Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

23

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

154

Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız.

Bu, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimede yer alan:

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Rızıklanırlar..." (Âl-i İmrân, 3/169) âyetini andırmaktadır. Orada yüce Allah'ın izniyle şehitlere ve şehitlerin hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.

İleride de açıklanacağı üzere yüce Allah ölümden sonra onları rızıklandırmak üzere dirilteceğine göre, kâfirleri de azablandırmak üzere diriltmesi mümkündür. Bu âyet bir bakıma kabir azabına da delildir. Şehitler ise yüce Allah'ın buyurduğu gibi diridirler. Yoksa bu diriltileceklerdir, anlamına gelmez. Çünkü böyle olsaydı şehitler ile başkaları arasında bir fark olmazdı. Çünkü herkes diriltilecektir. Buna yüce Allah'ın:

"Fakat siz anlayamazsınız" âyeti delildir. Mü’minler ise ölümden sonra tekrar diriltileceklerini bilirler, anlarlar.

"Ölüler" kelimesinin merfu gelmesi bir gizli mübteda dolayısıyladır.

"Aksine onlar diridirler" âyeti de bu şekildedir. Yani onlar ölüdürler, demeyin. Aksine onlar diridirler, şeklindedir. Burada

"demeyin" kelimesinin amel etmesi (i'rabını değiştirmesi) doğru olmaz. Çünkü bunlar arasında bir ilişki yoktur.

155

Yemin olsun ki sizleri (biraz) korku açlık, mallardan, canlardan mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!

"Yemin olsun ki imtihan edeceğiz" âyetinde geçen: Bela (imtihan); güzel de olabilir, kötü de olabilir. Bunun aslı mihnet (imtihan edilmek) dır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet, 13. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Anlamı: Yemin olsun ki -önceden de belirtildiği gibi; karşılığını vermek sözkonusu olsun diye ortaya çıkartmak anlamında- mücahidlerle sabredenleri bilinceye kadar sizleri imtihan edeceğiz.

Konu ile ilgili şöyle denilmiştir: Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler için bir alâmet olsun diyedir. Böylelikle onlar da hak kendileri için apaçık belli olunca bu imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye.

Yüce Allah'ın bü hususu onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip kendilerine isabet edeceğini yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle kendilerini böyle bir imtihana hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla sarsıntıya uğramaktan uzak kalırlar. Ayrıca bu âyette azimli olmaya ve insanın kendisini hazırlamasına karşılık yüce Allah'ın sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de açıklanmıştır.

"Biraz ": Çoğul anlamında tekil bir kelimedir. ed-Dahhâk bunu çoğul olarak ": Birtakım şeylerle" diye okumuş, ancak çoğunluk tekil olarak okumuştur. Yani biraz korku, biraz açlık ile... Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu kelime kullanılmamıştır.

"Biraz korku"; İbn Abbâs'ın açıklamasına göre düşman ve Savaş korkusu ile. Şâfiî de şöyle demiştir: Buradaki korku, yüce Allah korkusudur.

İbn Abbâs'ın görüşüne göre kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gelecek açlıkla; Şâfiî'ye göre ise ramazan ayındaki açlık ile olmak üzere "(biraz) açlık", kâfirlerle Savaşla uğraşıldığından bir görüşe göre malları telef eden türlü musibetlerle, Şâfiî'ye göre farz kılınan zekât ile

"mallardan", İbn Abbâs'a göre cihadda öldürmekle ve ölmekle, Şâfiî'ye göre türlü hastalıklarla "canlardan", Şâfiî'ye göre kişinin yavrusu ileride de belirtileceği üzere seleften gelen haberde varid olduğu gibi, kalbinin meyvesi olduğundan dolayı çocukların ölümüyle; İbn Abbâs'a göre ise bitkilerin azlığı ve bereketlerin kesilmesi ile

"mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz."

"Sab'redenlere" sabrın sevabını

"müjdele!"

Sabr'ın asıl anlamı hapsetmek, alıkoymaktır. Sevabı ise belli bir miktara bağlı değildir, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/45'te) geçmiş bulunmaktadır. Fakat bu mükâfata ancak ilk sadme halinde gösterilen sabır ile ulaşılabilir.

Nitekim Buhârî, Enes (radıyallahü anh)'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sabır ancak ilk sadme ile birlikte olur." Buhârî, Cenâiz 32, 43, Ahkâm 11. Bu hadisi Müslim, ondan daha geniş bir şekilde kaydetmektedir. Müslim, Cenâiz 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23; Tirmizî Cenâiz, 13, 64; Nesâî, Cenâiz 22; İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, III, 130, 143, I, 375, 429, 451.

Yani sevabın kendisi sebebiyle oldukça büyüdüğü ve nefse ağır gelen sabır, ancak musibetin hücum ettiği ve sıcaklığını koruduğu esnada gösterilen dirençtir. Bu sabır kalbin metanetine ve sabır makamındaki sebatına delildir. Musibetin harareti geçtikten sonra herkes sabreder. İşte bu bakımdan şöyle denilmiştir: Aklı başında olan herkesin musibet esnasında, ahmak olanın üç gün sonra göstermekten başka çaresi olmayan şeyleri musibet esnasında göstermesi gerekir. Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Yüce Allah:

"Sabredenlere müjdele" diye buyurduğundan dolayı artık sabır (bizim için) bir yaşayış (biçimi) oldu.

Sabır iki. türlüdür: Allah'ın masiyetine karşı sabır. Böyle bir kişi mücahid demektir. Allah'a itaate karşı sabır. Böyle bir kişi de abid demektir. Kişi hem Allah'ın masiyetine karşı sabreder, hem Allah'a itaat üzre sabrederse yüce Allah ona kaza ve kaderine razı olmak meziyetini kazandırır. Bu rızanın alâmeti ise nefsin karşı karşıya kaldığı hoş olmayan ve sevilen şeylere karşı kalbin sükûnetini koruması, huzurunu bozmamasıdır.

el-Havvâs der ki: Sabır Kitab ve Sünnetin hükümleri üzere sebat göstermektir. Ruveym de sabır şekvayı terketmektir, der. Zünnûn el-Mısrî de: Sabır yüce Allah'tan yardım dilemektir, der. Üstad Ebû Ali der ki: Sabrın sınırı takdire itiraz etmemektir. Şikâyet etmek kastıyla olmaksızın belanın izhar edilmesi sabra aykırı değildir. Çünkü yüce Allah Hazret-i Eyyûb kıssasında onun:

"Ya Rab, bana bu dert gelip çattı" (el-Enbiya, 21/83) dediğini bize haber vermekle birlikte onun hakkında:

"Biz gerçekten onu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu" (Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır.

156

Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" diyenlerdir.

Âyetin tefsiri için bak:157

157

İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir.

Âyetine dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Musibet:

Mü’mine rahatsızlık veren ve ona gelip çatan herşey bir musibettir. Musibetin çoğulu masâib gelir. el-Masûbe de musibet gibidir. Araplar, bu kelimenin aslı itibariyle vâv olmakla birlikte çoğulunu hemzeli olarak "mesâib" şeklinde kullanmakta ittifak halindedirler. Onlar böylelikle aslî harfi zaid harfe benzetmiş gibidirler. Bu kelime asla uygun olan şekli ile "mesâvib" şeklinde de çoğul yapılabilir. Musâb kelimesi "isabet" anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Ey Sülemliler! Sizin selâm vererek size selâm bağışlayan birisine

(Vurup) isabet ettirmeniz, şüphesiz bir zulümdür."

ok deftere isabet etti, eder şekli kipinin bir şivesidir.

Musibet küçük dahi olsa insanın karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şeydir. Kötülük hakkında kullanılır.

İkrime'nin rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kandili bir gece sönünce o da: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz ona dönücüleriz" der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Evet, mü’mini rahatsız eden her şey bir musibettir."

Derim ki : Bu âyetin anlamı sahih hadiste sabittir. Müslim Ebû Said el-Hudrî (radıyallahü anh) ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan her ikisinin de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu dinlemişlerdir: "Mü’mine isabet eden her bir bitkinlik, yorgunluk, hastalık ve üzüntü, hatta kişiyi üzen her bir keder dolayısıyla mutlaka Allah günahlarından bir kısmını örter."

2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ Lillahi ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Demek:

İbn Mâce, Sünen'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe anlattı, bize Veki' b. el-Cerrah, Hişam b. Ziyad'dan o annesinden, o Fatıma bint el-Hüseyin'den, o babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kime bir musibet gelip çatarsa, o da musibetini hatırladığında yeniden istircâ'da bulunursa (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn, derse) o musibetten bu yana geçen uzun zaman olsa dahi Allah onun için o musibet ile karşı karşıya kaldığı günkü ecrin benzerini yazar." Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1

3- En Büyük Musibet Dindeki Musibettir:

Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) el-Firyabî'den şöyle dediğini nakletmektedir İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, I, 201. M. F. Abdulbaki'nin neşri. Bize Fıtr b. Halife anlattı, bize Atâ b. Ebi Rebâh Kurtubî baskılarında Atâ b. Ebî Rebâh olmakla birlikte, İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, III, 322'de Atâ b. Ebî Reyâh'tır. Ancak doğrusu Reyâh değil, Rebâh olmalıdır. Hadis mürseldir. Aynı anlamdaki bir rivâyet, Muvatta’'', Cenâiz 41'de yer almaktadır. Ancak bu da mürseldir. Benzeri diğer rivâyetler ve kaynakları için bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XIX, 322 vd.; el-İstizkâr, VIII, 335 vd. anlattı, dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığında benim (vefatım) ile karşı karşıya kalacağı (kaldığı) musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden birisidir." Bunu es-Semerkandî Ebû Muhammed, el-Müsned'inde şöylece rivâyet etmiştir: Bize Ebû Nuaym haber verdi dedi ki: Bize Fıtr b. Halife haber verdi... deyip hadisi aynen o da zikretti. Bunun bir benzerini de Mekhûl'den mürsel senediyle kaydetti. Bk. es-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, I, 169-170

Ebû Ömer der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru söylemiştir. Çünkü onun vefatıyla karşı karşıya kalınan musibet müslümanın ondan sonra kıyâmet gününe kadar karşı karşıya kalacağı bütün musibetlerden daha büyüktür. Vahiy kesilmiş, nübüvvet ölmüştür (sona ermiştir). Onun vefatından sonra ortaya çıkan ilk büyük kötülük, Arapların irtidİsmi ile başgöstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp gitmiştir. Bu ise hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir. Ebû Said der ki: Daha Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabrinin topraklarından ellerimizi silkelememiştik ki kalplerimizi tanımaz hale geldik. Ebû'l-Atahiye bu Hadîs-i şerîfin anlamını nazım halinde şu şekilde çok güzel ifade etmiştir:

"Sabret, her musibete yiğitçe katlan

Bil ki kişi ebedi kalmaz

Görmez misin musibetlerin pek çok olduğunu

Ve aynı zamanda ölümün kulları beklediğini?

Şu gördüklerinden kime bir musibet isabet etmemiş ki?

Bu senin tek yolcusu olmadığın bir yoldur.

Sen Muhammed'i ve onun musibetlerini hatırladığında

Senin Peygamber Muhammed'i kaybetmekle uğradığın musibeti de an!"

4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ İleyhi Râciun):

"Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir." Şanı yüce Allah bu kelimeleri musibetlere uğrayanlar için bir sığınak, türlü mihnetlerle karşı karşıya kalanlar için bir korunak kılmıştır. Çünkü bu kelimeler pek çok mübarek manayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın:

"Muhakkak biz Allah'ınız" âyeti tevhiddir. Ubudiyyeti ve Allah'ın mülkü altında olduğunu ikrar ve ifade etmektir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" âyeti ise canlarımızın öleceğini ve kabirlerimizden diriltileceğini ikrar etmektir. Bütün işlerin O'na ait olduğu gibi tekrar O'na döneceğine dair yakînin ifadesidir.

Saîd b. Cübeyr (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelimeler bizim peygamberimizden önce herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub (aleyhisselâm) bu kelimeyi bilmiş olsaydı:

"Ey Yûsuf’un ayrılığının kederi, gel, şimdi gelişinin tam zamanıdır!" (Yusuf, 12/84) demezdi.

5- Musibet Anında Istircâ'da Bulunmak:

Ebû Sinan der ki: Oğlum Sinan'ı defnettim. Bu sırada Ebû Talha el-Havlanî kabrin kıyısında idi. Çıkmak istediğimde elimden tuttu, beni teselli edip şöyle dedi: Sana bir müjde vereyim mi ey Sinan'ın babası, bana ed-Dahhak Ebû Mûsa'dan anlatarak dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın kullarından birinin oğlu vefat ettiğinde Allah meleklerine: Kulumun oğlunun canını mı aldınız der, onlar: Evet derler. Allah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız diye sorar, melekler: Evet derler. Yine sorar: Peki kulum ne dedi? Melekler: Sana hamdetti, istircâ'da bulundu, derler. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurur: Haydi kulum için cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi ismini veriniz." Tirmizî, Cenâiz 36; Müsned IV, 415

Müslim, Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir müslümana bir musibet gelip çattı mı o da aziz ve celil olan Allah'ın kendisine emrettiği şekilde: Muhakkak biz Allah'ınız ve şüphesiz biz ona dönücüleriz. Allah'ım, bu musibetimin ecrini bana ver, onun yerine bana ondan daha hayırlısını ihsan buyur, diyecek olursa mutlaka Allah da ona ondan daha hayırlısını verir." Müslim, Cenâiz 3-4; Ebû Dâvûd, Cenâiz 18; Tirmizî, Deavât 83; İbn Mâce, Cenâiz, 55.

İşte bu, yüce Allah'ın:

"Sabredenlere müjdele" âyetine dikkatimizi çekmektedir. Onun yerine daha hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah'ın Umm Seleme'ye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı vermesi türünden olur, çünkü kocası Ebû Seleme vefat edince Resûlüllah onunla evlenmişti, ya da pek çok büyük sevaplar vermesiyle olur. Ebû Mûsa'nın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte olduğu gibi. Bazen her ikisini ihsan ederek de olabilir.

6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri:

"İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerindedir." Bunlar yüce Allah'ın sabredip istircâ'da bulunanlara verdikleri ni'metleridir. Allah'ın kuluna salât getirmesi, onu affetmesi, ona rahmet buyurması, bereketi, dünya ve ahirette onu şereflendirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın salâtı gufran ve güzel övgüdür. Ölü üzerine salât getirmek (namaz) da ona övgü ve ona dua etmek demektir. Ayrıca

"rahmet"in tekrar edilmesi ise lâfzın değişmesi dolayısıyladır ve bu anlama daha güç kazandırmak ve pekiştirmek içindir. Başka yerlerdeki:

"Apaçık âyetleri ve hidâyeti." (el-Bakara, 2/159) ile

"Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanırlar?" (ez-Zuhruf, 43/80) âyetinde de bu türden ifadeler kullanılmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Yahya'ya ve onun yolunda olanlara

Kerîm bir Rab ve itaat edilir bir şefaatçi salât getirsin."

Burada rahmet ile, sıkıntının açılması ve ihtiyacın giderilmesinin kastedildiği de söylenmiştir. Buhârî'de Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmektedir: "İki denk ve ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir: Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında:

"Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir. İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir." (âyetini okudu)

Hazret-i Ömer burada iki denk ile salât getirmeyi ve rahmeti, ilave ile de hidâyete iletmeyi kastetmektedir. İki denk şey'in sevaba hak kazanmak ile çokça ecrin verilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Musibetlerin kolaylaştırılması, kederin hafifletilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir.

158

Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Gönül isteği ile her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah, şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir.

Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivâyetler:

Buhârî'nin Âsım b. Süleyman'dan rivâyetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik’e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında tavaf etmenin) cahiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi." Buhârî, Cenâiz 43 (2) Buhârî, Hacc 80.

Tirmizî'nin de rivâyetine göre Urve şöyle demiş: Ben Âişe'ye şöyle dedim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi: Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellef’deki tağût olan Menat için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler. Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah:

"Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebû Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir cahiliyye işidir. Ensar'dan olan başkalan ise şöyle dediler: Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebû Bekr b. Abdurrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerîme hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir hadistir." Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12.

Buhârî de bu manada bu hadisi rivâyet etmiştir. Oradaki rivâyette yüce Allah:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır:

Âişe dedi ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz." Sonra bunu Ebû Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin -Âişe'nin zikrettiklerinden başka- şunu sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur'ân-ı Kerîm'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, biz Safa ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce Allah:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebû Bekr der ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerîme her iki kesim hakkında nazil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nazil olmuştur. Buhârî, Hacc 79. Hazret-i Âişe'den gelen bu rivâyetin değişik şekilleri için bk: Buhârî, Umre 10, Tefsir 2. sûre 21 ve 53. sûre 3; Müslim, Hacc 259-261; Ebû Dâvûd, Menâsik 55;" Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12; Nesâî, Menâsik 168; İbn Mâce, Menâsik 43; Muvatta’', Hacc 129; Müsned, VI, 162, 227.

Tirmizî Âsım b. Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Enes b. Mâlik'e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile Merve cahiliyye döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindeadir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa'y) tatavvudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:)

"Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." Tirmizî, Tefsir 2. sûre 13.

Bu hadisi Buhârî de rivâyet etmiştir. Buhârî, Hacc 80.

İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Hâkîm, el-Müstedrek, II, 271, Müslim'in şartına göre sahih olduğu kaydıyla.

eş-Şa'bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

2- Safa ile Merve'nin Anlamı:

Sözlükte Safa kelimesinin asıl anlamı düzgün taş demektir. Burada ise Mekke'de bilinen tepenin adıdır. Merve de aynı şekilde bir tepenin adıdır. Bundan dolayı âyet-i kerimede her ikisinden de harf-i tarifli olarak söz edilmektedir.

Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen (mustafa) Hazret-i üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hazret-i Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin ismi müennes (dişil)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

eş-Şa'bi der ki: Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. İşte bundan dolayı birisinin ismi müzekker, öbürünün ismi da müennes oldu ve önce ismi müzekker olan sözkonusu edildi. Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü zikredilen Hadîs-i şerîfler böyle bir manaya delalet etmektedir. Her ikisi arasında tavaf etmekten hoşlanmayanların hoşlanmayışlarının tek sebebi de budur. Bu hususta Allah mahzuru ortadan kaldırıncaya kadar bu böyle sürdü.

Kitap ehlinin iddia ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safa ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Safâ'nın çoğulu "Safât" gelir ve düzgün taş anlamındadır. Safâ'nın tekil bir isim olduğu, çoğulun ise Sufiyyun ve Âsfâ şeklinde geldiği de söylenmiştir. Recez vezninde şair şöyle demiş:

"Sanki onun iki ipi de üzerine saçılmış su damlalarından dolayı

Düzgün taşlar üzerindeki kuşların pisliklerini andırıyordu."

Taşın Safa ismini alması için beyaz ve sert olması şartının da bulunduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre bunun türediği kök dır. Yani toprak've çamurdan arınmış taş demektir.

Merve (tekili merv gelir) ise nisbeten yumuşak küçük taşlar demektir. Sert taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Doğrusu şu ki, Merve parçalanıp etrafı incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır. Çoğunlukla bu tür taşlar hakkında merve tabiri kullanıldığı gibi sert olan taşlar hakkında kullanıldığı da olur.

Şair der ki:

"Yeri yumuşak bir ayakkabı" edindi

Merve (sert taşlara) rast geldi mi de ezer geçer."

Ebû Zueyb de der ki:

"Öyle ki ben musibetlere karşı bir merve (sert taşlar) gibiyim;

Muşakkardaki Safa kalası gibi her gün dövülen."

Merve'nin siyah taşlar demek olduğu söylendiği gibi, ateş çakmaya yarayan parlak beyaz taşlar (çakmak taşı) olduğu da söylenmiştir.

3- Allah'ın Şe'âiri:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerinden (şe'âirinden)dir."

Allah'ın alâmetlerinden ve ibadet yerlerindendir.

Şeâir kelimesi şe'îra kelimesinin çoğuludur. Şeâir, yüce Allah'ın alâmetlendirdiği ibadet yerleridir. Yani insanlar için alâmet olarak tesbit ettiği vakfe yeri, Sa'y ve kurban kesme yeridir. Şiar, alâmet demektir. Devenin hörgücüne bir demir batırmak suretiyle alâmet yapmaya, hediyelik kurbanların iş'ârı denilir. Şair el-Kümeyt der ki:

"Onları ardı ardına nesil nesil öldürüyoruz.

Sen onları şöyle görürsün:

Kendileri kurban edilerek (Allah'a yaklaşılan) kurbanlıkların şeâiri gibi."

4- Haccın Kelime Anlamı:

"Her kim Beyt'i hac eder" yani kasteder... Haccın asıl anlamı kastetmektir. Şair der ki:

"Avfoğullarından gelip konaklamış pek çok aile görüyorum

Bunların hepsi de zaferân ile boyanmış Zibrikanın örtü ve sarığını hac (ziyaret etmeyi kast) ediyorlar."

Doktorun kafadaki yarayı elindeki mil ile derinliğini ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Dibinde çökme olan beyin zarına kadar ulaşmış (me'mûme) olan yarayı haccediyor (elindeki mil ile derinliğini ölçüyor)."

Daha sonra bu isim, Beytü'l-Haram'ı özel birtakım fiilleri yerine getirmek üzere kastetmek için kullanılır olmuştur.

5- Umre:

".... veya umre yaparsa" yani ziyaret ederse. Umre ziyaret etmek demektir. Şair der ki:

"Ma'meroğlu umre (ziyaret) yapınca

Uzaktan uzağa, uzak bir yere yükseldi ve ileriye atılmak için

ayaklarını bir araya topladı."

6- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmek:

"Onlar arasında tavaf emesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani günah yoktur. (Âyet-i kerimede geçen kelime: Cünâh şeklindedir.) Bu kelimenin aslı meyletmek anlamına gelen "cünûh"tan gelmektedir. Eğri olduklarından dolayı azalara "el-cevânilı" adının verilmesi de burdan gelmektedir. Hazret-i Âişe'nin bu âyet-i kerimeye dair açıklaması bundan önce geçmiş bulunmaktadır.

İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Bu hususta söylenecek sözün tahkiki şudur: Bir kimsenin: "Bu işi yapmaktan dolayı senin için bir vebal yoktur" denildiği vakit o yapılan fiilin mubah olduğu ifade edilmektedir. Buna karşılık: Senin bu işi yapmamanda senin için bir vebal yoktur, denilmesi ise o fiilin terkedilmesinin mubah olduğunu ifade eder. Urve yüce Allah'ın:

"Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetini görünce şöyle dedi: İşte bu tavafın terkedilmesinin câiz olduğunun delilidir. Diğer taraftan şeriatın tavafın uygulanmasını esas aldığını, terkedilmesinde bir ruhsat görmediğini görünce bu iki çatışan durumun birbiriyle telif edilmesini istedi. Hazret-i Âişe de ona:

"Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" âyetinin tavafın terkedilebileceğine dair delil olmadığını, aksine eğer: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde olsaydı terkine delil olabileceğini söyledi. O halde oradaki bu ifade tavafın terkinin mubah olduğunu belirtmek için değildir ve buna dair bir delil de taşımamaktadır. Aksine bu âyet, cahiliyye döneminde bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek cahiliyye döneminde ikisi arasında tavaf eden kimselerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve bununla yüce Allah onlara eğer tavaf eden kimsenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını onlara bildirmiştir."

Denilse ki: Atâ'nın İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde okumuştur. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de böyledir. Ubey b. Ka'b'ın Mushaf ında da böyle olduğu rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda Enes'ten de buna benzer bir rivâyet gelmiştir.

Cevap şudur: Bu, mushafta bulunanın hilafınadır. Mushafta sabit olan kıraat, sahih olup olmadığı bilinmeyen bir kıraat dolayısıyla terkedilemez. Diğer taraftan Atâ, İbn Abbâs'tan bizzat işitmeksizin çokça mürsel rivâyet naklederdi. Bu hususta Enes'ten gelen rivâyet hakkında ise bunun sağlam bir şekilde zaptedilmediği söylenmektedir veya buradaki "(olumsuzluk ifade eden) lâ" te'kid için zaid olarak gelmiştir. Şairin dediği gibi:

"Ben beyaz tenli kadınları alay ediyorlar diye kınamıyorum.

Saçına ak düşmüş oldukça çirkin görünümlü kişiyi gördüklerinde."

Burada olumsuzluk edatı olan (ellâ'daki) lâ zaid kabul edildiğinden tercüme edilmedi.

7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin Uygulaması:

Tirmizî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye geldiğinde Beytullah'ın etrafında yedi defa tavaf etti ve:

"Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" (el-Bakara, 2/125) âyetini okudu ve Makam-ı İbrahim'in arkasında (iki rekat) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Esved'e gitti, onu istilam etti. Sonra da: "Yüce Allah'ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz" deyip (sa'yine) Safâ'dan başladı ve:

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini okudu. Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. İlim ehline göre uygulama da bu şekildedir. Tavafa Merve'den önce Safâ'dan başlanır. Eğer Safâ'dan önce Merve'den başlayacak olursa bu sayılmaz ve Safâ'dan başlar. Tirmizî, Hacc, 33, Tefsir 2. sûre 14.

8- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmenin Hükmü:

İlim adamları Safa ile Merve arasında sa'yın vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî ve İbn Hanbel sa'ym bir rükün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşü de budur. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Sa'y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa'yetmeyi yazmıştır." Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Dûrakutnî, II, 255.

Yazmak ise farz kılmak anlamındadır. Çünkü yüce Allah:

"Oruç sizin üzerinize de yazıldı" (el-Bakara, 2/183) diye buyurmaktadır. Hazret-i Peygamber'in: "Beş vakit namazı Allah kulları üzerine yazmıştır" Muvatta’'', Salâtu’l-Leyl 14; Ebû Dâvûd, Vitr 2; Nesâî, Salât 6; İbn Mâce, İkame 194. diye buyurmaktadır. İbn Mâce de Şeybe'nin bir Umm veledinden (yani kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesinden) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Safa ile Merve arasında sa'yederken ve bu arada: "el-Abtah (vadisi) ancak koşarak katedilir" diye buyurarak, Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini gördü. İbn Mâce, Menâsik 43.

Unutarak ya da kasten sa'yin bir tek şavtını (turunu) dahi terkedecek olsa beldesinden yahut hatırladığı yerden Mekke'ye geri döner, tavaf eder, sa'yeder. Çünkü sa'y ancak tavafa bitişik (onun ardından) yapılır. İmâm Mâlik'e göre bu ister hacda isterse de - farz olmamakla birlikte - umrede olsun böyledir. Eğer bu arada kadınlara yaklaşmış ise İmâm Mâlik'e göre menâsikinin tamamlanması ile birlikte bir umre ve bir hediye kurbanı gerekir. Şâfiî'ye göre ise sadece hediye kurbanı gerekir. Geri dönüp tavaf ve sa'yi yaptığı takdirde ise umrenin bir anlamı yoktur.

Ebû Hanîfe ve arkadaşları es-Sevrî ve en-Nehaî de şöyle demektedirler: Sa'y vacip değildir. Hacılardan bir kimse sa'yi terkedip de sa'yetmeksizin ülkesine geri dönerse kurban keserek bunu telafi eder. Çünkü sa'y haccın sünnetlerinden bir tanedir. Bu, aynı zamanda İmâm Mâlik'in el-Utebiyyedeki İmâm Mâlik mezhebinde muteber bir fıkıh kitabı. Müellifi Muhammed b. Ahmed b. Abdilaziz el-Uteb (v. 254. H.)'ye nisbetle böyle anılır. bir görüşü olarak kaydedilmektedir. Hanefî mezhebinde Sây'ın hükmü vücubtur. Terkinin cezası da merhum müfessirimizin belirttiği gibidir. (Bk. Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 88,174). Hükmünü "sünnet" diye ifade etmesi Hanefî mezhebi ile diğer mezheblerin ıstılahlara dair tarif farklılıklarına bağlıdır.

İbn Abbâs, İbn ez-Zübeyr, Enes b. Mâlik ve İbn Sîrin'den sa'yin tatavvu olduğuna dair rivâyet gelmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Gönül isteği ile kim bir hayır işlerse (tatavvuda bulunursa)" diye buyurmaktadır.

Hamza ile Kisaî meczum muzari olarak diye okurlar. Aynı şekilde şeklinde de okurlar. Geri kalanları ise mazi olarak diye okurlar.

Tatavvu: Mü’min kişinin kendiliğinden bir işi yapması demektir. Buna göre her kim nafile olarak birşey yaparsa Allah onu şükür ile karşılar. Allah'ın kula şükretmesi ise itaatinin sevap ve ecrini vermesi demektir/

Bu konuda sahih olan görüş belirttiğimiz hususlar sebebiyle Şâfiî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ın kabul ettiği görüştür. Diğer taraftan Hazret-i Peygamber'in: "Menâsikinizi benden öğreniniz" Yakın ifadelerle: Müslim, Hacc 310, Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâi, Menâsik 220; Müsned, III, 318. diye buyurmuş olması da onun bu görüşünü desteklemektedir. Böylelikle bu, haccın mücmel ifadesini açıklayan bir beyan olur. O halde bunun (yani sa'yin) da farz olması gerekir. Hazret-i Peygamber'in rek'atlerinin sayısını açıklaması ve -sünnet ya da tatavvu olduğu üzerinde eğer ittifak olmamış ise- bu kabilden olan diğer hususlara dair beyanı gibidir. Tuleyb der ki: İbn Abbâs, Safa ile Merve arasında tavaf eden (sa'yeden) birtakım kimseler görür ve şöyle der: İşte bu anneniz İsmail'in annesinin size miras bıraktığı bir davranıştır. Derim ki: Bu, ileride İbrahim Sûresi'nde (İbrahim, 14/37. âyetin açıklamasında) açıklanacağı üzere Buhârî'nin hadisinde Buhârî, Enbiya 9'daki hadislere işaret etmektedir. de sabit olan bir husustur.

9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında Binekli Olarak Tavaf Edip Sa'yetmek:

Ka'be'nin etrafında olsun Safa ile Merve arasında olsun özürsüz olarak binek üzerinde tavaf edip sa'y yapmak câiz değildir. Eğer özürlü olarak tavaf ederse bir kurban kesmesi gerekir. Özürsüz tavaf ederse eğer Beytullah'ın yakınında ise iade eder. Şayet oradan ayrılmış ise bir hediye kurbanı gönderir.

Bunu bu şekilde söylememizin sebebi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat tavaf ederek: "Menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuş olmasıdır. Bunu bir özür sebebiyle câiz kabul edişimiz ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesi üzerinde tavaf etmekle birlikte elindeki asâ ile rüknü (Hacer-i Esved'i) istilam etmesidir. Ayrıca kendisine "rahatsızım" diyen Hazret-i Âişe'ye: "Bineğinin üzerinde olduğun halde tavaf edenlerin arkasından sen de tavaf et" demiş olmasıdır. Buhârî, Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258; Ebû Dâvûd, Menâsik 48; Nesâi, Hacc 138, 139.

Mezhebimize mensup ilim adamları deve üstünde tavaf etmekle bir insanın sırtında tavaf etmek arasında fark gözetmişlerdir. Eğer bir insanın sırtında tavaf edecek olursa bu yeterli değildir. O takdirde tavaf etmiş olmaz. Asıl tavaf eden onu taşıyan kimsedir. Şayet bir deve üzerinde tavaf edecek olursa o zaman bizzat kendisi tavaf etmiş olur. İbn Huveyzimendad der ki: Bu, ihtiyarî bir ayırım gözetmedir. Bunun yeterli olup olmamasına gelince; yeterlidir. Nitekim bayılıp da taşınarak tavaf ettirilen veya taşınarak Arafat'ta vakfe yaptırılan kimsenin (bu tavaf ve vakfesinin) yeterli olduğunu görüyoruz.

159

Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenlere; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecekler lanet eder.

Âyetine dair açıklamalarımızı yedi başlık altında ele alacağız.

1- Allah'ın İndirdiklerini Gizleyenler:

Yüce Allah, indirmiş olduğu apaçık âyetlerini ve hidâyeti gizleyenlerin lanetlenmiş olduğunu haber vermektedir. İlim adamları bununla kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini gizleyen yahudi âlimleri ile hıristiyan rahiplerinin kastedildiği söylenmiştir. Yahudiler ayrıca (zina eden kimselerin) recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir.

Bununla hakkı gizleyenlerin kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyulan Allah'ın dininden olan herhangi bir bilgiyi gizleyen herkes hakkında genel bir hüküm ifade etmektedir. Bu husus Hazret-i Peygamber'in şu Hadîs-i şerîfiyle açıklanmaktadır: "Bildiği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyâmet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır." Bu hadisi Ebû Hüreyre ve Amr b. Âs rivâyet etmiş olup İbn Mâce bunu kitabında kaydetmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, İlm 9; Tirmizî, İlm 3; İbn Mâce, Mukaddime 24; Müsned, II, 263, 305, 344, 353, 495.

Ancak Abdullah b. Mes'ûd'un şu söyledikleri de bununla çatışma halindedir: Sen bir topluluğa akıllarının ermediği bir söz söyleyecek olursan mutlaka bu onların bir kısmını fitneye düşürür. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri anlat. Siz Allah'ın ve Rasûlünün yalanlanmasını hiç arzu eder misiniz?" Buhârî, İlm 49'da bab başlığından sonra: "Ali dedi ki..." diyerek nakletmekte. Hazret-i Peygamber'in hadisi olarak zikretmemektedir.

Ancak bu birtakım bilgilere dair bir hüküm olarak yorumlanır. Kelam ilmi ile bütün avamın eşit bir şekilde anlayamayacağı hususlar böyledir. Buna göre alim olan kimsenin anlaşılacak şeyleri anlatması ve her insanı konumuna göre değerlendirmesi gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması:

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın: "Şayet yüce Allah'ın kitabındaki bir âyet-i kerîme olmasaydı size tek bir Hadîs-i şerîf dahi nakletmezdim" Ebû Hüreyre'den gelen rivâyet Buhârî, tim 42 ile İbn Mâce, Mukaddime 24'de "... iki âyet olmasaydı.." şeklindedir. "Bir âyet olmasaydı..." şeklindeki ifade ise Buhârî, Vudû' 24 ile Müslim Tahâre 6; Muvatta’''Tahâre 29'da olup bu rivâyet de Hazret-i Osman'dan gelmektedir. derken kastettiği âyet-i kerîme budur.

İlim adamları bu âyet-i kerimeyi hak olan ilmi tebliğ etmenin ve ücret almaksızın herkese ilmi açıklamanın vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü kişinin yapmakla mükellef olduğu bir iş için ücrete hak kazanması sözkonusu değildir. İslâm'a girdi diye ücrete hak kazanamayacağı gibi. Buna dair açıklamalar bundan önce (el-Bakara, 2/41 âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimenin ne anlama geldiğinin tahkiki şöyledir: İlim adamı eğer ilmi gizlemek maksadını güderse asi olur. Böyle bir maksat gütmezse bu bilgiye başkasının da sahip olduğunu bildiği takdirde tebliğ etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususta kendisine soru sorulanın bu âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf dolayısıyla tebliğ etmek görevidir.

Şu kadar var ki İslâm'a girinceye kadar kâfir olan kimseye Kur'ân-ı Kerîm'in ve ilmin öğretilmesi câiz değildir. Aynı şekilde bid'atçi olan bir kimseye cedel (tartışma) ve delil getirme yöntemlerini hak ehliyle tartışsın diye öğretmek de câiz değildir. Yine haksızca karşı tarafın malını alsın diye hasımlardan birisine bir delil öğretmesi de câiz değildir.

Yönetici olan kimseye raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde te'vil de öğretmek câiz değildir. Yasakları işlemek, vacipleri terketmek ve benzeri neticelere varmak için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde sıradan kimseler (süfehâ) arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak câiz değildir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu öğretmeyiniz. O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz."

Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Domuzların boynuna incileri asmayınız." Hazret-i Peygamber bununla fıkhı ehli olmayan kimselere öğretmeyi kastetmektedir.

Suhnûn der ki: Ebû Hüreyre ile Amr b. el-As'ın rivâyet ettikleri hadisler şahitlik etmeye dairdir. Ancak İbn Arabî der ki: Sahih olan bunun hilafıdır. Çünkü Hadîs-i şerîfte: "Her kime bir bilgiye dair soru sorulursa" denilmektedir. "Şehadete dair sorulursa" denilmemektedir. Zahiri üzre nassı kabul etmek -onu izale edecek bir başka delil gelinceye kadar böyle kalmak- ise gerekli bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid:

"Muhakkak İndirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti" âyeti nass ile tesbit edilenleri de naslardan çıkartılan hükümleri de kapsamaktadır. Çünkü

"hidâyet" ismi bunların hepsini kapsamına alır.

Ayrıca bunda vâhid haber ile amel etmenin gereğine de delil vardır. Çünkü bu haberi nakledecek kimsenin, ancak sözünün kabul edilmesi gerekmiş olması halinde beyanda bulunması icabeder. Ayrıca yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede) "ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye buyurmakta ve onların haberleriyle beyanın gerçekleşmiş olacağını hükme bağlamaktadır.

Bu âyetin: Onların her birisine gizlemenin yasaklanması beyanda bulunmasının da emredilmesi ve böylelikle haber verenlerin çoğalarak onlar vasıtasıyla haberin tevatür derecesine ulaşması anlamına gelmesi de mümkündür, denilecek olursa cevabımız şu olur:

Böyle bir kanaat yanlıştır. Çünkü onlara ancak bu hususta anlaşmaları mümkün olabilen kimseler olduklarından dolayı gizlemeleri yasaklanmıştır. Gizlemek üzere birbirleriyle anlaşmaları mümkün olan kimselerin (gizledikleri bilginin, olmadığını bildirmelerine dair) verecekleri haberin ilmi gerektirmesi sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

4- Gizlenmesi Câiz Olan Şeyler:

Yüce Allah'ın:

"Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti..." diye buyurması bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin câiz olduğunu göstermektedir. Özellikle de açıklanmaması câiz olan bu şeyleri, açıklanması sakıncalı olacaksa gizleyebilirle daha da pekişmiş olur. Ebû Hüreyre böyle bir açıklamayı korkunca terketmiş ve şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan iki kap dolusu (ilim) belledim. Bunlardan birisini etrafa saçtım (öğrettim), diğerini ise saçacak olursam şu boğazım kesilir. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, İlm 42.

İlim adamları der ki: Ebû Hüreyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı taktirde kendisi adına fitneye (azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldürülmekten korktuğu bilgi, fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak tayini ve bu türden olup apaçık âyetler ve hidâyet ile ilgisi olmayan şeyler ile alakalıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

5- Apaçık Şekilde Bildirdikten Sonra:

"Kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra" âyetinden kasıt indirilen apaçık âyetler ve hidâyettir. Kitap da burada cins isimdir. Allah tarafından indirilmiş bulunan bütün kitaplar kastedilmektedir.

6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar:

"İşte onlara hem Allah lanet eder" onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine: Lanetim üzerinize olsun, der. Tıpkı lanetli İblise dediği gibi:

"Ve Benim lanetim kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir." (Sâd, 38/78)

Sözlükte lanet etmenin asıl anlamı, uzaklaştırmak ve kovmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

7- Lanet Ediciler Kimlerdir?

"Hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyeti ile ilgili olarak Katâde ve er-Rabi' şöyle demişlerdir:

"Lanet edebilecekler"den kasıt, melekler ve mü’minlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu, açıktır ve sözün muktezasına uygundur.

Mücâhid ve İkrime der ki: Bunlar haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamları günahları sebebiyle kuraklığa mahkûm olurlar, o bakımdan bu kötü âlimlere bu haşerat ve hayvanlar lanet ederler.

ez-Zeccâc der ki: Doğrusu ise "lanet edebilecekler"den kastın meleklerle mü’minler olduğudur. Bundan kastın yeryüzündeki hayvanların olmasına gelince; bunun hakikati ancak konu ile ilgili bilgi sahibi olmamızı gerektiren bir nas veya bir haber ile anlaşılabilir, öğrenilebilir. Bu hususta ise biz herhangi bir şey bulamadık.

Derim ki: Bu hususta el-Berâ b. Âzib (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği bir habergelmiş bulunmaktadır. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"İşte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyeti ile ilgili olarak: "İşte bunlar yeryüzünde hareket eden hayvanlardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce, Muhammed b. es-Sabbah'tan şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ammâr b. Muhammed, Leys'ten o Ebû'l Minhal'dan o Zâzân'dan o da el-Berâ'dan haber vererek dedi ki:.. İbn Mâce, Fiten 22. Hadiste sözü edilen el-Leys b. Ebî Süleym ile ilgili hadis âlimlerinin değerlendirmeleri için bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl, IV, 340-343; İbn Hacer, Takribu't-Tehzlb, II, 138.

Hadisin senedi hasendir.

Eğer: Peki burada akıl sahibi olmayan varlıklar nasıl akıl sahibi olan varlıkların çoğulu gibi çoğul yapılmıştır? denilecek olursa şu cevabı veririz: Çünkü aklı ermeyen bu yaratıklara aklı erenlerin yaptıkları bir iş isnad edilmiştir. Nitekim yüce Allah (Hazret-i Yusuf sözlerini aktararak, güneşi, ay'ı ve onbir yıldızı kastederek ve akıl sahibi olanlara has çoğul şekliyle):

"Onların bana secde ettiklerini gördüm" (Yusuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Burada cansızlar gibi çoğul yapılmamıştır. Ayrıca yüce Allah (organlara hitaben):

"Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" (Fussilet, 41/21);

"Onları sana bakar görürsün.." (el-A'raf, 7/198) diye buyurmaktadır. (Burada da akılsız varlıklar akıl sahibi varlıklar gibi çoğul yapılmıştır). Buna benzer örnekler pek çoktur. Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.

el-Berâ b. Âzib ve İbn Abbâs da: "Lanet edebileceklerden kasıt, cinler ve insanlar dışındaki bütün yaratıklardır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Kâfire kabrinde darbe indirildiği vakit bağırır. Onun bu bağırmasını, insanlar ve cinler dışında herkes işitir ve bağırtıyı işiten herkes de ona lanet okur." Kabir nimet ve azabını dile getiren uzunca hadisin bir bölümünü teşkil eden bu hadis örnek olarak: Enes b. Mâlik'ten: Buhârî, Cenâiz 68, 87, Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 110; Müsned, III, 126, 234'te; Beni b. Âzib'ten: Ebû Dâvûd, Sünne 24; Müsned, IV, 296'da geçmekte. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, l, 391'de şunları söylemektedir: "İbn Mâce, İbnu’l-Münzir ve İbn Ebi Hatim, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir cenazede bulunuyorduk. Şöyle buyurdu: Kâfire iki gözü (kaşı) arasına öyle iki darbe indirilir ki, insanlarla cinler dışında herkes onun sesini işitir, sesini işiten her canlı hayvan ona lanet okur..." Hem Kurtubi’nin, hem Süyûtî'nin kast ettikleri hadis İbn Mâce, Fiten 22'de yer alan 4021.

İbn Mes'ûd ve es-Süddî de şöyle der: Arkadaşına lanet edip de bu lanetin semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya inip de hakkında lanetin okunduğu kişiyi bu işe ehil (lâyık) görmeyince onu söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de bu işe ehil olmadığını bulur. Bu sefer gider yüce Allah'ın indirdiğini gizleyen yahudilere konar. İşte yüce Allah'ın:

"Hem de lanet edebilecekler lanet eder" âyetinin anlamı budur. Yahudilerden ölenlerden bu lanet artık kalkar. Bu sefer bu lanet geriye kalan yahudiler üzerine iner.

160

Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet edenim.

"Ancak tevbe edenler" âyeti ile yüce Allah tevbe edip amellerini, sözlerini düzelten ve tevbeleri ile yüce Allah'a dönen kimseleri istisna etmektedir.

Bizim ilim adamlarımıza göre kişinin: tevbe ettim, demesi bu sözünden sonra, önce yaptıklarının aksi kendisinden görülmedikçe yeterli değildir. Eğer kişi irtidat etmiş ise İslâm'ın şer'î hükümlerini açıktan izhar ederek İslâm'a döner. Eğer kişi çeşitli masiyetler işleyen bir kimse ise ondan salih amelin açıkça görülmesi ile fesad ehli ve önceden işlemiş olduğu hallerin sahibi kimselerden uzak kalmasıyla olur. Şayet putperest kimselerden ise onlardan ayrılır, İslâm ehli ile oturup kalkar. Böylelikle daha önceki halinin aksini izhar ederek tevbe gerçekleşir. İleride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresinde (en-Nisâ, 4/17. âyet-i kerimede) tevbeye ve hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.

Yüce. Allah'ın:

"Ve açıklayanlar müstesna" âyeti hakkında kimi ilim adamı şöyle demiştir: Şarap kaplarını, içki kaplarını kırıp onları dökerek açıktan beyan edenler demektir.

Tevrat'ta bulunan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliği ve ona tabi olmanın vücûbunu açıklayanlar hakkında olduğu da söylenmiştir.

Ancak bu ifadenin genel olarak alınması önceden de açıkladığımız üzere daha uygundur. Yani bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Artık onların tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet edenim" âyetine dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

161

Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Kâfire Lanet Okumak:

"Kâfir olarak ölenler" âyetindeki "vav" harfi hal içindir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bana birçok hocam muayyen bir kâfire lanet okumanın câiz olmadığını söylemiştir. Çünkü o kişinin hangi hal üzere vefat edeceği bilinmemektedir. Yüce Allah ise bu âyet-i kerimede mutlak olarak lânetlemek için küfür üzere ölmeyi şart koşmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kâfir olup muayyen kimselere lanet okumasına dair gelen rivâyetlere gelince; onun bu kimselerin akıbetlerine dair bilgi sahibi oluşundan dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence sahih olan, halinin zahir olanı ve onu öldürmenin, onunla Savaşmanın câiz olması dolayısıyla muayyen olarak bir kâfire lanet okumanın câiz olduğu şeklindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Allah'ım, Amr b. el-As beni hicvetmiş bulunuyor, o benim şair olmadığımı da biliyor. Allah'ım, sen de ona lanet et, bana hicvettiği kadar sen de onu hicvet" diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. İbnu’l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ân'da (I, 50) bu şekilde belli bir kaynağa atfetmeden zikretmektedir. Görüldüğü gibi burada sonunda Amr b. el-As îman etmek, dine bağlanmak ve müslüman olmakla birlikte Hazret-i Peygamber ona lanet buyurmuş ve: "Bana hicvettiği kadar sen de ona hicvet" diyerek adaletli bir talepte bulunmuştur. Adaleti ve insafı aşmamıştır. Burada Hazret-i Peygamber'in hicvetmeyi yüce Allah'a nisbet etmesi böyle bir niteliğe tâ baştan beri yüce Allah'ın sahip olması anlamıyla değil, yapılan böyle bir davranışa ceza olmak türünden Allah'a nisbet etmiştir. Nitekim yüce Allah'a mekr (hile ve tuzak) alay ve aldatmanın nisbeti de bu yolludur. Şanı yüce Allah zâlimlerin söylediklerinden yüce ve büyüktür.

Derim ki: Belli bir şahsı tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere lanet okumak hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Mâlik'in Davud b. el-Husayn'dan rivâyetine göre o el-A'rec'in şöyle dediğini dinlemiştir: Benim yetiştiğim bütün insanlar Ramazan ayında bütün kâfirlere lanet okurlardı. İlim adamlarımız der ki: İster zimmet altında olsunlar ister olmasınlar farketmez. Bununla birlikte böyle bir lanet okumak vacip değildir. Fakat bu iş yapan kimse için mubahtır. Çünkü kâfirler hakkı inkâr etmekte, dine ve bu dine mensup olanlara düşmanlık etmekte, aynı şekilde açıktan açığa içki içen, faiz yiyen, erkek olup da kadınlara benzeyen, kadın olup da erkeklere benzeyen ve buna benzer Hadîs-i şerîflerde lanet edildikleri varid olan, açıktan masiyet işleyen herkesin durumu da böyledir.

2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt:

Kâfire, onu küfürden alıkoymak, engellemek üzere lanet okunmaz. Aksine ona lanet okumak, küfre bir ceza ve onun küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş bulunsun, ister deli olsun farketmez.

Seleften bazıları ise şöyle demiştir: Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire küfrüne ceza olsun ya da onu küfründen alıkoymak yoluyla olsun lanet okumanın bir faydası yoktur; çünkü o bundan dolayı etkilenmez. Buna göre bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen şudur: İnsanlar böyle bir kâfire kıyâmet gününde lanet okurlar ki, bundan dolayı etkilensin, zarar görsün ve kalbi acıyla dolsun ve böylelikle bu lanet okuma, onun küfürünün bir cezası olsun diye. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Sonra kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz, kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25) Bu âyet-i kerîme yüce Allah tarafından lanet olunacaklarına dair -lanet edilmelerinin emrolunduğuna dair değil- haber vermenin delili olduğunu kabul eden bu görüşün delilidir.

İbnu’l Arabî'nin naklettiğine göre âsi kimseye lanet okumak ittifakla câiz değildir. Çünkü rivâyet edildiğine göre Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a defalarca içki içmiş birisi getirildiği halde orada bulunanlardan birisi:

Allah ona lanet etsin, bu iş dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da getiriliyor? deyince Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" diye buyurmuştur. Buhârî, Hudud 4, 5.

Böylelikle Hazret-i Peygamber, o kişinin kardeş olarak saygınlığını dile getirmektedir. Bu ise ona karşı şefkatli olmayı gerektirir. Ayrıca bu hadis, sahih bir hadistir.

Derim ki: Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Bazı ilim adamları âsiye lanet okumak hususunda görüş ayrılığının bulunduğundan söz eder ve şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" âyetini haddin ona uygulanışından sonra Nuayman hakkında söylemiştir.

Kendisine yüce Allah'ın emrettiği had uygulanan kimsenin lanet edilmemesi gerekir. Kendisine had uygulanmayan kimsenin ise ister ismi tayin edilsin, ister edilmesin lanet edilmesi caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) lanet edilmesini gerektiren o hal üzere devam ettiği sürece kendisine lanet okunması gereken kimseden başkasına lanet etmemiştir. Bu halinden tevbe edip vazgeçer, haddin de temizlediği kimseye ise lanet yöneltilemez. İşte bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfi açıkça beyan etmektedir: "Herhangi birinizin cariyesi zina ettiği takdirde ona had vursun ve (bundan sonra da) onu ayrıca azarlamasın." Buhârî, Hudud 36, Buyû' 66, 110; Müslim, Hudûd 30; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, II, 249, 494.

İşte bu Hadîs-i şerîf sahih olmanın yanında, azarlama ve lânetlemenin ancak haddin uygulanmasından ve tevbeden önce sözkonusu olabileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

İbnu'l Arabî der ki: Mutlak olarak âsiye lanet etmeye gelince bu icma ile caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Bir yumurtayı çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet etsin." Buhârî, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7; Nesâî, Sârik 1; İbn Mâce, Hudûd 22.

3- Herkesin Laneti:

İşte "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti" yani Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmaları

"onların üzerlerinedir." Lanet etmek, aslında kovmak ve uzaklaştırmaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Kulların laneti kovmak demektir. Allah'ın laneti ise azaba uğratmak demektir.

Hasan-ı Basrî bu buyrukları şeklinde merfu olarak okumuştur. O takdirde açıklaması şöyle olur: Bunların cezalan Allah'ın onlara lanet etmesi, meleklerin onları lânetlemesi ve bütün insanların onları lânetlemesidir. Nitekim: "Ben Zeyd'in ayakta durmasından hoşlanmadım, Amr'ın ve Halid'in de" denir. Çünkü burada anlam Zeyd'in ayakta durmasını, Amr'ın ayakta durmasını, Halid'in ayakta durmasını hoş görmüyorum, şeklindedir. Ancak el-Hasen'in bu şekildeki kıraati Mushaf taki yazılışa muhaliftir.

Bu gibi kimselere bütün insanlar lanet etmemektedir. Çünkü onların kavimlerinden olanlar onları lânetlemez, denilecek olursa böyle bir soruya üç şekilde cevap verilebilir:

1- İnsanların çoğu tarafından yapılan lanete "insanların laneti" denilmesi, çoğunluğun azınlık hakkındaki laneti diye "tağlib" yoluyla zikredilmiştir.

2- es-Süddî der ki: Zalime herkes lanet eder. Kâfir zalime lanet ettiği takdirde kendisine de lanet etmiş olur. (Çünkü kâfir de zâlimdir).

3- Ebû'l-Âl-iyye der ki: Bundan kasıt kıyâmet gününde bütün insanlarla birlikte kendi kavminin de onları lanetleyeceğidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sonra kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25)

162

Onda ebedî kalıcıdırlar. Üzerlerinden azâb ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir.

Daha sonra yüce Allah:

"Onda" yani o lanet içinde, yani bu lanetin gerektirdiği ceza içerisinde

"ebedî kalıcıdırlar" diye buyurmaktadır. Onların lanette ebedi kalmaları lanetin ebediyyen onlara olacağı demektir, diye de açıklanmıştır.

"Üzerlerinden azâb ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." Herhangi bir süre dahi azaptan geriye bırakılmazlar, azapları ertelenmez.

"Ebedî kalıcıdırlar" âyeti,

"üzerlerine" âyetindeki zamir halidir. Bundaki âmil be

"üzerlerine" kelimesindeki zarf manasınadır. Çünkü bunda karar bulup yer etmek anlamı vardır.

163

Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır:

"Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır." Yüce Allah hakkın gizlenmesini sakındırdıktan sonra ilk açıklanması gereken ve gizlenmesi câiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu beyan etmektedir. Hemen bunun akabinde tevhidin delilini ve nazar etme yolunun bilgisini (aklı kullanma yolunu) sözkonusu etmektedir. Bu ise bütün bunların var olması için benzersiz bir failin bulunmasının kaçınılmaz olduğu bilinsin diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir.

İbn Abbâs (r. anhuma) der ki: Kureyş kâfirleri, ya Muhammed, bize Rabbini anlat dediler, yüce Allah bunun üzerine İhlas Süresiyle bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Müşriklerin ise o sırada üçyüzaltmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek (vâhid) olduğunu beyan buyurdu.

2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur:

"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" âyeti, nefiy ve isbattır. Bunun başı (lâ ilahe: Hiçbir ilâh yoktur) küfürdür, illallahu: O'ndan başka) imandır. Manası, Allah'tan başka ma'bud yoktur.

Nakledildiğine göre eş-Şiblî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Allah der, fakat "la ilahe" demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöyle cevap vemiştir: Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sözünü söylemeye ulaşamam.

Derim ki: Bu, hakikati olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı yüce Allah, bunu Kitab-ı Kerîm'inde hem nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca tekrarlamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıtası ile de bu sözü söyleyen kimseye de pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadisleri Muvatta’'', Buhârî, Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. (Mesela) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Her kimin söylediği son söz lâ ilahe illallah olursa o kişi cennete girer."

Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu lâfızlarla: Buhârî, Cenâiz 1 bab başlığı olarak; Ebû Dâvûd, Cenâiz 16. Müslim, Îman 43'teki: "Kim Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölürse cennete girer" anlamındaki hadis, müfessirimizin dile getirdiği maksadını aynen ifade etmektedir.

Maksat bunu dil ile değil, kalb ile söylemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse, onun inancında ve kalbinde vahdaniyyet ile Allah için gerekli olan sıfatlar yer etmiş ise Ehl-i Sünnet'in ittifakı ile böyle bir kimse cennet ehlindendir.

Şanı yüce Allah'ın vahid, la ilahe illahû, er-Rahmân ve er-Rahîm isimlerinin anlamlarına dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmailla-hi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd-ü senalar olsun.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç