154
Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine
onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız.
Bu,
yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimede yer alan:
"Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında
diridirler. Rızıklanırlar..."
(Âl-i İmrân, 3/169)
âyetini andırmaktadır. Orada yüce Allah'ın
izniyle şehitlere ve şehitlerin hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.
İleride de açıklanacağı üzere
yüce Allah ölümden sonra onları
rızıklandırmak üzere dirilteceğine göre, kâfirleri de azablandırmak üzere
diriltmesi mümkündür. Bu âyet bir bakıma kabir azabına da delildir. Şehitler ise
yüce Allah'ın buyurduğu gibi diridirler.
Yoksa bu diriltileceklerdir, anlamına gelmez. Çünkü böyle olsaydı şehitler ile
başkaları arasında bir fark olmazdı. Çünkü herkes diriltilecektir. Buna
yüce Allah'ın:
"Fakat
siz anlayamazsınız"
âyeti delildir.
Mü’minler ise ölümden sonra tekrar diriltileceklerini bilirler,
anlarlar.
"Ölüler"
kelimesinin merfu gelmesi bir gizli mübteda
dolayısıyladır.
"Aksine onlar diridirler"
âyeti de bu şekildedir.
Yani onlar ölüdürler, demeyin. Aksine onlar diridirler, şeklindedir.
Burada
"demeyin"
kelimesinin amel etmesi
(i'rabını değiştirmesi) doğru olmaz. Çünkü bunlar arasında bir ilişki
yoktur.
155
Yemin olsun ki sizleri (biraz)
korku açlık, mallardan, canlardan mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele!
"Yemin
olsun ki imtihan edeceğiz"
âyetinde geçen: Bela
(imtihan); güzel de olabilir, kötü de olabilir. Bunun aslı mihnet
(imtihan edilmek) dır. Buna dair açıklamalar
daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet, 13. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
Anlamı: Yemin olsun ki -önceden de
belirtildiği gibi; karşılığını vermek sözkonusu olsun diye ortaya çıkartmak
anlamında- mücahidlerle sabredenleri bilinceye kadar sizleri imtihan edeceğiz.
Konu ile ilgili şöyle denilmiştir:
Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler için bir alâmet
olsun diyedir. Böylelikle onlar da hak kendileri için apaçık belli olunca bu
imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye.
Yüce
Allah'ın bü hususu onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip
kendilerine isabet edeceğini yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle
kendilerini böyle bir imtihana hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla
sarsıntıya uğramaktan uzak kalırlar. Ayrıca bu âyette azimli olmaya ve insanın
kendisini hazırlamasına karşılık yüce Allah'ın
sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de açıklanmıştır.
"Biraz
": Çoğul
anlamında tekil bir kelimedir. ed-Dahhâk
bunu çoğul olarak ": Birtakım şeylerle" diye okumuş, ancak çoğunluk tekil olarak
okumuştur. Yani biraz korku, biraz açlık ile...
Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu kelime kullanılmamıştır.
"Biraz
korku";
İbn Abbâs'ın açıklamasına göre düşman ve
Savaş korkusu ile. Şâfiî de şöyle demiştir:
Buradaki korku, yüce Allah korkusudur.
İbn Abbâs'ın
görüşüne göre kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gelecek açlıkla;
Şâfiî'ye göre ise ramazan ayındaki açlık ile
olmak üzere
"(biraz) açlık",
kâfirlerle Savaşla uğraşıldığından bir görüşe göre malları telef eden türlü
musibetlerle, Şâfiî'ye göre farz kılınan
zekât ile
"mallardan",
İbn Abbâs'a göre cihadda öldürmekle ve
ölmekle, Şâfiî'ye göre türlü hastalıklarla
"canlardan",
Şâfiî'ye göre kişinin yavrusu ileride de
belirtileceği üzere seleften gelen haberde varid olduğu gibi, kalbinin meyvesi
olduğundan dolayı çocukların ölümüyle; İbn Abbâs'a
göre ise bitkilerin azlığı ve bereketlerin kesilmesi ile
"mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz."
"Sab'redenlere"
sabrın sevabını
"müjdele!"
Sabr'ın asıl anlamı hapsetmek,
alıkoymaktır. Sevabı ise belli bir miktara bağlı değildir, buna dair açıklamalar
daha önceden (el-Bakara, 2/45'te) geçmiş
bulunmaktadır. Fakat bu mükâfata ancak ilk sadme halinde gösterilen sabır ile
ulaşılabilir.
Nitekim
Buhârî, Enes
(radıyallahü anh)'dan Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Sabır ancak ilk sadme ile birlikte
olur."
Buhârî, Cenâiz 32, 43,
Ahkâm 11. Bu hadisi
Müslim, ondan daha geniş bir şekilde
kaydetmektedir.
Müslim,
Cenâiz 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz
23; Tirmizî Cenâiz, 13, 64;
Nesâî, Cenâiz 22;
İbn Mâce, Cenâiz 55;
Müsned, III, 130, 143, I, 375, 429, 451.
Yani
sevabın kendisi sebebiyle oldukça büyüdüğü ve nefse ağır gelen sabır, ancak
musibetin hücum ettiği ve sıcaklığını koruduğu esnada gösterilen dirençtir. Bu
sabır kalbin metanetine ve sabır makamındaki sebatına delildir. Musibetin
harareti geçtikten sonra herkes sabreder. İşte bu bakımdan şöyle denilmiştir:
Aklı başında olan herkesin musibet esnasında, ahmak olanın üç gün sonra
göstermekten başka çaresi olmayan şeyleri musibet esnasında göstermesi gerekir.
Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Yüce Allah:
"Sabredenlere müjdele"
diye buyurduğundan dolayı artık sabır
(bizim için) bir yaşayış
(biçimi) oldu.
Sabır iki. türlüdür: Allah'ın
masiyetine karşı sabır. Böyle bir kişi mücahid demektir. Allah'a itaate karşı
sabır. Böyle bir kişi de abid demektir. Kişi hem Allah'ın masiyetine karşı
sabreder, hem Allah'a itaat üzre sabrederse yüce
Allah ona kaza ve kaderine razı olmak meziyetini kazandırır. Bu
rızanın alâmeti ise nefsin karşı karşıya kaldığı hoş olmayan ve sevilen şeylere
karşı kalbin sükûnetini koruması, huzurunu bozmamasıdır.
el-Havvâs der ki: Sabır Kitab ve
Sünnetin hükümleri üzere sebat göstermektir. Ruveym de sabır şekvayı
terketmektir, der. Zünnûn el-Mısrî de: Sabır yüce
Allah'tan yardım dilemektir, der. Üstad Ebû Ali der ki: Sabrın sınırı
takdire itiraz etmemektir. Şikâyet etmek kastıyla olmaksızın belanın izhar
edilmesi sabra aykırı değildir. Çünkü yüce Allah
Hazret-i Eyyûb kıssasında onun:
"Ya
Rab, bana bu dert gelip çattı"
(el-Enbiya, 21/83)
dediğini bize haber vermekle birlikte onun hakkında:
"Biz
gerçekten onu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu"
(Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır.
156
Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak
biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" diyenlerdir.
Âyetin tefsiri için bak:157
157
İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir
ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir.
Âyetine dair açıklamalarımızı altı
başlık halinde sunacağız:
1- Musibet:
Mü’mine
rahatsızlık veren ve ona gelip çatan herşey bir musibettir. Musibetin çoğulu
masâib gelir. el-Masûbe de musibet gibidir. Araplar, bu kelimenin aslı
itibariyle vâv olmakla birlikte çoğulunu hemzeli olarak "mesâib" şeklinde
kullanmakta ittifak halindedirler. Onlar böylelikle aslî harfi zaid harfe
benzetmiş gibidirler. Bu kelime asla uygun olan şekli ile "mesâvib" şeklinde de
çoğul yapılabilir. Musâb kelimesi "isabet" anlamındadır. Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Ey Sülemliler! Sizin selâm vererek size selâm bağışlayan
birisine
(Vurup) isabet ettirmeniz,
şüphesiz bir zulümdür."
ok deftere isabet etti, eder şekli
kipinin bir şivesidir.
Musibet küçük dahi olsa insanın
karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şeydir. Kötülük hakkında kullanılır.
İkrime'nin
rivâyetine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kandili bir
gece sönünce o da:
"Muhakkak biz Allah'ınız ve
muhakkak biz ona dönücüleriz"
der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu
cevabı verir:
"Evet, mü’mini rahatsız eden her şey bir
musibettir."
Derim
ki : Bu âyetin anlamı sahih hadiste sabittir.
Müslim Ebû Said
el-Hudrî (radıyallahü anh) ile
Ebû Hüreyre
(radıyallahü anh)'dan her ikisinin de
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
şöyle buyurduğunu dinlemişlerdir: "Mü’mine
isabet eden her bir bitkinlik, yorgunluk, hastalık ve üzüntü, hatta kişiyi üzen
her bir keder dolayısıyla mutlaka Allah günahlarından bir kısmını örter."
2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ
Lillahi ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Demek:
İbn Mâce,
Sünen'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe anlattı, bize
Veki' b. el-Cerrah, Hişam b. Ziyad'dan o annesinden, o Fatıma bint
el-Hüseyin'den, o babasından rivâyetle dedi ki:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Her kime bir musibet gelip
çatarsa, o da musibetini hatırladığında yeniden istircâ'da bulunursa (innâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn, derse) o musibetten bu yana geçen uzun zaman olsa
dahi Allah onun için o musibet ile karşı karşıya kaldığı günkü ecrin benzerini
yazar."
Buhârî,
Merdâ 1; Müslim, Birr 52;
Tirmizî, Cenâiz 1
3- En Büyük Musibet Dindeki
Musibettir:
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) el-Firyabî'den şöyle
dediğini nakletmektedir
İbn Mâce, Cenâiz 55;
Müsned, I, 201. M. F. Abdulbaki'nin neşri.
Bize Fıtr b. Halife anlattı, bize
Atâ b. Ebi Rebâh
Kurtubî baskılarında Atâ b.
Ebî Rebâh olmakla birlikte, İbn Abdi’l-Berr,
et-Temhîd, III, 322'de Atâ b. Ebî Reyâh'tır. Ancak doğrusu Reyâh değil, Rebâh
olmalıdır. Hadis mürseldir. Aynı anlamdaki bir rivâyet,
Muvatta’'', Cenâiz 41'de yer almaktadır.
Ancak bu da mürseldir. Benzeri diğer rivâyetler ve kaynakları için bk.
İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XIX, 322 vd.;
el-İstizkâr, VIII, 335 vd. anlattı, dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Sizden herhangi birinize bir
musibet gelip çattığında benim (vefatım) ile karşı karşıya kalacağı (kaldığı)
musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden birisidir."
Bunu es-Semerkandî Ebû Muhammed, el-Müsned'inde
şöylece rivâyet etmiştir: Bize Ebû Nuaym
haber verdi dedi ki: Bize Fıtr b. Halife haber verdi... deyip hadisi aynen o da
zikretti. Bunun bir benzerini de Mekhûl'den mürsel senediyle kaydetti.
Bk. es-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, I, 169-170
Ebû
Ömer der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) doğru
söylemiştir. Çünkü onun vefatıyla karşı karşıya kalınan musibet müslümanın ondan
sonra kıyâmet gününe kadar karşı karşıya kalacağı bütün musibetlerden daha
büyüktür. Vahiy kesilmiş, nübüvvet ölmüştür (sona
ermiştir). Onun vefatından sonra ortaya çıkan ilk büyük kötülük,
Arapların irtidİsmi ile başgöstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp
gitmiştir. Bu ise hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir. Ebû Said der
ki: Daha Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kabrinin
topraklarından ellerimizi silkelememiştik ki kalplerimizi tanımaz hale geldik.
Ebû'l-Atahiye bu Hadîs-i şerîfin
anlamını nazım halinde şu şekilde çok güzel ifade etmiştir:
"Sabret, her musibete yiğitçe katlan
Bil ki kişi ebedi kalmaz
Görmez misin musibetlerin pek çok olduğunu
Ve aynı zamanda ölümün kulları beklediğini?
Şu gördüklerinden kime bir musibet isabet etmemiş ki?
Bu senin tek yolcusu olmadığın bir yoldur.
Sen Muhammed'i ve onun musibetlerini hatırladığında
Senin Peygamber
Muhammed'i kaybetmekle uğradığın musibeti de an!"
4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ
İleyhi Râciun):
"Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir."
Şanı
yüce Allah bu kelimeleri musibetlere
uğrayanlar için bir sığınak, türlü mihnetlerle karşı karşıya kalanlar için bir
korunak kılmıştır. Çünkü bu kelimeler pek çok mübarek manayı ihtiva etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak biz Allah'ınız"
âyeti tevhiddir. Ubudiyyeti ve Allah'ın mülkü
altında olduğunu ikrar ve ifade etmektir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz"
âyeti ise canlarımızın öleceğini ve kabirlerimizden diriltileceğini ikrar
etmektir. Bütün işlerin O'na ait olduğu gibi tekrar O'na döneceğine dair yakînin
ifadesidir.
Saîd
b. Cübeyr (yüce Allah'ın rahmeti üzerine
olsun) der ki: Bu kelimeler bizim
peygamberimizden önce herhangi bir
peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub
(aleyhisselâm) bu kelimeyi bilmiş olsaydı:
"Ey
Yûsuf’un ayrılığının kederi, gel, şimdi gelişinin tam zamanıdır!"
(Yusuf, 12/84) demezdi.
5- Musibet Anında Istircâ'da
Bulunmak:
Ebû Sinan der ki: Oğlum
Sinan'ı defnettim. Bu sırada Ebû Talha
el-Havlanî kabrin kıyısında idi. Çıkmak istediğimde elimden tuttu, beni teselli
edip şöyle dedi: Sana bir müjde vereyim mi ey Sinan'ın babası, bana
ed-Dahhak Ebû Mûsa'dan anlatarak dedi ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah'ın kullarından birinin oğlu vefat ettiğinde Allah meleklerine: Kulumun
oğlunun canını mı aldınız der, onlar: Evet derler. Allah: Onun kalbinin
meyvesini mi aldınız diye sorar, melekler: Evet derler. Yine sorar: Peki kulum
ne dedi? Melekler: Sana hamdetti, istircâ'da bulundu, derler. Yüce Allah bunun
üzerine şöyle buyurur: Haydi kulum için cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi
ismini veriniz."
Tirmizî,
Cenâiz 36; Müsned IV, 415
Müslim,
Umm Seleme'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Herhangi bir müslümana bir musibet gelip çattı mı o da aziz ve celil olan
Allah'ın kendisine emrettiği şekilde: Muhakkak biz Allah'ınız ve şüphesiz biz
ona dönücüleriz. Allah'ım, bu musibetimin ecrini bana ver, onun yerine bana
ondan daha hayırlısını ihsan buyur, diyecek olursa mutlaka Allah da ona ondan
daha hayırlısını verir."
Müslim,
Cenâiz 3-4; Ebû Dâvûd, Cenâiz 18;
Tirmizî, Deavât 83;
İbn Mâce, Cenâiz, 55.
İşte bu,
yüce Allah'ın:
"Sabredenlere müjdele"
âyetine dikkatimizi çekmektedir. Onun yerine daha
hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah'ın
Umm Seleme'ye Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı vermesi
türünden olur, çünkü kocası Ebû Seleme vefat edince
Resûlüllah onunla evlenmişti,
ya da pek çok büyük sevaplar vermesiyle olur.
Ebû Mûsa'nın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte
olduğu gibi. Bazen her ikisini ihsan ederek de olabilir.
6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri:
"İşte
Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerindedir."
Bunlar
yüce Allah'ın sabredip istircâ'da
bulunanlara verdikleri ni'metleridir. Allah'ın kuluna salât getirmesi, onu
affetmesi, ona rahmet buyurması, bereketi, dünya ve ahirette onu
şereflendirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Aziz
ve celil olan Allah'ın salâtı gufran ve güzel övgüdür. Ölü üzerine salât
getirmek (namaz) da ona övgü ve ona dua etmek
demektir. Ayrıca
"rahmet"in
tekrar edilmesi ise lâfzın değişmesi dolayısıyladır ve bu anlama daha güç
kazandırmak ve pekiştirmek içindir. Başka yerlerdeki:
"Apaçık âyetleri ve hidâyeti."
(el-Bakara, 2/159)
ile
"Yoksa
onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanırlar?"
(ez-Zuhruf, 43/80) âyetinde de bu türden
ifadeler kullanılmıştır. Şair de şöyle demiştir:
"Yahya'ya ve onun yolunda olanlara
Kerîm bir Rab ve itaat edilir bir şefaatçi salât getirsin."
Burada rahmet ile, sıkıntının
açılması ve ihtiyacın giderilmesinin kastedildiği de söylenmiştir.
Buhârî'de
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın şöyle
dediği nakledilmektedir: "İki denk ve ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir:
Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında:
"Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir. İşte
Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların
tâ kendileridir."
(âyetini okudu)
Hazret-i Ömer burada iki denk ile salât getirmeyi ve rahmeti, ilave ile
de hidâyete iletmeyi kastetmektedir. İki denk şey'in sevaba hak kazanmak ile
çokça ecrin verilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. Musibetlerin
kolaylaştırılması, kederin hafifletilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir.
158
Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her
kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar
arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Gönül isteği ile
her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah, şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi
çok iyi bilendir.
Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz
başlık halinde sunacağız:
1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül
Sebebine Dair Rivâyetler:
Buhârî'nin
Âsım b. Süleyman'dan rivâyetine göre şöyle
demiş: Enes b. Mâlik’e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların
(arasında tavaf etmenin) cahiliyye işlerinden
olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk.
Yüce Allah da:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder
veya umre yaparsa onlar arasında tavaf
etmesinde kendisi için bir vebal yoktur"
âyetini indirdi."
Buhârî,
Cenâiz 43 (2)
Buhârî, Hacc 80.
Tirmizî'nin de rivâyetine göre Urve şöyle demiş: Ben
Âişe'ye şöyle dedim: Safa ile Merve arasında
tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve
ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi:
Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da müslümanlar da
(ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellef’deki tağût olan Menat için ihlal
eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler.
Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Her
kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar
arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur"
âyetini indirdi. Eğer durum
senin dediğin gibi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir
vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî
der ki: Ben bunu Ebû Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve
bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım
kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar
şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir cahiliyye işidir.
Ensar'dan olan başkalan ise şöyle dediler: Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle
emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir"
âyetini indirdi. Ebû Bekr b.
Abdurrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerîme hem bunlar, hem
berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki:
Bu hasen sahih bir hadistir."
Tirmizî,
Tefsir 2. sûre 12.
Buhârî
de bu manada bu hadisi rivâyet etmiştir. Oradaki rivâyette
yüce Allah:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir"
âyetini indirdi; denildikten
sonra şu ifade yer almaktadır:
Âişe
dedi ki: "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) her ikisi
arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi
arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz." Sonra bunu Ebû Bekr b. Abdurrahman'a
haber verdim de şöyle dedi: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu
işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin -Âişe'nin
zikrettiklerinden başka- şunu sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama
giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah
Kur'ân-ı Kerîm'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile Merve'den söz
etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, biz Safa ile Merve arasında tavaf
ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme emrini indirdiği halde
Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında tavaf etmemizin bizim için bir
mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce Allah:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir"
âyetini indirdi. Ebû Bekr der
ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerîme her iki kesim hakkında nazil
olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen
kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce
Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile
Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen
şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen kimseler
hakkında nazil olmuştur.
Buhârî,
Hacc 79. Hazret-i Âişe'den gelen bu
rivâyetin değişik şekilleri için bk: Buhârî,
Umre 10, Tefsir 2. sûre 21 ve 53. sûre 3; Müslim,
Hacc 259-261; Ebû Dâvûd, Menâsik 55;"
Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12;
Nesâî, Menâsik 168;
İbn Mâce, Menâsik 43;
Muvatta’', Hacc 129;
Müsned, VI, 162, 227.
Tirmizî Âsım b. Süleyman el-Ahvel'den
şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Enes b. Mâlik'e Safa ile Merve hakkında soru
sordum da şöyle dedi: Safa ile Merve cahiliyye döneminin şe'airinden
(alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak
durduk. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindeadir. Her kim Beyt'i hacceder ve
umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal
yoktur"
âyetini indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi
arasında tavaf (yani sa'y) tatavvudur.
(Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle
buyurmaktadır:)
"Gönül
isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve
herşeyi çok iyi bilendir."
Tirmizî der ki: Bu
hasen, sahih bir hadistir."
Tirmizî,
Tefsir 2. sûre 13.
Bu hadisi
Buhârî de rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Hacc 80.
İbn Abbâs'tan
şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece
boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar
da vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile
Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk
(koşulan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Hâkîm, el-Müstedrek, II, 271,
Müslim'in şartına göre sahih olduğu
kaydıyla.
eş-Şa'bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde
de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi.
Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
2- Safa ile Merve'nin Anlamı:
Sözlükte Safa kelimesinin asıl
anlamı düzgün taş demektir. Burada ise Mekke'de bilinen tepenin adıdır. Merve de
aynı şekilde bir tepenin adıdır. Bundan dolayı âyet-i kerimede her ikisinden de
harf-i tarifli olarak söz edilmektedir.
Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın
veriliş sebebi seçilen (mustafa) Hazret-i
üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hazret-i
Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir.
Bundan dolayı da bu tepenin ismi müennes (dişil)dir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
eş-Şa'bi der ki: Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer
put vardı. İşte bundan dolayı birisinin ismi müzekker, öbürünün ismi da müennes
oldu ve önce ismi müzekker olan sözkonusu edildi. Bu güzel bir açıklamadır.
Çünkü zikredilen Hadîs-i şerîfler
böyle bir manaya delalet etmektedir. Her ikisi arasında tavaf etmekten
hoşlanmayanların hoşlanmayışlarının tek sebebi de budur. Bu hususta Allah
mahzuru ortadan kaldırıncaya kadar bu böyle sürdü.
Kitap ehlinin iddia ettiğine göre
bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah
da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safa ile Merve
üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara
ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Safâ'nın çoğulu "Safât" gelir ve
düzgün taş anlamındadır. Safâ'nın tekil bir isim olduğu, çoğulun ise Sufiyyun ve
Âsfâ şeklinde geldiği de söylenmiştir. Recez vezninde şair şöyle demiş:
"Sanki onun iki ipi de üzerine saçılmış su damlalarından
dolayı
Düzgün taşlar üzerindeki kuşların pisliklerini
andırıyordu."
Taşın Safa ismini alması için beyaz
ve sert olması şartının da bulunduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre bunun
türediği kök dır. Yani toprak've çamurdan
arınmış taş demektir.
Merve
(tekili merv gelir) ise nisbeten yumuşak küçük taşlar demektir. Sert
taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Doğrusu şu ki, Merve parçalanıp etrafı
incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır.
Çoğunlukla bu tür taşlar hakkında merve tabiri kullanıldığı gibi sert olan
taşlar hakkında kullanıldığı da olur.
Şair der ki:
"Yeri yumuşak bir ayakkabı" edindi
Merve (sert taşlara) rast
geldi mi de ezer geçer."
Ebû Zueyb de der ki:
"Öyle ki ben musibetlere karşı bir merve
(sert taşlar) gibiyim;
Muşakkardaki Safa kalası gibi her gün dövülen."
Merve'nin siyah taşlar demek olduğu
söylendiği gibi, ateş çakmaya yarayan parlak beyaz taşlar
(çakmak taşı) olduğu da söylenmiştir.
3- Allah'ın Şe'âiri:
"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerinden
(şe'âirinden)dir."
Allah'ın alâmetlerinden ve ibadet
yerlerindendir.
Şeâir kelimesi şe'îra kelimesinin
çoğuludur. Şeâir, yüce Allah'ın
alâmetlendirdiği ibadet yerleridir. Yani
insanlar için alâmet olarak tesbit ettiği vakfe yeri, Sa'y ve kurban kesme
yeridir. Şiar, alâmet demektir. Devenin hörgücüne bir demir batırmak suretiyle
alâmet yapmaya, hediyelik kurbanların iş'ârı denilir. Şair el-Kümeyt der ki:
"Onları ardı ardına nesil nesil öldürüyoruz.
Sen onları şöyle görürsün:
Kendileri kurban edilerek
(Allah'a yaklaşılan) kurbanlıkların şeâiri gibi."
4- Haccın Kelime Anlamı:
"Her
kim Beyt'i hac eder"
yani kasteder...
Haccın asıl anlamı kastetmektir. Şair der ki:
"Avfoğullarından gelip konaklamış pek çok aile görüyorum
Bunların hepsi de zaferân ile boyanmış Zibrikanın örtü ve
sarığını hac (ziyaret etmeyi kast) ediyorlar."
Doktorun kafadaki yarayı elindeki
mil ile derinliğini ölçmesi hakkında da bu tabir
(Hacce) kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Dibinde çökme olan beyin zarına kadar ulaşmış
(me'mûme) olan yarayı haccediyor
(elindeki mil ile derinliğini ölçüyor)."
Daha sonra bu isim, Beytü'l-Haram'ı
özel birtakım fiilleri yerine getirmek üzere kastetmek için kullanılır olmuştur.
5- Umre:
"....
veya umre yaparsa"
yani ziyaret ederse. Umre ziyaret etmek demektir. Şair der ki:
"Ma'meroğlu umre
(ziyaret) yapınca
Uzaktan uzağa, uzak bir yere yükseldi ve ileriye atılmak
için
ayaklarını bir araya topladı."
6- Safa ile Merve Arasında
Sa'yetmek:
"Onlar
arasında tavaf emesinde kendisi için bir vebal yoktur."
Yani günah yoktur. (Âyet-i kerimede geçen
kelime: Cünâh şeklindedir.) Bu kelimenin aslı meyletmek anlamına gelen
"cünûh"tan gelmektedir. Eğri olduklarından dolayı azalara "el-cevânilı" adının
verilmesi de burdan gelmektedir. Hazret-i Âişe'nin
bu âyet-i kerimeye dair açıklaması bundan önce geçmiş bulunmaktadır.
İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Bu hususta söylenecek sözün
tahkiki şudur: Bir kimsenin: "Bu işi yapmaktan dolayı senin için bir vebal
yoktur" denildiği vakit o yapılan fiilin mubah olduğu ifade edilmektedir. Buna
karşılık: Senin bu işi yapmamanda senin için bir vebal yoktur, denilmesi ise o
fiilin terkedilmesinin mubah olduğunu ifade eder. Urve
yüce Allah'ın:
"Onlar
arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur"
âyetini görünce şöyle dedi:
İşte bu tavafın terkedilmesinin câiz olduğunun delilidir. Diğer taraftan
şeriatın tavafın uygulanmasını esas aldığını, terkedilmesinde bir ruhsat
görmediğini görünce bu iki çatışan durumun birbiriyle telif edilmesini istedi.
Hazret-i Âişe de ona:
"Onlar
arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur"
âyetinin tavafın
terkedilebileceğine dair delil olmadığını, aksine eğer: "Onlar arasında tavaf
etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde olsaydı terkine delil
olabileceğini söyledi. O halde oradaki bu ifade tavafın terkinin mubah olduğunu
belirtmek için değildir ve buna dair bir delil de taşımamaktadır. Aksine bu
âyet, cahiliyye döneminde bu işi sakıncalı gören veya
orada bulunan putları kastederek cahiliyye döneminde ikisi arasında tavaf eden
kimselerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş
ve bununla yüce Allah onlara eğer tavaf
eden kimsenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını onlara
bildirmiştir."
Denilse ki:
Atâ'nın İbn
Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs:
"Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde
okumuştur. İbn Mes'ûd'un kıraatinde de böyledir. Ubey b. Ka'b'ın Mushaf ında da
böyle olduğu rivâyet edilmektedir. Aynı zamanda Enes'ten de buna benzer bir
rivâyet gelmiştir.
Cevap şudur: Bu, mushafta bulunanın
hilafınadır. Mushafta sabit olan kıraat, sahih olup olmadığı bilinmeyen bir
kıraat dolayısıyla terkedilemez. Diğer taraftan Atâ,
İbn Abbâs'tan bizzat işitmeksizin çokça
mürsel rivâyet naklederdi. Bu hususta Enes'ten gelen rivâyet hakkında ise bunun
sağlam bir şekilde zaptedilmediği söylenmektedir veya
buradaki "(olumsuzluk ifade eden) lâ" te'kid
için zaid olarak gelmiştir. Şairin dediği gibi:
"Ben beyaz tenli kadınları alay ediyorlar diye kınamıyorum.
Saçına ak düşmüş oldukça çirkin görünümlü kişiyi
gördüklerinde."
7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin
Uygulaması:
Tirmizî'nin Hazret-i Cabir'den rivâyetine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye geldiğinde Beytullah'ın etrafında
yedi defa tavaf etti ve:
"Siz
de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin"
(el-Bakara, 2/125) âyetini okudu ve Makam-ı İbrahim'in arkasında
(iki rekat) namaz kıldı. Ardından Hacer-i
Esved'e gitti, onu istilam etti. Sonra da:
"Yüce Allah'ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz"
deyip (sa'yine) Safâ'dan başladı ve:
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir"
âyetini okudu.
Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir.
İlim ehline göre uygulama da bu şekildedir. Tavafa Merve'den önce Safâ'dan
başlanır. Eğer Safâ'dan önce Merve'den başlayacak olursa bu sayılmaz ve Safâ'dan
başlar.
Tirmizî,
Hacc, 33, Tefsir 2. sûre 14.
8- Safa ile Merve Arasında
Sa'yetmenin Hükmü:
İlim adamları Safa ile Merve
arasında sa'yın vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Şâfiî ve İbn Hanbel sa'ym bir rükün olduğunu
söylemişlerdir. İmâm Mâlik'in meşhur olan
görüşü de budur. Çünkü Hazret-i Peygamber:
"Sa'y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa'yetmeyi
yazmıştır."
Bu hadisi Darakutnî rivâyet
etmiştir.
Dûrakutnî, II, 255.
Yazmak ise farz kılmak
anlamındadır. Çünkü yüce Allah:
"Oruç
sizin üzerinize de yazıldı"
(el-Bakara, 2/183) diye
buyurmaktadır. Hazret-i Peygamber'in:
"Beş vakit namazı Allah
kulları üzerine yazmıştır"
Muvatta’'', Salâtu’l-Leyl 14;
Ebû Dâvûd, Vitr 2;
Nesâî, Salât 6;
İbn Mâce, İkame 194. diye
buyurmaktadır. İbn Mâce de Şeybe'nin bir Umm
veledinden (yani kendisinden çocuğu olmuş bir
cariyesinden) şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Safa ile Merve arasında sa'yederken ve bu
arada: "el-Abtah (vadisi)
ancak koşarak katedilir"
diye buyurarak, Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini gördü.
İbn Mâce,
Menâsik 43.
Unutarak
ya da kasten sa'yin bir tek şavtını (turunu)
dahi terkedecek olsa beldesinden yahut hatırladığı yerden Mekke'ye geri döner,
tavaf eder, sa'yeder. Çünkü sa'y ancak tavafa bitişik
(onun ardından) yapılır. İmâm Mâlik'e
göre bu ister hacda isterse de - farz olmamakla birlikte - umrede olsun
böyledir. Eğer bu arada kadınlara yaklaşmış ise
İmâm Mâlik'e göre menâsikinin tamamlanması ile birlikte bir umre ve bir
hediye kurbanı gerekir. Şâfiî'ye göre ise
sadece hediye kurbanı gerekir. Geri dönüp tavaf ve sa'yi yaptığı takdirde ise
umrenin bir anlamı yoktur.
Ebû Hanîfe
ve arkadaşları es-Sevrî ve
en-Nehaî de şöyle demektedirler: Sa'y vacip
değildir. Hacılardan bir kimse sa'yi terkedip de sa'yetmeksizin ülkesine geri
dönerse kurban keserek bunu telafi eder. Çünkü sa'y haccın sünnetlerinden bir
tanedir. Bu, aynı zamanda İmâm Mâlik'in
el-Utebiyyedeki
İmâm Mâlik mezhebinde muteber bir fıkıh
kitabı. Müellifi Muhammed b. Ahmed b. Abdilaziz el-Uteb
(v. 254. H.)'ye nisbetle böyle anılır.
bir görüşü olarak kaydedilmektedir.
Hanefî mezhebinde Sây'ın
hükmü vücubtur. Terkinin cezası da merhum müfessirimizin belirttiği gibidir.
(Bk. Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 88,174).
Hükmünü "sünnet" diye ifade etmesi Hanefî mezhebi ile diğer mezheblerin
ıstılahlara dair tarif farklılıklarına bağlıdır.
İbn
Abbâs, İbn ez-Zübeyr, Enes b. Mâlik ve İbn Sîrin'den sa'yin tatavvu
olduğuna dair rivâyet gelmiştir. Çünkü yüce Allah:
"Gönül
isteği ile kim bir hayır işlerse (tatavvuda bulunursa)"
diye
buyurmaktadır.
Hamza
ile Kisaî meczum muzari olarak diye okurlar. Aynı şekilde şeklinde de okurlar.
Geri kalanları ise mazi olarak diye okurlar.
Tatavvu:
Mü’min kişinin kendiliğinden bir işi
yapması demektir. Buna göre her kim nafile olarak birşey yaparsa Allah onu şükür
ile karşılar. Allah'ın kula şükretmesi ise itaatinin sevap ve ecrini vermesi
demektir/
Bu konuda sahih olan görüş
belirttiğimiz hususlar sebebiyle Şâfiî
(yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ın
kabul ettiği görüştür. Diğer taraftan Hazret-i
Peygamber'in:
"Menâsikinizi benden öğreniniz"
Yakın
ifadelerle: Müslim, Hacc 310,
Ebû Dâvûd, Menâsik 77;
Nesâi, Menâsik 220;
Müsned, III, 318.
diye buyurmuş olması da onun bu görüşünü desteklemektedir. Böylelikle bu, haccın
mücmel ifadesini açıklayan bir beyan olur. O halde bunun
(yani sa'yin) da farz olması gerekir.
Hazret-i Peygamber'in rek'atlerinin
sayısını açıklaması ve -sünnet ya da tatavvu
olduğu üzerinde eğer ittifak olmamış ise- bu kabilden olan diğer hususlara dair
beyanı gibidir. Tuleyb der ki: İbn Abbâs,
Safa ile Merve arasında tavaf eden (sa'yeden)
birtakım kimseler görür ve şöyle der: İşte bu anneniz İsmail'in annesinin size
miras bıraktığı bir davranıştır. Derim ki:
Bu, ileride İbrahim Sûresi'nde (İbrahim, 14/37. âyetin
açıklamasında) açıklanacağı üzere Buhârî'nin
hadisinde
Buhârî, Enbiya 9'daki
hadislere işaret etmektedir.
de sabit olan bir husustur.
9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında
Binekli Olarak Tavaf Edip Sa'yetmek:
Ka'be'nin etrafında olsun Safa ile
Merve arasında olsun özürsüz olarak binek üzerinde tavaf edip sa'y yapmak câiz
değildir. Eğer özürlü olarak tavaf ederse bir kurban kesmesi gerekir. Özürsüz
tavaf ederse eğer Beytullah'ın yakınında ise iade eder. Şayet oradan ayrılmış
ise bir hediye kurbanı gönderir.
Bunu bu şekilde söylememizin
sebebi Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bizzat tavaf
ederek: "Menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuş olmasıdır. Bunu bir özür
sebebiyle câiz kabul edişimiz ise Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devesi
üzerinde tavaf etmekle birlikte elindeki asâ ile rüknü
(Hacer-i Esved'i) istilam etmesidir. Ayrıca kendisine "rahatsızım" diyen
Hazret-i Âişe'ye: "Bineğinin üzerinde
olduğun halde tavaf edenlerin arkasından sen de tavaf et" demiş olmasıdır.
Buhârî,
Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258;
Ebû Dâvûd, Menâsik 48;
Nesâi, Hacc 138, 139.
Mezhebimize mensup ilim adamları
deve üstünde tavaf etmekle bir insanın sırtında tavaf etmek arasında fark
gözetmişlerdir. Eğer bir insanın sırtında tavaf edecek olursa bu yeterli
değildir. O takdirde tavaf etmiş olmaz. Asıl tavaf eden onu taşıyan kimsedir.
Şayet bir deve üzerinde tavaf edecek olursa o zaman bizzat kendisi tavaf etmiş
olur. İbn Huveyzimendad der ki: Bu, ihtiyarî bir ayırım gözetmedir. Bunun
yeterli olup olmamasına gelince; yeterlidir. Nitekim bayılıp da taşınarak tavaf
ettirilen veya taşınarak Arafat'ta vakfe
yaptırılan kimsenin (bu tavaf ve vakfesinin)
yeterli olduğunu görüyoruz.
159
Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti
insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenlere; işte
onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecekler lanet eder.
Âyetine dair açıklamalarımızı yedi
başlık altında ele alacağız.
1- Allah'ın İndirdiklerini
Gizleyenler:
Yüce
Allah, indirmiş olduğu apaçık âyetlerini ve hidâyeti gizleyenlerin
lanetlenmiş olduğunu haber vermektedir. İlim adamları bununla kimlerin
kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
niteliklerini gizleyen yahudi âlimleri ile hıristiyan rahiplerinin kastedildiği
söylenmiştir. Yahudiler ayrıca (zina eden kimselerin)
recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir.
Bununla hakkı gizleyenlerin
kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerîme yaygınlaştırılmasına
ihtiyaç duyulan Allah'ın dininden olan herhangi bir bilgiyi gizleyen herkes
hakkında genel bir hüküm ifade etmektedir. Bu husus
Hazret-i Peygamber'in şu
Hadîs-i şerîfiyle açıklanmaktadır:
"Bildiği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen
kimseye kıyâmet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır."
Bu hadisi Ebû Hüreyre ve Amr b.
Âs rivâyet etmiş olup İbn Mâce bunu
kitabında kaydetmiş bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd,
İlm 9; Tirmizî, İlm 3;
İbn Mâce, Mukaddime 24;
Müsned, II, 263, 305, 344, 353, 495.
Ancak Abdullah b. Mes'ûd'un
şu söyledikleri de bununla çatışma halindedir: Sen bir topluluğa akıllarının
ermediği bir söz söyleyecek olursan mutlaka bu onların bir kısmını fitneye
düşürür. Hazret-i Peygamber de şöyle
buyurmuştur:
"İnsanlara anlayabilecekleri
şeyleri anlat. Siz Allah'ın ve Rasûlünün yalanlanmasını hiç arzu eder misiniz?"
Buhârî,
İlm 49'da bab başlığından sonra: "Ali dedi ki..." diyerek nakletmekte.
Hazret-i Peygamber'in hadisi olarak
zikretmemektedir.
Ancak bu birtakım bilgilere dair
bir hüküm olarak yorumlanır. Kelam ilmi ile bütün avamın eşit bir şekilde
anlayamayacağı hususlar böyledir. Buna göre alim olan kimsenin anlaşılacak
şeyleri anlatması ve her insanı konumuna göre değerlendirmesi gerekir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması:
Ebû Hüreyre
(radıyallahü anh)'ın: "Şayet
yüce Allah'ın kitabındaki bir âyet-i kerîme
olmasaydı size tek bir Hadîs-i şerîf
dahi nakletmezdim"
Ebû Hüreyre'den gelen rivâyet
Buhârî, tim 42 ile
İbn Mâce, Mukaddime 24'de "... iki âyet
olmasaydı.." şeklindedir. "Bir âyet olmasaydı..." şeklindeki ifade ise
Buhârî, Vudû' 24 ile
Müslim Tahâre 6;
Muvatta’''Tahâre 29'da olup bu rivâyet de
Hazret-i Osman'dan gelmektedir.
derken kastettiği âyet-i kerîme budur.
İlim adamları bu âyet-i kerimeyi
hak olan ilmi tebliğ etmenin ve ücret almaksızın herkese ilmi açıklamanın
vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü kişinin yapmakla mükellef olduğu bir iş
için ücrete hak kazanması sözkonusu değildir. İslâm'a girdi diye ücrete hak
kazanamayacağı gibi. Buna dair açıklamalar bundan önce
(el-Bakara, 2/41 âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Âyet-i kerimenin ne anlama
geldiğinin tahkiki şöyledir: İlim adamı eğer ilmi gizlemek maksadını güderse asi
olur. Böyle bir maksat gütmezse bu bilgiye başkasının da sahip olduğunu bildiği
takdirde tebliğ etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususta kendisine soru sorulanın bu
âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîf
dolayısıyla tebliğ etmek görevidir.
Şu kadar var ki İslâm'a girinceye
kadar kâfir olan kimseye Kur'ân-ı Kerîm'in ve ilmin öğretilmesi câiz değildir.
Aynı şekilde bid'atçi olan bir kimseye cedel
(tartışma) ve delil getirme yöntemlerini hak ehliyle tartışsın diye
öğretmek de câiz değildir. Yine haksızca karşı tarafın malını alsın diye
hasımlardan birisine bir delil öğretmesi de câiz değildir.
Yönetici olan kimseye raiyesinin
ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde te'vil de
öğretmek câiz değildir. Yasakları işlemek, vacipleri terketmek ve benzeri
neticelere varmak için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde sıradan
kimseler (süfehâ) arasında da ruhsatları
yaygınlaştırmak câiz değildir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı
koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu
öğretmeyiniz. O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz."
Yine
Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu
rivâyet edilmektedir:
"Domuzların boynuna incileri
asmayınız."
Hazret-i Peygamber bununla fıkhı
ehli olmayan kimselere öğretmeyi kastetmektedir.
Suhnûn der ki:
Ebû Hüreyre ile Amr b. el-As'ın rivâyet
ettikleri hadisler şahitlik etmeye dairdir. Ancak İbn Arabî der ki: Sahih olan
bunun hilafıdır. Çünkü Hadîs-i şerîfte:
"Her kime bir bilgiye dair soru sorulursa" denilmektedir. "Şehadete dair
sorulursa" denilmemektedir. Zahiri üzre
nassı kabul etmek -onu izale edecek bir başka delil gelinceye kadar böyle
kalmak- ise gerekli bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid:
"Muhakkak İndirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti"
âyeti nass ile tesbit
edilenleri de naslardan çıkartılan hükümleri de kapsamaktadır. Çünkü
"hidâyet"
ismi bunların hepsini kapsamına alır.
Ayrıca bunda vâhid haber ile amel
etmenin gereğine de delil vardır. Çünkü bu haberi nakledecek kimsenin, ancak
sözünün kabul edilmesi gerekmiş olması halinde beyanda bulunması icabeder.
Ayrıca yüce Allah
(bir sonraki âyet-i kerimede) "ancak tevbe
edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye buyurmakta ve onların
haberleriyle beyanın gerçekleşmiş olacağını hükme bağlamaktadır.
Bu âyetin: Onların her birisine
gizlemenin yasaklanması beyanda bulunmasının da emredilmesi ve böylelikle haber
verenlerin çoğalarak onlar vasıtasıyla haberin tevatür derecesine ulaşması
anlamına gelmesi de mümkündür, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Böyle bir kanaat yanlıştır. Çünkü
onlara ancak bu hususta anlaşmaları mümkün olabilen kimseler olduklarından
dolayı gizlemeleri yasaklanmıştır. Gizlemek üzere birbirleriyle anlaşmaları
mümkün olan kimselerin (gizledikleri bilginin,
olmadığını bildirmelerine dair) verecekleri haberin ilmi gerektirmesi
sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce
Allah'tır.
4- Gizlenmesi Câiz Olan Şeyler:
Yüce
Allah'ın:
"Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve
hidâyeti..."
diye buyurması bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin
câiz olduğunu göstermektedir. Özellikle de açıklanmaması câiz olan bu şeyleri,
açıklanması sakıncalı olacaksa gizleyebilirle daha da pekişmiş olur.
Ebû Hüreyre böyle bir açıklamayı korkunca
terketmiş ve şöyle demiş: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan iki kap
dolusu (ilim) belledim. Bunlardan birisini
etrafa saçtım (öğrettim), diğerini ise saçacak
olursam şu boğazım kesilir. Bu hadisi Buhârî
rivâyet etmiştir.
Buhârî,
İlm 42.
İlim adamları der ki:
Ebû Hüreyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı
taktirde kendisi adına fitneye (azaba, işkenceye)
uğratılmasından ya da öldürülmekten korktuğu
bilgi, fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak tayini ve bu türden olup
apaçık âyetler ve hidâyet ile ilgisi olmayan şeyler ile alakalıdır. Doğrusunu en
iyi bilen yüce Allah'tır.
5- Apaçık Şekilde Bildirdikten
Sonra:
"Kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra"
âyetinden kasıt indirilen
apaçık âyetler ve hidâyettir. Kitap da burada cins isimdir. Allah tarafından
indirilmiş bulunan bütün kitaplar kastedilmektedir.
6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar:
"İşte
onlara hem Allah lanet eder"
onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve
mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine: Lanetim üzerinize olsun, der. Tıpkı
lanetli İblise dediği gibi:
"Ve
Benim lanetim kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir."
(Sâd, 38/78)
Sözlükte lanet etmenin asıl anlamı,
uzaklaştırmak ve kovmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
7- Lanet Ediciler Kimlerdir?
"Hem
de lanet edebilecekler lanet eder"
âyeti ile ilgili olarak
Katâde ve er-Rabi' şöyle demişlerdir:
"Lanet
edebilecekler"den
kasıt, melekler ve mü’minlerdir.
İbn Atiyye der ki: Bu, açıktır ve sözün
muktezasına uygundur.
Mücâhid ve İkrime der ki: Bunlar
haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamları günahları sebebiyle
kuraklığa mahkûm olurlar, o bakımdan bu kötü âlimlere bu haşerat ve hayvanlar
lanet ederler.
ez-Zeccâc der ki: Doğrusu ise "lanet edebilecekler"den kastın meleklerle
mü’minler olduğudur. Bundan kastın
yeryüzündeki hayvanların olmasına gelince; bunun hakikati ancak konu ile ilgili
bilgi sahibi olmamızı gerektiren bir nas veya
bir haber ile anlaşılabilir, öğrenilebilir. Bu hususta ise biz herhangi bir şey
bulamadık.
Derim
ki: Bu hususta el-Berâ b. Âzib (radıyallahü
anh)'ın rivâyet ettiği bir habergelmiş bulunmaktadır. O şöyle der:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:
"İşte
onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilecekler lanet eder"
âyeti ile
ilgili olarak: "İşte bunlar
yeryüzünde hareket eden hayvanlardır" diye
buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce, Muhammed b.
es-Sabbah'tan şöylece rivâyet etmektedir: Bize Ammâr b. Muhammed, Leys'ten o
Ebû'l Minhal'dan o Zâzân'dan o da el-Berâ'dan haber vererek dedi ki:..
İbn Mâce,
Fiten 22. Hadiste sözü edilen el-Leys b. Ebî
Süleym ile ilgili hadis âlimlerinin değerlendirmeleri için bk. ez-Zehebî,
Mizânu'l-Î'tidâl, IV, 340-343; İbn Hacer, Takribu't-Tehzlb, II, 138.
Hadisin senedi hasendir.
Eğer: Peki burada akıl sahibi
olmayan varlıklar nasıl akıl sahibi olan varlıkların çoğulu gibi çoğul
yapılmıştır? denilecek olursa şu cevabı veririz: Çünkü aklı ermeyen bu
yaratıklara aklı erenlerin yaptıkları bir iş isnad edilmiştir. Nitekim
yüce Allah
(Hazret-i Yusuf sözlerini aktararak, güneşi, ay'ı ve onbir yıldızı kastederek ve
akıl sahibi olanlara has çoğul şekliyle):
"Onların bana secde ettiklerini gördüm"
(Yusuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Burada cansızlar gibi çoğul
yapılmamıştır. Ayrıca yüce Allah
(organlara hitaben):
"Niçin
aleyhimize şahitlik ettiniz?"
(Fussilet, 41/21);
"Onları sana bakar görürsün.."
(el-A'raf, 7/198)
diye buyurmaktadır. (Burada da akılsız varlıklar akıl
sahibi varlıklar gibi çoğul yapılmıştır). Buna benzer örnekler pek
çoktur. Yüce Allah'ın izniyle ileride
gelecektir.
el-Berâ b. Âzib ve
İbn Abbâs da: "Lanet edebileceklerden kasıt,
cinler ve insanlar dışındaki bütün yaratıklardır. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Kâfire kabrinde darbe indirildiği vakit bağırır. Onun bu bağırmasını, insanlar
ve cinler dışında herkes işitir ve bağırtıyı işiten herkes de ona lanet okur."
Kabir nimet ve azabını dile getiren uzunca hadisin
bir bölümünü teşkil eden bu hadis örnek olarak: Enes b. Mâlik'ten:
Buhârî, Cenâiz 68, 87,
Ebû Dâvûd, Sünne 24;
Nesâi, Cenâiz 110;
Müsned, III, 126, 234'te; Beni b. Âzib'ten:
Ebû Dâvûd, Sünne 24;
Müsned, IV, 296'da geçmekte.
Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, l, 391'de şunları
söylemektedir: "İbn Mâce,
İbnu’l-Münzir ve İbn Ebi Hatim, el-Berâ b.
Âzib'den şöyle dediğini nakletmektedirler:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
ile birlikte bir cenazede bulunuyorduk. Şöyle buyurdu: Kâfire iki gözü
(kaşı) arasına öyle iki darbe indirilir ki,
insanlarla cinler dışında herkes onun sesini işitir, sesini işiten her canlı
hayvan ona lanet okur..." Hem Kurtubi’nin, hem
Süyûtî'nin kast ettikleri hadis İbn Mâce,
Fiten 22'de yer alan 4021.
İbn Mes'ûd ve
es-Süddî de şöyle der: Arkadaşına lanet edip
de bu lanetin semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya inip de hakkında lanetin
okunduğu kişiyi bu işe ehil (lâyık) görmeyince
onu söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de bu işe ehil olmadığını
bulur. Bu sefer gider yüce Allah'ın
indirdiğini gizleyen yahudilere konar. İşte yüce
Allah'ın:
"Hem
de lanet edebilecekler lanet eder"
âyetinin anlamı budur. Yahudilerden ölenlerden bu
lanet artık kalkar. Bu sefer bu lanet geriye kalan yahudiler üzerine iner.
160
Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar
müstesna. Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri pek çok kabul
eden, pek çok rahmet edenim.
"Ancak
tevbe edenler"
âyeti ile yüce Allah
tevbe edip amellerini, sözlerini düzelten ve tevbeleri ile
yüce Allah'a dönen kimseleri istisna
etmektedir.
Bizim ilim adamlarımıza göre
kişinin: tevbe ettim, demesi bu sözünden sonra, önce yaptıklarının aksi
kendisinden görülmedikçe yeterli değildir. Eğer kişi irtidat etmiş ise İslâm'ın
şer'î hükümlerini açıktan izhar ederek İslâm'a döner. Eğer kişi çeşitli
masiyetler işleyen bir kimse ise ondan salih amelin açıkça görülmesi ile fesad
ehli ve önceden işlemiş olduğu hallerin sahibi kimselerden uzak kalmasıyla olur.
Şayet putperest kimselerden ise onlardan ayrılır, İslâm ehli ile oturup kalkar.
Böylelikle daha önceki halinin aksini izhar ederek tevbe gerçekleşir. İleride
yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresinde
(en-Nisâ, 4/17. âyet-i kerimede) tevbeye ve
hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.
Yüce. Allah'ın:
"Ve
açıklayanlar müstesna"
âyeti hakkında kimi ilim adamı şöyle demiştir:
Şarap kaplarını, içki kaplarını kırıp onları dökerek açıktan beyan edenler
demektir.
Tevrat'ta bulunan
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
peygamberliği ve ona tabi olmanın vücûbunu açıklayanlar hakkında
olduğu da söylenmiştir.
Ancak bu ifadenin genel olarak
alınması önceden de açıkladığımız üzere daha uygundur.
Yani bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar demektir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Artık
onların tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok
rahmet edenim"
âyetine dair açıklamalar ise daha önceden
(el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) geçmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
161
Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı üç
başlık halinde sunacağız:
1- Kâfire Lanet Okumak:
"Kâfir
olarak ölenler"
âyetindeki "vav" harfi hal içindir.
İbnu'l-Arabî
der ki: Bana birçok hocam muayyen bir
kâfire lanet okumanın câiz olmadığını söylemiştir. Çünkü o kişinin hangi hal
üzere vefat edeceği bilinmemektedir. Yüce Allah
ise bu âyet-i kerimede mutlak olarak lânetlemek için küfür üzere ölmeyi şart
koşmaktadır. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kâfir olup
muayyen kimselere lanet okumasına dair gelen rivâyetlere gelince; onun bu
kimselerin akıbetlerine dair bilgi sahibi oluşundan dolayıdır.
İbnu'l-Arabî der ki: Bence sahih olan,
halinin zahir olanı ve onu öldürmenin, onunla Savaşmanın câiz olması dolayısıyla
muayyen olarak bir kâfire lanet okumanın câiz olduğu şeklindedir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan:
"Allah'ım, Amr b. el-As beni hicvetmiş bulunuyor, o benim şair olmadığımı da
biliyor. Allah'ım, sen de ona lanet et, bana hicvettiği kadar sen de onu hicvet"
diye buyurduğu rivâyet edilmiştir.
İbnu’l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ân'da
(I, 50) bu şekilde belli bir kaynağa atfetmeden
zikretmektedir. Görüldüğü gibi burada sonunda
Amr b. el-As îman etmek, dine bağlanmak ve müslüman olmakla birlikte
Hazret-i Peygamber ona lanet buyurmuş
ve: "Bana hicvettiği kadar
sen de ona hicvet"
diyerek adaletli bir talepte bulunmuştur. Adaleti ve insafı
aşmamıştır. Burada Hazret-i Peygamber'in
hicvetmeyi yüce Allah'a nisbet etmesi
böyle bir niteliğe tâ baştan beri yüce Allah'ın
sahip olması anlamıyla değil, yapılan böyle bir davranışa ceza olmak türünden
Allah'a nisbet etmiştir. Nitekim yüce Allah'a
mekr (hile ve tuzak) alay ve aldatmanın nisbeti
de bu yolludur. Şanı yüce Allah
zâlimlerin söylediklerinden yüce ve büyüktür.
Derim
ki: Belli bir şahsı tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere
lanet okumak hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Mâlik'in Davud b.
el-Husayn'dan rivâyetine göre o el-A'rec'in şöyle dediğini dinlemiştir: Benim
yetiştiğim bütün insanlar Ramazan ayında bütün kâfirlere lanet okurlardı. İlim
adamlarımız der ki: İster zimmet altında olsunlar ister olmasınlar farketmez.
Bununla birlikte böyle bir lanet okumak vacip değildir. Fakat bu iş yapan kimse
için mubahtır. Çünkü kâfirler hakkı inkâr etmekte, dine ve bu dine mensup
olanlara düşmanlık etmekte, aynı şekilde açıktan açığa içki içen, faiz yiyen,
erkek olup da kadınlara benzeyen, kadın olup da erkeklere benzeyen ve buna
benzer Hadîs-i şerîflerde lanet
edildikleri varid olan, açıktan masiyet işleyen herkesin durumu da böyledir.
2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt:
Kâfire, onu küfürden alıkoymak,
engellemek üzere lanet okunmaz. Aksine ona lanet okumak, küfre bir ceza ve onun
küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş bulunsun, ister
deli olsun farketmez.
Seleften bazıları ise şöyle
demiştir: Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire
küfrüne ceza olsun ya da onu küfründen
alıkoymak yoluyla olsun lanet okumanın bir faydası yoktur; çünkü o bundan dolayı
etkilenmez. Buna göre bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen şudur: İnsanlar
böyle bir kâfire kıyâmet gününde lanet okurlar ki, bundan dolayı etkilensin,
zarar görsün ve kalbi acıyla dolsun ve böylelikle bu lanet okuma, onun küfürünün
bir cezası olsun diye. Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Sonra
kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz, kiminize lanet
edecektir."
(el-Ankebût, 29/25)
Bu âyet-i kerîme yüce Allah tarafından
lanet olunacaklarına dair -lanet edilmelerinin emrolunduğuna dair değil- haber
vermenin delili olduğunu kabul eden bu görüşün delilidir.
İbnu’l
Arabî'nin naklettiğine göre âsi kimseye lanet okumak ittifakla câiz
değildir. Çünkü rivâyet edildiğine göre Pegyamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a defalarca içki içmiş birisi getirildiği
halde orada bulunanlardan birisi:
Allah ona lanet etsin, bu iş
dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da getiriliyor? deyince
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Hudud 4, 5.
Böylelikle
Hazret-i Peygamber, o kişinin kardeş
olarak saygınlığını dile getirmektedir. Bu ise ona karşı şefkatli olmayı
gerektirir. Ayrıca bu hadis, sahih bir hadistir.
Derim ki:
Bu hadisi Buhârî ve
Müslim rivâyet etmiştir. Bazı ilim adamları
âsiye lanet okumak hususunda görüş ayrılığının bulunduğundan söz eder ve şöyle
der: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız"
âyetini haddin ona uygulanışından sonra Nuayman hakkında söylemiştir.
Kendisine
yüce Allah'ın emrettiği had uygulanan
kimsenin lanet edilmemesi gerekir. Kendisine had uygulanmayan kimsenin ise ister
ismi tayin edilsin, ister edilmesin lanet edilmesi caizdir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) lanet edilmesini gerektiren o hal üzere
devam ettiği sürece kendisine lanet okunması gereken kimseden başkasına lanet
etmemiştir. Bu halinden tevbe edip vazgeçer, haddin de temizlediği kimseye ise
lanet yöneltilemez. İşte bunu Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu
Hadîs-i şerîfi açıkça beyan etmektedir:
"Herhangi birinizin cariyesi zina ettiği takdirde ona had
vursun ve (bundan sonra da) onu ayrıca azarlamasın."
Buhârî,
Hudud 36, Buyû' 66, 110; Müslim, Hudûd 30;
Ebû Dâvûd, Hudûd 32;
Müsned, II, 249, 494.
İşte bu
Hadîs-i şerîf sahih olmanın yanında,
azarlama ve lânetlemenin ancak haddin uygulanmasından ve tevbeden önce sözkonusu
olabileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen
yüce Allah'tır.
İbnu'l Arabî
der ki: Mutlak olarak âsiye lanet etmeye gelince bu icma ile caizdir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Bir yumurtayı çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet
etsin."
Buhârî,
Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7;
Nesâî, Sârik 1;
İbn Mâce, Hudûd 22.
3- Herkesin Laneti:
İşte "Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti" yani Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırılmaları
"onların üzerlerinedir."
Lanet etmek, aslında kovmak ve uzaklaştırmaktır.
Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88.
âyette) geçmiş bulunmaktadır. Kulların laneti kovmak demektir. Allah'ın
laneti ise azaba uğratmak demektir.
Hasan-ı Basrî bu buyrukları şeklinde merfu olarak okumuştur. O takdirde
açıklaması şöyle olur: Bunların cezalan Allah'ın onlara lanet etmesi, meleklerin
onları lânetlemesi ve bütün insanların onları lânetlemesidir. Nitekim: "Ben
Zeyd'in ayakta durmasından hoşlanmadım, Amr'ın ve Halid'in de" denir. Çünkü
burada anlam Zeyd'in ayakta durmasını, Amr'ın ayakta durmasını, Halid'in ayakta
durmasını hoş görmüyorum, şeklindedir. Ancak
el-Hasen'in bu şekildeki kıraati Mushaf taki yazılışa muhaliftir.
Bu gibi kimselere bütün insanlar
lanet etmemektedir. Çünkü onların kavimlerinden olanlar onları lânetlemez,
denilecek olursa böyle bir soruya üç şekilde cevap verilebilir:
1-
İnsanların çoğu tarafından yapılan lanete "insanların laneti"
denilmesi, çoğunluğun azınlık hakkındaki laneti diye "tağlib" yoluyla
zikredilmiştir.
2-
es-Süddî der ki: Zalime herkes lanet eder.
Kâfir zalime lanet ettiği takdirde kendisine de lanet etmiş olur.
(Çünkü kâfir de zâlimdir).
3-
Ebû'l-Âl-iyye der ki: Bundan kasıt kıyâmet
gününde bütün insanlarla birlikte kendi kavminin de onları lanetleyeceğidir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra
kıyâmet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz kiminize lanet
edecektir."
(el-Ankebût, 29/25)
162
Onda ebedî kalıcıdırlar. Üzerlerinden azâb ne hafifletilir
ne de onlara mühlet verilir.
Daha sonra
yüce Allah:
"Onda"
yani o lanet içinde,
yani bu lanetin gerektirdiği ceza içerisinde
"ebedî
kalıcıdırlar"
diye buyurmaktadır. Onların lanette ebedi
kalmaları lanetin ebediyyen onlara olacağı demektir, diye de açıklanmıştır.
"Üzerlerinden azâb ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir."
Herhangi bir süre dahi
azaptan geriye bırakılmazlar, azapları ertelenmez.
"Ebedî
kalıcıdırlar"
âyeti,
"üzerlerine"
âyetindeki zamir halidir. Bundaki âmil be
"üzerlerine"
kelimesindeki zarf manasınadır. Çünkü bunda karar
bulup yer etmek anlamı vardır.
163
Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı da
iki başlık halinde sunacağız:
1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır:
"Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır."
Yüce Allah
hakkın gizlenmesini sakındırdıktan sonra ilk açıklanması gereken ve gizlenmesi
câiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu beyan etmektedir. Hemen bunun
akabinde tevhidin delilini ve nazar etme yolunun bilgisini
(aklı kullanma yolunu) sözkonusu etmektedir. Bu
ise bütün bunların var olması için benzersiz bir failin bulunmasının kaçınılmaz
olduğu bilinsin diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir.
İbn
Abbâs (r. anhuma) der ki: Kureyş
kâfirleri, ya Muhammed, bize Rabbini anlat dediler,
yüce Allah bunun üzerine İhlas Süresiyle bu
âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Müşriklerin ise o sırada üçyüzaltmış tane putları
vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek
(vâhid) olduğunu beyan buyurdu.
2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur:
"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur"
âyeti, nefiy ve isbattır. Bunun başı
(lâ ilahe: Hiçbir ilâh yoktur) küfürdür,
illallahu: O'ndan başka) imandır. Manası, Allah'tan başka ma'bud yoktur.
Nakledildiğine göre eş-Şiblî
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Allah der,
fakat "la ilahe" demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöyle
cevap vemiştir: Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sözünü
söylemeye ulaşamam.
Derim ki:
Bu, hakikati olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı
yüce Allah, bunu Kitab-ı Kerîm'inde hem
nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca tekrarlamıştır.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vasıtası ile de bu sözü söyleyen kimseye
de pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadisleri
Muvatta’'',
Buhârî, Müslim ve başkaları da
rivâyet etmiştir. (Mesela)
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Her
kimin söylediği son söz lâ ilahe illallah olursa o kişi cennete girer."
Bu hadisi
Müslim rivâyet etmiştir.
Bu lâfızlarla: Buhârî,
Cenâiz 1 bab başlığı olarak; Ebû Dâvûd,
Cenâiz 16. Müslim, Îman 43'teki: "Kim
Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölürse cennete girer" anlamındaki
hadis, müfessirimizin dile getirdiği maksadını aynen ifade etmektedir.
Maksat bunu dil ile değil, kalb ile
söylemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse, onun inancında ve kalbinde vahdaniyyet
ile Allah için gerekli olan sıfatlar yer etmiş ise
Ehl-i Sünnet'in ittifakı ile böyle bir
kimse cennet ehlindendir.
Şanı
yüce Allah'ın vahid, la ilahe illahû, er-Rahmân ve er-Rahîm
isimlerinin anlamlarına dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi
Esmailla-hi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a
hamd-ü senalar olsun.
|