142
İnsanlardan sefih olanlar: "Onları
yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da
batı da Allah'ındır. O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir."
Bu âyete dair açıklamalarımızı
onbir başlık halinde sunacağız:
1-
İnsanların Beyinsizleri:
"İnsanlardan sefih olanlar., diyecekler."
Yüce Allah bunların mü’minlerin
kıblesinin Şam tarafından Ka'be'ye doğru değiştirilmesi ile ilgili olarak
"onları kıblelerinden çeviren nedir?"
diyeceklerini haber vermektedir.
"Diyecekler"
dediler anlamındadır.
Yüce Allah burada mazi
(di'li geçmiş)in yerine gelecek kipini
kullanmıştır ki, bu ifade onların bu sözlerini sürdüreceklerini ve bunu devam
ettireceklerini göstermektedir.
"İnsanlardan"
âyeti ile de özel bir kesime işaret etmiştir.
Çünkü "sefihlik" cansızlar ve hayvanlar hakkında sözkonusudur. Bu âyette
"sefih
olanlar"
ile kast edilenler,
"onları kıblelerinden çeviren nedir?"
diyenlerin hepsidir.
Sefihler
(sufehâ); çoğul olup bunun tekili "sefih"tir. Aklı kıt ve hafif olan
demektir. Dokuması hafif olan kumaşa da "sefih" dediklerinden bu kelimeyi kıt
akıllılar hakkında da kullanmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/13. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. Kadınlar için bu kelimenin çoğulu "sefâih" şeklinde gelir.
el-Müerric der ki: Sefih,
bildiğinin hilafını kasten söyleyen çok yalancı ve çok iftiracı demektir.
Kutrub'a göre çok cahil kimse demektir.
Burada "sefihler" ile kastedilenler
Mücâhid'e göre Medine'deki yahudilerdir.
es-Süddî'ye göre münafıklardır.
ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri kıblenin değiştirilmesini
kabul etmeyince şöyle dediler: Muhammed, doğduğu yere özlem duymaya başladı. Pek
yakında sizin dininize geri dönecektir.
Yahudiler de şöyle dediler: Bu işin
içinden çıkamaz oldu, şaşırdı kaldı.
Münafıklar ise: Yönelmiş oldukları
kıblelerinden onları çeviren nedir diye konuştular. Müslümanlarla da alay
ettiler.
"Çeviren"
yani döndüren,
başka tarafa yönelten
"nedir?"
2- Kıblenin
Değiştirilmesine Dair Rivâyetler:
Hadis İmâmlarının
İbn Ömer'den rivâyetlerine göre -lâfız
Malikindir- o şöyle demiştir: Müslümanların Küba'da sabah namazını kıldıkları
bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: Bu gece
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a Kur'ân-ı Kerîm nazil oldu ve Ka'be'ye
yönelmesi emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına
(Beytu'l Makdis'e doğru) yönelmiş idi, Ka'be'ye
doğru döndüler.
Buhârî,
Salât 32, Âhâd 1, Tefsir 2. sûre 16, 17, 19; Müslim,
Mesacid 13; Nesâî, Salât 24, Kıble 3;
Muvatta’'', Kıble 6.
Buhârî'nin
el-Bera'dan rivâyetine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Beytu'l Makdis'e
doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz
kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun
(Beytullah'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi
namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılanlardan birisi,
çıkıp rükû'a varmış oldukları bir halde bir mescid halkının yanından geçti,
şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki ben
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım.
Oldukları gibi Beytullah'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullah'a doğru
değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz
kılıp öldürülmüş (şehid düşmüş) birtakım
kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Allah
imanınızı zayi edecek değildir."
(el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu.
Buhârî,
Îman 30, Salât 31.
Görüldüğü gibi bu rivâyette
ikindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise sabah namazından söz edilmektedir:
Bu âyet, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e Selemeoğulları
Mescidinde farzın iki rek'atini kıldıktan sonra nazil olmuş ve namazda iken
yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l Kıbleteyn,
(iki kıbleli mescid) ismi verilmiştir.
Ebû'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû
Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de
bey'atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini
zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî
gelip şöyle dedi: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) kıbleye -veya
Beytu'l Haram'a doğru- yöneldi. Erkekler kadınların yerine, kadınlar da
erkeklerin yerine geçti.
et-Temhîd, XVII, 46.
Bu âyet-i kerimenin namazda
olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu
şekildedir. Ka'be'ye doğru kılınan ilk namaz ise ikindi namazı olmuştur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru
kıblenin değiştirildiği sırada Ka'be'ye doğru ilk namaz kılan kişinin, Ebû Said
b. el-Mualla'nın olduğu rivâyet edilmiştir. Şöyle ki: Mescid'e gitmekte olduğu
bir sırada Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın müslümanlara
minberin üzerinde irad ettiği hutbede kıblenin değiştirilmiş olduğunu
söylediğini ve bu arada:
"Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz."
(el-Bakara, 2/144) âyetini sonuna kadar
okuduğunu işittim. Bunun üzerine arkadaşıma şöyle dedim: Gel,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) minberden inmeden önce iki rek'at namaz
kılıverelim. Böylelikle Ka'be'ye doğru ilk namaz kılanlar biz oluruz.
(Orada bulunan) koyun ve develerin arkasına
saklanarak iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
minberden indi ve cemaate o günün öğle namazını kıldırdı. Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) Ebû Said el-Mualla'nın bu
hadisten başka rivâyet ettiği bir hadis yoktur, der. Şu kadar var ki Fâtiha
Sûresi'nin faziletine dair .".. namaz kılıyordum,
Resûlüllah beni çağırdı.." şeklindeki
hadisini Buhârî rivâyet etmiştir.
Buhârî, Tefsir, 1. sûre, b.l.
Müsned, III, 450, IV, 211. Aynı yerde Ebû
Sâid'den rivâyet edilen ve Hazret-i Ebû Bekir'in faziletine dair bir hadis daha
vardır. Abdulganî en-Nablusî, Zehâiru'l-Mevârîs (III,
174)'de Nesâî'ye atfen bir hadis daha
zikretmektedir. Böylece Ebû Sâid'den rivâyet edilen hadislerin toplam, dördü
bulunmaktadır. Hadis daha önceden
Fâtiha Sûresi'nin tefsiri 1.
bölüm 1. başlıkta
geçmiş bulunmaktadır.
3- Kıble Ne
Zaman Değiştirildi?
Hazret-i
Peygamber'in Medine'ye gelişinden sonra
kıblenin ne vakit değiştirildiği hususunda farklı rivâyetler vardır.
Buhârî'de geçtiği üzere onaltı
veya onyedi ay sonra denilmiştir.
Buhârî,
Saiât 31; Müslim, Mesâcid 12.
Bunu Darakutnî de el-Bera'dan rivâyet
etmiştir ve şöyle demiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
Medine'ye gelişinden sonra on altı ay süre ile Beytu'l Makdis'e doğru namaz
kıldık. Daha sonra yüce Allah
peygamberinin arzusunu bildiğinden:
"Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz."
(el- Bakara, 2/144) âyetini indirdi.
Dârakutnî,
I, 273-274; Müslim, Mesâcid 11.
Bu rivâyette şüphe sözkonusu
olmaksızın onaltı ay zikredilmektedir.
İmâm Mâlik
ise Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den
rivâyet ettiğine göre kıblenin değiştirilmesi Bedir gazvesinden iki ay önce
olmuştur.
Muvatta’'', Kıble 7.
İbrahim b. İshak der ki: Kıblenin değiştirilmesi, hicretin ikinci yılı Receb
ayında olmuştur. Ebû Hâtim el-Büstî der ki:
Müslümanlar tamı tamına on yedi ay üç gün Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldılar.
Ebû Hâtim el-Busti,
es-Siretu'n-Nebeviyye, Lübnan, 1407/1987, s. 157.
Şöyle ki; Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye
gelişi Rabiulevvel ayının Pazartesi'ye rastlayan onikinci günü idi.
Yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini ise
salı gününe rastlayan Şa'ban ayının ortasında vermiş idi.
4-
Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti:
İlim adamları
Hazret-i Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e
yönelme keyfiyeti hakkında da üç ayrı görüş ortaya atmışlardır.
el-Hasen der ki:
Hazret-i Peygamber Beytu'l Makdis'e
kendi görüş ve içtihadına dayanarak yönelmişti. Bu,
İkrime ve Ebû'l-Aliye'nin de görüşüdür.
İkincisine
göre Hazret-i Peygamber,
Beytu'l-Makdis ile Ka'be'ye yönelmek arasında muhayyer idi. O, yahudilerin îman
etmelerini umarak ve onların İslâm'a ısınmaları arzusu ile Kudüs'e doğru
yönelmeyi tercih etti. Bu görüş de Taberî'ye
aittir. ez-Zeccâc der ki: Bu müşriklere
imtihan olsun diyedir. Çünkü onlar Ka'be'ye alışmışlardı.
İbn
Abbâs ve başkalarından oluşan Cumhûrun
kabul ettiği görüşe göre; Hazret-i Peygamber'in
Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmesi, kesinlikle yüce
Allah'ın emir ve vahyi ile olmuştur. Daha sonra da
yüce Allah bunu neshederek namazda Ka'be'ye
yönelmesi emrini vermiştir. Delil olarak da yüce
Allah'ın şu âyetini gösterirler:
"Senin
yöneldiğin kıbleyi, ancak o peygambere
uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde döneceklerden ayırdetmemiz için kıble
yaptık."
(el-Bakara, 2/143)
5- Hicretten
Önce Kıble Neresiydi?
Yine ilim adamları,
Hazret-i Peygamber'e namazın Mekke'de
ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Beytu'l-Makdis'e doğru mu idi, yoksa
Mekke'ye (Ka'be'ye) doğru mu idi hususunda
farklı iki görüşe sahiptirler.
Kimisi: Mekke'de de kıble
Beytu'l-Makdis'e doğru idi, Medine'de de onyedi ay süreyle böyle devam etti,
daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye doğru
yönelmesini emretmiştir, diyor. Bu görüş İbn Abbâs'ındır.
Başkaları ise şöyle demektedir:
Hazret-i Peygamber'e namazın ilk olarak
farz kılındığı sırada kıble Ka'be idi. O Mekke'de kaldığı sürece Hazret-i
İbrahim ile Hazret-i İsmail'in kıldığı şekilde namaz kılmaya devam etti.
Medine'ye geldikten sonra -süre ile ilgili görüş ayrılıklarına göre- onaltı
veya onyedi ay süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru
namaz kıldı. Daha sonra yüce Allah ona
Ka'be'ye yönelme emrini verdi.
Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Bence konu ile
ilgili iki görüşten daha sahih olanı budur.
Başkası ise şöyle demektedir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde yahudilerin kalplerini
ısındırmak istedi. Bu, onların îmana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye
onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan
ümidini kesince Ka'be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu.
Hazret-i İbrahim'in kıblesi olduğundan dolayı Ka'be'yi seviyordu. Bu açıklama da
İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.
Onun Ka'be'ye yöneltilmek istemesi
ise Arapların İslâm'a girmeleri için daha bir teşvik edici unsur olduğundan
dolayıdır da denilmiştir. Mücâhid'den
nakledildiğine göre ise yahudilere muhalefet olsun diye Ka'be'ye yönelmek
istemiştir.
Ebû'l-Âl-iyye
er-Reyahî'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hazret-i Salih'in mescidinin
kıblesi de Ka'be'ye doğru idi. Yine Hazret-i Mûsâ
(Beytu'l-Makdis'teki) kayaya doğru ve Ka'be cihetine namaz kılardı.
Hazret-i Mûsa'nın vefatından sonra İsrâiloğullarının Arz-ı
Mukaddes'e girdikleri ve Beytu'l-Makdis'in Hazret-i Dâvûd ile Hazret-i Süleyman
dönemlerinde, çok sonraları inşâ edildiği bilinmektedir. Buna göre ifadenin:
Hazret-i Mûsa'nın da namazda Kabe'ye doğru yönelerek namaz kıldığına dair
bölümü, gerçeği ifade etmektedir.
Ka'be, bütün peygamberlerin
kıblesidir. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun.
6- Bu Âyet
Neshin Delilidir:
Bu âyet-i kerîme şanı
yüce Allah'ın hükümleri arasında ve
Kitabında nâsih ve mensûh olduğunun açık delilidir. Daha önceden de açıklandığı
gibi (el-Bakara, 2/106. âyet) istisna olarak
kabul etmeyenlerin dışında ümmet bu hususta icma etmiştir. Yine ilim adamları
Kur'ân-ı Kerîm'de ilk nesholunanın kıble olduğu üzerinde de icma etmişlerdir.
Bundan önceki başlıkta sözü edildiği gibi iki görüşten birisine göre; iki defa
neshedilmiştir.
7- Sünnetin
Kur'ân İle Neshi:
Yine bu âyet-i kerîme, Sünnetin
Kur'ân-ı Kerîm ile neshedilebileceğinin delilidir. Şöyle ki;
Peygamber Beyt-i Makdis'e doğru namaz
kılmıştı. Bu hususta ise Kur'ân'da herhangi bir âyet yoktur. Buna dair hüküm
ancak sünnetten gelmektedir. Daha sonra bu hüküm Kur'ân-ı Kerîm ile
neshedilmiştir. Buna göre:
"Senin
yöneldiğin"
(el-Bakara, 2/143)
âyetinin anlamı halihazırda üzerinde bulunduğun kıble demek olur.
8- Haber-i
Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma:
Yine bu âyet-i kerimede vahid
haberin kat'î kabul edilebileceğine dair delil vardır. Şöyle ki:
Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmak, onlara göre şeriatte kat'i bir emir idi.
Diğer taraftan Küba'da namaz kılanlara haberci gelip kıblenin Mescid-i Harama
doğru değiştirildiğini onlara bildirince onun sözünü kabul ettiler ve Ka'be'ye
doğru döndüler. Böylelikle -zannî bilgi ifade ettiği halde- vahid habere
dayanarak mütevâtir haberi terkettiler.
İlim adamları bunun aklen câiz olup
olmadığı ve vakıa olarak meydana gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Ebû Hâtim der ki: Kabul edilen
görüş eğer şeriat onunla taabbüdü istemiş ise aklen bunun câiz olacağı ve Küba
mescidi olayı delil gösterilerek Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanında da
bunun meydana geldiği şeklindedir. Ayrıca
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın,
tek tek valileri çevredeki bölgelere tayin edip gönderdiği ve bunların nâsih
olanı da mensûh olanı da tebliğ ettikleri de delil gösterilmiştir. Ancak bu
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatından sonra mümkün değildir. Bunun
delili ise ashab-ı kiramın şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır: Kur'ân-ı
Kerîm ve tevatür yoluyla bilinen bir husus, vahid haber ile kaldırılamaz.
Seleften olsun haleften olsun bunun câiz (mümkün)
olabileceğini kabul eden kimse yoktur. Bunun imkânsız olduğunu kabul eden
kimseler böyle bir şeyin muhal olan sonuca götürmesini delil göstermişlerdir, ki
bu da zannî bir delil ile kat'î olarak bilinen bir hükmü kaldırmaktır. Küba
mescidinde namaz kılanların kıssası ile
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
vali tayin etmesi ise ya naklî ve tahkîkî olarak bilgi ifade eden karînelerin
varlığına ya da ihtimali ve takdirî olarak
bunun bilgi ifade eden karinelere bağlı olarak kabul edildiği şeklinde
yorumlanır.
9- Neshedici
Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu:
Yine bu âyet-i kerimede neshedici
hükmün kendilerine ulaşmadığı kimselerin ilk hüküm ile ibadetlerini
sürdüreceklerine dair delil vardır. Bu husus, nâsihin varlığı ile birinci hüküm
ortadan kalkar, onun varlığını bilmekle değil, diyenlerin görüşüne muhaliftir.
Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Kübalılar haberci gelip kendilerine
nesneden hükmü bildirinceye kadar Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya devam
ettiler. Haberci gelince Ka'be'ye doğru yöneldiler. Buna göre neshedici hüküm
ortaya çıktığı takdirde elbette ki önceki hükmü kaldırır. Fakat bu hükmün
bilinmesi şartı vardır. Çünkü neshedici hüküm bir hitaptır. Kendisine ulaşmadığı
kimseler hakkında hitap olması sözkonusu değildir.
Bu husustaki görüş ayrılığının
etkisi şurada görülür: Nesihten sonra ve neshin haberinin ulaşmasından önce
yapılmış bulunan ibadetler iade edilir mi edilmez mi? Müvekkilinin kendisini
azletmesinden ya da ölümünden sonra ve fakat
vekilin bunu bilmesinden önceki tasarruflarının hükümleri ile ilgili mes'ele
hakkındaki iki ayrı görüşün esasını da bu konudaki görüş ayrılığı teşkil
etmektedir. Aynı şekilde başkasının sermayesini kâr ortağı olarak çalıştıran
(Mâlikîlere göre mukârad, Hanefîlere göre amil)in
hükmü de budur.
Yine hakimi görev başına tayin eden
kimsenin vefat etmesi ya da azledilmesi halinde
de bu görüş ayrılığı sözkonusudur. Sahih olan ise bu kimselerden her bir kişinin
yaptıkları fiilleri geçerlidir, hakimin verdiği hüküm reddedilmez şeklindedir.
Kadı Iyad der ki: Azad edilip de
azad edildiğini bilmeyen kölenin kendisi ile insanlar arasındaki ilişkilerinin
hür kimsenin hükümlerine tabi olacağı, kendisi ile Allah arasındaki fiillerinin
ise câiz olacağı hususunda mezhebimizde (Maliki
mezhebinde) görüş ayrılığı yoktur. Azad edilen cariyenin azad edildikten
sonra ve fakat azad edildiğini bilmeden önce (hürler
gibi) örtünmeksizin kılmış olduğu namazlarını iade etmeyeceği hususunda
görüş ayrılıkları yoktur.
Şu kadar var ki Küba mescidi
mes'elesine kıyasen eda etmekte olduğu ibadetinin hükmünü değiştirmeyi
gerektiren herhangi bir husus ile karşı karşıya kalan kimse hakkında farklı
görüşler vardır. Her kim belli bir durum üzere namaz kılar, sonra namazını
tamamlamadan önce bu durumunda bir değişiklik olursa, o namazını kesmeksizin
tamamlar ve bundan önce yaptıkları caizdir ve yeterlidir. Aynı şekilde üryan
olarak namaz kılıp sonra namazda iken elbise bulan
veya namazını sıhhatli iken başladığı halde hastalanan
ya da hasta başladıktan sonra sağlığına kavuşan
veya oturarak namaza başladıktan sonra ayağa
kalkabilecek durumda olan yahut namazda olduğu halde azad edilen bir cariye de
bundan sonra örtmediği yerlerini örtü alıp örter ve namazının geri kalan kısmını
tamamlar.
Derim
ki: Yine namaza teyemmüm ile başlayıp da daha sonra suyu gören bir
kimse namazını kesmez. Nitekim Mâlik, Şâfiî
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- ve başkaları da böyle demiştir. Namazını
keseceği de söylenmiştir ki, bu da Ebû Hanîfe
(yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin
görüşüdür. İleride bu husus gelecektir.
10- Vâhid
Haberin Kabulü:
Bu âyet-i kerimede vâhid haberin
kabul olunacağının delili vardır. Selef bu husus üzerinde icma etmiştir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın değişik bölgelere tek tek elçilerini ve
valilerini göndermesi şeklinde adet haline getirdiği uygulamasından da bunun
kabul olunacağı tevatür ile bilinmektedir.
Hazret-i Peygamber'in gönderdiği bu tek tek elçi ve valilerin gidiş
maksatları ise insanlara dinlerini öğretip rasûllerinin emir ve yasaklara dair
sünnetlerini tebliğ etmektir.
11-
Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi:
Yine bu âyet-i kerimede Kur'ân-ı
Kerîm'in Resûlüllah(sallallahü
aleyhi ve sellem)'ın üzerine kısım kısım ve ihtiyaca binaen duruma göre
nazil olduğunun delili vardır. Yüce Allah:
"Bugün
sizin için dininizi tamamladım.."
(el-Maide, 5/3)
âyetinde de belirttiği gibi dinini kemale erdirinceye kadar böylece sürüp
gitmiştir.
"De
ki: Doğu da batı da Allah'ındır."
Bu âyet, delil olarak ortaya
konulmaktadır.
Kıblenin değiştirilmesini ileri sürerek İslâm, Kur'ân ve
Hazret-i Peygamber hakkında şüphe
uyandırmak isteyenlere karşı.
Yani doğuların, batıların ve ikisi arasında
bulunanların mutlak mülkü O'nundur. O bakımdan O, dilediği tarafa doğru yönelmek
emrini vermek yetkisine sahiptir. Buna dair açıklamalar daha önceden de
(el-Bakara, 2/115) geçmiş bulunmaktadır.
"O
kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir."
Yüce Allah'ın bu ümmete, İbrahim
(aleyhisselâm)'ın kıblesine ileterek hidâyeti göstermiş olduğuna
işarettir.
Sırat yol demektir. Müstakim
(dosdoğru) ise herhangi bir eğriliği bulunmayan
yol demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Fâtiha, 1/6. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
143
Böylece sizi vasat bir ümmet
kıldık. İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit
olsun diye. Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları,
ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık. Gerçi o
elbette büyük bir İştir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği kimseler hakkında değil.
Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah insanlara Raûftur,
Rahîmdir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı dört
başlık halinde sunacağız:
1- Vasat
Ümmet:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık."
Yani Ka'be nasıl Arzın vasatı (ortası)
ise sizi de böylece vasat bir ümmet kıldık. Yani
peygamberlerden aşağıda ve diğer
bütün ümmetlerin üzerinde bir ümmet.
Vasat, adaletli ve dengeli
demektir. Bunun asıl anlamı ise herşeyin en övüleninin vasatı olduğundan
dolayıdır. Tirmizî'nin
Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık"
âyeti hakkında,
yani "adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık"
dediğini nakletmektedir. Tirmizî: Bu hasen,
sahih bir hadistir, demiştir.
Tirmizî,
Tefsir, 2. süre 8; Müsned, III, 9, 32.
Kur'ân-ı Kerîm'de de:
"Onların vasat olanları dedi ki"
(el-Kalem, 68/28)
diye buyurulmaktadır. Onların vasat olardan ise en mu'tedil ve en hayırlı
olanları demektir. Şair Züheyr der ki:
"Onlar vasat
(mutedil adaletli)
kimselerdir.
İnsanlar hükümlerine razı olur
Gecelerden birisi büyük
(bir musibetle) gelirse."
Bir başkası da şöyle demektedir:
"Siz küçük bir iş olsun yahut büyük
bir şeyi bilen
Kabilelerin en vasatı
(mutedil)
olanlarısınız."
Bir başkası da şöyle demiş:
"İşlerde sakın aşırıya gitme
Soru sorarsan da olmadık şeyler
sorma
Ve bütün insanlar arasında vasat
(mutedil) bir kimse ol!"
Vadinin vasatı
(ortası) vadideki en hayırlı, suyu ve merası en
bol olan yer demektir.
Vasat aşırılığın da kusurun
da uzağında kaldığı için övülmüştür. Yani bu
ümmet hıristiyanların peygamberleri
hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı gitmemiştir. Diğer taraftan yahudilerin
peygamberlerine karşı kusurlu
oldukları gibi o da peygamberlere
karşı kusur işlememiştir. Hadîs-i şerîfte:
"İşlerin en hayırlısı en vasat olanlarıdır"
diye buyurulmaktadır. Bu hususta Hazret-i Ali'nin şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Siz vasat olan yoldan ayrılmamaya bakınız. Çünkü daha
yüksekte olan da ona doğru iner, daha aşağıda olan da ona doğru çıkar.
Filan kişi kavminin en vasat
olanıdır. Yahut kavminin vasıtası ya da
vasatıdır, denildiğinde onların en hayırlıları ve soylularındandır, demek olur.
Buradaki "vasaf'ın iki şey arasında bulunmak anlamıyla bir ilgisi yoktur.
el-Cevherî der ki: "Arasında" tabirinin
kullanılabildiği her yere "vast" denilir. Eğer bu tabir
(iki şeyin arasında olmak sözkonusu olmadığından)
kullanılamıyor ise o takdirde buna "vasat" ismi verilir. Kimi zaman bu da
sükûnlu olarak "vast" şeklinde kullanılıyor ise de, uygun bir kullanım değildir.
2- İnsanlara
Karşı Şahitlik:
"İnsanlara karşı"
mahşerde peygamberler
lehine ümmetlerine karşı
"şahitler
olasınız."
Nitekim Sahih-i
Buhârî'de Ebû
Said el-Hudrî'den şöyle dediği sabittir:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki:
"Kıyâmet gününde Nûh (aleyhisselâm)
çağırılır. O da: Buyû' r, huzurundayım, emrine itaat etmeye hazırım Rabbim der.
Yüce Allah: Tebliğ ettin mi? diye sorar, o: Evet deyince; ümmetine: Size tebliğ
etti mi? diye sorulur. Onlar: Bize uyaran bir kimse gelmedi, derler. Yüce Allah:
Peki senin lehine kim şahitlik edecek? diye soracak Hazret-i Nûh: Muhammed ve
ümmeti diye cevap verir. Onlar da Hazret-i Nûh'un tebliğ ettiğine dair şahitlik
edecekler."
"Peygamber de size şahit olsun diye."
İşte yüce Allah'ın:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız,
Peygamber de size bir şahit olsun diye..."
âyeti
bunu anlatmaktadır..."
Buhârî,
İ'tisam 19; Tirmizî, Tefsir 2. sûre, 8;
Müsned, III, 32.
Bu hadisi
İbnu'l-Mübarek bu manada daha uzun bir
şekilde zikretmekte ve onda şu ifadeler de yer almaktadır: "O ümmetler şöyle
diyecek: Bize yetişmemiş olan kimseler bize karşı nasıl şahitlik edecek? Şanı
yüce Rabbimiz onlara şöyle der: Peki sizler yetişmediğiniz kimselere karşı nasıl
şahitlik edersiniz? Şu cevabı verecekler: Rabbimiz Sen bize bir
peygamber gönderdin ve bizim üzerimize
ahdini, Kitabını indirdin. Bizlere onların tebliğ ettiklerine dair kıssaları
anlattın. Biz de Senin izin verdiğin ahdine dayanarak şahitlik ediyoruz. Yüce
Rab şöyle buyurur: Bunlar doğru söylediler. İşte aziz ve celil olan Rabbimizin:
"Böylece sizi vasat -adaletli- bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler
olasınız, Peygamber size bir şahit olsun
diye."
âyeti buna işarettir. İbn En'um der ki: Bana ulaştığına göre o gün
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti şahitlikte bulunacaktır.
Bunlardan ise kalbinde kardeşine karşı düşmanlık besleyenler müstesna olacaktır.
Hadisin bu bölümü:
Müsned, III, 58de de yer almaktadır.
Bir başka grup ilim adamı
şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı ölümden sonra birbirlerine karşı
yaptıkları şahitlik ile ilgilidir.. Nitekim Sahih-i
Müslim'de Enes'ten gelen şu rivâyet yer almaktadır:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir cenaze geçip de o cenazeden
hayırla söz edilip övülünce
"vacip oldu, vacip oldu, vacip
oldu" buyurdu. Arkasından bir başka cenaze
onun yanından geçirilirken bu sefer o cenaze hakkında kötülükle söz edilince,
Hazret-i Peygamber yine
"vacip oldu, vacip oldu, vacip
oldu"
diye buyurdu. Hazret-i Ömer bunun
üzerine şöyle sordu: Anam babam sana feda olsun. Önce bir cenaze geçti, ondan
hayırla söz edildi, sen: "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun,
arkasından bir başka cenaze daha geçirildi, ondan da kötülükle söz edildi yine:
"vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Kendisinden hayırla söz edip
övdüğünüz kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisinden kötülükle söz edip
yerdiğiniz kimseye de cehennem vacip olmuştur. Sizler yeryüzünde Allah'ın
şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde
Allah'ın şahitlerisiniz."
Müslim,
Cenâiz 60.
Buhârî
de bu hadisi bu anlamı ifade edecek şekilde zikretmiştir.
Buhârî,
Şehadât 6, Cenâiz 86; Ebû Dâvûd, Cenâiz 76;
Tirmizî, Cenâiz 63;
Nesâî, Cenâiz 50.
Bu hadisin
Buhârî ile
Müslim'de bulunmayan rivâyet yollarından birisinde de
Hazret-i Peygamber'in ayrıca:
"İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber
de size bir şahit olsun diye"
âyetini da okur.
Nevâdiru'l-Usûl, I, 466
Eban ve Leys, Şehr b.
Havşeb'den o Ubade b. es-Sâmit'ten rivâyetle dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Benim ümmetime ancak peygamberlere verilmiş
üç şey verilmiş bulunuyor: Allah, bir peygamber
gönderdiğinde ona: Bana dua et Ben de senin duanı kabul edeyim diye buyururdu,
bu ümmete de: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim"
(El-Mü’min, 40/60) diye buyurmuştur. Allah, bir
peygamber gönderdiğinde ona: Din
hususunda Allah senin için bir zorluk kılmamıştır, demiştir. Yine Allah bu
ümmete:
"Din
hususunda üzerinize bir zorluk kılmadı"
(el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Allah bir
peygamber gönderdiğinde onu kavmine
karşı şahit kılardı. Ve Allah bu ümmeti bütün insanlara karşı şahit kılmıştır."
Bu hadisi Ebû Abdullah Tirmizî
el-Hakim "Nevâdiru'l Usul"
Nevâdiru'l-Usûl, II, 556.
adlı
eserinde zikretmektedir.
3- Bu Ümmet
Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi: Vasat Ümmet Olmak
İlim adamlarımız der ki: Şanı
yüce Rabbimiz Kitabında bizlere adalet vasfını vermiş ve bütün yaratıklarına
karşı şehadette bulunmak görevi ile görevlendirmiş olduğunu haber vermiş ve
zaman itibariyle en son olsak dahi mekân ve mevki itibariyle bizi birinci konuma
çıkarmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber
de:
"Biz en son olanlarız, (fakat) ilkleriz"
Müslim, Cumua 20;
Buhârî, Cumua 1, Cihâd 109, Enbiya 54;
Ta'bir 40, Diyât 15 aynı manada
diye buyurmuştur.
Bu ancak adalet sahibi olan
kimselerin şahitlik edeceğine de delildir. Başkasının başkaları hakkındaki
sözlerinin geçerli olması ancak adil olması halinde sözkonusudur.
Yüce Allah'ın izniyle sûrenin son
taraflarında (el-Bakara, 2/282. âyet 11. başlıkta)
gelecektir.
4- İcma ve
îcma'a Göre Hüküm Vermek:
Bu âyette icmaın sıhhatine ve icma
gereğince hüküm vermenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü ümmetin fertleri
adaletli oldukları takdirde insanlara karşı şahitlik ederler. Her bir asır
kendisinden sonrakine şahittir. Ashab-ı kiramın sözü tabiîne karşı hüccet ve
şahittir. Tabiînin sözü de kendilerinden sonrakiler hakkında böyledir. Ümmet
"şahitler" olarak tesbit edildiğine göre onların sözlerini da kabul etmek
icabeder. Bununla ümmetin tümü kastedilmiştir, diyen kimselerin bu sözlerinin
bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde kıyâmetin kopacağı zamana kadar üzerinde
icma olunacak hiçbir hüküm sözkonusu olamaz. Buna dair geniş açıklamalar usul-u
fıkıh kitaplarındadır.
Ayetin Diğer
Bölümleri:
"Peygamber
de size bir şahit olsun diye."
Kıyâmet gününde amellerinize şahitlik etsin;
lehinize şahitlik etsin yani sizin lehinize
îman ettiğinize dair şahitlik etsin diye veya
size karşı size tebliğ ettiğine dair şehadette bulunsun diye; anlamlarına
geldiği söylenmiştir.
"Senin
yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere
uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdetmek için kıble yaptık."
Burada
birinci kıblenin kastedildiği söylenmiştir. Çünkü
"senin
yöneldiğin"
diye buyurulmaktadır. İkinci kıblenin sözkonusu
edildiği de söylenmiştir. O takdirde ….yöneldiğin'deki
di'li geçmişi ifade eden kelimesi zaid olur. Yani, halihazırda senin üzerinde
bulunduğun kıbleyi., demek olur. Nitekim buna dair açıklamalar önceden
geçmiştir.
Buna benzer bir
ifade de:
"Siz insanlar için çıkartılmış en
hayırlı bir ümmet idiniz."
(Âl-i İmrân, 3/110)
buyruğundadır. Burada kimisine göre (idiniz değil de)
"en hayırlı bir ümmetsiniz" anlamındadır. Buna dair açıklamalar ileride
(bu âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken)
gelecektir.
"O
Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri
döneceklerden ayırdetmemiz için."
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh) dedi ki: "Bilelim
(mealde: ayırdedelim)in anlamı, görelim
şeklindedir.
Araplar bilme'yi görmek yerine,
görme'yi de bilmek yerine kullanırlar. Yüce Allah'ın:
"Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedîte mi? "
(el-Fil, 105/1) âyetinde olduğu gibi. Anlamı; bilmedin mi şeklindedir.
Bunun, 'sizlerin Bizim o
Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde
geri döneceklerden ayırdedebildiğimizi bilesin, diye' anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü münafıklar yüce Allah'ın,
oluşlarından önce eşyayı bilip bilmediği hususunda şüphe etmekte idiler.
Yakîn ehlini şüphe ehlinden
ayırdetmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu İbn Fûrek ve
Taberî, İbn
Abbâs'tan nakletmektedirler.
"Peygamber
ve ona tabi olanlar bunu bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah bu hususu kendi adına haber
vermektedir. Nitekim ona tabi olanlar yaptığı halde, "emîr şu işi yaptı"
denilmektedir. Bu açıklamayı el-Mehdevî
zikretmiştir. Güzel bir açıklamadır.
"Muhammed bilsin diye"
anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah
burada Hazret-i Peygamber'in
bilmesini, Hazret-i Peygamber'in
özelliğini ve faziletini göstermek üzere kendi yüce zatına izafe etmiştir.
Nitekim şanı yüce Rabbimiz kudsî hadisinde kinaye yoluyla şöyle buyurmuştur:
"Ey Âdemoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyarete
gelmedin."
Müslim,
Birr, 43.
Birinci görüş daha kuvvetlidir.
Bunun anlamı, amellerin karşılığını görmeyi gerektiren görmek ile alakalı
ilimdir, bilmektir. Şanı yüce Allah
açıkta olanı da gaybı da bilir. Olmadan önce olacakları bilir. Değişen bilinen
şeylerin halidir. Onun ilminde ise değişiklik olmaz. Aksine onun ilmi hepsine
tek bir şekilde taalluk eder. Kitab-ı Kerîm'de bu türden varid olmuş bütün
âyetler bu şekildedir. Mesela:
"Tâ ki
Allah mü’minleri bilsin,
(ayırd etsin) içinizden şahitler edinsin."
(Ali İmrân, 3/140);
"Tâ
ki, içinizden mücahidleri ve sabredenleri bilinceye
(ortaya çıkarıncaya) kadar haberlerinizi de açıklayalım."
(Muhammed, 47/31) ve buna benzer âyetler de
böyledir.
Bu âyet-i kerîme Kureyşlilerin:
"Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" şeklindeki sorularına
bir cevaptır. Kureyş, Ka'be'ye yönelerek ibadete alışmış idi.
Yüce Allah, Rasûlüne tabi olanla olmayanı
açıkça ortaya çıkarmak için alışageldikleri şeylerden başkası ile sınamayı
diledi.
ez-Zührî şeklinde okumuştur. (O takdirde bu
âyetin anlamı şöyle olur: "O peygambere uyanlar ökçeleri üzerinde geri
döneceklerden ayırdedilsin diye...")
"Peygambere"
emretmiş
bulunduğum Ka'be'ye yönelmek hususunda
"uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden"
dininden dönüp irtidat
edeceklerden
"ayırdetmemiz için kıble yaptık."
Çünkü kıble, değiştirilince kimi müslümanlar
irtidat etti, kimileri de münafıklık etti. Bundan dolayıdır ki
yüce Allah:
"Gerçi
o" diye
buyurmaktadır. İbn Abbâs,
Mücâhid ve
Katâde'ye göre kıblenin değiştirilmesi
"elbette
büyük bir iştir."
Buna göre ifadenin takdiri şöyle
olur: Gerçi o kıblenin değiştirilmesi büyük bir iştir.
Yüce Allah'ın Gerçi o... çok büyüktür..."
âyetinde (ve benzeri ifadelerde),
el-Ferrâ''ya göre ile lâm bir arada
gelirse...dan...başka değil, ancak... anlamındadır.
(Buna göre: "Ancak o: ... çok büyüktür" diye meali verilir). Basralılar
ise bunun "Muhakkak" olduğunu ve şeddesiz geldiğini
söylerler.
el-Ahfeş der ki: Yani şüphesiz kıble yahut
kıblenin değiştirilmesi veya namazda dönülen tarafın değiştirilmesi çok büyük
bir iştir.
"Ancak Allah'ın hidâyet ettiği"
yani kalplerinde imanın kendisi olan hidâyeti
yarattığı
"kimseler hakkında değil."
Bu, yüce Allah'ın:
"İşte bunların kalplerine imanı yazmıştır."
(el-Mücadele, 58/22) âyetine benzemektedir.
"Allah
imanınızı zayi edecek değildir."
İlim adamları bu âyetin Beytü’l-Makdis'e doğru
namaz kılarken vefat eden kimseler hakkında indiğini ittifakla kabul
etmektedirler. Buhârî'de el-Bera b. Azib'in
rivâyet ettiği hadiste önceden de geçtiği üzere (142.
âyet 2. başlıkta) böylece sabit olmuştur.
Tirmizî de İbn Abbâs'ın şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'be'ye
yöneltilince (ashab) şöyle dedi: Ey Allah'ın
Rasûlü, Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kardeşlerimizin durumu
ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah:
"Allah
imanınızı zayi edecek değildir"
âyetini inzal buyurdu.
Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir
hadistir.
Tirmizî,
Tefsir, 2. sûre 11.
Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve
ameli kapsadığından dolayı namaza
"îman
" ismi
verilmektedir. İmâm Mâlik der ki: Ben bu
âyet-i kerîme vesilesiyle Mürcie'nin; namaz imandan değildir şeklindeki
sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl
söylediklerine şaşıyorum).
Muhammed b. İshak der ki:
"Allah"
kıbleye yönelmek, peygamberinizi
tasdik etmek suretiyle sahip olduğunuz
"imanınızı zayi edecek değildir."
Müslümanların ve usul âlimlerinin büyük çoğunluğu
bu görüştedir. İbn Vehb, İbnu’l-Kasım, İbn
Abdilhakem ve Eşheb İmâm Mâlik'ten:
"Allah
imanınızı"
namazınızı
"zayi
edecek değildir"
diye tefsir ettiğini nakletmektedirler.
"Gerçekten Allah, insanlara Raûftur, Rahîmdir."
Radıyallahü anh'fet, rahmetten daha ileri derecededir.
Ebû Amr b. el-Alâ der ki:
Radıyallahü anh'fet rahmetten daha çoktur,
bunlasın anlamlan birbirlerine yakındır. Bizler bu kelimenin sözlük anlamını,
ilgili şiirleri, diğer manalarını "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı
eserimizde göstermiş bulunuyoruz. Oraya bakılabilir.
Kûfeliler ve Ebû Amr "feul"
vezninde şeklinde okumuşlardır. Esedoğulları'nın şivesi böyledir. el-Velid b.
Ukbe'nin şu beyiti de bu şekildedir:
"Sakın o takipçilerin en kötüsü
olma.
Son derece raûf ve rahim olan
amcasıyla çarpışan."
el-Kisaî'nin naklettiğine göre ise Esedoğullarının şivesi "fa'l" vezninde
şeklindedir. Ebû Cafer b. el-Ka'ka' ise hemzesiz ve sakil olarak şeklinde
okumuştur. İster sakin olsun ister harekeli olsun
yüce Allah'ın Kitabındaki her türlü hemzeyi böylece teshil ile okur.
144
Biz yüzünü göğe doğru evirip
çevirdiğini görüyoruz. Onun için herhalde seni hoşnut olacağın bir kıbleye
döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Siz de nerede bulunursanız
yüzlerinizi ona doğru çeviriniz. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler bunun
Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yaptığından
gafil değildir.
İlim adamları der ki: Bu âyet-i
kerîme yüce Allah'ın:
"İnsanlardan sefih olanlar... diyecekler."
(Âyet, 142) âyetinden önce inmiştir.
"Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini"
Taberî'nin
açıklamasına göre semaya doğru yüzünü döndürdüğünü
"görüyoruz."
ez-Zeccâc der
ki: Göğe doğru bakıp bakıp durduğunu görüyoruz, demektir. Bu iki anlam birbirine
yakındır. Özellikle "göğün" sözkonusu edilmesi ona izafe edilen ve ordan gelen
şeylerin ta'zim edilmesi özelliğine sahip oluşundan dolayıdır. Yağmur, rahmet ve
vahiy gibi.
"Hoşnud olacağın"
senin seveceğin anlamındadır.
es-Süddî der ki:
Hazret-i Peygamber Beytu'l-Makdis'e
doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin
emrolunacağına bakardı. Ka'be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu.
Bunun üzerine yüce Allah:
"Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz"
âyetini indirdi. Ebû İshak da
el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'
Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay
süreyle namaz kıldı. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) kıblesinin
Ka'be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine
yüce Allah:
"Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz"
âyetini indirdi. Bu anlamdaki
rivâyetler ve açıklamalar daha önceden (142. âyetin
tefisirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
Âyet-i kerimenin
"Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir"
bölümüne dair açıklamalarımızı beş başlık halinde
sunacağız:
1- Yeni
Kıble Mescid-i Haram:
"Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a"
yani Ka'be'ye
"doğru"
onun tarafına
"çevir."
Bu âyetin Ka'be'ye yönelmek emrini ihtiva ettiği
hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Abbâs'tan
nakledildiğine göre Beytullah'ın tümünün bulunduğu tarafa doğru yönelmek
emredilmektedir. İbn Ömer der ki: Ka'be'deki
oluk tarafına doğru dönmek emredilmektedir. Bunu
İbn Atiyye nakletmiştir. Oluk ise Medine ve Şam halkının kıblesidir.
Endülüs (İspanya) halkının da yöneldiği bir
kıblesi vardır.
Derim ki:
İbn Cüreyc, Atâ'dan
o İbn Abbâs'tan
(Allah ondan ve babasından razı olsun) rivâyetine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Beyt, (Ka'be) Mescid-i Haram'da bulunanların kıblesidir. Mescid-i Haram, Harem
bölgesinde bulunanların kıblesidir. Harem bölgesi ise ümmetimin dünyanın
doğusunda olsun batısında olsun bütün yeryüzü halkı için bir kıbledir."
Beyhakî, es-Sunenu'l-Kübrâ, II, 16.
2- Mescid-i
Haram'a Yönelmek:
"Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a çevir"
âyetinde geçen
"eş-Şatr: ...a doğru"nun
birkaç anlamı vardır. Taraf ve yol anlamına gelir. Bu âyet-i kerimede olduğu
gibi. O takdirde mekân zarfı olur. Yüzünün karşısında demeye benzer. Davud b.
Ebi Hind der ki: İbn Mes'ûd'un kıraatinde:
Artık yüzünü Mescid-i Haram
doğrultusuna çevir" şeklindedir. Şair de der ki:
"Ben Umm Zimba'a diyorum ki doğrult
Develerin göğsünü Temimoğullarına
doğru"
Bir başka şair şöyle demektedir:
"Düşmanınız, size saldırma ihtimali
bulunan bölgeniz tarafından üzerinize gölge yaptı.
Parça parça üstünüzü örten
karanlıkları olan bir dehşet."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Var mı elçi olarak Âmr'a haber
verecek?
Artır"a doğru gidecek mesajın
faydası ne?"
Birşeyin
"şatr"ı,
yarısı anlamındadır. "Abdest imanın şatrıdır
(yarısıdır)"
Müslim,
Tahare 1; Dârimi, Vudû' 2; Müsned, V, 342,
344.
hadisi de bu anlamdadır.
Bu kelime zıt anlamlı bir kelime de
olabilir. Bir şeye doğru yöneldiği takdirde "satara" fiili kullanıldığı gibi
oradan uzaklaştırılıp yüzçevirdiği takdirde de bu fiil kullanılır. Erkekler
arasından "şatır" yakınlarını kötülükleriyle oldukça yoran ve uygun olmayan bir
istikamette yürüyen kimseye denilir. Fiilin mazi şekli "şa-ta-radıyallahü
anh" da "şa-tu-radıyallahü anh" da
gelse, mastarı aynı şekilde "şetaret" ...diye gelir.
Birisine "şâtır"ın ne anlama
geldiği sorulmuş o da: Allah'ın yasakladığından alabildiğine uzaklaşmaya devam
eden kimse demektir, diye cevap vermiştir.
3- Kıble
Ka'be'dir:
Her tarafın kıblesinin Ka'be olduğu
hususu üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ka'be'yi gören bir
kimsenin Ka'be'ye yönelmesinin farz olduğu ve Ka'be'yi görmekle ve hangi cihette
olduğunu bilmekle birlikte ona yönelmeyi terkeden kimsenin namazının olmadığı,
bu şekilde kıldıkları namazlarını iade etmekle yükümlü olduğu üzerinde icma
etmişlerdir. Bu icmaı Ebû Ömer
(İbn Abdi’l-Berr)
zikretmektedir.
Yine ilim adamlarının icmaına göre
Ka'be'yi görmeyen kimse Ka'be'nin bulunduğu tarafa, Ka'be'ye ve Ka'be cihetine
doğru dönerek namaz kılmalıdır. Eğer hangi tarafta olduğunu bilemeyecek olursa,
delil olarak kullanması mümkün olan yıldız, rüzgâr, dağ ve benzer herşeyi
kullanması gerekir. Mescid-i Haram'da oturan bir kimsenin yüzünü Ka'be'ye doğru
çevirmesi ve Allah'tan ecri olduğuna inanarak ve ecrinin verileceğini umarak
Ka'be'ye bakması gerekir. Çünkü Ka'be'ye bakmanın -dahi
Atâ ve Mücâhid'in
söylediklerine göre- ibadet olduğu belirtilmektedir.
4- Ka'be'yi
Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi:
Ka'be'yi göremeyen bir kimsenin
kıbleye yönelirken bizzat Ka'be'ye isabet ettirmesi mi yoksa onun tarafına
dönmesi mi farz olduğu ihtilaflıdır? Kimisi bizzat Ka'be'ye doğru yönelmesi
gerektiğini söylemektedir.
İbnu'l
Arabî der ki: Şu kadar var ki, bu görüş zayıftır.
Çünkü bu güç yetirilemeyen birşeyle
mükellef tutmaktır. Kimisi de Ka'be tarafına yönelmenin farz olduğunu kabul
etmiştir ki şu üç sebep dolayısıyla sahih olan görüş budur:
a-
Bu, teklifin kendisiyle alakalı olduğu mümkün olan bir husustur.
b-
Kur'ân-ı Kerîm'de emrolunan husus da budur. Çünkü
yüce Allah:
"Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız"
yani yeryüzünün doğu
veya batısında olursanız "yüzlerinizi ona doğru çeviriniz" diye
buyurmaktadır.
c-
İlim adamları Beyt'in eninden birkaç katı daha uzun olduğu kesinlikle
bilinen uzunca saffı da delil göstermişlerdir.
5- Namaz
Kılan Kimsenin Bakacağı Yer:
Bu âyet-i kerimede
İmâm Mâlik'in ve onun doğrultusunda kanaat
belirtenlerin lehine açık bir delil vardır. Onlar namaz kılan kimsenin secde
ettiği yere değil de önüne bakması gerektiğini söylerler.
es-Sevrî, Ebû
Hanîfe, Şâfiî ve
el-Hasen b. Hayy ise namaz kılan kimsenin
secde ettiği yere bakmasının müstehab olduğunu söylerler.
Kadı Şüreyh ise şöyle demektedir:
Ayakta iken secde edeceği yere, rükûda iken ayaklarının bulunduğu yere, secdede
iken burnunu koyduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir.
İbnu'l
Arabî der ki: O önüne bakar. Eğer başını eğecek olursa baş ile ilgili
olarak hakkında farz olan kıyam, kısmen gitmiş olur. Halbuki baş azaların en
şereflisidir. Başını dik tutup da gözü ile yere bakmak üzere kendisini zorlarsa
bu ise büyük bir zorluk ve büyük bir sıkıntıdır. Dinde ise bizim için zorluk
yoktur. Şu kadar var ki gücü yeten bir kimse için bu en faziletli olandır.
"Şüphe
yok ki kendilerine kitap verilenler"
yani yahudiler ve
hıristiyanlar,
"bunun"
kıblenin Beytu'l Makdis'ten Ka'be'ye doğru değiştirilmesinin
"Rablerinden
gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler."
Onlar bunu dinlerinde de
kitaplarında da bulunmadığı halde nasıl olur da bilebilirler? diye sorulacak
olursa bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:
Birincisi,
onlar kendi kitaplarında Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hak
peygamber olduğunu bildiklerinden dolayı
onun haktan başka birşey söylemeyeceğini ve haktan başka bir emir vermeyeceğini
de bilirler.
İkincisi,
bazıları inkâr etse dahi onlar dinlerinde neshin câiz olduğunu bilmektedirler.
Dolayısıyla kıblenin değiştirilmesinin câiz olduğunu da biliyorlar demektir.
"Allah
onların yaptıklarından gafili değildir."
Bu âyetin anlamına dair
açıklamalar daha önceden(el-Bakara, 2/74. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn
Amir ve Hamza ile
el-Kisaî, kitap ehline
ya da Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
ümmetine hitaben. (...........):
Yaptıklarınızdan, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş şekline göre de bu, şanı
yüce Allah'ın kulların amellerini
(karşılıksız bırakmayıp) ihmal etmeyeceğini,
onlardan gafil olmadığını bildirmektedir. Bunda tehdid anlamı da vardır.
Diğer kıraat İmâmları ise
"ya" ile okumuşlardır.
Meal de buna göredir.
145
Yemin olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti
getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak
değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uymazlar. Yemin olsun ki sana gelen
bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden
olursun.
"Yemin
olsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin
kıblene uymazlar."
Çünkü hak kendileri için apaçık belli olduktan
sonra kâfir olmuşlardır ve âyetler yani
alâmetler ve belgeler onlara fayda vermez.
"Kıble"nin
teksir (kırık) çoğulu: "Kıbelun" şeklinde,
salim müennes olarak "kibilâtun" şeklinde gelir. Kabilâtun şeklinde de olur,
"kıblâtun" şeklinde de olur.
Burada
"
Yemin olsun ki... sen"
edatının cevabı Eğer" edatına cevap şekilde
gelmiştir. Halbuki bunun cevabının geniş ve meydana gelen bir işle olması
gerekir. Birincisinin cevabı ise gelecek ifade
eden şekilde gelir. Buna dair el-Ferrâ' ile
el-Ahfeş şu açıklamayı yapmışlardır: edatı
için uygun gelen ifadelerle cevap verilmesi anlamının
"getirsen"
şeklinde olduğundandır. Edatına ise geçmişte olan
bir kiple cevap verilebilir. Biri ötekinin yerine kullanılabilir. Mesela: Sen
iyilik yaparsan sana da iyilik yapılır" demek mümkündür.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Eğer
Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu
(ekini) sararmış görürler..."
(er-Rum, 30/51)
Bunun anlamı ise: Eğer bir rüzgâr gönderse idik., şeklindedir.
Ancak
Sîbeveyh onlardan farklı olarak şöyle
demektedir: kelimesinin anlamı in anlamından farklıdır. Dolayısıyla biri
ötekinin yerine geçmez. Bu âyet-i kerimedeki bu bölümün anlamı: "Sen kendilerine
kitap verilenlere her âyeti getirsen dahi onlar yine senin kıblene uymazlar"
şeklindedir.
Ancak
el-Ahfeş ile
el-Ferrâ''ya göre: "Getirseydin.. uymazlardı" anlamına gelir.
Sîbeveyh der ki:
"Eğer
Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu sararmış görürlerse, bundan
sonra da muhakkak kâfir olurlar."
(er-Rum, 30/51)
yani kâfir olmaya devam eder giderler,
şeklindedir.
"Sen
de onların kıblelerine uyacak değilsin."
Bir haber olmakla birlikte
emir anlamını ihtiva etmektedir. Sakın böyle bir şeye yanaşma, demektir.
Bundan sonra yahudilerin
hıristiyanların kıblelerine, hıristiyanların da yahudilerin kıblelerine
uymayacaklarını haber vermektedir. es-Süddî
ve İbn Zeyd böyle demişlerdir. Bu, onların
kendi aralarındaki ayrılıkları, birbirlerine sırt çevirdikleri ve sapık
olduklarını bildirmektedir.
Bazıları da şöyle demiştir: Bunun
anlamı şöyledir: Onlardan İslâm'a girip de sana tabi olan, hiçbir zaman İslâm'a
girmeyecek olanın kıblesine uyacak değildir. İslâm'a girmeyen de müslüman olanın
kıblesine uyacak değildir. Ancak birinci açıklama şekli daha doğru
görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Yemin
olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyarsan o zaman
muhakkak zulmedenlerden olursun."
Burda hitap
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
olmakla birlikte asıl maksat hevasına uyması ve hevasına uyduğu için zalim
olması mümkün olan ümmetine mensup kimselerdir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zalim olmasını gerektirecek herhangi bir
iş yapması mümkün değildir. O halde bu âyet, ümmetinin kastedildiği şekilde
açıklanır. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) masumdur ve ondan
böyle bir işin kesinlikle sadır olmayacağını biliyoruz.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitap edilmesi bu işin ne kadar büyük
olduğunu göstermek içindir ve bu şekilde hitap, ona indirildiğinden dolayıdır.
"Hevâlar (ehvâ)"
hevâ kelimesinin çoğuludur.
Buna dair açıklamalar da
"bunca
ilimden sonra"
âyetine dair açıklamalar da daha önceden
(120. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Burada tekrarlamanın anlamı yoktur.
|