine: Kısaltanlara da, ey Allah'ın Rasûlü
deyince bu sefer Hazret-i Peygamber:
."Kısaltanlara da"
diye buyurdu.
Buhârî,
Hacc 127; Müslim, Hacc 316-318, 320, 321;
Ebû Dâvûd, Menâsik 78;
Tirmizî Hacc 74;
İbn Mâce, Menâsik 71;
Muvatta’', Hacc 184;
Dârimî, Menâsik 64...
İlim adamlarımız der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın traş olanlara üç defa, saçlarını
kısaltanlara da bir defa dua etmesi, hac ve umrede traş olmanın kısaltmaktan
daha faziletli olduğunun delilidir. Aynı zamanda
yüce Allah'ın:
"Başlarınızı traş etmeyiniz"
âyetindeki âyetin muktezası da budur. Bu âyet-i
kerimede kısaltmayınız dememiştir.
İlim ehli icma ile kısaltmanın da
erkekler için yeterli olduğunu kabul ederler. Ancak
el-Hasen'den insanın ilk defa haccettiği takdirde traşı vacip gördüğüne
dair bir nakil vardır.
5- Kadınlar Traş Olmaz, Saçlarını
Kısaltırlar:
Traş olma emrinin kapsamına
kadınlar dahil değildir. Onlar için sünnet olan saçlarını kısaltmaktır. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Kadınlar için traş olma yükümlülüğü yoktur. Onların
üzerinde saçlarını kısaltmak yükümlülüğü vardır."
Bu hadisi Ebû Dâvûd,
İbn Abbâs'tan gelen senedle rivâyet
etmiştir.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 78; Nesâî, Zinet 4;
Dârimî, Menâsik 63
İlim ehli bu hususta icma
halindedir. Hatta bir grup kadının başını traş etmesinin müsle kabilinden olduğu
görüşündedir. Şu kadar var ki kadının saçının kaçta kaçını kısaltacağı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer,
Şâfiî, Ahmed ve İshak her bir yanından
birkaç parmak kadar kısaltır, derken, Atâ şöyle der: Birbirine yapıştırılmış,
bitişik üç parmak kadar, Katâde üç
ya da dört parmak kadar, der. Sirin'in kızı
Hafsa ise evlenme çağı geçmiş (yaşı ilerlemiş)
bir kadın ile genç kadın arasında fark gözeterek, yaşlı kadının saçlarının
dörtte biri kadarını kısaltacağını, genç kadının ise parmakları ile işaret edip
az miktarda alacağını belirtmiştir.
İmâm
Mâlik der ki: Başının dört bir yanından kısaltır. Bu şekilde aldığı
miktar onun için yeterlidir. Ona göre başının bazı taraflarından
(kimi örüklerinden) alıp diğerlerini
kısaltmaksızın bırakması yeterli olmaz.
İbnu'l-Münzir der ki: Hakkında kısaltma denilebilecek miktarı yeterlidir.
Daha ihtiyatlı olanı ise bütün taraflarından
(örüklerinden) birkaç parmak miktarı almasıdır.
6- Kurban Kesiminden Önce Saçı Traş
Etmek:
Hediye kurbanı kesilmedikçe başını
kimsenin traş etmesi câiz değildir. Çünkü kurban kesme sünneti traştan öncedir.
Bu konuda asıl delil de yüce Allah'ın:
"Hediye kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin"
âyetidir.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da bu şekilde yapmış ve önce hediye
kurbanını kesmekle işe başlamış bundan sonra traş olmuştur. Her kim buna
muhalefet ederek kurbanının kesilmesinden önce başını traş ederse, böyle bir
önceliği ya hata yoluyla ve bilmeden yapmış olabilir
ya da bilerek ve kasten yapmış olabilir.
Eğer birinci durum sözkonusu ise
herhangi bir sorumluluğu yoktur. Bunu İbn Habib, İbnu'l-Kasım'dan rivâyet
etmiştir. Mâlik'î mezhebinde meşhur olan görüş de budur. İbnu'l-Macuşûn ise
hediye kurbanı kesmesi gerekir, demektedir. Ebû
Hanîfe'nin görüşü de budur.
Şayet ikinci durum
(yani kasten sırayı bozması) sözkonusu ise Kadı
Ebû'l-Hasen'in rivâyet ettiğine göre hediye kurbanının kesilmesinden önce traşın
yapılması caizdir. Şâfiî'nin görüşü de
budur. Mezhepte (Mâlikî mezhebinde) zahir olan
görüş bunun öne alınamayacağıdır. Sahih olan da bunun câiz olduğudur. Çünkü
İbn Abbâs'tan gelen hadise göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e; kurban kesmek, traş olmak ve cemrelere
taş atmak ve (bunlar arasında) takdim te'hir
yapmak hakkında soru sorulmuş; o da:
"Bir
mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Hadisi
Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Hacc 327-334; Ebû Dâvûd, Menâsik, 78, 87;
Tirmizî, Hacc 76;
Nesâî, Hacc 224.
İbn Mâce
de Abdullah b. Amr'dan Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a traş olmadan
önce kurbanını kesen ya da kurban kesmeden önce
traş olan hakkında soru sorulmuş Hazret-i
Peygamber de:
"Bir mahzur yoktur"
diye buyurmuştur.
İbn Mâce,
Menâsik 74.
7- Haccda ve Hacc Dışında Traş
Olmak:
Hacda başı traş etmenin mendup bir
ibadet haccın dışında ise -o bir müsledir diyenlerin hilafına- câiz olduğu
hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü saçların traş edilmesi bir müsle olsaydı,
haccda olsun başka hallerde olsun câiz olmazdı. Zira
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) müsleyi yasaklamıştır. Ayrıca Hazret-i
Cafer'in şehadetinin haberinden üç gün sonra oğullarının başlarını traş
etmiştir. Eğer traş câiz olmasaydı asla onları traş etmezdi. Nitekim
Ali b. Ebî Tâlib de başını traş ederdi.
İbn Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları saçı
bırakmanın da traşın da mübahlığı üzerinde de icma etmişlerdir. Delil olarak bu
yeter. Başarı Allah'tandır.
Âyetin: "Artık içinizden her kim
hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa
oruç, sadaka ya da kurbandan bir
(iyle) fidye
(gerekir)" bölümüne dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde
sunacağız:
1- Hastanın Durumu:
Yüce
Allah'ın:
"Artık
içinizden her kim hasta olursa.."
âyetini kimi Şâfiî
mezhebi âlimleri, âyetin başında sözü geçen muhsarın, düşman tarafından mahsur
bırakıldığına, hastalıktan alıkonulan bir kimse olmadığına delil gösterirler.
Ancak böyle bir kanaate varmayı
gerektiren bir durum yoktur. Çünkü yüce Allah'ın:
"Artık
içinizden her kim hasta olursa veya başında bir
eziyet bulunursa"
ve bu durum sebebiyle başını traş ederse onun
fidye vermesi gerekir, demektir.
Bu âyetin hastalık halinde varid
olduğunda görüş ayrılığı olmadığına göre; âyetin ortaları ve sonları kimler
hakkında varid olmuş ise baş tarafının da aynı kimseler hakkında varid olduğu
zahirdir (açıkça anlaşılan bir husustur). Çünkü
ifadelerin birbirleriyle uyumu ve muntazam bir ahenk arzetmesi bunu
göstermektedir.
Ayrıca âyet-i kerimenin
sonundaki zamirler baş tarafında muhatab alınanlara racidir. O halde herhangi
bir delil bundan sarfı nazar etmeyi gerektirdiğine delalet edinceye kadar, bu
ifadelerin, zahirlerine göre anlaşılıp açıklanmaları gerekir. Bizim bu
görüşümüze delil olan hususlardan birisi de bu âyet-i kerimenin nüzul sebebidir.
Lâfız Dârakutnî'nin olmak üzere hadis
İmâmları şunu rivâyet etmektedirler: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Ucre'yi,
bitleri yüzünün üzerinde dökülür halde görür ve:
"Bu
haşeratın seni rahatsız ediyor mu?"
diye sorar; o da: Evet deyince,
Hazret-i Peygamber ona başını traş etmesini emreder.
Bu olay Hudeybiye'de cereyan
etmiştir. Ayrıca Hazret-i Peygamber
ihramdan çıkacaklarını henüz beyan etmemişti. Mekke'ye girebilecekleri umudunu
hâlâ taşıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah
fidye ile ilgili hükümleri inzal etti.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
da ona bir feraklık
Ferak: 16 rıtıl
yani 7 kg.lık bir kap.
buğdayı altı fakire paylaştırmasını veya bir
koyun hediye göndermesini ya da üç gün oruç
tutmasını emir buyurdu. Buhârî de bu hadisi
bu lâfız ile rivâyet etmiştir.
Dârakutnî,
II, 298. Ayrıca bk. Buhârî, Muhsar 7, 8,
Meğâzi, 35, Tefsir 2. sûre 32, Tıb 16; Müslim,
Hacc 80, 82, 83, 85; Ebû Dâvûd, Menâsik 42;
Tirmizî, Tefsir 2. sûre 20-21;
Nesâî, Menâsik 96;
İbn Mâce, Menâsik 86
Hadiste geçen:
"Henüz onlara" orada
(Hudeybiye'de)
"ihramdan çıkacaklarını beyan etmemişti"
ifadesi, onların daha düşmanları tarafından muhasara altına alınacaklarından
kesin emin olmadıklarını göstermektedir. O halde burada fidyeyi gerektirenin
baştaki bir eziyet ve hastalık olduğu ortaya çıkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
2- Başında Eziyet Verici Bir Durumu
Olan İhramlı:
Evzaî,
başından rahatsız olan ihramlı hakkında şöyle der: Traş olmadan önce fidye ile
keffarette bulunması böyle bir kimse için yeterlidir.
Derim
ki: Bu açıklamaya göre âyetin (ilgili
bölümünün) anlamı şöyle olur: "Artık içinizden her kim hasta olursa
veya başında bir eziyet bulunursa oruç, sadaka
ya da kurbandan bir fidye
(gerekir)." Yani
traş olmak ister ve traş olmaya gücü yeterse fidyede bulunur. Traş olmayınca
fidyeyi yerine getirmez, demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Fidye Yolları:
İbn
Abdi’l-Berr der ki: Bu
Hadîs-i şerîfte geçen "aüsuk" kelimesini
müfesser olarak zikreden herkes bunu bir koyun diye tefsir etmiş
(açıklamıştır). Bu hususta ilim adamları
arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak oruç ve yoksullara yemek yedirme hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Müslüman fukahanın çoğunluğu, orucun
üç gün olduğunu kabul ederler. Ka'b. b. Ucre ile ilgili
Hadîs-i şerîften bellenen sahih rivâyet
de böyledir. Ancak el-Hasen, İkrime ve
Nafi'nin şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Baştaki rahatsızlık halinde oruç
fidyesi on gün, yemek yedirilecek yoksul sayısı da ondur. Ancak ne İslâm
aleminin çeşitli bölgelerindeki fakihlerinden ne de hadis âlimlerinden böyle
diyen yoktur. Ebû Zübeyr'in, Mücâhid'den,
onun Abdurrahman'dan onun Ka'b b. Ucre'den rivâyetine göre Ka'b Abdurrahman'a
şunu anlatmış: Zü'lkadede ihrama girmiş ve başı bitlenmişti. Ka'b tenceresinin
altında ateş yakmaya çalışırken Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçip:
"Sanki başındaki bu haşereler seni rahatsız ediyor gibi"
deyince Ka'b: Evet diye cevap verdi.
Hazret-i Peygamber:
"Başını traş et ve bir hediye kurban gönder"
dedi. Ka'b: Hediye'kurban gönderecek imkanım yok, deyince
Hazret-i Peygamber:
"O halde altı yoksulu doyur"
dedi. Yine: Ona da imkanım yok deyince
Hazret-i Peygamber ona: "Üç gün oruç
tut" diye buyurdu.
Birinci başlıkta da geçen bu
hadisin kaynakları orada gösterilmişti.
Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Bu hadisin
zahiri sırasıyla bunların yapılmasını ifade
ediyor ise de durum böyle değildir. Şayet bu anlayış doğru olsaydı, belirtilen
sıradaki önceliğe göre tercihte bulunmak anlamını ifade ederdi. Ancak Ka'b b.
Ucre'den gelen bütün rivâyetler muhayyerlik lâfzıyla varid olmuştur. Kur'ân'ın
ifade ettiği nas da böyledir. Bütün bölgelerde ilim adamlarının takip ettiği yol
da budur, fetvaları da bu doğrultudadır. Başarı Allah'tandır.
4- Baştaki Eziyet Halinde Fidye
Olarak Yemek Yedirmek:
İlim adamları baştaki
rahasızlıklar sebebiyle fidye olarak yemek yedirmek hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Mâlik, Şâfiî,
Ebû Hanîfe ve arkadaşları der ki: Bu durumda
yedirilecek miktar Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile
Mud: 875 gr.
iki muddur. Bu aynı zamanda Ebû Sevr ve Davud (ez-Zahirî)nin
de görüşüdür.
es-Sevrî'den fidye hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Buğdaydan
yarım sa', hurma ve arpa ile kuru üzümden bir sa'dır.
Ebû Hanîfe'den de buna benzer bir görüş
rivâyet edilmiştir. O da yarım sa' hurmayı bir sa' buğdaya denk kabul etmiştir.
İbnu'l-Münzir
der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Ka'b. (b. Ucre)
ile ilgili haberlerden birisinde Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ona şöyle
dediği nakledilmektedir:
"Üç sa' hurmayı altı yoksula sadaka
olarak dağıt."
Müslim.
Hacc 84: Ebû Dâvûd, Menâsik 42.
Ahmed
b. Hanbel de bir defasında Mâlik ve Şâfiî
gibi görüş beyan ederken, bir defasında da: Eğer buğday ile fakir doyuracak
olursa her bir yoksula bir mud verir. Şayet hurma yedirecek olursa her birisine
yarım sa' verir, demiştir.
5- Sabah Akşam Yemek Yedirmek
Yeterli Olur mu?
Başından rahatsızlık sebebiyle
keffaret ödemesi halinde yoksullara sabah akşam yemek yedirmesi, her birisine
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın muddu ile ikişer mud vermedikçe yeterli
olmaz.
Mâlik,
es-Sevrî, Şâfiî ve Muhammed b.
el-Hasen bu görüştedir.
Ebû Yûsuf ise sabahlı akşamlı onları
yedirmesi yeterli gelir, demiştir.
6- İhramlı Kimsenin Traş Olması:
İlim adamları icma ile şunu
belirtirler: İhramlı bir kimse saçını traş edemez, yolamaz, traş yahut kılları
döken ilaçlarla veya başka bir yol ile
saçlarını telef etmesi yasaktır. Bundan tek istisna Kur'ân-ı Kerîm'in nas ile
belirttiği gibi rahatsızlık halidir.
Yine icma ile rahatsızlığı
olmaksızın ihramlı iken traş olanın fidyede bulunmasının vücubunu kabul ederler.
Ancak özürsüz ve kasten böyle bir
işi yapan yahut dikişli elbise giyen veya koku
sürünen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik der ki: Bu adamın yaptığı iş
ne kadar körüdür! O kişinin fidyede bulunması gerekir ve hangisi ile fidye
yapacağı hususunda muhayyerdir. Mâlik’e göre bu hususta kasten hareket ile
hatalı hareket arasında bir fark yoktur. Zaruret olması ile bulunmaması arasında
da fark gözetmez.
Ebû
Hanîfe, Şâfiî ve arkadaşları ile Ebû
Sevr ise şöyle demektedirler: Zaruret hali dışında fidyeyi seçmekte muhayyer
değildir. Çünkü yüce Allah:
"Artık
içinizden her kim hasta olursa veya başında bir
eziyet bulunursa..."
diye buyurmaktadır. Buna göre kişi kasten başını
traş eder veya özürsüz olarak kasten elbise
giyinirse, bu kimse için muhayyerlik sözkonusu değildir. Böyle bir kimse kan
akıtmak durumundadır, başka birşey yapamaz.
7- Bu Yasakları İşleyenin Durumu:
Bunlardan birisini unutarak yapan
kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- şöyle der: Fidye vücubu açısından bu konuda bunları kasten yapan
ile unutarak yapan arasında fark yoktur.
Ebû
Hanîfe, es-Sevfı ve el-Leys'in görüşü
de budur.
Bu meselede
Şâfiî'nin ise iki ayrı görüşü vardır:
Birisine göre fidyede bulunması gerekmez. Davud ve İshak'ın görüşü de budur.
Şâfiî'nin diğer görüşüne göre ise fidyede
bulunması gerekir.
İlim adamlarının çoğunluğu ise
ihramlı bir kimse dikişli elbise giyse, başını kısmen
veya tamamen örtse, ayakkabı giyse, tırnaklarını kesse, koku sürünse ve
vücudunda rahatsızlık veren şeyleri giderse, aynı şekilde bedeninin saçlarını
traş etse, veya kılları döken ilaç sürünse
yahut hacamat yapılan yerleri traş etse ilim adamlarının çoğunluğu fidyede
bulunmasını vacip görürler. Bu hususta kadın da erkek gibidir. Ayrıca kadın,
kokusu bulunmasa dahi sürme çektiği takdirde de fidye icabeder. Fakat erkek,
kokusu bulunmayan sürme çekebilir.
Kadın da yüzünü örttüğü yahut
eldiven giyindiği takdirde fidyede bulunmalıdır. Bunların kasten, yanılarak ve
bilmeden yapılması arasında fark yoktur. Kimi ilim adamları bu davranışların her
birisi için bir kan (kurban kesmeyi) gerekli
görmekte iken Davud şöyle der: Bedendeki saçları traş etmekten dolayı kadın için
de erkek için de birşey gerekmez.
8- Fidyenin Yerine Getirileceği Yer:
İlim adamları sözü geçen fidyenin
nerede yerine getirileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Atâ der ki:
Eğer bu fidye kan (kurban) kabilinden ise
Mekke'de yerine getirilir. Yemek yedirmek veya
oruç tutmak kabilinden ise dilediği yerde bunları gerçekleştirebilir. Re'y
ashabı da bu doğrultuda görüş beyan etmişlerdir.
el-Hasen'den gelen rivâyete göre kan Mekke'de yerine getirilir.
Tavus ve
Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek
ve kan (kurban kesmek) ancak Mekke'de olur,
orucu ise dilediği yerde tutar. Çünkü orucun Harem'de bulunanlara bir faydası
yoktur. Şanı yüce Allah da:
"Ka'be'ye götürülen bir hediye kurbanı.."
(el-Maide, 5/95) diye buyurmaktadır. Bu âyet
yüce Allah'ın Beyt'inin civarında yaşayan
yoksullar için bir merhamettir. Orada yoksullara yemek yedirmek, oruçtan farklı
olarak faydalı bir iştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Mâlik de der ki: O bunu
dilediği yerde yerine getirir. Sahih görüş budur.
Mücâhid de bu görüştedir. Mâlik'e göre burada kurban kesmek bir
ibadettir. Kur'ân ve sünnetteki naslar sebebiyle hediye kurbanı değildir. İbadet
(nüsük) kişinin dilediği yerde yapılır, hediye
kurbanı ise ancak Mekke'de olur. Yine İmâm Mâlik'in
delillerinden birisi de onun Yahya b. Said yoluyla
Muvatta’''ında kaydettiği rivâyettir. Orada şöyle denilmektedir:
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh) onun başının (yani Hazret-i
Hüseyin'in başının) traş edilmesini emretti. Daha sonra es-Sukya'da
(Mekke ile Medine arasında bir konak yeri, Medine'den
iki günlük uzaklıkta olduğu söylenmiştir) başını traş ettiği için kurban
olarak bir deve kesti. Mâlik der ki: Yahya b. Said dedi ki: Bu seferinde Hüseyn
Hazret-i Osman ile birlikte Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı.
Muvatta’',
Hacc 165.
İşte bu, baştaki rahatsızlık
dolayısıyla yerine getirilecek fidyenin Mekke dışında da câiz olduğuna en açık
bir delildir. İmâm Mâlik'e göre hediye
kurbanının Harem'de kesilmesi halinde Harem halkı dışındakilere de verilmesi
caizdir. Çünkü bundan gözetilen maksat, müslüman yoksullara yedirmektir. Mâlik
der ki: Harem dışında oruç tutmak câiz olduğuna göre Harem bölgesi halkı
olmayanlara yedirmek de câiz olur. Diğer taraftan
yüce Allah:
"Artık
içinizden her kim hasta olursa..."
diye buyurmaktadır. Bu da bizim söylediğimize açık
bir delildir. Çünkü yüce Allah:
"Oruç,
sadaka ya da kurbandan bir
(iyle) fidye
(gerekir)"
diye buyurmakta ve şurada olur, burada olmaz
dememektedir. Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre o bunları nerede yerine
getirirse yeterli olur. Yine yüce Allah:
"Kurban (nüsuk)"
diye buyurmakta ve böylelikle
kesilen hayvana "nüsuk" ismini vermektedir.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
da ona bu ismi vermiş ve ona "hedy" ismini vermemiştir. O bakımdan bu
konuda Hazret-i Ali'den gelen rivâyet ile birlikte bunu hediye kurbanına kıyas
etmemiz de hediye kurbanı olarak değerlendirmemiz de gerekmez. Diğer taraftan
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b'a fidyede bulunma emrini verdiğinde
Harem'de bulunmuyordu. O halde bütün bunların, Harem'in dışında
yapılabilecekleri sahih bir hükümdür. Şâfiî'den
de buna benzer (sahih olma ihtimali uzak) bir
rivâyet gelmiştir.
9- Nüsuk (Kurban):
Yüce Allah'ın:
"Ya da kurbandan bir
fidye.."
âyetinde yer alan "nüsuk" kelimesinin tekili
"nesîke"dir. Bu ise kulun yüce Allah'a
ibadet olmak üzere kestiği hayvana verilen addır. Bunun
(nesâik) şeklinde çoğulunun yapılması da
mümkündür. Nüsuk, asıl itibariyle ibadet demektir.
Yüce Allah'ın:
"Ve
bize menâsikimizi göster"
(el-Bakara, 2/128)
âyetinde bize ibadet edeceğimiz yerleri göster, demektir.
Bir görüşe göre de nüsuk dilde
aslında gusül demektir. Elbisesini yıkayan bir kimse hakkında bu tabir
kullanılır. İbadet eden kimse ibadetiyle nefsini günahların kirlerinden yıkamış
gibi olur.
Bir diğer görüşe göre nüsuk gümüş
külçeleri demektir. Her bir gümüş külçesine "nesike" ismi verilir. Kul âdeta
kendi nefsini günahların pisliklerinden arındırmış ve böylelikle saf bir külçe
haline getirmiş olduğundan dolayı bu ad verilmiştir.
Âyetin; "Emin olduğunuz vakit ise
kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye
kurbanı (kesmelidir)" bölümüne dair
açıklamalarımızı on üç başlık halinde sunacağız:
1- Bu Âyetteki "Emniyet"in Anlamı:
Yüce
Allah'ın:
"Emin
olduğunuz vakit"
âyeti ile ilgili olarak hastalıktan iyileştiğiniz
takdirde anlamına; veya sizi muhasara altına
alan düşmanın korkusu geçip güvenliğe kavuştuğunuz zaman anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu ikinci açıklama şekli İbn Abbâs
ve Katâde'ye aittir. Âyet-i kerimenin
lâfzına daha uygun bir açıklamadır.
Şu kadar var ki eğer hastalık
korkusunu düşünecek olursak, o takdirde -az önce de geçtiği gibi- emniyete
kavuşmak, hastalıktan emin olmak anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
2- Umreden Faydalanmanın (Temettü')
Muhatapları:
Yüce
Allah'ın bu âyet-i kerimede yer alan:
"Kim
hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse"
âyeti ile kimlerin muhatap
olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Abdullah b.
ez-Zübeyr, Alkame ve İbrahim der ki: Bu
âyet-i kerîme muhsar kimseler hakkındadır. Burada serbest olanlar muhatap
alınmamıştır.
İbn ez-Zübeyr'e göre burada geçen
faydalanma (temettu')un şekli şöyledir: Kişi
hac vaktini geçirinceye kadar muhasara altına alınır. Daha sonra Beytullah'a
ulaşır ve umre yaparak ihramdan çıkar, arkasından bir sonraki sene de haccını
kaza eder. Böylelikle bu kişi umre ile kaza olarak yaptığı hac arasında temettü'
yapmış olur.
Başkasının görüşüne göre muhsar
olup temettü' yapan kişinin durumu şu şekildedir: Muhsar umre yapmaksızın
ihramdan çıkar ve ertesi sene gelinceye kadar umreyi tehir eder. Hac aylarında
umre yapar ve aynı yıl hac da yapar. İbn Abbâs
ve bir grup ilim adamı der ki: Âyet-i kerîme muhsar kimselerle muhsar olmayıp
yollan serbest olan kimseler hakkındadır.
3- Temettü', İfrad ve Kıran Hacları:
İleride de genişçe açıklanacağı
üzere temettü' haccının da ifrad haccının da kıran haccının da câiz olduğu
hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hepsini beğenmiş ve haccı esnasında
ashabından herhangi bir kimsenin hac şeklini reddetmemiştir. Aksine yaptıkları
haclarını câiz kabul etmiş ve bu yaptıkları işlerini beğenmiştir.
Ancak ilim adamlarının farklı
görüşlere sahip oldukları konu şudur: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem), haccı esnasında
hangi hac niyetiyle ihrama girmiştir ve bunlardan hangisi daha faziletlidir? Bu
konudaki görüş ayrılıklarının sebebi ise bu hususta varid olmuş rivâyetlerdir.
Aralarında Mâlik'in de bulunduğu
bazı kimseler şöyle der: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem), ifrad haccı
yapmış idi ve ifrad, kıran haccından daha faziletlidir. Yine Mâlik der ki: Kıran
da temettü' haccından daha faziletlidir.
Müslim'in
Sahih'inde ise Hazret-i Âişe'den gelen
rivâyete göre o şöyle demiş: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
(hac etmek üzere) yola çıktık. O şöyle buyurdu:
"Sizden her kim bir hac ve bir umre için ihrama girmek
isterse yapsın. Sizden her kim yalnızca hac için ihrama girmek isterse öyle
yapsın ve sizden her kim sadece umre ile ihrama girmek isterse o da öyle
yapsın."
Hazret-i Âişe der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hac niyetiyle İhrama girdi, beraberinde
bulunan birtakım kimseler de bu şekilde ihrama girdi. Kimisi umre ve hac ile
birlikte ihrama girdi. Kimisi sadece umre niyetiyle ihrama girdi. Ben de
yalnızca umre niyetiyle ihrama girenler arasında idim. Bu hadisi bir grup kimse
Hişam b. Urve'den, o babasından o da Hazret-i Âişe'den
rivâyet etmiştir. Bazı raviler bu hadisin rivâyetinde şöyle der:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Ben ise yalnızca hac niyetiyle ihrama giriyorum."
Müslim,
Hacc 114-116.
İşte bu hadis anlaşmazlık konusu
ile ilgili açık bir nastır. Ayrıca bu (Hazret-i
Peygamberin) ifrad haccı yaptığını ve ifradın daha faziletli olduğunu
kabul edenlerin de delilidir. Muhammed b. el-Hasen
de Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir:
Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'den
birbirinden ayrı iki hadis gelir de bize de Ebû Bekir ve
Ömer'in (Allah
ikisinden de razı olsun) bu iki hadisten birisiyle amel edip ötekini
terkettiklerine dair bir haber ulaşırsa, işte bu doğrunun onların amel ettikleri
şekilde olduğuna delalet eder.
Ebû Sevr de ifrad haccını müstehab
kabul eder ve onun temettü' ve kırandan daha faziletli olduğunu söyler. Şafifden
gelen iki görüşün meşhur olanı da budur.
Başkaları ise umre ile faydalanıp
haccetmeyi (temettü' yapmayı) müstehab kabul
eder ve bu daha faziletlidir, derler. Bu Abdullah b.
Ömer ve Abdullah b. ez-Zübeyr'in görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel de bu görüşü benimsemiştir.
Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur.
Dârakutnî der ki: Şâfiî dedi ki: Ben
ifradı tercih ederim, bununla birlikte temettü' da güzel birşeydir, onu mekruh
görmeyiz.
Temettü' haccının daha faziletli
olduğunu kabul edenler Müslim'in İmrân b.
Husayn yoluyla rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste İmrân
(b. Husayn) der ki: Mut'a
(temettü' haccı) ile ilgili âyet-i kerîme
Allah'ın Kitabında nazil oldu ve Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onu emretti.
Bundan sonra temettü' haccıyla ilgili âyetini nesheden başka bir âyet-i kerîme
de nazil olmadı. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da vefat edinceye
kadar bu haccı nehyetmedi. Arkasından da adamın birisi
(Hazret-i Ömer'i
kastediyor) kendi görüşüne dayanarak dilediği bir şeyi söyledi.
Tirmizî
rivâyet ediyor: Bize Kuteybe b. Said, Mâlik b. Enes'ten o İbn Şihab'dan o
Muhammed b. Abdullah b. el-Haris b. Nevfel'den anlattığına göre Muhammed b.
Abdullah, Sa'd b. Ebi Vakkas ile ed-Dahhak
b. Kays'ı Hazret-i Muâviye b. Ebi Süfyan'ın hacca gittiği sene, umre ile
haccederek temettu'da bulunmaktan söz ederlerken dinlemiş.
ed-Dahhak b. Kays demişti ki: Böyle bir işi
ancak yüce Allah'ın emrini bilmeyen bir
kimse yapabilir. Sa'd da şöyle demiştir: Kardeşimin oğlu sen ne kötü söz
söyledin. ed-Dâhhak da der ki: Ömer b. el-Hattâb
bu işi yasakladı? Sa'd dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yaptı. Biz
de onunla birlikte bunu yaptık. (Tirmizî der ki):
Bu sahih bir hadistir.
Tirmizî,
Hacc 12; Nesâî, Menâsik 50;
Muvatta’', Hacc 60.
İbn İshak da
ez-Zührî'den, o Salim'den rivâyetle dedi ki:
Mescidde İbn Ömer ile birlikte otururken Şam
halkından bir adam ona gelip umre ile hacca kadar temettu'a dair soru sordu.
İbn Ömer de: İyi ve güzeldir, dedi. Adam:
Ama senin baban bu şekilde yapmayı yasaklıyordu, deyince şöyle dedi: Yazıklar
olsun sana. Benim babam bunu yasakladı,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
ise bunu yapmış ve yapılmasını emretmiş iken; babamın sözünü mü alıp
kabul edeyim yoksa Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini mi alıp
kabul edeyim? Kalk git yanımdan! Bu hadisi
Dârakutnî rivâyet etmiş, Ebû Îsa et-Tirmizî
de Salih b. Keysan'dan o İbn Şihab'dan o da Salim'den rivâyet etmiştir.
Tirmizî,
Hacc 12
Leys'ten, onun Tavus'tan onun
İbn Abbâs yoluyla rivâyet edildiğine göre
İbn Abbâs şöyle demiş:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir,
Ömer ve Osman temettü' haccı yaptılar. Bunu ilk yasaklayan kişi Hazret-i
Muâviye'dir. Bu hasen bir hadistir. Ebû Ömer
(İbn Abdi’l-Berr)
der ki: Leys'ten gelen bu hadis münker bir hadistir. Buradaki Leys, Leys b. Ebi
Suleym'dir ve zayıf bir ravidir. Hazret-i Ömer
ile Hazret-i Osman'dan meşhur olan ise her ikisinin de temettü' haccını
yasakladıkları şeklindedir. Hazret-i Ömer'in
yasakladığı ve yapanları döverek cezalandırdığı temettu'un, umre yaparak haccı
feshetmek olduğunu,
"Umre yaparak haccı feshetmek
(feshu'l-hacci fî’l-umra)"; şöyle olur: Kişi
önce hacc niyetiyle ihrama girer, sonra da bundan vaz geçerek umre yapıp
ihramdan çıkar ve hac vaktine kadar ihramsız kalır. Bu davanış bir bakıma
ibadeti hafife almak anlamına geldiğinden iyi karşılanmaz.
önce umre yapıp ondan sonra hacca kadar temettü' yapmayı
(yani ihramdan çıkmayı) ise yasaklamadığını
söyleyen bir grup ilim adamı olmakla birlikte, durum böyledir.
Hazret-i Ömer'in temettu'u yasakladığını sahih kabul edenler de şu
iddiayı ileri sürerler: Hazret-i Ömer'in
temettu'u yasaklamasının sebebi, Beytullah'ın bir yılda iki
veya daha fazla ziyaret edilmesi, böylelikle de
hac mevsimi dışında ziyaretçilerin çokça olması sayesinde onun çokça imar
edilmesidir. Diğer taraftan Hazret-i Ömer
bununla giden gelenin çok olması sayesinde Harem halkının daha rahat ve refah
içerisinde olmasını istemiş; böylelikle Hazret-i İbrahim'in:
"Artık
sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir...."
(İbrahim, 14/37) şeklindeki duasının da
tahakkuk etmesini amaçlamıştır.
Başkaları da şu açıklamayı
yapmaktadır: Hazret-i Ömer'in temettü'
haccını yasaklaması, insanların kolay ve hafif olması dolayısıyla temettu'a
meylettiklerini görmesi ve Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünneti olduğu
halde ifrad ve kıran haclarının zayi olmasından korkmasıdır.
Ahmed b. Hanbel, temettü' haccın tercih
edilişine Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Eğer geride bıraktığım işin aynısıyla gelecek (sene) de
karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanlarını götürmem ve ben bunu sadece
bir umre (niyetiyle) yapardım."
âyetini delil gösterir. Bunu hadis İmâmları rivâyet etmişlerdir.
Buhârî,
Hacc 81, Umre 6, Şerike 15, Temenni 3, İ'tisam 27;
Müslim, Hacc 130, 141; Ebû Dâvûd,
Menâsik 23; Nesâî, Hacc 188;
İbn Mâce, Menâsik 84; Dârimi, Menâsik 34...
Başkaları da kıran haccı daha
faziletlidir demektedir ki, Ebû Hanîfe ve
es-Sevrî de bunlar arasındadır. el-Müzenî bu
görüşü kabul eder ve şöyle der: Çünkü kişi böylelikle her iki farzı da eda etmiş
olur. İshak'ın görüşü de budur. İshak der ki:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
kıran haccı yapmış idi. Ali b. Ebî Tâlib'in
görüşü de budur.
Kıran haccını müstehab ve
daha faziletli kabul edenler Buhârî'nin
Ömer b. el-Hattâb'dan rivâyet ettiği şu
hadisi delil gösterirler. Hazret-i Ömer der
ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı
(Medine'den dört mil uzaklıktaki) el-Akik
denilen yerde şöyle derken dinledim: "Bu gece Rabbimden birisi gelerek bana: Şu
mübarek vadide namaz kıl, dedi ve hac içinde bir umre
(niyet ediyorum) de."
Buhârî,
Hacc 16, İ'tisam 16, Hars 16; Ebû Dâvûd,
Menâsik 24; İbn Mâce, Menâsik 40.
Tirmizî'nin
de rivâyetine göre Enes şöyle demiştir:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı:
"Bir umre ve bir hac ile (niyet ediyor) ve
lebbeyk (diyorum)."
Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir.
Buhâri,
Hacc 34; Müslim, Hacc 185, 215;
Tirmizî, Hacc 11,
Nesâî, Hacc 49.
Ebû
Ömer der ki: İnşaallah ifrad haccı daha faziletlidir. Çünkü
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ifrad haccı yapmıştı. O bakımdan biz de
onun daha faziletli olduğunu söylüyoruz. Çünkü
Hazret-i Peygamber'den ifrad haccı yaptığına dair rivâyetler daha
sahihtir. Ayrıca ifrad amel itibariyle daha çoktur.
Daha sonra ise umre ayrı bir amel
olarak yerine getirilir. Bütün bunlar taattir. Taatlerin daha çok olanı ise daha
faziletlidir.
Ebû Cafer
en-Nehhâs ise der ki: İfrad haccı yapan bir
kimse temettü' haccı yapandan daha çok yorulur. Çünkü o ihramlı kalmaya devam
eder. Bu ise sevabını daha da çok artırır.
Konu ile ilgili hadislerin birlikte
mütalaa edilmesi ve bunların arasının te'lif edilmesi şu şekilde olur:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bize hem temettu'u hem de kıranı
emrettiğine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hem temettü'
yapmıştır, hem de kıran yapmıştır, bu mümkün ve câiz olur. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Fir'avn kavmi arasında seslenip dedi ki.."
Yani
bu âyette Fir'avun'un hem seslendiği, hem dediği ifade edilmektedir. İlgili
rivâyetlerde de Hazret-i Peygamber'in
hem temettü', hem de ifrad yaptığı anlatılmaktadır.
(ez-Zuhruf, 43/51)
Ömer b. el-Hattâb'ın şu sözleri de buna benzemektedir: Biz de recmettik,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da recmetti ve O recmi de emretti.
Buhârî,
Hudûd 30; Müslim, Hudûd 15;
Ebû Dâvûd, Hudûd 23 vb.
Derim
ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haccında zahir
olan kırandır ve onun haccı kıran yaptığıdır.
Hazret-i Ömer ile Hazret-i Enes'ten gelen sözü geçen iki
Hadîs-i şerîf bunu ifade etmektedir.
Müslim Sahih'inde ise Bekir'den o Enes'ten
şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı hac ve umre
için birlikte telbiye getirdiğini işittim."
Bekr dedi ki: Ben bunu
İbn Ömer'e anlattım, o: Hayır yalnızca hac
için telbiye getirdi, dedi. Daha sonra Enes ile karşılaştım. Ona
İbn Ömer'in dediğini anlattım. Enes dedi ki:
Siz bizi galiba çocuk belliyorsunuz. Ben
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i:
"Bir umre ve bir hac ile lebbeyk dediğini duydum."
Müslim,
Hacc 185, 186; Nesâî, Hacc 49;
Dârimî, Menâsik 78,
Müsned, III, 99
Yine
Müslim'in Sahih'inde
İbn Abbâs'tan şöyle dediği kaydedilmektedir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) umre için telbiye getirdi, ashabı ise hac
için telbiye getirdi. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) de ashabından
beraberinde kurban getirenler de ihramdan çıkmadı. Diğerleri ihramdan çıktılar.
Buhârî,
Hacc 23; Müslim, Hacc 196
Kimi ilim adamı şöyle der:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) aslında kıran haccı yapmış idi. Kıran haccı
yaptığına göre o hem hac hem umre yapmış demektir. Böylelikle konu ile ilgili
hadisler arasında ittifak hasıl olur.
en-Nehhâs
da şöyle der: Bu hususta söylenen en güzel sözlerden birisi de şudur:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) umre için ihrama girip telbiye getirdi.
Onun bu durumunu görenler temettü' yaptı, dediler. Arkasından hac için ihrama
girip telbiye getirdi, onun bu durumunu görenler de ifrad haccı yaptı, dedi.
Daha sonra da Hazret-i Peygamber:
"Bir hac ve bir umre yapmak üzere lebbeyk"
dedi; onun bu sözlerini işitenler de kıran haccı yaptı, dediler.
Böylelikle konu ile ilgili hadisler arasında ittifak hasıl olmaktadır. Bunun
delili ise şudur: Hiçbir kimse Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: Ben sadece
hac (ifrad) yaptım, temettü' yapmadım, dediğini
rivâyet etmemiştir. Bununla birlikte onun Nesâî'nin
rivâyet ettiği gibi "kıran
yaptım"
dediği sahih olarak sabit olmuştur. Nesâî'nin
Hazret-i Ali'den rivâyetine göre o şöyle demiş:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın
yanına vardım bana: "Ne yaptın?" diye sorunca ben: Sen ne şekilde telbiye
getirip ihrama girdiysen ben de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdim,
dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:
"Ben beraberimde hediye
kurbanı getirdim ve kıran (hac ile umreyi birlikte) yaptım."
Yine (en-Nehhâs
devamla) dedi ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şunu da ekledi:
"Eğer geride bıraktığım işin
benzeri ile gelecekte karşılaşacak olursam sizin yaptığınız gibi yaparım, fakat
hediye kurbanlarımı getirmiş ve kıran yapmış bulunuyorum."
Nesâî,
Hacc 49
Hazret-i Hafsa'dan da şöyle
dediği sabittir: Dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, insanlara ne oluyor ki umreleri
için girdikleri ihramdan çıktılar. Sen ihramdan çıkmadın? O şöyle buyurdu:
"Ben başımı keçeleştirdim
Keçeleştirme (telbîd):
İhramda uzun süre kalacak olanların kirlenmeye karşı saçlarını özel bir zamkla
birbirine yapıştırmaları ve böylelikle saçlarını korumaları demektir.
(İbnu’l-Esir, en-Nihaye, IV, 424)
ve beraberimde hediye kurbanı getirdim. O bakımdan
kurbanlarımı kesinceye kadar ihramdan çıkmam."
Buhârî,
Hacc 34, 107,126, Libâs 69; Müslim, Hacc
177,179; Nesâî, Menâsik 40, 67;
İbn Mâce, Menâsik 72; MuvaU ı, Hacc 180;
Müsned, VI, 283, 284, 285
İşte bunlar
Hazret-i Peygamber'in kıran haccı
yaptığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü eğer temettü' haccı
ya da ifrad haccı yapmış olsaydı hediye
kurbanlarını kesmekten imtina etmezdi.
Derim ki:
en-Nehhâs'ın "herhangi bir kimse
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Ben
tek başına hacc (ifrad) yaptım" dediğini
rivâyet etmemiştir" şeklindeki sözüne gelince; Hazret-i
Âişe tarafından
Hazret-i Peygamber'in:
"Ben ise hac için ihrama giriyor ve
telbiye getiriyorum"
Bu başlığın baş taraflarında
geçti.
âyeti deha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu ise, ben tek başına hacc
(ı ifrad) yapıyorum, demektir. Şu kadar var ki
önce umre için ihrama girmiş olması sonra da hac için ihrama giriyorum demesi
ihtimali de vardır.
Bunu açıklayan hususlardan
bir tanesi de Müslim'in
İbn Ömer'den yaptığı rivâyettir ki orada
şöyle denilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için
ihrama girdi, sonra da hac için ihrama girdi.
Müslim,
Hacc 174. Buna göre
Hazret-i Peygamber'in:
"Hac için ihrama giriyorum"
demesinde ifrad yaptığına dair bir delil kalmamaktadır. Geriye
Hazret-i Peygamber'in:
"Ben kıran (yapmaya niyet) ettim."
demesiyle onun hizmetçisi Hazret-i Enes'in
Hazret-i Peygamber'in:
"Hac ve umreyi birlikte yapmak
üzere lebbeyk"
dediğini işittiğini belirtmesi kalmaktadır. İşte bunlar
Hazret-i Peygamber'in kıran yaptığına
dair açık naslardır ve te'vil edilme ihtimalleri yoktur.
Dârakutnî, Abdullah b. Ebi
Katâde'den, o babasının şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hac ile umreyi
bir arada yaptı. Çünkü o bundan sonra bir daha hac edemeyeceğini anlamıştı.
Darakutnî.
II. 288.
4- Temettü' Haccı Şekilleri:
İfrad, temettü' ve kıran ile
bunların her birisinin icma ile câiz olduğuna dair açıklamalar yapılmış
bulunmaktadır. İlim adamlarına göre umre yaptıktan sonra ihramdan çıkıp hacca
kadar ihramda yasak olan şeylerden faydalanmak
(temettü') dört şekilde olabilir.
Bunların tek bir şekli üzerinde
ittifak vardır, diğer üç şekli hakkında görüş ayrılığı vardır. İttifakla kabul
edilen şekil, yüce Allah'ın:
"Emin
olduğunuz vakit ise kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına
gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)"
âyetinde
kastedilen temettü'dur. Bu da şöyle olur: Kişi -ileride açıklanacağı üzere- hac
aylarında umre için ihrama girer. Bu kişinin afakî olması
(yani Mekke halkından olmaması) ve Mekke'ye
gelip umresini bitirdikten sonra aynı sene beldesine dönmeden önce
ya da geldiği cihetin insanlarının mîkatından
çıkmadan önce hac için ihrama girinceye kadar Mekke'de ihramsız olarak kalması
şeklinde olur. Kişi böyle yaptığı takdirde temettü' yapan
(mutemetti') kişi olur;
Allahü teâlâ'nın temettü' yapana farz
kıldığını yerine getirmelidir. Bu ise kolayına gelen hediye kurbanını kesmektir.
Bu kurbanı keser ve Mina ya da Mekke'de
yoksullara dağıtır. Kurban kesecek imkânı olmazsa üç gün orada oruç tutar, yedi
gün de beldesine döndükten sonra oruç tutar. -İleride açıklanacağı üzere-
Müslümanların icmaıyla kurban bayramı birinci günü
(Nahr günü) oruç tutamaz. Şu kadar var ki teşrik günlerinde oruç
tutmasında -ileride geleceği üzere- görüş ayrılığı vardır.
İşte mut'a
(temettü' haccı) ile ilgili eskisiyle yenisiyle
ilim ehli kimselerin icmâ ile kabul ettikleri hususlar bunlardır. Bunun sekiz
tane şartı vardır:
1-
Hac ile umreyi bir arada yapacak
2-
Her ikisi için bir yolculuk yapacak
3-
Aynı yılda bunları yapacak
4-
Hac aylarında bunları gerçekleştirecek
5-
Önce umreyi yapacak
6-
Onları birbirine karıştırmayarak, hac için ihrama umreyi bitirdikten sonra
girecek
7-
Umre ile hac tek bir kişi için yapılacak
8-
Mekkeli olmayacak
Temettü' haccı ile ilgili açıklamış
olduğumuz hükümlerde, bu sekiz şartı dikkatle aradığınız takdirde göreceksiniz.
Umre ile hacca kadar
faydalanma (temettü') şekillerinden ikincisi
kırandır. Bu ise kişinin tek bir ihramda hac ile umreyi bir arada yapmasıdır.
Hac aylarında veya hac ayları dışında her ikisi
için ihrama girer ve: "Lebbeyke bi-haccin ve umretin mean
(bir arada hac ve umre yapmak üzere emrine itaat
ediyorum)" der, Mekke'ye varır varmaz -bu görüşü kabul edenlere göre-
haccı ve umresi için tek bir tavaf ve tek bir sa'y yapar. ' Bu görüşü kabul
edenler Mâlik, Şâfiî, arkadaşları, İshak ve
Ebû Sevr'dir. Aynı zamanda Abdullah b. Ömer,
Cabir b. Abdullah, Atâ b. Ebi Rebah, Hasen,
Mücâhid ve Tavus da bu görüştedir. Çünkü
Hazret-i Âişe'den gelen hadiste o şöyle
demiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Veda
haccında çıktık. Umre için ihrama girip telbiye getirdik.. Sözü geçen hadiste şu
ifadeler de vardır: Hac ile umreyi bir arada yapanlara gelince bunlar ise tek
bir tavaf yaptılar. Hadisi Buhârî rivâyet
etmiştir.
Buhârî, Hacc 31.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) de Nefr günü
(insanların Mina'dan indikleri gün) henüz Beyt'i tavaf etmeden ay hali
olan Hazret-i Âişe'ye şöyle demişti: "Yapmış
olduğun tavaf, haccın için de umren için de yeterlidir."
Müslim, Hacc 132;
Müsned, VI, 124.
Bir rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Safa ile Merve arasında yapmış olduğun
tavaf haccın için de umren için de yeter." Bu hadisi de
Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Hacc 133.
Veya
kıran haccı yapan kimse iki tavaf ve iki sa'y yapar ki bu görüşte
Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî,
Evzaî, el-Hasen
b. Salih ve İbn Ebi Leyla tarafından kabul
edilmiştir. Ayrıca bu Hazret-i Ali ile İbn Mes’ûd'dan
da rivâyet edilmiştir. eş-Şabî ve Cabir b. Zeyd de bu görüştedir. Bunlar
Hazret-i Ali'den gelen hac ile umreyi bir arada yapıp hac ve umre için iki tavaf
ve iki sa'y yaptığına dair hadisleri delil gösterirler. Daha sonra Hazret-i Ali
şöyle der: Ben Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu şekilde
yaptığını gördüm. Bu iki hadisi de Dârakutnî
rivâyet etmiş olup hepsinin zayıf olduğunu belirtmiş ve kıranı temettü'
kabilinden değerlendirmiştir.
Dârakutnî,
II, 263.
Çünkü kıran haccı yapan kimse umre
için ayrı bir yolculuk hac için ayrı bir yolculuk, yapmak halinde sözkonusu
olacak yolculuğu terketmekten faydalanır ve her ikisini bir arada yapmak ile
temettü' eder (yararlanır). Her birisi için
kendi beldesinin mikatında ihrama girmez ve böylelikle hac ile umreyi birbirine
katmış olur. İşte bu kimse de yüce Allah'ın:
"Kim
hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir hediye kurbanı
(kesmelidir)"
âyetinin kapsamına girer.
Bu temettü' şeklinin câiz olduğu
hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Medineliler ise
beraberinde hediye kurbanı götürmediği sürece umre ile haccı birleştirmeyi câiz
kabul etmezler. Hediye kurbanı da onlara göre bir bedene
(deve veya inek)dir, daha aşağısını câiz
görmezler.
Kıran'ın bir temettü' olduğunun
delillerinden birisi de İbn Ömer'in sözüdür:
Kıran haccı Mekke dışında oturanlar içindir. Daha sonra
yüce Allah'ın:
"Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir"
âyetini okudu.
Mescid-i Haram'da ikametgâhı
bulunmakla birlikte temettü' ya da kıran yapan
kimsenin ne kıran ne de temettü' için kurban kesmesi gerekir. Mâlik der ki: Ben
Mekkeli bir kimsenin kıran haccı yaptığını işitmedim. Şayet yapacak olursa onun
için ne hediye kurbanı gerekir, ne de oruç. Bu hususta fukahanın
Cumhûru da Mâlik'in görüşündedirler.
Abdulmelik b. el-Macuşûn der ki: Mekkeli bir kimse hacc ile umreyi birlikte
yaparsa (kıran) onun kıran haccı kurbanı
kesmesi gerekir. Çünkü yüce Allah, Mekke
halkından sadece temettü' haccında kurban kesme ve oruç tutma mükellefiyetini
kaldırmıştır.
Temettü' haccının üçüncü
şekli: Bu Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh)'ın yapılmasını tehditle
engellediği ve: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde iki
tane müt'a vardı. Ben onları yasaklıyor ve bunlardan dolayı ceza veriyorum.
Sözkonusu bu iki mut'a birisi kadınlarla mut'a
(nikâhı) diğeri ise hac mut'asıdır,
Nesâî.
Menâsik 150.
dediği şekildir. Bundan sonra ilim adamları bunun câiz olup olmadığı hususunda
tâ günümüze kadar anlaşmazlık içerisinde olagelmişlerdir.
Sözkonusu bu mut'a şöyle olur: Kişi
hacc için ihrama girer. Fakat Mekke'ye girdi mi umre yaparak haccını fesheder,
daha sonra ihramdan çıkar ve terviye günü (Arefe'den
önceki Zülhiccenin sekizinci günü) hac için ihrama girinceye kadar
ihramsız kalır. (Yani ihramda yasak olan şeylerden
istifade eder). İşte Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan kendisine
dair rivâyetlerin ardı arkasına geldiği şekil budur. Bunda
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) haccettiği esnada ashab-ı kiramından
beraberinde hediye kurbanları bulunmayan ve bu kurbanı getirmeyip hacc için
ihrama girmiş olanlara bu haclarını umreye dönüştürmesi emrini vermiştir.
İlim adamları
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu hususta gelen rivâyetlerin sahih
olduğunu icma ile kabul eder ve bunlardan herhangi birisini tenkid edip
reddetmezlerdi. Şu kadar var ki onlar böyle bir uygulamayı uygun görüp gereğince
amel etmek hususunda ihtilaf etmişlerdi. Bunun da bir takım sebepleri vardır.
İlim adamlarının çoğunluğu böyle bir uygulamanın terkedilmesini kabul
etmektedirler.
Çünkü onlara göre bu
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı o Veda haccında ashabına özel
olarak tanıdığı hususi bir ruhsattır. Ebû Zer der ki: Hac içinde temettü' yapmak
bizim için özel bir durum idi. Bunu Müslim
rivâyet etmiştir.
Müslim, Hacc 160-163;
Nesâî, Menâsik 77;
İbn Mâce, Menâsik 42;
Müsned, III, 469.
Yine ondan gelen bir rivâyette o şöyle demiştir: "İki mut'a ancak özel olarak
bizim için uygundur. O bununla kadınlarla mut'ayı ve hac mut'asını
kastetmektedir."
Müslim,
Hacc 162
Bunun ashaba has olmasının sebebi
ile bunun faydası İbn Abbâs
(radıyallahü anh)'ın söylediğine göre şöyledir:
"Onlar (yani cahiliyye dönemi Arapları) hac
aylarında umre yapmayı yeryüzündeki kötü işlerin en büyüğü kabul ediyorlar ve
buna karşılık Muharrem ayını (ayları ertelemek demek
olan nesî uygulaması ile) Safer kabul ediyor ve şöyle diyorlardı:
"Yük taşımaktan dolayı
devenin sırtında yüklerin yaraları iyileşir, aradan geçen zaman dolayısıyla
izler silinir. Ve Safer ayı da sıyrılır çıkarsa umre yapmak isteyene umre yapmak
helal olur." Fakat Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabı
(Zülhicce ayının) dördüncü sabahı hac için
ihrama girmiş halde geldiler. Hazret-i Peygamber
onlara bu haclarını umreye dönüştürmelerini emretti. Böyle bir davranış onlar
gözünde oldukça büyüdü ve: Ey Allah'ın Rasûlü, biz nasıl ihramdan çıkacağız
(yani ihram dolayısıyla yasak olan herşey bizim için
helal olacak mı)? diye sorunca Hazret-i
Peygamber:
"İhram dolayısıyla yasak olan
herşey helaldir"
diye buyurdu. Bu hadisi Müslim
rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Hacc 34, Menâkıbu'l-Ensâr 26; Müslim, Hacc
198; Nesâî, Hacc 77;
Müsned, I, 252, 261;
Ebû Dâvûd, Menâsik 79'da kısmen.
Ebû
Hâtim'in Sahih Müsned'inde de
İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Allah'a yemin ederim, Zülhicce ayında
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i
Âişe'ye umre yaptırması ancak bununla müşriklerin uygulamasını kesmek
içindir. Çünkü şu Kureyş kabilesi ile onların dinleri üzere yol tutanlar şöyle
derlerdi: ": Develerin tüyleri bitip yük taşımaktan dolayı sırtlarındaki yaralar
iyileşip Safer ayı da çıktımı umre yapmak isteyene umre yapmak helal olur."
Böylelikle onlar Zülhicce ayı bitinceye kadar umre yapmayı haram kabul
ediyorlardı. İşte Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i
Âişe'ye umre yaptırması ancak onların bu tür
kanaatlerini red etmek maksadına mebnidir.
İşte bu âyette
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın umre ile haccı feshetmesinin sebebi
ancak onlara hacc aylarında umre yapmanın bir sakıncası olmadığını göstermektir.
Bu ise sadece O'na ve O'nunla birlikte olanlara has idi. Çünkü
yüce Allah mutlak bir emir ile; hacc ile
umreye başlayan herkese bunları tamamlama emrini vermiş bulunmaktadır. Kitaptan
olup neshedici veya beyan edici bir sünnet
olduğunda herhangi bir kapalılık bulunmayan âyetler müstesna, Allah'ın Kitabının
zahirine muhalefet etmek gerekmez.
Bunu kabul edenler Ebû
Zer'den naklettiğimiz hadis ile el-Haris b. Bilal'in babasından rivâyet ettiği
hadisi delil gösterirler. Bilal dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Haccı
feshetmek bizim için özel midir yoksa bütün insanlar için genel midir?
Hazret-i Peygamber:
"Hayır, bizim için özeldir"
diye buyurdu.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 24; Nesâî, Hacc 77;
İbn Mâce, Menâsik 42;
Dârimî, Menâsik 37;
Müsned, III, 469.
Hicaz, Irak ve Şam fakihleri bu
görüştedir. Ancak İbn Abbâs,
el-Hasen ve
es-Süddî'den farklı bir rivâyet gelmektedir ki
Ahmed b. Hanbel de bunu kabul etmektedir.
Ahmed der ki: Ben haccın umre ile
feshedilmesine dair sahih mütevatir olarak varid olmuş bu rivâyetleri Haris b.
Bilal'in babasından yaptığı rivâyeti ile Ebû Zer'in kendi açıklamasıyla
reddedemem. Ahmed b. Hanbel der ki: Ayrıca
ilim adamları Ebû Zer'in görüşünü icma ile kabul etmiş değillerdir. Eğer icma
etmiş olsalardı bu bir hüccet olurdu. İbn Abbâs
Ebû Zer'e muhalefet etmiş ve bunu hususi bir durum olarak değerlendirmemiştir.
İmâm Ahmed,
sahih hadisi delil göstermiştir ki bu, Hazret-i Cabir'in hacca dair rivâyet
ettiği uzunca hadistir. Orada şöyle de denilmektedir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Eğer
ben geride bıraktığım işimin benzeriyle gelecekte karşılaşacak olursam, hediye
kurbanlıklarını beraber götürmem ve bunu umre yapardım."
Suraka b. Mâlik b. Cu'şum ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu yalnız
bizim bu yılımız için midir yoksa ebediyyete kadar böyle mi?
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) parmaklarından birini diğerine sokarak -iki
defa: "Umre haccın içine
girmiştir, hayır bu ebediyyete kadar böyledir."
Hadisin bu lâfzı Müslim'e aittir.
Müslim,
Hacc 203; Ebû Dâvûd, Menâsik 23, 24, 56;
İbn Mâce, Menâsik 84;
Dârimî, Menâsik 34,
Müsned, III, 320.
Allahu a'lem
Buhârî de şu başlığı koyarken buna
meyletmektedir: "Hacc için telbiye getirip ismen onu zikreden." Daha sonra
Buhârî Cabir b. Abdullah'ın rivâyet ettiği
hadisi kaydeder: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
bizler hac için lebbeyk diyerek (telbiye getirdiğimiz
halde) geldik. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)ın bize emretmesi
üzerine biz de onu umreye dönüştürdük.
Buhârî,
Hacc 35.
Bir kesim de şöyle demiştir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)ın ihramdan çıkma emrini vermesi bir başka
vecih ile olmuştur. Mücâhid bu vechi şöylece
zikretmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı
önceleri hacca (niyetle kendilerine) farz
kılmamışlardı. Hazret-i Peygamber
onlara mutlak olarak telbiye getirip ihrama girmelerini emretmiş ve kendilerine
neyin emrolunacağını beklemelerini söylemişti. Hazret-i Ali de Yemen'de iken bu
şekilde ihrama girip telbiye getirmişti.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
ihramı da bu şekilde idi. Buna Hazret-i
Peygamber'in şu sözü delildir: "Eğer ben işimin geride bıraktığımın
benzeriyle karşılaşacak olursam beraberimde hediye kurbanları getirmez ve umre
yapardım." Sanki Hazret-i Peygamber
kendisine ne emrolunacağını gözetleyerek çıkmış idi. Ve ashabına da aldığı emrin
aynısını verecekti. Buna Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu âyeti de
delildir: "Bu mübarek vadide Rabbim nezdinden birisi bana geldi ve dedi ki: Umre
içinde bir hac de, dedi."
Buhârî,
Hacc 16, İ'tisâm 16, Hars 16; Ebû Dâvûd,
Menâsik 23, 24; İbn Mâce, Menâsik 40.
Temettu'un dördüncü şekli: Bu,
muhsarın ve Beyte ulaşmaktan alıkonulan kimsenin temettu'udur.
Yakub b. Şeybe dedi ki: Bize Ebû
Seleme et-Tebuzeki anlattı. Bize Vuheyb anlattı. Bize İshak b. Suveyb anlatarak
dedi ki: Hutbe irad ederken Abdullah b. ez-Zübeyr'in şöyle dediğini dinledim: Ey
insanlar! Allah'a yemin ederim hac zamanına kadar umre ile temettü' etmek
(faydalanmak) sizin yaptığınız gibi değildir.
Lakin temettü' kişinin haccetmek üzere yola çıkması düşmanın
ya da kendisini mazur gösterecek herhangi bir
işin onu hac günleri geçinceye kadar engellemesi, bunun akabinde Beyte gelip
tavaf etmesi, Safa ile Merve arasında sa'y etmesi daha sonra ise ihramdan
çıkarak gelecek seneye kadar temettü' yapması ve sonra da haccedip hediye
kurbanını kesmesidir.
Muhsarın hükmü ve ilim adamlarının
bu konudaki açıklamaları ile ilgili bilgiler bundan önce geçmiş bulunmaktadır.
Cenab-ı Allah'a hamdolsun.
Önceden onun
(İbn ez-Zübeyr'in) kabul ettiği görüş şu idi:
Muhsar kimse ihramdan çıkmaz. Kurban bayramının birinci günü onun adına hediye
kurbanı kesilinceye kadar ihramlı kalmaya devam eder, sonra traş olur ve
Mekke'ye gelene kadar yine ihramlı kalmayı sürdürür, Mekke'de umre yaparak hacc
ihramından çıkardı. Ancak İbn ez-Zübeyr'in zikrettiği husus
yüce Allah'ın:
"Haccı
da umreyi de Allah için tamamlayın"
âyetinden sonra yer alan:
"Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından
(gönderin)" âyetinin umumuna muhaliftir. Ve
burada görüldüğü gibi hac ile umre için ihsarın hükmü arasında etraflı ve farklı
hükümler verilmemektedir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı da
Hudeybiye'de alıkonulduklarında ihramdâ ve
Hazret-i Peygamber ashaba da ihramdan çıkmaları emrini verdi.
Darakutnî.
II. 288.
Temettü' Yapana "Mutemetti" Adının
Veriliş Sebebi:
İlim adamları temettü' yapana
"mutemetti'" adının veriliş sebebinin ne olduğu hakkında da farklı görüşlere
sahiptirler. İbnu'l-Kasım der ki: Çünkü o umre vaktinde ihramdan çıkmak
suretiyle hacca başlayacağı vakte kadar ihramlı için yapılması câiz olmayan
herşeyden faydalanmış (temettü' etmiş) olur.
Başkalan ise şöyle der: Temettü'
haccı yapana mutemetti' denilmesinin sebebi iki ayrı yolculuktan birisini
kaldırmakla faydalanmasıdır. Çünkü umrenin hakkı, özel bir yolculuk kastıyla
yapılmasıdır. Haccın hakkı da budur. Fakat o her ikisinden birisini düşürmek
suretiyle temettü' ettiğinden Allah onu bir kurban kesmekle mükellef tutmuştur.
Tıpkı aynı yolculukta hac ile umreyi bir arada yapan kârin
(kıran haccı yapan) kimse gibi.
Ancak birinci açıklama şekli daha
geneldir. Çünkü mutemetti' kimse ihramlı olmayan kimsenin yapması câiz olan
herşeyi yapıp ondan istifade eder ve haccetmek için ayrıca evinden yolculuk
yapma gereği üzerinden düştüğü gibi, haccı için ona ait olan mikattan itibaren
ihrama girme yükümlülüğü de düşmüş olur.
İşte
Hazret-i Ömer ile
İbn Mes’ûd'un mekruh gördükleri ve her
ikisinin ya da onlardan birisinin buna dair şu
sözü söyledikleri hac şekli de budur: Sizden herhangi bir kimse organından meni
damladığı halde (oradan Arafat'a geçmek üzere)
Mina'ya nasıl gelir?
Hazret-i Ömer,
temettü' haccı yapılmasını tavsiye etmeyiş sebebini bu manaya gelecek sözlerle
şöylece açıklamıştır: "... Onların (Arafat'a yakın bir
yer olan) Erâk'ta hanımlarıyla ilişki kurup başlarından su damladığı
halde hacca gitmeleri hoşuma gitmedi..." (Müslim, Hacc
157; Nesâî, Menâsik 50; İbn Mâce,
Menâsik 40; Müsned,
I, 50).
Ancak müslümanlar bunun câiz olduğu
üzerinde icma etmişlerdir.
İlim adamlarından bir grup da
şöye demiştir: Hazret-i Ömer'in bunu mekruh
görmesinin sebebi, onun Beytullah'ın aynı senede birisi hac için birisi umre
için iki defa ziyaret edilmesini arzuladığından dolayıdır. Ve ona göre ifrad
haccı daha faziletlidir. O bakımdan ifrad haccı yapmayı emrediyor, ona
meylediyor ve onu müstehab gördüğü için diğer hac şekillerini yasaklıyor idi.
İşte bundan dolayı: "Haccınızın ve umrenizin arasını ayırın, çünkü sizden
herhangi bir kimsenin hac ayları dışında gelip umre yapması haccını da daha
eksiksiz yapmasına, umresini de daha eksiksiz yapmasına sebeptir" demiştir.
Muvatta’',
Hacc 67.
5- Hac Aylarında Umre Yaptıktan
Sonra İkametgâhına Dönüp Sonra Hac İçin Gelen Temettü'Haccı Yapmış Olur mu?
Hac aylarında umre yaptıktan sonra
beldesine ve ikametgâhına geri dönüp sonra aynı sene gelip hacceden kimse
hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının
Cumhûru şöyle der: Böyle bir kimse
temettü' haccı yapmış olmaz. Onun hediye kurbanı kesmesi de oruç tutması da
gerekmez. Hasan-ı Basrî ise şöyle der:
Ailesinin ikametgâhına dönse dahi haccetse de etmese de yine temettü' yapmış
gibi olur. Çünkü: Hac aylarında bir umre mut'adır, denilirdi. Bunu Huşeym
Yûnus'tan o el-Hasen'den rivâyet etmiştir.
Yine Yûnus'tan, onun da el-Hasen'den
rivâyetine göre böyle bir kimsenin hediye kurbanı kesmesi gerekmez. Ancak sahih
olan birinci görüştür. Ebû Ömer de ondan bu
şekilde: "İster haccetsin ister etmesin" dediğini zikretmektedir. Fakat
İbnu'l-Münzir bunu bu şekilde zikretmez.
İbnu'l-Münzir der ki:
el-Hasen'in bu konudaki delili
yüce Allah'ın:
"Kim
hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse"
şeklinde Kitab-ı Kerîm'in
zahirinden anlaşılandır. Burada ayrıca ailesine dönmesi
ya da dönmemesi istisna edilmemiştir. Şanı
yüce Allah'ın eğer bu konuda özel bir
muradı olmuş olsaydı bunu ya kendisi Kitab-ı Kerîm'inde
ya da Rasûlünün aracılığıyla elbette açıklardı.
Said b. el-Müseyyeb'den de
el-Hasen'in görüşüne benzer rivâyet vardır.
Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Yine bu hususta
el-Hasen'den ilim adamları tarafından
arkasından gidilmeyen ve ilim ehlinden hiçbir kimsenin görüş olarak beyan
etmediği bir söz daha rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: Her kim kurban
bayramı birinci gününden sonra umre yaparsa bu da bir mut'a
(temettü') olur.
Tavus'tan iki görüş rivâyet
edilmiştir ki, bunlar el-Hasen'den
zikrettiğimiz görüşten daha da şaz ve istisnaîdir. Bunlardan birisine göre hac
ayları dışında bir kimse umre yapsa sonra da hac vakti girene kadar
(Mekke'de) ikamet etse, sonra aynı yıl haccını
yapsa o kimse mütemettidir. Ancak ilim adamları arasında ondan başka bu görüşü
belirten yoktur. Çeşitli bölge fakihlerinden bu kanaatte olan kimse de yoktur.
Çünkü -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- hac aylarında umre yapmaktansa
haccetmek daha uygundur. Çünkü umre senenin bütün aylarında caizdir. Haccın ise
yapılacağı vakit, belli aylardır. Herhangi bir kimse hac aylarında bir umre
yapacak olursa, o umreyi hac için daha evlâ olan bir yerde yapmış olur. Şu kadar
var ki yüce Allah Kitab'ında ve
Rasûlünün aracılığıyla temettü' haccı yapan ile kıran haccı yapan ve sadece umre
yapmak isteyen kimseye umre yapma ruhsatını vermiştir. Bu onun tarafından bir
rahmettir. Ve ayrıca yüce Allah,
temettü' (ve kıran haccında) kolayına gelen
kurban kesmesini de emretmiştir.
Tavus'un bu tür istisnaî ikinci
görüşü ise Mekkeli olup da Mekke dışından herhangi bir yerden temettü' haccı
yapan bir kimsenin hediye kurbanı kesmek zorunda olduğu şeklindeki görüşüdür.
Ancak böyle bir görüş benimsenemez. Çünkü yüce
Allah'ın:
"Bu,
aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir"
âyetinin zahirine uygun
değildir.
İlim adamları topluluğunca câiz
kabul edilen temettü' haccı bizim önceden sözünü ettiğimiz şartlarla
açıkladığımız şekilde yapılan hacdır. Başarımız Allah'tandır.
6- Mekke Dışından Umre İçin Gelip
İkametten Sonra Hacceden Mutemetti' Olur mu?
Mekke halkından olmayan bir kimse
hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse ve orada ikamet kararında
bulunsa, sonra aynı sene hacca başlayıp haccetse, bu kimsenin mutemetti' olacağı
ve temettü' haccı yapanın mükellefiyetleri ile mükellef olduğu hususu üzerinde
ilim adamları icma etmişlerdir.
Yine Mekkeli olup da mikat sınırlan
dışında umre niyetiyle ihrama girip gelen, sonra da aile halkı Mekke'de
oldukları halde Mekke'den hacca başlasa ve başka bir yerde de meskeni yoksa bu
kimsenin kurban kesmesinin gerekmeyeceğini de icma ile kabul etmişlerdir. Hem
Mekke dışında bir yerde hem de Mekke'de ikametgâhı varsa Mekke'de de başka yerde
de ailesi bulunuyor ise yine hüküm budur.
Aile halkıyla birlikte Mekke'den
taşınıp sonra hac aylarında umre yapmak üzere Mekke'ye gelse orada da aynı sene
hac yapıncaya kadar ikamet etse temettü' yapmış olacağını da icma ile kabul
etmişlerdir.
7- Temetu' Haccı Yapan Kimsenin
Yapması Gereken Tavaf ve Sa'yler:
Mâlik,
Şâfiî, Ebû Hanîfe, arkadaşları, Sevrî
ve Ebû Sevr ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Temettü' haccı yapan bir kimse
umre için Beyt'i tavaf eder, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Bundan sonra da
haccı için bir tavaf yapması gerekir ve yine Safa ile Merve arasında da sa'y
etmesi gerekir.
Atâ ve Tavus'tan rivâyet edildiğine
göre ise Safa ile Merve arasında tek bir sa'y yapması yeterlidir.
Birincisi meşhur olandır.
Cumhûrun kabul ettiği de budur.
Kıran haccı yapanın tavafı ile
ilgili açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
8- Hac Ayları Dışında Umre Niyetiyle
İhrama Giren, Ancak Hac Aylarında Umresini Yapan Kimsenin Durumu:
Hac ayları dışında umreye başlayıp
da hac aylarında umre işlerini yerine getiren kimse hakkında ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır.
Mâlik der ki: Bu kişinin umresi
ihramdan çıktığı ay hangisi ise onda kabul edilir. Demek istiyor ki, o eğer hac
ayları dışında umre ihramından çıkacak olursa temettü' haccı yapmış olmaz. Eğer
hac ayları içerisinde umresini bitirip ihramdan çıkarsa bu kimse aynı sene
haccettiği takdirde temettü' haccı yapmış olur.
Şâfiî
der ki: Haram aylarda umre için Beyt'i tavaf ettiği takdirde aynı sene
haccederse temettü' haccı yapmış olur. Çünkü umre Beyt'i tavaf etmekle tamam
olur ve burada onun tamam olmasına bakılır. Aynı zamanda bu,
Hasan-ı Basrî'nin Hakem b. Uyeyne'nin, İbn
Şubrume'nin ve Süfyan es-Sevrî'nin de
görüşüdür.
Katâde,
Ahmed ve İshak da der ki: Hangi ayda ihrama girmiş ise umresini o ayda yapmış
kabul edilir. Bu anlamda Cabir b. Abdullah'tan da bir rivâyet gelmiştir. Tavus
der ki: Harem bölgesine hangi ayda girerse umresini o ayda yapmış kabul edilir.
Re'y ashabı da der ki: Eğer umre
için üç şavt Ramazanda, dört şavt da Şevval ayında yapıp da aynı sene haccını
yaparsa temettü' haccı yapan kimse olur. Şayet tavafın dört şavtını Ramazan
ayında geri kalan üç şavtını da Şevval ayında yaparsa mutemetti' olmaz.
Ebû Sevr de der ki: Hac ayları
dışında umre için ihrama girerse umre için ister Ramazanda tavaf etsin ister
Şevvalde, bu umresi sebebiyle mutemetti' olmaz,. Ahmed ve İshak'ın: Hangi ayda
umre için ihrama girdi ise o ayda umre yapmış kabul edilir, şeklindeki
sözlerinin anlamı da budur.
9- Umre Niyetiyle Hac Aylarında
İhrama Girdikten Sonra Tavaf Etmeden Hacca Başlarsa:
Hac aylarında umre niyetiyle ihrama
giren bir kimse, Beyt'i tavafa başlamadığı sürece eğer haccederse; böylelikle bu
kişinin kıran haccı yapmış olacağını ve hac ve umreye birlikte niyet ederek
kıran haccı yapanın yapması gerekenleri de yapmakla yükümlü olduğunu ilim
adamları icma ile kabul etmişlerdir.
Ancak tavafa başladıktan sonra
umreyi bitirmeden hacca başlayan kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik der ki: Bunun haccını tamamlaması gerekir ve tavafını bitirmediği sürece o
kişi kıran haccını yapmış olur.
Benzeri bir görüş
Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. Ondan
meşhur olan görüş ise şudur: Tavafa başlamadan önce bu câiz olmaz.
Şöyle de denilmiştir: Böyle bir
kimse tavaf için kılması gereken iki rek'at namazını kılmadığı sürece umre
üzerine hacca başlama hakkına sahiptir. Bütün bunlar Mâlik'in ve arkadaşlarının
da görüşleridir. Umre yapan bir kimse umresi için birtek şavt tavaf etse sonra
hac için ihrama niyet etse o kimse kıran haccı yapmış olur; umrenin geri kalanı
ondan sakıt olur ve kıran haccı için kurban kesmesi gerekir.
Yine bir kimse tavafının birkaç
(şavt)ında veya
tavaf namazını kılmadan önce fakat tavafını bitirdikten sonra, hac için ihrama
girse durum aynıdır.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir:
Böyle bir kimse Safa ile Merve arasındaki sa'yini tamamlamadığı sürece haccı
umreye katabilir. (Kıran Haccı yapabilir). Ebû
Ömer der ki: Bütün bunlar ilim adamlarınca
istisnaî (şaz) görüşlerdir. Eşheb der ki: Bir
kimse umre için tek bir şavt tavaf edecek olursa hac için ihrama giremez ve
kıran haccı yapamaz. Böyle bir kimse umresini tamamlayıncaya kadar sürdürür,
ondan sonra hac için ihrama girer. Bu Şâfiî
ile Atâ'nın görüşüdür. Ebû Sevr de bu görüştedir.
10- Hacca Umrenin Katılması:
Âl-imler, hacca umrenin katılması
hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Mâlik, Ebû Sevr ve İshak der ki:
Umre hacca katılamaz. Her kim hacca umreyi katacak olursa onun yapacağı bu umre
birşey ifade etmez. Mâlik bu görüştedir. Şâfiî'nin
iki görüşünden biri de budur. Şâfiî'den
Mısır'da meşhur olarak nakledilen görüş de budur.
Ebû
Hanîfe, arkadaşları ve kadim mezhebinde
Şâfiî der ki: Böyle bir kimse kıran haccı yapmış olur ve haccı için tek
bir şavt tavaf etmediği sürece kıran haccı yapanın neyi yapması gerekiyorsa o da
onu yapar. Tek bir şavt tavaf'ettiği takdirde bunları yapması gerekmez. Çünkü
artık o hac işlerine başlamış olur.
İbnu'l-Münzir der ki: Ben bu mesele hakında Mâlik'in görüşünü kabul
ediyorum.
11- Temettü'Haccı Yapanın Kurban
Kesmesi:
Mâlik der ki: Temettü' haccı yapan
bir kimse umresi için bir kurban kesecek olursa bu ona yeterli gelmez. Temettü'
haccı için bir başka kurban kesmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse umre
ihramından çıktıktan sonra hacca başladığı takdirde temettü' haccı yapan bir
kimse olur ve o vakit onun üzerine kurban kesmesi gerekir.
Ebû Hanîfe, Ebû Sevr ve İshak der ki:
Temettü' haccı yapan kurbanını ancak kurban günü kesebilir.
Ahmed der ki: Eğer temettü' haccı
yapan kimse (Zulhiccenin ilk) on gününde
Mekke'ye gelir, tavaf ve sa'y yaparsa kurbanını kesebilir. On günün içinde
gelirse ancak kurbanın birinci günü kurbanı keser. Atâ da bu görüştedir.
Şâfiî
der ki: Tavaf ve sa'y yaptığı takdirde umre ihramından çıkar. İster beraberinde
hediye kurbanlarını getirmiş olsun, ister getirmesin.
12- Temettü' Haccı Yapanın Ölmesi:
Temettü' haccı yapmak isteyen
kimsenin ölmesi halinde (hükmün ne olacağı hususunda)
Mâlik ve Şâfiî farklı görüşlere sahiptirler.
Şâfiî der ki: Hac için ihrama girmiş ise
eğer imkânı olmuşsa temettü' kurbanını kesmesi vaciptir. Bunu ez-Za'feranî
Şâfiî'den nakletmiştir.
İbn
Vehb'in rivâyetine göre ise Mâlik'e: Hac için ihrama girdikten sonra
Arafe'de veya başka bir yerde vefat eden
temettü' haccı yapan kimse ile ilgili olarak böyle bir kimsenin hediye kurbanı
kesmesi görüşünde misin? diye sorulmuş; o da şu cevabı vermiş: Bunlardan
herhangi bir kimse Akabe Cemresine taş atmadan önce ölürse görüşüme göre hediye
kurbanı kesmesi gerekmez. Cemreye taş attıktan sonra öldüğü takdirde ise kurban
kesmesi gerekir. Ona: Peki bu bıraktığı ana maldan mı karşılanır yoksa üçte
birinden mi diye sorulunca: Hayır ana maldan karşılanır, diye cevap vermiştir.
13- Kolayına Gelen Kurban:
Yüce
Allah'ın:
"Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir)"
âyetine
dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
196. âyetin: "Şayet alıkonursanız... kurbanından
(gönderin)" bölümü ile ilgili açıklamalar,
onbirinci başlık.
Âyetin: "Fakat kim bulamazsa hac
günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin
ki Allah cezası cidden çetin olandır" bölümüne dair açıklamalarımızı da on
başlık halinde sunacağız:
1- Kurban Kesme İmkânı Bulamayan
Kimse:
Yüce
Allah'ın:
"Fakat
kim bulamazsa.."
âyetinden kasıt, kurban bulamayandır. Ya parasını
bulamadığından ya da kesecek hayvanı
bulamadığından dolayı kurban bulamayan kimse hacda üç gün, beldesine döndüğünde
de yedi gün oruç tutar.. Hac günlerinde tutulması gereken üç günün sonuncusu
Arefe günüdür. Tavus'un görüşü budur. Bu görüş
en-Nehaî, Atâ, Mücâhid,
Hasan-ı Basrî, en-Nehaî,
Saîd b. Cübeyr,
Alkame, Amr b. Dinar ve re'y ashabından da rivâyet edilmiştir. Bunu
İbnu'l-Münzir nakletmektedir.
Ebû Sevr,
Ebû Hanîfe'den bu üç günü umre için girmiş
olduğu ihramı süresince tutması gerektiğini nakletmektedir. Çünkü umre ihramı
temettü' haccı için girilen iki ihramdan birisidir. Dolayısıyla bu üç gün hac
için girmiş olduğu ihramda tutabileceği gibi bu umre günlerinde de tutması câiz
olur. Yine Ebû Hanîfe ve arkadaşları da
şöyle der: Terviye gününden bir gün öncesini
(Zülhiccenin yedinci günü), terviye gününü ve Arefe gününü oruçlu
geçirir.
İbn
Abbâs ve Mâlik b. Enes der ki: Hac için ihrama girdiği andan itibaren
kurban bayramı birinci gününe kadar olmak üzere bu üç günü tutabilir. Çünkü
yüce Allah:
"Hac
günlerinde üç., gün oruç tutar"
diye buyurmaktadır. Bu üç günü umre için girdiği
ihram içerisinde tutacak olursa orucu vaktinden önce tutmuş olur ve bu onun için
yeterli olmaz.
Şâfiî
ve Ahmed b. Hanbel de şöyle der: O bu üç
günü hac için ihrama girdiği vakit ile Arefe günü arasında tutar. Aynı zamanda
bu İbn Ömer ve Hazret-i
Âişe'nin de görüşüdür. Bu görüş
İmâm Mâlik'ten de rivâyet edîlmîştîr.
Muvatta’' adlı eserindeki sözlerinin gereği
de budur. Böylelikle Arafe gününde oruçsuz olur. Bu şekilde oruç tutması sünnete
uymak bakımından daha uygundur, ibadet yapması açısından da daha bir güç sahibi
olmasına sebeptir. Buna dair açıklamalar da gelecektir.
Yine Ahmed'den gelen rivâyete göre
bu üç günü ihrama girmeden önce tutması caizdir.
es-Sevrî ve el-Evzaî der ki: Bu üç
günü on günün (Zülhiccenin on gününün) başından
itibaren tutabilir. Atâ da bu görüştedir. Urve de der ki: Mina günlerinde
Mekke'de olduğu sürece tutar. Aynı zamanda bu Mâlik'in ve Medine halkından da
bir grubun görüşüdür.
Mina günleri ise kurban
bayramının birinci gününden sonra gelen üç teşrik günüdür. Mâlik'in
Muvatta’''dakı rivâyetine göre
mü’minlerin annesi Hazret-i
Âişe şöyle dermiş: "Hacca kadar umreden
faydalanan kimsenin eğer kesecek kurban bulması mümkün olmazsa, hac için ihrama
girdiği gün ile Arafe günü arasında (üç gün)
oruç tutar.. Eğer bu günlerde oruç tutmazsa Mina günlerini oruçlu geçirir."
Muvatta’',
Hacc 255; Buhârî, Savm 68
(İbn Ömer'den)
Bu ifade temettü' haccı yapan
kimsenin ihrama girdiği vakitten Arafe gününe kadar oruç tutmasının sahih
olmasını ve bunun başlangıç vaktinin bu olmasını gerektirmektedir. Ya bu
günlerin bu üç günün eda vakti olmasından, ondan sonraki Mina günlerinin ise -Şâfiî'nin
arkadaşlarının dediğine göre- kazanın yapılacağı vakit olmasından dolayıdır
ya da kurban bayramının birinci günü
(yevmu'n-nahr)den önce orucu tutmanın kişiyi
borçtan kurtardığından dolayıdır; emrolunan da budur. Mezhepte daha zahir
(güçlü) olan görüş, daha önce oruç tutmak daha
faziletli olsa bile bu günlerde (Mina günlerinde)
oruç tutmanın eda yoluyla olacağı şeklindedir. Tıpkı namazın eda edilmesi için
genişçe bir vakti bulunan namaz vaktinin baş taraflarının sonrasından daha
faziletli olduğu gibi. Sahih olan budur ve bu Mina günlerinde tutulan oruç kaza
değil eda orucudur. Çünkü yüce Allah'ın:
"Hac
günlerinde"
diye buyurması hem haccın yapıldığı yeri
kastetmesi hem de hac günlerini kastetmesi ihtimal dahilindedir. Eğer kastedilen
hac günleri ise bu görüş sahihtir. Çünkü haccın son günü nahr
(kurbanın birinci günü)dür. Bununla birlikte
haccın son günlerinin taş atma günleri olma ihtimali de vardır. Çünkü taş atma
haccın rükünlerinden olmamakla birlikte katıksız olarak hac işlerindendir.
Eğer "hac günleri"nden kasıt haccın
yeri ise, Mina günlerinde Mekke'de kaldığı sürece bu orucu tutabilir. Urve'nin
dediği gibi. Bu görüş oldukça da kuvvetlidir.
Bazıları da şöyle demiştir: Böyle
bir kimse ta baştan beri bu üç günün orucunu teşrik günlerine kadar te'hir
edebilir. Çünkü onun oruç tutmasının vacip olması, ancak kurban bayramı birinci
günü kesecek kurban bulamaması halinde sözkonusu olur.
2- Teşrik (veya Mina) Günlerinde
Oruç Tutmak:
Eğer: Medinelilerden bir grup, yeni
görüşünde Şâfiî ve mezhebine mensup
âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre;
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Mina günlerinde oruç tutmayı
yasakladığından dolayı teşrik günlerinde oruç tutmak câiz değildir; denilecek
olursa; böyle diyene şu şekilde cevap verilir:
Eğer bu konuda bir yasak
sabit ise bu umumi bir yasaktır. Bu yasaktan Buhârî'de
sabit olan, Hazret-i Âişe'nin bu günlerde
oruç tuttuğuna dair rivâyetiyle temettü' haccı yapan kimsenin oruç tutmasıyla
tahsis edilir. İbn Ömer ile Hazret-i
Âişe'den de şöyle dedikleri rivâyet
edilmektedir: Kesecek kurban bulamayan kimse dışında teşrik günlerinde oruç
tutmak için ruhsat verilmez.
Buhârî,
Savm 68
Dârakutnî
der ki: Bu hadisin isnadı sahihtir. Ayrıca bunu merfu olarak
İbn Ömer'den, Hazret-i
Âişe'den ve üç ayrı yoldan da rivâyet etmiş,
bununla birlikte bunların zayıf olduklarını da belirtmiştir.
Dârakutnî,
II, 186.
Bu günlerde oruç tutma ruhsatının
verilmesi ise ancak oruç tutması gereken günler sayısınca hac günlerinden geriye
kalmış olması dolayısıyladır. (O zamana kadar)
kesilecek kurban bulunamadığından dolayı orucun tutulması vücubu da ancak
bununla tahakkuk eder.
İbnu'l-Münzir der ki: Biz Ali b. Ebî Tâlib'den
şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Oruç tutamayacak olursa teşrik günlerinden
sonra oruç tutar. Bunu el-Hasen ve Atâ da
söylemiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Biz de
böyle diyoruz.
Bir diğer kesim de şöyle
demektedir: Eğer (Zülhiccenin) ilk onunda oruç
tutamayacak olursa kurban kesmekten başka bir çaresi yoktur. Bu,
İbn Abbâs, Saîd
b. Cübeyr, Tavus ve Mücâhid'den
rivâyet edilmiştir. Ayrıca Ebû Ömer
(İbn Abdi’l-Berr)
bunu Ebû Hanîfe'den ve arkadaşları da ondan
nakletmiş bulunuyorlar. Bu konu üzerinde dikkatle düşünmek gerekir.
3- Temettü' Haccı Yapan Kurban
Bulduğu Takdirde Oruç Tutabilir mi?
İlim adamları temettü' haccı yapan
kimsenin kesecek kurban bulduğu takdirde oruç tutamayacağı üzerinde icma
etmişlerdir.
Ancak önceleri kesecek kurban
bulamadığından dolayı oruç tutsa daha sonra orucunu bitirmeden kurban bulduğu
takdirde ne yapacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn
Vehb'in zikrettiğine göre Mâlik şöyle der:
Oruca başlayıp daha sonra kesecek kurban bulsa kurban kesmeyi daha çok severim.
Yapmadığı takdirde de oruç tutması onun için yeterlidir.
Şâfiî
der ki: Bu durumda kişi orucuna devam eder: Onun için de farz olan odur. Ebû
Sevr de böyle demiştir. Hasen ve Katâde'nin
de görüşü bu olup İbnu'l-Münzir de bunu
tercih etmiştir.
Ebû
Hanîfe der ki: Orucunun üçüncü gününde kurban kesecek imkanı bulduğu
takdirde orucu batıl olur ve kurban kesmesi vacip olur. Şayet hac günlerinde üç
gün oruç tutuktan sonra kurban kesecek imkanı bulur ise, o takdirde geri kalan
yedi günü tutup kurban kesme yoluna gitmeyebilir.
es-Sevrî, İbn Ebî Necih ve Hammâd da
bu görüştedir.
4- Diğer Yedi Gün..
Yüce
Allah'ın:
"Yedi
gün"
kelimesi Cumhûr tarafından "üç"
kelimesi üzerine atıf ile iki esreli okunmuştur. Zeyd b. Ali ise "yedi gün daha
oruç tutunuz" anlamına gelecek şekilde iki üstün ile okumuştur.
5- "Döndüğünüz Vakit" Âyetinden
Maksat:
Yüce
Allah'ın:
"Döndüğünüz vakit"
âyeti ile kastedilen, dönüş yeri ülkeniz,
beldelerinizdir. İbn Ömer,
Katâde, er-Rabi,
Mücâhid ve Atâ bu görüştedir. Mâlik de
"Muhammed'in Kitabı"nda böyle demiştir. Şâfiî
de bu görüştedir.
Katâde
ve er-Rabi' derler ki: Bu yüce Allah
tarafından verilmiş bir ruhsattır. Kendi vatanına dönmedikçe hiçbir kimseye o
yedi gün orucu tutmak -Ramazan ayında yolculukta oruç tutan kimsenin yaptığı
gibi, işi oldukça sıkı tutan kişi olması müstesna- icabetmez.
Ahmed ve İshak da der ki: Yolda
oruç tutması da caizdir. Bu görüş Mücâhid ve
Atâ'dan da rivâyet edilmiştir.
Mücâhid der ki: Dilediği takdirde bu yedi günü yolda tutabilir. Bu bir
ruhsattır. İkrime ve
el-Hasen de böyle demiştir.
Bazı dil bilginlerine göre ise
ifadenin takdiri şöyledir: Hacdan döndüğünüz takdirde., yedi gün oruç tutunuz.
Yani ihramdan önce ihramdan çıkıp eski halinize
döndüğünüz takdirde (yedi gün oruç tutunuz),
demektir. Mâlik "el-Kitab"da der ki: Mina'dan döndükten sonra orucunu tutmasında
mahzur yoktur.
İbnu'l-Arabî
de der ki: "Eğer bu bir hafifletme ve
bir ruhsat ise ruhsatların öne alınması ve bu konuda kolayı terkedip azimete
yönelmek icma ile caizdir. Eğer bu âyetten kasıt (yedi
günlük orucun tutulması için) bir vakit tayini ise, bu hususta
haccedenlerin ülkelerinin kast edildiğini ortaya koyan açık bir nas da yoktur,
zahir bir ifade de yoktur. Çoğunlukla kastedilen ve bu hususta daha zahir olan,
hac olduğu şeklindedir."
İbnu'l- Arabi'den iktibasın
son cümlesi olan "çoğunlukla. . . şeklindedir" cümlesi,
İbnu’l-Arabi'nin Ahkâm, 1,131 deki ifadesi
esas alınarak tercüme edilmiştir. Âyetten maksat, hacının ülkesine dönüşü değil,
Mina'dan dönüşüdür, demek istiyor. Yani bu yedi
günü Minâ dönüşü sonrası ister hacda, ister ülkesinde tutabilir. Ancak Kurtubî
bu kanaati paylaşmıyor.
Derim ki:
Hatta bu hususta âdeta nassa yaklaşan zahir bir ifade vardır. Bunu
Müslim'in İbn
Ömer'den şöyle dediğine dair rivâyeti beyan etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Veda haccında umreden hacca kadar
(ihramdan çıkarak) temettü’ yaptı ve hediye
kurbanı kesti. Zülhuleyfe'den beraberinde hediye kurbanlarını alıp götürdü.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) önce umre için telbiye getirip ihrama
girdi, sonra da hac için telbiye getirip ihrama girdi. İnsanlar da
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hacca kadar umreyle faydalandı
(Temettü' etti). Ve insanlardan kimisi
beraberinde kurban götürmüş ve kurbanlarını kesmişti, kimisi de kurban
götürmemişti. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gelince
insanlara şöyle dedi:
"Sizden hediye kurbanı getiren
kimse varsa, bu kişi ihram dolayısıyla kendisine haram olan herhangi bir şeyi
haccını bitirinceye kadar helal bilmesin. (İhramdan çıkmasın). Ve sizden her kim
hediye kurbanı getirmediyse Beyt'i tavaf etsin, Safa ile Merve arasında sa'y
etsin, saçlarını kısaltsın ve ihramdan çıksın. Daha sonra da hac için ihrama
girip telbiye getirsin ve hediye kurbanını kessin. Kesecek kurban bulamayan
kimse hacda üç gün ve aile halkının yanına döndüğü takdirde de yedi gün oruç
tutsun."
Müslim,
Hacc 174.
Bu hadis yedi gün orucu kişinin
ancak aile halkına ve beldesine döndüğü vakit tutmasının câiz olacağı hususunda
âdeta açık bir nas gibidir. Bununla birlikte doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Buhârîde
de İbn Abbâs'tan gelen hadiste şöyle
denilmektedir: "Sonra bize terviye günü akşamı hac için ihrama girmemiz
emrolundu. Haccın menâsikini bitirdikten sonra gelip Beyt'i tavaf ettik, Safa
ile Merve arasında sa'y ettik. Haccımız bitmiş ve üzerimize kurban kesmek vacip
olmuş oldu. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Kolayına gelen bir hediye kurbanı (kesmelidir).
Fakat kim bulamazsa hac günlerinde üç -beldelerinize- döndüğünüz vakit yedi gün
olmak üzere tam on gün oruç tutar."
Mealde yer alan "beldelerinize" kelimesi,
İbn Abbâs'ın açıklamasıdır.
İleride (yedinci başlıkta) de bu hadis
gelecektir.
en-Nehhâs der ki: Bu daha önceleri bir icma idi.
6- "Tam On Gün"
Yüce
Allah'ın:
"Tam
on gün oruç tutar"
âyetindeki "tam on gün"ün anlamı hakkında ilim
adamları farklı görüşler ileri sürmüştür. Çünkü bunların
(üç ile yedinin) toplamının on olduğu bilinen
bir husustur. Bununla ilgili olarak ez-Zeccâc
şöyle der: Herhangi bir kimsenin hacda üç gün veya
onun yerine geçmek üzere döndüğü takdirde yedi günden birisini seçmekte muhayyer
olduğunu zannedebilir. Çünkü burada "bir yedi gün daha" denilmediğinden dolayı
böyle bir kanaate varılabilir. İşte Allah: Önce "on gün" sonra da "tam" diye
buyurarak böyle bir yanlış anlama ihtimalini ortadan kaldırmıştır.
el-Hasen der ki: "Tam" âyeti sevap itibariyle kurban kesen gibi olur,
anlamındadır. "Tam"ın kurbandan bedel olduğuda söylenmiştir.
Yani on günün tamamı kurban kesmekten bedeldir.
Bir diğer görüşe göre "tam" sevap
itibariyle temettü' yapmayan kimsenin sevabı gibidir, anlamındadır. Yine bir
başka görüşe göre ise: Burada âyetin lâfzı haber vermek şeklinde ise de anlamı
emirdir. Yani siz bu günleri
(ona) tamamlayınız. İşte bunların farzı budur.
el-Müberred der ki: "On" ifadesi sayının bununla sona ereceğine
delalettir. Tâ ki herhangi bir kimse artık yedi günde zikredildikten sonra başka
günlerin de sayılarının belirtilebileceğini sanmasın. Bunun te'kid için olduğu
da söylenmiştir. Mesela: Elimle yazı yazdım, demek gibi. Şairin şu sözleri de bu
kabildendir:
"Üç ve iki daha, bunlar beştir
Altıncıları ise burnuma yaklaşıyor."
Burada "beş" ifadesi te'kiddir. Bir
başka şairin şu beyitleri de bu kabildendir:
"Sabahleyin üç tane bana bu kadarı yeter
Altı tane ise akşamı ettiğim zaman
İşte bir günde benim dokuz defa su içmem bunlardır
Kişinin suya kandıktan sonra içmesi ise bir hastalıktır."
Yüce
Allah'ın:
"Tam"
âyeti
bir diğer te'kiddir. Bu âyette bu on günün oruçlarının tutulması fazlasıyla
tavsiye edilmekte ve daha aşağı sayıda tutulmaması istenmektedir. Bir kimseye
önemli bir işi emr ederken: Bu konuda herhangi bir kusur yapmaktan Allah'tan
kork! Allah'tan! demen gibi.
7- Aile İkametgâhı Mescid-i Haramda
Olanlar ve Olmayanlar:
Yüce
Allah'ın:
"Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Harram'da olmayanlar içindir"
âyetinin anlamı şudur:
Temettü' haccı kurbanı Mescid-i Haram'da hazır bulunmayan yabancılar için
vaciptir.
Buhârî'nin
rivâyetine göre İbn Abbâs'a haccına dair
soru sorulmuş o da şöyle demiş: Muhacirler, Ensar ve
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları Vedahaccındatelbiye getirip
ihrama girdiler, biz de aynı şekilde telbiye getirip ihrama girdik. Mekke'ye
geldiğimizde Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Hac
için ihrama girip telbiye getirmenizi umre için değiştiriniz. Hediyelik
kurbanlarına gerdanlık takanlar müstesna."
Biz de Beyt'i tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa'y yaptık, kadınlarla
birlikte olduk, dikişli elbiseler giydik.
Hazret-i Peygamber şöyle de buyurdu:
"Hediyelik kurbanlara gerdanlık takanlara gelince bunlar
kurbanlık yerine ulaşıncaya kadar ihramdan çıkmasınlar."
Daha sonra terviye günü akşamı hacc için telbiye getirip ihrama girmemizi
emretti. Hac menâsikini bitirdikten sonra geldik, Beyt'i tavaf ettik, Safa ile
Merve arasında sa'y ettik. Böylelikle haccımız tamamlanmış ve bu halde üzerimize
bir kurban kesmek vacip olmuştu. Yüce Allah'ın
şu âyetinde olduğu gibi: "Kolayına gelen bir hediye kurbanı
(kesmelidir). Fakat kim bulamazsa hac
günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar."
İbn Abbâs burada: "Vatanlarınıza döndüğünüz
vakit" diye açıklamıştır. (Kurban olarak) bir
koyun yeterli gelir. Böylelikle aynı yıl hac ve umre menâsikini bir arada yapmış
oldular. Yüce Allah bunu Kitabında inzal
buyurmuş, Peygamberinin Sünnetinde
beyan etmiş ve Mekke halkı dışında kalan insanlar için bunu mubah kılmıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu,
aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir."
Yüce Allah'ın sözünü ettiği hac ayları ise Şevval, Zülkade ve
Zülhiccedir. Her kim bu aylar içerisinde temettü'
(haccı) yaparsa onun ya bir kurban kesmesi veya
oruç tutması gerekir. (Bir sonraki âyette geçen)
rafes cima (kadınlara yaklaşmak)tır. Fusuk
(kötü söz): Masiyetler, cidal
(kavga) ise tartışmak demektir.
Buhârî,
Hacc 37.
8- Aile İkametgâhı Mescid-i Haram'da
Olmayanların Yükümlülüğü, Kurban Kesmeleri ve Oruç Tutmaları:
Yüce
Allah'ın:
"Olmayanlar içindir"
âyeti olmayanlar üzerindedir, anlamındadır.
Yani Mekkeli olmayan kimseler üzerine kurban
vaciptir. Hazret-i Peygamber'in:
"Onlar için velâ şartını
koş"
Buhârî, Mükâteb 1, 3,
Şurût 13, Buyû’ 73; Müslim, Itk 8;
Muvatta’'', Itk 17.
hadisinde de böyledir. (Onlara karşı velâ şartını koş,
demektir). Yine yüce Allah'ın:
"Ve
şayet kötülük ederseniz kendinize"
(el-İsra, 17/7)
yani aleyhinizedir, âyeti de böyledir.
Burada temettü' ve kıran haccının
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre yabancı
kimse için sözkonusu olduğuna işaret vardır. Aynı şekilde Mescid-i Haram
çevresinde bulunanlar için -onlara göre- temettü' ve kıran haccı yapmak
sözkonusu değildir. Bununla birlikte Mekkelilerden bu şekilde hacceden olursa
bir cinayet kurbanı keser ve ondan birşey yemez. Çünkü bu bir temettü' kurbanı
değildir.
Şâfiî
ise der ki: Mekkeliler bu durumda temettü' ve kıran için kurban keserler. Bu
âyette yer alan "bu..." işareti kurban ile oruca racidir. Onlar için kurban
kesmek ve oruç tutmak sözkonusu değildir.
Abdülmelik b. el-Macuşûn ise
temettü' ile kıran haccı arasında fark gözeterek -önceden de ondan nakledildiği
üzere- kıran haccı yapılması halinde kurban kesilmesini vacip görürken, temettü'
haccında böyle bir yükümlülüğü düşürmektedir.
9- Aile İkametgâhının Mescid-i
Haram'da Olmayışı Ne Demektir?
Mescid-i Haram'da hazır bulunanlar
hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Bununla birlikte
-Mekkeliler ile oraya bitişik olanların Mekke'de hazır olanlar olduğu üzerinde
icma etmişlerdir. Taberî ise "Harem ehlinin
bunlardan olduğu üzerinde icma vardır" derken, İbn
Atiyye: "Durum onun dediği gibi değildir" demektedir. Kimi ilim adamı ise
şöyle der: Cuma namazı kılması gereken orada hazır bulunandır. Bu mesafeden daha
uzakta bulunan kimse ise hazır olmayan (bedevî)
sayılır. Bu görüşü kabul edenler âyet-i kerimedeki "hazır olmak" kelimesini
şehirlerde ikamet etmek veya çöllerde yaşamak
anlamları ile almıştır.
Mâlik ve arkadaşlan ise derler ki:
Burada kasıt Mekke halkı ile sadece Mekke'ye bitişik olan beldelerin halkıdır.
Ebû
Hanîfe ve arkardaşlarına göre ise bunlar Mikat sınırlan içerisinde
bulunanlar ile her bir taraftan Mikat'ın ötesinde bulunan kimselerdir. Mikat
sınırlan içerisinde kalanlar veya bunların
ötesinde kalanlardan olan herkes, Mescid-i Haram'da hazır bulunanlardandır.
Şâfiî ve arkadaşlan ise şöyle der: Bunlar
bulunduğu yerden Mekke'ye kadar gidecek olursa namazı kısaltması gerekmeyen
kimselerdir. Bu gibi yerler ise mikat bölgelerinin
(Mekke'ye) en yakın olanlarıdır. Bu âyet-i kerimenin bu âyeti ile ilgili
te'vilde selefin kabul ettiği görüşler de bu doğrultudadır.
10- O Allah'tan Korkun:
Yani
Allah'ın üzerinize farz kıldığı hususlarda
"Allah'tan korkun.."
Bir görüşe göre burada genel olarak takva
emredilmekte ve Allah'ın cezasının çetin oluşundan sakınmaları istenmektedir.
|