Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

21

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

142

İnsanlardan sefih olanlar: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- İnsanların Beyinsizleri:

"İnsanlardan sefih olanlar., diyecekler." Yüce Allah bunların mü’minlerin kıblesinin Şam tarafından Ka'be'ye doğru değiştirilmesi ile ilgili olarak

"onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerini haber vermektedir.

"Diyecekler" dediler anlamındadır. Yüce Allah burada mazi (di'li geçmiş)in yerine gelecek kipini kullanmıştır ki, bu ifade onların bu sözlerini sürdüreceklerini ve bunu devam ettireceklerini göstermektedir.

"İnsanlardan" âyeti ile de özel bir kesime işaret etmiştir. Çünkü "sefihlik" cansızlar ve hayvanlar hakkında sözkonusudur. Bu âyette

"sefih olanlar" ile kast edilenler,

"onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyenlerin hepsidir.

Sefihler (sufehâ); çoğul olup bunun tekili "sefih"tir. Aklı kıt ve hafif olan demektir. Dokuması hafif olan kumaşa da "sefih" dediklerinden bu kelimeyi kıt akıllılar hakkında da kullanmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kadınlar için bu kelimenin çoğulu "sefâih" şeklinde gelir.

el-Müerric der ki: Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen çok yalancı ve çok iftiracı demektir. Kutrub'a göre çok cahil kimse demektir.

Burada "sefihler" ile kastedilenler Mücâhid'e göre Medine'deki yahudilerdir. es-Süddî'ye göre münafıklardır.

ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri kıblenin değiştirilmesini kabul etmeyince şöyle dediler: Muhammed, doğduğu yere özlem duymaya başladı. Pek yakında sizin dininize geri dönecektir.

Yahudiler de şöyle dediler: Bu işin içinden çıkamaz oldu, şaşırdı kaldı.

Münafıklar ise: Yönelmiş oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir diye konuştular. Müslümanlarla da alay ettiler.

"Çeviren" yani döndüren, başka tarafa yönelten

"nedir?"

2- Kıblenin Değiştirilmesine Dair Rivâyetler:

Hadis İmâmlarının İbn Ömer'den rivâyetlerine göre -lâfız Malikindir- o şöyle demiştir: Müslümanların Küba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: Bu gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân-ı Kerîm nazil oldu ve Ka'be'ye yönelmesi emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına (Beytu'l Makdis'e doğru) yönelmiş idi, Ka'be'ye doğru döndüler. Buhârî, Salât 32, Âhâd 1, Tefsir 2. sûre 16, 17, 19; Müslim, Mesacid 13; Nesâî, Salât 24, Kıble 3; Muvatta’'', Kıble 6.

Buhârî'nin el-Bera'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Beytu'l Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullah'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, çıkıp rükû'a varmış oldukları bir halde bir mescid halkının yanından geçti, şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım. Oldukları gibi Beytullah'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullah'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş (şehid düşmüş) birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce Allah:

"Allah imanınızı zayi edecek değildir." (el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu. Buhârî, Îman 30, Salât 31.

Görüldüğü gibi bu rivâyette ikindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu âyet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rek'atini kıldıktan sonra nazil olmuş ve namazda iken yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l Kıbleteyn, (iki kıbleli mescid) ismi verilmiştir. Ebû'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de bey'atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıbleye -veya Beytu'l Haram'a doğru- yöneldi. Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti. et-Temhîd, XVII, 46.

Bu âyet-i kerimenin namazda olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka'be'ye doğru kılınan ilk namaz ise ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru kıblenin değiştirildiği sırada Ka'be'ye doğru ilk namaz kılan kişinin, Ebû Said b. el-Mualla'nın olduğu rivâyet edilmiştir. Şöyle ki: Mescid'e gitmekte olduğu bir sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müslümanlara minberin üzerinde irad ettiği hutbede kıblenin değiştirilmiş olduğunu söylediğini ve bu arada:

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el-Bakara, 2/144) âyetini sonuna kadar okuduğunu işittim. Bunun üzerine arkadaşıma şöyle dedim: Gel, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberden inmeden önce iki rek'at namaz kılıverelim. Böylelikle Ka'be'ye doğru ilk namaz kılanlar biz oluruz. (Orada bulunan) koyun ve develerin arkasına saklanarak iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberden indi ve cemaate o günün öğle namazını kıldırdı. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) Ebû Said el-Mualla'nın bu hadisten başka rivâyet ettiği bir hadis yoktur, der. Şu kadar var ki Fâtiha Sûresi'nin faziletine dair .".. namaz kılıyordum, Resûlüllah beni çağırdı.." şeklindeki hadisini Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tefsir, 1. sûre, b.l. Müsned, III, 450, IV, 211. Aynı yerde Ebû Sâid'den rivâyet edilen ve Hazret-i Ebû Bekir'in faziletine dair bir hadis daha vardır. Abdulganî en-Nablusî, Zehâiru'l-Mevârîs (III, 174)'de Nesâî'ye atfen bir hadis daha zikretmektedir. Böylece Ebû Sâid'den rivâyet edilen hadislerin toplam, dördü bulunmaktadır. Hadis daha önceden Fâtiha Sûresi'nin tefsiri 1. bölüm 1. başlıkta geçmiş bulunmaktadır.

3- Kıble Ne Zaman Değiştirildi?

Hazret-i Peygamber'in Medine'ye gelişinden sonra kıblenin ne vakit değiştirildiği hususunda farklı rivâyetler vardır. Buhârî'de geçtiği üzere onaltı veya onyedi ay sonra denilmiştir. Buhârî, Saiât 31; Müslim, Mesâcid 12. Bunu Darakutnî de el-Bera'dan rivâyet etmiştir ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Medine'ye gelişinden sonra on altı ay süre ile Beytu'l Makdis'e doğru namaz kıldık. Daha sonra yüce Allah peygamberinin arzusunu bildiğinden:

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el- Bakara, 2/144) âyetini indirdi. Dârakutnî, I, 273-274; Müslim, Mesâcid 11.

Bu rivâyette şüphe sözkonusu olmaksızın onaltı ay zikredilmektedir.

İmâm Mâlik ise Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet ettiğine göre kıblenin değiştirilmesi Bedir gazvesinden iki ay önce olmuştur. Muvatta’'', Kıble 7. İbrahim b. İshak der ki: Kıblenin değiştirilmesi, hicretin ikinci yılı Receb ayında olmuştur. Ebû Hâtim el-Büstî der ki: Müslümanlar tamı tamına on yedi ay üç gün Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldılar. Ebû Hâtim el-Busti, es-Siretu'n-Nebeviyye, Lübnan, 1407/1987, s. 157. Şöyle ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gelişi Rabiulevvel ayının Pazartesi'ye rastlayan onikinci günü idi. Yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini ise salı gününe rastlayan Şa'ban ayının ortasında vermiş idi.

4- Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti:

İlim adamları Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e yönelme keyfiyeti hakkında da üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. el-Hasen der ki: Hazret-i Peygamber Beytu'l Makdis'e kendi görüş ve içtihadına dayanarak yönelmişti. Bu, İkrime ve Ebû'l-Aliye'nin de görüşüdür.

İkincisine göre Hazret-i Peygamber, Beytu'l-Makdis ile Ka'be'ye yönelmek arasında muhayyer idi. O, yahudilerin îman etmelerini umarak ve onların İslâm'a ısınmaları arzusu ile Kudüs'e doğru yönelmeyi tercih etti. Bu görüş de Taberî'ye aittir. ez-Zeccâc der ki: Bu müşriklere imtihan olsun diyedir. Çünkü onlar Ka'be'ye alışmışlardı.

İbn Abbâs ve başkalarından oluşan Cumhûrun kabul ettiği görüşe göre; Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmesi, kesinlikle yüce Allah'ın emir ve vahyi ile olmuştur. Daha sonra da yüce Allah bunu neshederek namazda Ka'be'ye yönelmesi emrini vermiştir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu âyetini gösterirler:

"Senin yöneldiğin kıbleyi, ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde döneceklerden ayırdetmemiz için kıble yaptık." (el-Bakara, 2/143)

5- Hicretten Önce Kıble Neresiydi?

Yine ilim adamları, Hazret-i Peygamber'e namazın Mekke'de ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Beytu'l-Makdis'e doğru mu idi, yoksa Mekke'ye (Ka'be'ye) doğru mu idi hususunda farklı iki görüşe sahiptirler.

Kimisi: Mekke'de de kıble Beytu'l-Makdis'e doğru idi, Medine'de de onyedi ay süreyle böyle devam etti, daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye doğru yönelmesini emretmiştir, diyor. Bu görüş İbn Abbâs'ındır.

Başkaları ise şöyle demektedir: Hazret-i Peygamber'e namazın ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Ka'be idi. O Mekke'de kaldığı sürece Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail'in kıldığı şekilde namaz kılmaya devam etti. Medine'ye geldikten sonra -süre ile ilgili görüş ayrılıklarına göre- onaltı veya onyedi ay süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini verdi.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bence konu ile ilgili iki görüşten daha sahih olanı budur.

Başkası ise şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Bu, onların îmana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka'be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hazret-i İbrahim'in kıblesi olduğundan dolayı Ka'be'yi seviyordu. Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.

Onun Ka'be'ye yöneltilmek istemesi ise Arapların İslâm'a girmeleri için daha bir teşvik edici unsur olduğundan dolayıdır da denilmiştir. Mücâhid'den nakledildiğine göre ise yahudilere muhalefet olsun diye Ka'be'ye yönelmek istemiştir.

Ebû'l-Âl-iyye er-Reyahî'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Salih'in mescidinin kıblesi de Ka'be'ye doğru idi. Yine Hazret-i Mûsâ (Beytu'l-Makdis'teki) kayaya doğru ve Ka'be cihetine namaz kılardı. Hazret-i Mûsa'nın vefatından sonra İsrâiloğullarının Arz-ı Mukaddes'e girdikleri ve Beytu'l-Makdis'in Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman dönemlerinde, çok sonraları inşâ edildiği bilinmektedir. Buna göre ifadenin: Hazret-i Mûsa'nın da namazda Kabe'ye doğru yönelerek namaz kıldığına dair bölümü, gerçeği ifade etmektedir. Ka'be, bütün peygamberlerin kıblesidir. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun.

6- Bu Âyet Neshin Delilidir:

Bu âyet-i kerîme şanı yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitabında nâsih ve mensûh olduğunun açık delilidir. Daha önceden de açıklandığı gibi (el-Bakara, 2/106. âyet) istisna olarak kabul etmeyenlerin dışında ümmet bu hususta icma etmiştir. Yine ilim adamları Kur'ân-ı Kerîm'de ilk nesholunanın kıble olduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Bundan önceki başlıkta sözü edildiği gibi iki görüşten birisine göre; iki defa neshedilmiştir.

7- Sünnetin Kur'ân İle Neshi:

Yine bu âyet-i kerîme, Sünnetin Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilebileceğinin delilidir. Şöyle ki; Peygamber Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmıştı. Bu hususta ise Kur'ân'da herhangi bir âyet yoktur. Buna dair hüküm ancak sünnetten gelmektedir. Daha sonra bu hüküm Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilmiştir. Buna göre:

"Senin yöneldiğin" (el-Bakara, 2/143) âyetinin anlamı halihazırda üzerinde bulunduğun kıble demek olur.

8- Haber-i Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma:

Yine bu âyet-i kerimede vahid haberin kat'î kabul edilebileceğine dair delil vardır. Şöyle ki: Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmak, onlara göre şeriatte kat'i bir emir idi. Diğer taraftan Küba'da namaz kılanlara haberci gelip kıblenin Mescid-i Harama doğru değiştirildiğini onlara bildirince onun sözünü kabul ettiler ve Ka'be'ye doğru döndüler. Böylelikle -zannî bilgi ifade ettiği halde- vahid habere dayanarak mütevâtir haberi terkettiler.

İlim adamları bunun aklen câiz olup olmadığı ve vakıa olarak meydana gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebû Hâtim der ki: Kabul edilen görüş eğer şeriat onunla taabbüdü istemiş ise aklen bunun câiz olacağı ve Küba mescidi olayı delil gösterilerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanında da bunun meydana geldiği şeklindedir. Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, tek tek valileri çevredeki bölgelere tayin edip gönderdiği ve bunların nâsih olanı da mensûh olanı da tebliğ ettikleri de delil gösterilmiştir. Ancak bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra mümkün değildir. Bunun delili ise ashab-ı kiramın şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır: Kur'ân-ı Kerîm ve tevatür yoluyla bilinen bir husus, vahid haber ile kaldırılamaz. Seleften olsun haleften olsun bunun câiz (mümkün) olabileceğini kabul eden kimse yoktur. Bunun imkânsız olduğunu kabul eden kimseler böyle bir şeyin muhal olan sonuca götürmesini delil göstermişlerdir, ki bu da zannî bir delil ile kat'î olarak bilinen bir hükmü kaldırmaktır. Küba mescidinde namaz kılanların kıssası ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vali tayin etmesi ise ya naklî ve tahkîkî olarak bilgi ifade eden karînelerin varlığına ya da ihtimali ve takdirî olarak bunun bilgi ifade eden karinelere bağlı olarak kabul edildiği şeklinde yorumlanır.

9- Neshedici Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu:

Yine bu âyet-i kerimede neshedici hükmün kendilerine ulaşmadığı kimselerin ilk hüküm ile ibadetlerini sürdüreceklerine dair delil vardır. Bu husus, nâsihin varlığı ile birinci hüküm ortadan kalkar, onun varlığını bilmekle değil, diyenlerin görüşüne muhaliftir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Kübalılar haberci gelip kendilerine nesneden hükmü bildirinceye kadar Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya devam ettiler. Haberci gelince Ka'be'ye doğru yöneldiler. Buna göre neshedici hüküm ortaya çıktığı takdirde elbette ki önceki hükmü kaldırır. Fakat bu hükmün bilinmesi şartı vardır. Çünkü neshedici hüküm bir hitaptır. Kendisine ulaşmadığı kimseler hakkında hitap olması sözkonusu değildir.

Bu husustaki görüş ayrılığının etkisi şurada görülür: Nesihten sonra ve neshin haberinin ulaşmasından önce yapılmış bulunan ibadetler iade edilir mi edilmez mi? Müvekkilinin kendisini azletmesinden ya da ölümünden sonra ve fakat vekilin bunu bilmesinden önceki tasarruflarının hükümleri ile ilgili mes'ele hakkındaki iki ayrı görüşün esasını da bu konudaki görüş ayrılığı teşkil etmektedir. Aynı şekilde başkasının sermayesini kâr ortağı olarak çalıştıran (Mâlikîlere göre mukârad, Hanefîlere göre amil)in hükmü de budur.

Yine hakimi görev başına tayin eden kimsenin vefat etmesi ya da azledilmesi halinde de bu görüş ayrılığı sözkonusudur. Sahih olan ise bu kimselerden her bir kişinin yaptıkları fiilleri geçerlidir, hakimin verdiği hüküm reddedilmez şeklindedir.

Kadı Iyad der ki: Azad edilip de azad edildiğini bilmeyen kölenin kendisi ile insanlar arasındaki ilişkilerinin hür kimsenin hükümlerine tabi olacağı, kendisi ile Allah arasındaki fiillerinin ise câiz olacağı hususunda mezhebimizde (Maliki mezhebinde) görüş ayrılığı yoktur. Azad edilen cariyenin azad edildikten sonra ve fakat azad edildiğini bilmeden önce (hürler gibi) örtünmeksizin kılmış olduğu namazlarını iade etmeyeceği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.

Şu kadar var ki Küba mescidi mes'elesine kıyasen eda etmekte olduğu ibadetinin hükmünü değiştirmeyi gerektiren herhangi bir husus ile karşı karşıya kalan kimse hakkında farklı görüşler vardır. Her kim belli bir durum üzere namaz kılar, sonra namazını tamamlamadan önce bu durumunda bir değişiklik olursa, o namazını kesmeksizin tamamlar ve bundan önce yaptıkları caizdir ve yeterlidir. Aynı şekilde üryan olarak namaz kılıp sonra namazda iken elbise bulan veya namazını sıhhatli iken başladığı halde hastalanan ya da hasta başladıktan sonra sağlığına kavuşan veya oturarak namaza başladıktan sonra ayağa kalkabilecek durumda olan yahut namazda olduğu halde azad edilen bir cariye de bundan sonra örtmediği yerlerini örtü alıp örter ve namazının geri kalan kısmını tamamlar.

Derim ki: Yine namaza teyemmüm ile başlayıp da daha sonra suyu gören bir kimse namazını kesmez. Nitekim Mâlik, Şâfiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- ve başkaları da böyle demiştir. Namazını keseceği de söylenmiştir ki, bu da Ebû Hanîfe (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin görüşüdür. İleride bu husus gelecektir.

10- Vâhid Haberin Kabulü:

Bu âyet-i kerimede vâhid haberin kabul olunacağının delili vardır. Selef bu husus üzerinde icma etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın değişik bölgelere tek tek elçilerini ve valilerini göndermesi şeklinde adet haline getirdiği uygulamasından da bunun kabul olunacağı tevatür ile bilinmektedir. Hazret-i Peygamber'in gönderdiği bu tek tek elçi ve valilerin gidiş maksatları ise insanlara dinlerini öğretip rasûllerinin emir ve yasaklara dair sünnetlerini tebliğ etmektir.

11- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi:

Yine bu âyet-i kerimede Kur'ân-ı Kerîm'in Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerine kısım kısım ve ihtiyaca binaen duruma göre nazil olduğunun delili vardır. Yüce Allah:

"Bugün sizin için dininizi tamamladım.." (el-Maide, 5/3) âyetinde de belirttiği gibi dinini kemale erdirinceye kadar böylece sürüp gitmiştir.

"De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." Bu âyet, delil olarak ortaya konulmaktadır. Kıblenin değiştirilmesini ileri sürerek İslâm, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber hakkında şüphe uyandırmak isteyenlere karşı. Yani doğuların, batıların ve ikisi arasında bulunanların mutlak mülkü O'nundur. O bakımdan O, dilediği tarafa doğru yönelmek emrini vermek yetkisine sahiptir. Buna dair açıklamalar daha önceden de (el-Bakara, 2/115) geçmiş bulunmaktadır.

"O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir." Yüce Allah'ın bu ümmete, İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıblesine ileterek hidâyeti göstermiş olduğuna işarettir.

Sırat yol demektir. Müstakim (dosdoğru) ise herhangi bir eğriliği bulunmayan yol demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha, 1/6. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

143

Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye. Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık. Gerçi o elbette büyük bir İştir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği kimseler hakkında değil. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah insanlara Raûftur, Rahîmdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Vasat Ümmet:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." Yani Ka'be nasıl Arzın vasatı (ortası) ise sizi de böylece vasat bir ümmet kıldık. Yani peygamberlerden aşağıda ve diğer bütün ümmetlerin üzerinde bir ümmet.

Vasat, adaletli ve dengeli demektir. Bunun asıl anlamı ise herşeyin en övüleninin vasatı olduğundan dolayıdır. Tirmizî'nin Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık" âyeti hakkında, yani "adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık" dediğini nakletmektedir. Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Tefsir, 2. süre 8; Müsned, III, 9, 32.

Kur'ân-ı Kerîm'de de:

"Onların vasat olanları dedi ki" (el-Kalem, 68/28) diye buyurulmaktadır. Onların vasat olardan ise en mu'tedil ve en hayırlı olanları demektir. Şair Züheyr der ki:

"Onlar vasat (mutedil adaletli) kimselerdir.

İnsanlar hükümlerine razı olur

Gecelerden birisi büyük (bir musibetle) gelirse."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Siz küçük bir iş olsun yahut büyük bir şeyi bilen

Kabilelerin en vasatı (mutedil) olanlarısınız."

Bir başkası da şöyle demiş:

"İşlerde sakın aşırıya gitme

Soru sorarsan da olmadık şeyler sorma

Ve bütün insanlar arasında vasat (mutedil) bir kimse ol!"

Vadinin vasatı (ortası) vadideki en hayırlı, suyu ve merası en bol olan yer demektir.

Vasat aşırılığın da kusurun da uzağında kaldığı için övülmüştür. Yani bu ümmet hıristiyanların peygamberleri hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı gitmemiştir. Diğer taraftan yahudilerin peygamberlerine karşı kusurlu oldukları gibi o da peygamberlere karşı kusur işlememiştir. Hadîs-i şerîfte: "İşlerin en hayırlısı en vasat olanlarıdır" diye buyurulmaktadır. Bu hususta Hazret-i Ali'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Siz vasat olan yoldan ayrılmamaya bakınız. Çünkü daha yüksekte olan da ona doğru iner, daha aşağıda olan da ona doğru çıkar.

Filan kişi kavminin en vasat olanıdır. Yahut kavminin vasıtası ya da vasatıdır, denildiğinde onların en hayırlıları ve soylularındandır, demek olur. Buradaki "vasaf'ın iki şey arasında bulunmak anlamıyla bir ilgisi yoktur. el-Cevherî der ki: "Arasında" tabirinin kullanılabildiği her yere "vast" denilir. Eğer bu tabir (iki şeyin arasında olmak sözkonusu olmadığından) kullanılamıyor ise o takdirde buna "vasat" ismi verilir. Kimi zaman bu da sükûnlu olarak "vast" şeklinde kullanılıyor ise de, uygun bir kullanım değildir.

2- İnsanlara Karşı Şahitlik:

"İnsanlara karşı" mahşerde peygamberler lehine ümmetlerine karşı

"şahitler olasınız."

Nitekim Sahih-i Buhârî'de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği sabittir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde Nûh (aleyhisselâm) çağırılır. O da: Buyû' r, huzurundayım, emrine itaat etmeye hazırım Rabbim der. Yüce Allah: Tebliğ ettin mi? diye sorar, o: Evet deyince; ümmetine: Size tebliğ etti mi? diye sorulur. Onlar: Bize uyaran bir kimse gelmedi, derler. Yüce Allah: Peki senin lehine kim şahitlik edecek? diye soracak Hazret-i Nûh: Muhammed ve ümmeti diye cevap verir. Onlar da Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiğine dair şahitlik edecekler." "Peygamber de size şahit olsun diye." İşte yüce Allah'ın:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye..." âyeti bunu anlatmaktadır..." Buhârî, İ'tisam 19; Tirmizî, Tefsir 2. sûre, 8; Müsned, III, 32.

Bu hadisi İbnu'l-Mübarek bu manada daha uzun bir şekilde zikretmekte ve onda şu ifadeler de yer almaktadır: "O ümmetler şöyle diyecek: Bize yetişmemiş olan kimseler bize karşı nasıl şahitlik edecek? Şanı yüce Rabbimiz onlara şöyle der: Peki sizler yetişmediğiniz kimselere karşı nasıl şahitlik edersiniz? Şu cevabı verecekler: Rabbimiz Sen bize bir peygamber gönderdin ve bizim üzerimize ahdini, Kitabını indirdin. Bizlere onların tebliğ ettiklerine dair kıssaları anlattın. Biz de Senin izin verdiğin ahdine dayanarak şahitlik ediyoruz. Yüce Rab şöyle buyurur: Bunlar doğru söylediler. İşte aziz ve celil olan Rabbimizin:

"Böylece sizi vasat -adaletli- bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber size bir şahit olsun diye." âyeti buna işarettir. İbn En'um der ki: Bana ulaştığına göre o gün Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti şahitlikte bulunacaktır. Bunlardan ise kalbinde kardeşine karşı düşmanlık besleyenler müstesna olacaktır. Hadisin bu bölümü: Müsned, III, 58de de yer almaktadır.

Bir başka grup ilim adamı şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı ölümden sonra birbirlerine karşı yaptıkları şahitlik ile ilgilidir.. Nitekim Sahih-i Müslim'de Enes'ten gelen şu rivâyet yer almaktadır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir cenaze geçip de o cenazeden hayırla söz edilip övülünce "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" buyurdu. Arkasından bir başka cenaze onun yanından geçirilirken bu sefer o cenaze hakkında kötülükle söz edilince, Hazret-i Peygamber yine "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdu. Hazret-i Ömer bunun üzerine şöyle sordu: Anam babam sana feda olsun. Önce bir cenaze geçti, ondan hayırla söz edildi, sen: "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun, arkasından bir başka cenaze daha geçirildi, ondan da kötülükle söz edildi yine: "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kendisinden hayırla söz edip övdüğünüz kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisinden kötülükle söz edip yerdiğiniz kimseye de cehennem vacip olmuştur. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz." Müslim, Cenâiz 60.

Buhârî de bu hadisi bu anlamı ifade edecek şekilde zikretmiştir. Buhârî, Şehadât 6, Cenâiz 86; Ebû Dâvûd, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 63; Nesâî, Cenâiz 50.

Bu hadisin Buhârî ile Müslim'de bulunmayan rivâyet yollarından birisinde de Hazret-i Peygamber'in ayrıca:

"İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun diye" âyetini da okur. Nevâdiru'l-Usûl, I, 466

Eban ve Leys, Şehr b. Havşeb'den o Ubade b. es-Sâmit'ten rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Benim ümmetime ancak peygamberlere verilmiş üç şey verilmiş bulunuyor: Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Bana dua et Ben de senin duanı kabul edeyim diye buyururdu, bu ümmete de: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim" (El-Mü’min, 40/60) diye buyurmuştur. Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Din hususunda Allah senin için bir zorluk kılmamıştır, demiştir. Yine Allah bu ümmete:

"Din hususunda üzerinize bir zorluk kılmadı" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Allah bir peygamber gönderdiğinde onu kavmine karşı şahit kılardı. Ve Allah bu ümmeti bütün insanlara karşı şahit kılmıştır." Bu hadisi Ebû Abdullah Tirmizî el-Hakim "Nevâdiru'l Usul" Nevâdiru'l-Usûl, II, 556. adlı eserinde zikretmektedir.

3- Bu Ümmet Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi: Vasat Ümmet Olmak

İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce Rabbimiz Kitabında bizlere adalet vasfını vermiş ve bütün yaratıklarına karşı şehadette bulunmak görevi ile görevlendirmiş olduğunu haber vermiş ve zaman itibariyle en son olsak dahi mekân ve mevki itibariyle bizi birinci konuma çıkarmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "Biz en son olanlarız, (fakat) ilkleriz" Müslim, Cumua 20; Buhârî, Cumua 1, Cihâd 109, Enbiya 54; Ta'bir 40, Diyât 15 aynı manada diye buyurmuştur.

Bu ancak adalet sahibi olan kimselerin şahitlik edeceğine de delildir. Başkasının başkaları hakkındaki sözlerinin geçerli olması ancak adil olması halinde sözkonusudur. Yüce Allah'ın izniyle sûrenin son taraflarında (el-Bakara, 2/282. âyet 11. başlıkta) gelecektir.

4- İcma ve îcma'a Göre Hüküm Vermek:

Bu âyette icmaın sıhhatine ve icma gereğince hüküm vermenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü ümmetin fertleri adaletli oldukları takdirde insanlara karşı şahitlik ederler. Her bir asır kendisinden sonrakine şahittir. Ashab-ı kiramın sözü tabiîne karşı hüccet ve şahittir. Tabiînin sözü de kendilerinden sonrakiler hakkında böyledir. Ümmet "şahitler" olarak tesbit edildiğine göre onların sözlerini da kabul etmek icabeder. Bununla ümmetin tümü kastedilmiştir, diyen kimselerin bu sözlerinin bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde kıyâmetin kopacağı zamana kadar üzerinde icma olunacak hiçbir hüküm sözkonusu olamaz. Buna dair geniş açıklamalar usul-u fıkıh kitaplarındadır.

Ayetin Diğer Bölümleri:

"Peygamber de size bir şahit olsun diye." Kıyâmet gününde amellerinize şahitlik etsin; lehinize şahitlik etsin yani sizin lehinize îman ettiğinize dair şahitlik etsin diye veya size karşı size tebliğ ettiğine dair şehadette bulunsun diye; anlamlarına geldiği söylenmiştir.

"Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdetmek için kıble yaptık." Burada birinci kıblenin kastedildiği söylenmiştir. Çünkü

"senin yöneldiğin" diye buyurulmaktadır. İkinci kıblenin sözkonusu edildiği de söylenmiştir. O takdirde ….yöneldiğin'deki di'li geçmişi ifade eden kelimesi zaid olur. Yani, halihazırda senin üzerinde bulunduğun kıbleyi., demek olur. Nitekim buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.

Buna benzer bir ifade de: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmet idiniz." (Âl-i İmrân, 3/110) buyruğundadır. Burada kimisine göre (idiniz değil de) "en hayırlı bir ümmetsiniz" anlamındadır. Buna dair açıklamalar ileride (bu âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken) gelecektir.

"O Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdetmemiz için." Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: "Bilelim (mealde: ayırdedelim)in anlamı, görelim şeklindedir.

Araplar bilme'yi görmek yerine, görme'yi de bilmek yerine kullanırlar. Yüce Allah'ın:

"Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedîte mi? " (el-Fil, 105/1) âyetinde olduğu gibi. Anlamı; bilmedin mi şeklindedir.

Bunun, 'sizlerin Bizim o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdedebildiğimizi bilesin, diye' anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü münafıklar yüce Allah'ın, oluşlarından önce eşyayı bilip bilmediği hususunda şüphe etmekte idiler.

Yakîn ehlini şüphe ehlinden ayırdetmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu İbn Fûrek ve Taberî, İbn Abbâs'tan nakletmektedirler.

"Peygamber ve ona tabi olanlar bunu bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bu hususu kendi adına haber vermektedir. Nitekim ona tabi olanlar yaptığı halde, "emîr şu işi yaptı" denilmektedir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir. Güzel bir açıklamadır.

"Muhammed bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah burada Hazret-i Peygamber'in bilmesini, Hazret-i Peygamber'in özelliğini ve faziletini göstermek üzere kendi yüce zatına izafe etmiştir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz kudsî hadisinde kinaye yoluyla şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyarete gelmedin." Müslim, Birr, 43.

Birinci görüş daha kuvvetlidir. Bunun anlamı, amellerin karşılığını görmeyi gerektiren görmek ile alakalı ilimdir, bilmektir. Şanı yüce Allah açıkta olanı da gaybı da bilir. Olmadan önce olacakları bilir. Değişen bilinen şeylerin halidir. Onun ilminde ise değişiklik olmaz. Aksine onun ilmi hepsine tek bir şekilde taalluk eder. Kitab-ı Kerîm'de bu türden varid olmuş bütün âyetler bu şekildedir. Mesela:

"Tâ ki Allah mü’minleri bilsin, (ayırd etsin) içinizden şahitler edinsin." (Ali İmrân, 3/140);

"Tâ ki, içinizden mücahidleri ve sabredenleri bilinceye (ortaya çıkarıncaya) kadar haberlerinizi de açıklayalım." (Muhammed, 47/31) ve buna benzer âyetler de böyledir.

Bu âyet-i kerîme Kureyşlilerin: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Kureyş, Ka'be'ye yönelerek ibadete alışmış idi. Yüce Allah, Rasûlüne tabi olanla olmayanı açıkça ortaya çıkarmak için alışageldikleri şeylerden başkası ile sınamayı diledi.

ez-Zührî şeklinde okumuştur. (O takdirde bu âyetin anlamı şöyle olur: "O peygambere uyanlar ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdedilsin diye...")

"Peygambere" emretmiş bulunduğum Ka'be'ye yönelmek hususunda

"uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden" dininden dönüp irtidat edeceklerden

"ayırdetmemiz için kıble yaptık." Çünkü kıble, değiştirilince kimi müslümanlar irtidat etti, kimileri de münafıklık etti. Bundan dolayıdır ki yüce Allah:

"Gerçi o" diye buyurmaktadır. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde'ye göre kıblenin değiştirilmesi

"elbette büyük bir iştir."

Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Gerçi o kıblenin değiştirilmesi büyük bir iştir. Yüce Allah'ın Gerçi o... çok büyüktür..." âyetinde (ve benzeri ifadelerde), el-Ferrâ''ya göre ile lâm bir arada gelirse...dan...başka değil, ancak... anlamındadır. (Buna göre: "Ancak o: ... çok büyüktür" diye meali verilir). Basralılar ise bunun "Muhakkak" olduğunu ve şeddesiz geldiğini söylerler.

el-Ahfeş der ki: Yani şüphesiz kıble yahut kıblenin değiştirilmesi veya namazda dönülen tarafın değiştirilmesi çok büyük bir iştir.

"Ancak Allah'ın hidâyet ettiği" yani kalplerinde imanın kendisi olan hidâyeti yarattığı "kimseler hakkında değil." Bu, yüce Allah'ın: "İşte bunların kalplerine imanı yazmıştır." (el-Mücadele, 58/22) âyetine benzemektedir.

"Allah imanınızı zayi edecek değildir." İlim adamları bu âyetin Beytü’l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kimseler hakkında indiğini ittifakla kabul etmektedirler. Buhârî'de el-Bera b. Azib'in rivâyet ettiği hadiste önceden de geçtiği üzere (142. âyet 2. başlıkta) böylece sabit olmuştur.

Tirmizî de İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'be'ye yöneltilince (ashab) şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kardeşlerimizin durumu ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah:

"Allah imanınızı zayi edecek değildir" âyetini inzal buyurdu. Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir, 2. sûre 11.

Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı namaza

"îman " ismi verilmektedir. İmâm Mâlik der ki: Ben bu âyet-i kerîme vesilesiyle Mürcie'nin; namaz imandan değildir şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl söylediklerine şaşıyorum).

Muhammed b. İshak der ki:

"Allah" kıbleye yönelmek, peygamberinizi tasdik etmek suretiyle sahip olduğunuz

"imanınızı zayi edecek değildir." Müslümanların ve usul âlimlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir. İbn Vehb, İbnu’l-Kasım, İbn Abdilhakem ve Eşheb İmâm Mâlik'ten:

"Allah imanınızı" namazınızı

"zayi edecek değildir" diye tefsir ettiğini nakletmektedirler.

"Gerçekten Allah, insanlara Raûftur, Rahîmdir." Radıyallahü anh'fet, rahmetten daha ileri derecededir. Ebû Amr b. el-Alâ der ki: Radıyallahü anh'fet rahmetten daha çoktur, bunlasın anlamlan birbirlerine yakındır. Bizler bu kelimenin sözlük anlamını, ilgili şiirleri, diğer manalarını "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde göstermiş bulunuyoruz. Oraya bakılabilir.

Kûfeliler ve Ebû Amr "feul" vezninde şeklinde okumuşlardır. Esedoğulları'nın şivesi böyledir. el-Velid b. Ukbe'nin şu beyiti de bu şekildedir:

"Sakın o takipçilerin en kötüsü olma.

Son derece raûf ve rahim olan amcasıyla çarpışan."

el-Kisaî'nin naklettiğine göre ise Esedoğullarının şivesi "fa'l" vezninde şeklindedir. Ebû Cafer b. el-Ka'ka' ise hemzesiz ve sakil olarak şeklinde okumuştur. İster sakin olsun ister harekeli olsun yüce Allah'ın Kitabındaki her türlü hemzeyi böylece teshil ile okur.

144

Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için herhalde seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi ona doğru çeviriniz. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yaptığından gafil değildir.

İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın:

"İnsanlardan sefih olanlar... diyecekler." (Âyet, 142) âyetinden önce inmiştir.

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini" Taberî'nin açıklamasına göre semaya doğru yüzünü döndürdüğünü

"görüyoruz." ez-Zeccâc der ki: Göğe doğru bakıp bakıp durduğunu görüyoruz, demektir. Bu iki anlam birbirine yakındır. Özellikle "göğün" sözkonusu edilmesi ona izafe edilen ve ordan gelen şeylerin ta'zim edilmesi özelliğine sahip oluşundan dolayıdır. Yağmur, rahmet ve vahiy gibi.

"Hoşnud olacağın" senin seveceğin anlamındadır. es-Süddî der ki: Hazret-i Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka'be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz" âyetini indirdi. Ebû İshak da el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)' Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kıblesinin Ka'be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah:

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz" âyetini indirdi. Bu anlamdaki rivâyetler ve açıklamalar daha önceden (142. âyetin tefisirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

Âyet-i kerimenin

"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" bölümüne dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Yeni Kıble Mescid-i Haram:

"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a" yani Ka'be'ye

"doğru" onun tarafına

"çevir." Bu âyetin Ka'be'ye yönelmek emrini ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Beytullah'ın tümünün bulunduğu tarafa doğru yönelmek emredilmektedir. İbn Ömer der ki: Ka'be'deki oluk tarafına doğru dönmek emredilmektedir. Bunu İbn Atiyye nakletmiştir. Oluk ise Medine ve Şam halkının kıblesidir. Endülüs (İspanya) halkının da yöneldiği bir kıblesi vardır.

Derim ki: İbn Cüreyc, Atâ'dan o İbn Abbâs'tan (Allah ondan ve babasından razı olsun) rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beyt, (Ka'be) Mescid-i Haram'da bulunanların kıblesidir. Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesidir. Harem bölgesi ise ümmetimin dünyanın doğusunda olsun batısında olsun bütün yeryüzü halkı için bir kıbledir." Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, II, 16.

2- Mescid-i Haram'a Yönelmek:

"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir" âyetinde geçen

"eş-Şatr: ...a doğru"nun birkaç anlamı vardır. Taraf ve yol anlamına gelir. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi. O takdirde mekân zarfı olur. Yüzünün karşısında demeye benzer. Davud b. Ebi Hind der ki: İbn Mes'ûd'un kıraatinde:

Artık yüzünü Mescid-i Haram doğrultusuna çevir" şeklindedir. Şair de der ki:

"Ben Umm Zimba'a diyorum ki doğrult

Develerin göğsünü Temimoğullarına doğru"

Bir başka şair şöyle demektedir:

"Düşmanınız, size saldırma ihtimali bulunan bölgeniz tarafından üzerinize gölge yaptı.

Parça parça üstünüzü örten karanlıkları olan bir dehşet."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Var mı elçi olarak Âmr'a haber verecek?

Artır"a doğru gidecek mesajın faydası ne?"

Birşeyin

"şatr"ı, yarısı anlamındadır. "Abdest imanın şatrıdır (yarısıdır)" Müslim, Tahare 1; Dârimi, Vudû' 2; Müsned, V, 342, 344. hadisi de bu anlamdadır.

Bu kelime zıt anlamlı bir kelime de olabilir. Bir şeye doğru yöneldiği takdirde "satara" fiili kullanıldığı gibi oradan uzaklaştırılıp yüzçevirdiği takdirde de bu fiil kullanılır. Erkekler arasından "şatır" yakınlarını kötülükleriyle oldukça yoran ve uygun olmayan bir istikamette yürüyen kimseye denilir. Fiilin mazi şekli "şa-ta-radıyallahü anh" da "şa-tu-radıyallahü anh" da gelse, mastarı aynı şekilde "şetaret" ...diye gelir.

Birisine "şâtır"ın ne anlama geldiği sorulmuş o da: Allah'ın yasakladığından alabildiğine uzaklaşmaya devam eden kimse demektir, diye cevap vermiştir.

3- Kıble Ka'be'dir:

Her tarafın kıblesinin Ka'be olduğu hususu üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ka'be'yi gören bir kimsenin Ka'be'ye yönelmesinin farz olduğu ve Ka'be'yi görmekle ve hangi cihette olduğunu bilmekle birlikte ona yönelmeyi terkeden kimsenin namazının olmadığı, bu şekilde kıldıkları namazlarını iade etmekle yükümlü olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Bu icmaı Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) zikretmektedir.

Yine ilim adamlarının icmaına göre Ka'be'yi görmeyen kimse Ka'be'nin bulunduğu tarafa, Ka'be'ye ve Ka'be cihetine doğru dönerek namaz kılmalıdır. Eğer hangi tarafta olduğunu bilemeyecek olursa, delil olarak kullanması mümkün olan yıldız, rüzgâr, dağ ve benzer herşeyi kullanması gerekir. Mescid-i Haram'da oturan bir kimsenin yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmesi ve Allah'tan ecri olduğuna inanarak ve ecrinin verileceğini umarak Ka'be'ye bakması gerekir. Çünkü Ka'be'ye bakmanın -dahi Atâ ve Mücâhid'in söylediklerine göre- ibadet olduğu belirtilmektedir.

4- Ka'be'yi Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi:

Ka'be'yi göremeyen bir kimsenin kıbleye yönelirken bizzat Ka'be'ye isabet ettirmesi mi yoksa onun tarafına dönmesi mi farz olduğu ihtilaflıdır? Kimisi bizzat Ka'be'ye doğru yönelmesi gerektiğini söylemektedir.

İbnu'l Arabî der ki: Şu kadar var ki, bu görüş zayıftır.

Çünkü bu güç yetirilemeyen birşeyle mükellef tutmaktır. Kimisi de Ka'be tarafına yönelmenin farz olduğunu kabul etmiştir ki şu üç sebep dolayısıyla sahih olan görüş budur:

a- Bu, teklifin kendisiyle alakalı olduğu mümkün olan bir husustur.

b- Kur'ân-ı Kerîm'de emrolunan husus da budur. Çünkü yüce Allah:

"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız" yani yeryüzünün doğu veya batısında olursanız "yüzlerinizi ona doğru çeviriniz" diye buyurmaktadır.

c- İlim adamları Beyt'in eninden birkaç katı daha uzun olduğu kesinlikle bilinen uzunca saffı da delil göstermişlerdir.

5- Namaz Kılan Kimsenin Bakacağı Yer:

Bu âyet-i kerimede İmâm Mâlik'in ve onun doğrultusunda kanaat belirtenlerin lehine açık bir delil vardır. Onlar namaz kılan kimsenin secde ettiği yere değil de önüne bakması gerektiğini söylerler. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve el-Hasen b. Hayy ise namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakmasının müstehab olduğunu söylerler.

Kadı Şüreyh ise şöyle demektedir: Ayakta iken secde edeceği yere, rükûda iken ayaklarının bulunduğu yere, secdede iken burnunu koyduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir.

İbnu'l Arabî der ki: O önüne bakar. Eğer başını eğecek olursa baş ile ilgili olarak hakkında farz olan kıyam, kısmen gitmiş olur. Halbuki baş azaların en şereflisidir. Başını dik tutup da gözü ile yere bakmak üzere kendisini zorlarsa bu ise büyük bir zorluk ve büyük bir sıkıntıdır. Dinde ise bizim için zorluk yoktur. Şu kadar var ki gücü yeten bir kimse için bu en faziletli olandır.

"Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler" yani yahudiler ve hıristiyanlar,

"bunun" kıblenin Beytu'l Makdis'ten Ka'be'ye doğru değiştirilmesinin

"Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler."

Onlar bunu dinlerinde de kitaplarında da bulunmadığı halde nasıl olur da bilebilirler? diye sorulacak olursa bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:

Birincisi, onlar kendi kitaplarında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak peygamber olduğunu bildiklerinden dolayı onun haktan başka birşey söylemeyeceğini ve haktan başka bir emir vermeyeceğini de bilirler.

İkincisi, bazıları inkâr etse dahi onlar dinlerinde neshin câiz olduğunu bilmektedirler. Dolayısıyla kıblenin değiştirilmesinin câiz olduğunu da biliyorlar demektir.

"Allah onların yaptıklarından gafili değildir." Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önceden(el-Bakara, 2/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Amir ve Hamza ile el-Kisaî, kitap ehline ya da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine hitaben. (...........): Yaptıklarınızdan, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş şekline göre de bu, şanı yüce Allah'ın kulların amellerini (karşılıksız bırakmayıp) ihmal etmeyeceğini, onlardan gafil olmadığını bildirmektedir. Bunda tehdid anlamı da vardır.

Diğer kıraat İmâmları ise "ya" ile okumuşlardır. Meal de buna göredir.

145

Yemin olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uymazlar. Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun.

"Yemin olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar." Çünkü hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra kâfir olmuşlardır ve âyetler yani alâmetler ve belgeler onlara fayda vermez.

"Kıble"nin teksir (kırık) çoğulu: "Kıbelun" şeklinde, salim müennes olarak "kibilâtun" şeklinde gelir. Kabilâtun şeklinde de olur, "kıblâtun" şeklinde de olur.

Burada

" Yemin olsun ki... sen" edatının cevabı Eğer" edatına cevap şekilde gelmiştir. Halbuki bunun cevabının geniş ve meydana gelen bir işle olması gerekir. Birincisinin cevabı ise gelecek ifade eden şekilde gelir. Buna dair el-Ferrâ' ile el-Ahfeş şu açıklamayı yapmışlardır: edatı için uygun gelen ifadelerle cevap verilmesi anlamının

"getirsen" şeklinde olduğundandır. Edatına ise geçmişte olan bir kiple cevap verilebilir. Biri ötekinin yerine kullanılabilir. Mesela: Sen iyilik yaparsan sana da iyilik yapılır" demek mümkündür. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu (ekini) sararmış görürler..." (er-Rum, 30/51) Bunun anlamı ise: Eğer bir rüzgâr gönderse idik., şeklindedir.

Ancak Sîbeveyh onlardan farklı olarak şöyle demektedir: kelimesinin anlamı in anlamından farklıdır. Dolayısıyla biri ötekinin yerine geçmez. Bu âyet-i kerimedeki bu bölümün anlamı: "Sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen dahi onlar yine senin kıblene uymazlar" şeklindedir. Ancak el-Ahfeş ile el-Ferrâ''ya göre: "Getirseydin.. uymazlardı" anlamına gelir. Sîbeveyh der ki:

"Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu sararmış görürlerse, bundan sonra da muhakkak kâfir olurlar." (er-Rum, 30/51) yani kâfir olmaya devam eder giderler, şeklindedir.

"Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." Bir haber olmakla birlikte emir anlamını ihtiva etmektedir. Sakın böyle bir şeye yanaşma, demektir.

Bundan sonra yahudilerin hıristiyanların kıblelerine, hıristiyanların da yahudilerin kıblelerine uymayacaklarını haber vermektedir. es-Süddî ve İbn Zeyd böyle demişlerdir. Bu, onların kendi aralarındaki ayrılıkları, birbirlerine sırt çevirdikleri ve sapık olduklarını bildirmektedir.

Bazıları da şöyle demiştir: Bunun anlamı şöyledir: Onlardan İslâm'a girip de sana tabi olan, hiçbir zaman İslâm'a girmeyecek olanın kıblesine uyacak değildir. İslâm'a girmeyen de müslüman olanın kıblesine uyacak değildir. Ancak birinci açıklama şekli daha doğru görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Yemin olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun." Burda hitap Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olmakla birlikte asıl maksat hevasına uyması ve hevasına uyduğu için zalim olması mümkün olan ümmetine mensup kimselerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zalim olmasını gerektirecek herhangi bir iş yapması mümkün değildir. O halde bu âyet, ümmetinin kastedildiği şekilde açıklanır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) masumdur ve ondan böyle bir işin kesinlikle sadır olmayacağını biliyoruz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitap edilmesi bu işin ne kadar büyük olduğunu göstermek içindir ve bu şekilde hitap, ona indirildiğinden dolayıdır.

"Hevâlar (ehvâ)" hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da

"bunca ilimden sonra" âyetine dair açıklamalar da daha önceden (120. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç