Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

1

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

1

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAKARA SÛRESİ

Giriş

Bakara sûresi, hicretten sonra Medine'de nazil olan ilk surelerdendir. Kur'an-ı Kerimin en uzun süresidir ve iki yüz seksen altı âyettir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sureye "Kur'an'ın otağı" yanı: "Kur'an'ın çadırı" adını vermiştir.

Bu sûre-i celilede "Bakara" hadisesi zikredilmektedir. Olay şöyle cereyan etmiştir; İsrailoğullarından birisi bir adam öldürmüş ve cinÂyeti işleyen kişi bulunamamıştı. Durum Hazret-i Mûsaya arzedilmiş o da "Bir bakara" yani "Bir sığır kesin, kestiğiniz bu hayvanın bir parçasıyla ölüye vurun, O ölü dirilip kendisini kimin öldürdüğünü haber verecektir." demişti.

Âyet-i kerime’de olay şöyle açıklanmaktadır: "Mûsa, kavmine "Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." demiş, onlar da: "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. Mûsad da: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"

"Kesilen sığırın bir parçasıyla ölüye vurun" dedik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz dîye delillerini size gösterir."

İsrailoğulian, Hazret-i Mûsadan, hem katili nasıl bulabileceklerini öğrenmek istemişler, hem de katilin gerçekten ortaya çıkmasını samimi olarak istemediklerinden, kesecekleri sığırın evsafını sormuşlar. Hazret-i Mûsa, sığırın evsafını açıkladıkça onlar daha geniş açıklamalar istemişler ve sonunda, vasıfları ayrıntılı olarak açıklanan sığırı güçlükle bulmuş ve çok pahalı bir bedelle satın alıp kesmek zorunda kalmışlar ve kestikleri sığırın bir parçasıyla ölüye vurmuşlar ölü de dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü heber vermiştir.

İşte bu olayın anlatıldığı bu sureye bakara sûresi adı verilmiştir. Bu sûre-i celile birçok konulan ihtiva eder. Bunlar, ana hatlarınya şöylece özetlenebilir:

a- Medine'de hicretten sonra meydana gelen İslam cemaatinin durumu: Yerlerini yurtlarını, mallarını mülklerini terkederek imanlarının sesine uyup Medine'ye göç eden İslam cemaatinin durumunu Kur'an-ı Kerim şöyle tavsif ediyor: "O, Allah'tan korkanlar, gaybe iman ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Bakara sûresi, 2/3-5 Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar iman ederler." "İşte rablerinin doğru yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa erenler de bunlardır. Bakara sûresi, 2/6-7

b- Kâfirlerin durumu: Mü’minlerin vasıflarından bahseden âyetlerden hemen sonra, kâfirleri vasıflandıran âyetler geliyor. Aslında bu sıfatlar, genelde İnkârcıların ortak sıfatlarıdır. Fakat aynı zamanda, gerek Mekke'de gerekse Medine'de İslam davetine karşı çıkan kâfirlerin de vasıflandır. Âyet-i kerimeler onları da şöyle anlatıyor: "Ey Rasûlüm, şüphe yok ki, kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır." Bakara sûresi, 2/7-10

c- Münafıkların durumu: Kâfirlerin umumi sıfatlarına işaret edildikten sonra, İslam toplumu için son derece tehlikeli olan münafıklar anlatılıyor: Mekke döneminde, iman eden, imanını açıklıyor, İnkârcılar da açıkça İslama karşı çıkıyorlardı. Fakat İslamın, Medine'de güçlenip üstün duruma gelmesi üzerine, gerçekten iman etmediği halde, iman etmiş gibi görünen bir başka gurup insan daha türedi ki bunlar da münafıklardı. Çeşitli sebeplerle inanmış gibi görünen fakat aslında iman etmeyen bu insanların durumîan uzun uzun anlatılıyor: "Bir kısım insanlar vardır ki, "Biz, Allah'a ve âhiret gününe iman ettik." derler. Halbuki onlar, mü’min değillerdir." "Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir." "Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için can yakıcı bir azap vardır.

d- Yahudilerin durumları: İslam dininin gelmesinden evvel Medine'de bulunan Yahudiler, ehl-i kitap olmaları sebebiyle, müşrik Araplardan, dini, ticari, içtimai vb. bakımlardan üstün durumdaydılar. Fakat Allah'ın son dini İslamiyet gelip te onları Müslüman olmaya çağırınca, bu üstünlüklerinin ellerinden gitmesi sebebiyle, gelen dinin gerçek din olduğunu, bile bile, inatla inkâr ettiler Onların bu inatçı ve mânâsız tutumları âyet-i kerimelerde şöyle anlatılıyor: "Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdimi yerine gelirin ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden korkun." "Elinizideki Tevratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değîşmeyin. Ve yalnız benden korsun. Bakara sûresi, 2/40-41

Bir kaç madde halinde özetlemeye çalıştığımız bu konulardan başka, cenab-ı hak, bu sûre-i celilede, bütün insanlan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e nazil olan Kur'ana inanmaya davet ediyor ve bu Kur'an hakkında şüphe edenleri, aynı kitabın bir benzerini yapmaya davet ediyor.

Surede, Hazret-i Âdemle Şeytan arasında cereyan eden çetin mücadele anlatılıyor. Ve mevzu, Hazret-i Âdemin, yeryüzünde Halife olduğu beyan edilerek bitiriliyor.

Allah yolunda savaşarak öldürülenlere "Ölüler" denemeyeceği, onların gerçekte diri oldukları bildiriliyor.

Sûre-i celile, yenilecek ve içilecek şeylerin haram ve helal olanlarını açıklıyor. Haksız yere adam öldürmenin ve vasiyetin hükülerini beyan ediyor.

Sûre-i celile Oruç, cihat ve Hac hükümlerini, aile hukuku meselelerini açıklıyor, sadaka, borç alıp verme ve ticari meselelerin prensiplerini beyan ediyor. Faizin haram olduğunu açıklıyor.

Sûre-i celilenin sonunda, rabbimizden nasıl istek ve duada bulunacağımız beyan edilerek buyuruluyor ki: "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden önceklilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bizim mevlamızsın. Kâfir topluluğa karşı bize yardım et. Bakara sûresi, 2/286

Surenin Fazileti

Bu surenin fazileti hakkında muhtelif hadis-i şerifler Rivâyet edilmiştir. Peygamberimiz bü hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: "Evlerinizi kabirlere çevrimeyin. İçinde Bakar sûresi okunan bir eve şeytan girmez. Tirmizi, K. el-Fedail el-Kur'an bab: 2 Hadis No: 2877/Müslim, k. el-Müsafirin bab: 212, Hadis No: 780/Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 2, s. 284

"Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an-ı kerimin zirvesi de Bakara süresidir. Onun içinde, Kur’an’ın âyetlerinin efendisi olan bir âyet bulunmaktadır ki o da âyetel Kürsidir. Timizi K. Fedail el-Kur'an bab: 2 Hadis No: 2878/Darimi K. Fedail el-Kur'an bab: 13

"Kim Bakara suresinin son iki âyetini geceleyin okursa o âyetler o kişi için kâfidir." Buhari, K. Fadail el-Kur'an bab: 10

"Bakara sûresi Kur’an’ın zirvesi ve nişanesidir. Onun her âyetiyle birlikte gökten seksen melek inmiştir. Âyetel Kürsi, arş'ın altından alınıp Bakara suresine katılmıştır. Yasin ise, Kur’an’ın kalbidir. Her kim Allah rızasını ve âhiret yurdunu dileyerek Yasin'i okursa günahları muhakkak bağışlanır. Siz, Yasini ölüleriniz üzerine okuyun." Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 26

Üseyd b. Huday'ın şöyle dediği rivâyet edilir:

O, bir gece bakara suresini okurken yanında bağlı bulunan atı ürkmüş, bunun üzerine Üseyd susmuş, atı da sakinleşmiş. Tekrar sureyi okumaya başlamış, at tekrar ürkmüş yine susmuş ve at sakinleşmiş, tekrar okumaya başlamış at yine ürkmüş hatta atın, yakınında bulunan oğlu Yahya'ya zarar vermesinden korkarak kalkıp oğlunu beri çekmiş ve göğe doğru baktığında ilaha önce gördüğü şeyi göremez olmuş. Sabah olunca olayı Peygamber efendimize anlatmış, Resûlüllah ona "Ey Hudayr oğlu oku, Hudayr oğlu oku, devam et," demiştir, üsyed "Ey Allah'ın Resulü, atın yakınında bulunan oğlum Yahya'yı çiğneyeceğinden korkmuştum. Bunun için okumayı kesip başımı kaldırdım. Oğluma doğru gittim. Göğe doğru baktım. Bir de ne göreyim, içinde lamba gibi şeyler bulunan bir gölgelik. Sonra oradan ayrıldım ve bir daha göremez oldum." Resûlüllah: "Onun ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Üseyd: "Hayır." dedi. Resûlüllah: "Onlar meleklerdi. Senin okuma sesine gelmişlerdi. Şâyet okumaya devam edecek olsaydın, insanlar onları görecekler ve onların gözlerinden de kaybolmayacaklardı." dedi. Buhari, K. Fadail el-Kur'an bab: 15 /Müslim, K. el-Müsafirin bab 242, Hadis No: 796/Ahmed b. Hanbel, Müsned c.3, s. 81.

Ebû Ümame el-Bâhili diyor ki;

"Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kur’an’ı okuyun. Çünkü o kıyamet gününde okuyana şefaatçi olacaktır. Özellikle, iki çiçek olan Bakara ve Al-i İmran suresini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde âdeta iki bulut veya iki gölgelik yahut havada gurup halinde uçan iki bölük kuş gibi gelecekler ve kendilerini okuyanları müdafaa edeceklerdir. (Yani, cehennem ateşine karşı engel meydana getireceklerdir.) Bakara suresini okuyun. Onu almak bereket, bırakmak ise hüsrandır. Onu okumaya, bâtıl ile meşgul olanların (Yani sihirbazların) gücü Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 252, Hadis No: 804

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

Elif, Lâm, Mîm.

Bu harflere, "Huruf-ı Mukatta'a" denir. Bunların herhangi bir mânâ ifade edip etmediği, ediyorlarsa ne mânâya geldikleri hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şöylece özetlemek mümkündür.:

a- Katade, Mücahid ve İbn-i Cüreyc'den, bu harflerin Kur'an-ı kerimin isimlerinden biri olduğu Rivâyet edilmiştir.

b- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu harfler, Kur'an-ı kerimin bazı surelerinin girişi mahiyetindedir, Allahü teâlâ bazı surelere bu harflerle başlamaktadır.

c-Abdurrahman b. Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler, başında bulundukları surelerin isimleridir.

d- Süddi ve Şa'bî'den nakledilen bir görüşe göre de bu harfler, Allahü teâlânın ism-i A'zamıdırlar.

e- Abdullah b. Abbas ve İkrimeden nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler Allahü teâlânın, kendileriyle yemin ettiği isimlerindendir. Allahü teâlâ bunlarla yemin ederek sureyi başlatmaktadır.

f- Bu harfler, isim ve fiillerden kısaltılmış mukatta'a harfleridir. Herbirinin kendine göre mânâsı vardır. Birinin mânâsı, diğerine benzememektedir. Mesela: "Elif, Lam, mim'in mânâsı, "Ben her şeyi en iyi bilen Allah'ım" demektir. Burada Elif "Ben", Lam "Allah", Mim "İyi bilirim." mânâlarına gelmektedir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilmektedir.

g- Bu harfler, lisanda kullanılan normal hece harfleridir. Bu görüş te mücahidden nakledilmektedir.

h- Bu harflerin herbiri bir çok mânâya gelmektedir. Rebi' b. Enesten "Elif, Lam, Mim" harfleri hakkında şunlar Rivâyet edilmektedir: "Bu harflerden her biri, Allahü teâlânın isimlerinden birinin baş harfidir. Mesela Elif, "Allah", isminin. Lam, "Latif isminin, Mim "Mecid" isminin baş harfleridir. Bu harfler Allah'ın nimetlerini, musibetlerini, bir toplumun ne kadar yaşayacağını ve ecelinin ne zaman geleceğini gösterir. Hazret-i İsa'dan şunlar Rivâyet edilmektedir: Şaşarım insanlara ki onlar, Allah'ın isimlerini konuşurlar, nimetlerinin içinde yaşarlar, buna rağmen ona nasıl nankörlük ederler?"

Elif, "Allah" isminin baş harfidir. Lam, "Latif isminin baş harfidir. Mim de "Mecid" isminin baş harfidir.

Elif, "Allah'ın nimetleri", Lam "Lütfü", Mim, "Yüceliği" anlamına gelmektedir.

Hesaplamada Elif "bir sene"yi, Lam "Otuz sene"yi, mim de "Kırk sene"yi ifade etmektedir. Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiğini söyleyenler de vardır.

ı- Bir kısım âlimler ise bu harfler için şunu böylemişlerdir: "Her kitabın bir sırrı vardır. Kur'an-ı kerimin sırrı da, bazı surelerin basında zikredilen bu harflerdir. Yine de en iyi ve doğrusunu bilen Allah'tır.

Surelerin Başinda Bulunan Bu Harfler Hakkında Lügat Âlimleri İse Şunları Söylemiştir:

a- Bazıları, bu harflerin, yirmi sekiz hece harfinden bir kısmını teşkil ettiklerini, bu harflerden bazılarının, bir kısım surelerin başında zikredilerek diğerlerine gerek kalmadığını söylemişlerdir. Nitekim bir insan, hece harflerini anlatmak isterken, baştan bazılarını saymakla yetinerek hepsini söylemez. Bu durum da buna benzemektedir.

b- Diğer bazıları ise bu haillerin, müşriklerin, Kur'an-ı Kerimi dinlemeye kulaklarını açmaları için zikredildiklerini söylemişlerdir. Zira müşrikler birbirlerine, Kur'an-ı kerimi dinlememeyi tavsiye ediyor ve diyorlardı ki: "Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki bu yolla galip gelirsiniz.., Fussilet sûresi, 41/26

c- Bir kısım âlimler ise bu harflerin, surelerin başladığını ve butiğini gösteren birer işaret olduklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Anlatılan bu görüşlerden her birinin bilinen bir yönü vardır. "Elif, Lam, Mim"in, Kur’an’ın isimlerinden biri olduğunu söyleyenlerin sözlerinin iki anlamı vardır.

1- Bunlar, "Elif, Lam, Mim, Kur’an’ın isimlerinden biridir," "Furkan" ismi gibidir." demek istemişlerdir. Bu izaha göre "Elif, Lam, Mim" yemin ifade eder. Allahü teâlâ: "Kur'ana yemin olsun ki bu kitapta hiçbir şüphe yoktur." demek istemiştir.

2- Bu âlimler: "Bu harfler, Kur'an-ı kerimin surelerinin isimleridir. Mesela: "Ben, Elif, Lam, Mim suresini okudum" diyen kimse o surenin ismini zikretmiş olur. Böylece dinleyici de o kimsenin, hangi sureyi okuduğunu anlamış olur. Her ne kadar "Elif, Lam, Mim" gibi harflerle başlayan Sûreler bir'den çok olsa da bu gibi harflerin yanında başka şeyleri de zikrederek bu harflerle sureleri birbirinden ayırdetmek ve o surelerin ismi olarak zikretmek mümkündür. Mesela: Bir kimse, Ben, Elif, Lam, mim, Bakarayı veya "Elif, lam, mim, Âl-i İmranı okudum." der. Böylece anlatmak istediği sureyi tanıtmış olur. Nitekim, "Ahmet" veya "Muhammed" gibi isimlerle adlandırılan insanlar, bir'den çok olabilirler. Bu gibi insanları da birbirlerinden ayırdetmek için bir kısım sıfatlar zikredilir.

Bu mukatta'a harflerinin birer giriş olduklarını, Allahü teâlânın, kelamını bunlarla açtığını söyleyenlerin görüşlerinin izahı ise şöyledir: "Bu harfler, bir surenin başlayıp bittiğini ve başında bulunduğu diğer surenin başladığını gösterirler. Böylece Arap dilinde Bel kelimesi bir kasidenin başlayıp diğerinin bittiğini gösterdiği gibi bu harfler de sureleri bu şekilde birbirlerinden ayırdetmiş olurlar." Bu hafrlerin bazılarının, Allahü teâlânın isimlerinin, diğer bazılarının da, Allahü teâlânın sıfatlarının kısaltılmış şekilleri olduklarını ve her bir harfin, kendisine göre bir mânâsı olduğunu söyleyenler ise şu şekilde izahlarda bulunmuşlardır. "Elif harfi "Ene" yani "Ben" zamirinin kısaltılmışıdır. Lam harfi "Allah" isminin kısaltılmışıdır. Mim harfi A'lemu yani "Ben bilirim." kelimesinin kısaltılmışıdır. Böylece Elif, Lam Mim'in mânâsı: "Ben Allah'ım, bilirim." demek olur. Bu şekilde izahta bulunanlar, Arapçada konuşan kimsenin Yâ Nuh, yerine Yâ Nu, Yâ Mâlik, yerine Yâ Mâl, dediği yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. İşte bu hafrler de bunlara benzer bir takım kısaltmaları ifade ederler.

Bu harfler bir kısım kelimelelerin kısaltmalarıdır. Ancak "bu harflerden her birinin bir'den çok mânâsı vardır." diyenler şunu kastetmişlerdir. Elif, Lam, mim deki Elif harfi sadece bir kelimeden değil bir çok kelimeden kısaltılmış bir harftir. Yani Allah kelimesinin birinci harfi, Âlâ, nimetler kelimesinin birinci harfi, Ebced hesabındaki (1) sayısının karşılığı olan ve ömürlerinden bir yıl kalanları gösteren kelimesinin birinci harfidir. Lam harfi, Allahü teâlânın Latîf, isminin birinci harfi, Lütuf sıfatının birinci harfi, yine Ebced hesabında 30 rakamını gösteren ve ömürlerinden otuz yıl kalanları gösteren bir harftir. Mim harfi Allahü teâlânın Mecid, isminin birinci harfi, Mecd, sıfatının birinci harfi, Ebced hesabında (40) rakamını gösteren ve ömürlerinden kırk yıl kalanları ifade den bir harftir. Allahü teâlâ, bu harfleri tek başına zikredip bunların kısaltıldığı kelime ve cümleleri zikretmemiştir ki, bir harfle bir çok mânâ ifade edilmiş olsun. Böylece Allahü teâlâ, kelamına başlamadan önce, kendisinin her şeyden haberdar olan ezeli bir ilim sahibi olüuğnu bildirmiş olmaktadır. Kullarına da konuşmalarının, mektuplarının ve önemli işlerinin başlarında bu yolu tutmalarını öğretmiştir. Nitekim diğer bir kısım surelere de kendisine hamd'i zikrederek, diğer bazılarına da kendisini tesbih'i beyan ederek başlamıştır. Böylece Kur'an-ı kerimin bazı surelerinin grisini de kendisine hamd ile başlatmış, bazılarım tesbih ile başlatmış, bazılarını da ta'zim ile başlatmıştır. Başlarında mukatta'a harfleri bulunan surelerin bazılarında kendisini ilimle, diğerlerinde adaletle diğer bazılarında lütufla överek veciz bir şekilde başlatmıştır.

Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiğini söyleyenler ise şunu diyorlar: Biz, Mukatta'a harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade etme dışında bir mânâ taşıdıklarını bilmiyoruz. Allahü teâlânın, kullarına, anlayamadıkları ve düşünemedikleri şeylerle hitap etmesi caiz değildir. Bunlar, bu görüşlerine delil olarak, Abdullah b. Abbas'ın, Cabir b. Abdullah'tan naklettiği şu hadisi de delil olarak göstermişlerdir. Cabir diyor ki: "Resûlüllah Bakara suresinin girişi olan Zalikelkitabü Lareybe fih" âyetlerini okurken Ebû Yasir b. Ahtab onun yanından geçti ve Yahudilerle beraber bulunan kardeşi Huyey b. Ahtab'ın yanına vardı ve onlara "Biliyormusunuz, vallahi Muhammed'in, Aziz ve Celil olan Allah'ın, ona indirdiklerinden zalikel kitabü âyetlerini okuduğunu işittim. Onlar, "Bizzat işittin mi?" diye sordular, Ebû Yasir "Evet" dedi. Bunun üzerine Huyey b. Ahtab, oradaki Yahudilerle birlikte Resûlüllah'a gitti ve ona:

"Ey Rasûlüm, sana indirilenler içinde zalikel kitabü, okuduğun anlatılıyor doğru mu?" diye sordular. Resûlüllah: "Evet." dedi. Onlar: "Bunu sana Allah katından Cebrâil mi getirdi?" dediler. Resûlüllah: "Evet." dedi. Onlar: "Allah, senden önce de Peygamberler gönderdi. Allah, onlardan herhangi bir Peygambere, iktidarının ve ümmetinin ecelinin ne kadar olacağını beyan ettiğini bilmiyoruz. Bunu ancak sana bildirmiş." dediler. Huyey b. Ahtab, arkadaşlarına yönelerek: "Elif (1) Lam (30) Mim ise (40) demektir. Bunların hepsi (71) senedir. Şimdi sizler kendi iktidarı ve ümmetinin eceli yetmiş bir yıl sürecek olan bir Peygambaerin dinine mi gireceksiniz?" diye sordu. Sonra da Resûlüllah'a dönerek: "Ey Muhammed, bu zamana ilave olarak başka bir şey var mı?" diye sordu. Resûlüllah:

"Evet." diye cevap verdi. Huyey: "O nedir?" dedi. Resûlüllah: Elif, Lam, Mim, sa'dir" dedi. Huvey: "Bu daha uzun." dedi. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Sa'd (90)'dır. Hepsi (161) senedir. Bunun dışında başka bir şey var mıdır?" dedi. Resûlüllah: "Evet" dedi. Huyey: "Bu daha uzundur. Elif (1) Lam (30) Râ (200)dür. Bunların hepsi, (231) senedir. "Ey Muhammed, bundan başka bir şey var mıdır?" dedi. Resûlüllah: "Evet" (......) Elif, Lam, mim, Râ'dır." dedi. Huyey : " Bu daha uzundur. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Ra (200) dür. Bunların hepsi (271) yıldır." dedi. Sonra şunları söyledi: "Ey Muhammed, senin işin bize karışık geldi. Öyle ki, sana çok şey mi yoksa az şey mi verildi bilemiyoruz." Bundan sonra Huyey kalkıp gitti. Ebû Yasir, kardeşi Huyey b. Ahtab ve onunla birlikte olan Yahudi hahamlarına şöyle dedi: "Ne biliyorsunuz, belki de Muhammed'e, bunların toplamı verilmiştir. Bunlar: 71 + 161+231+271= 734 yıl eder." Onlar da şu cevabı verdiler: "Onun durumu bize karışık geldi."

Mukatta'a harflerinin, kısaltılmış bir hesabı ifade ettiklerini zikreden âlimler şu âyetlerin, yukarıda Rivâyet edilen Huyey b. Ahtab ve benzerleri hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. "Sana kitabı indiren O’dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür. Kablerinde eğrilik bulunnalar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katındandır." derler. Ancak akıl sahipleri düşünür." Fissilet sûresi, 41/26

Evet, bu görüşte olanlar, yukarıda zikredilen hadisin, söylediklerinin doğruluğunu ve bunların dışındaki sözlerin fasit olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: Bu görüşlerin doğru olanı" Bu harfler mukatta'a harfleridir, her birinin çeşitli mânâları vardır diyen görüştür. Öyle ki müfessirlerin zikrettikleri bütün izah şekillerini kapsamaktadırlar "Bu harfler yirmi sekiz alfabe harfinden birer harftir. Allahü teâlâ bu hailleri zikrederek surelerin bu gibi harflerinden oluştuğunu bildirmek istemiştir." şeklindeki görüşü ihtiva etmemektedirler. Zira bu görüş, bütün sahabe ve tabiinin görüşlerinin dışında bir görüş olduğu için ve müfessirlerin görüşüne muhalif olduğu için fasit bir görüştür . Mevcut kesin delillerin bu görüşün aleyhine şehadet etmesi, bunun yanlışlığım ispatlamaya kâfidir. Ayrıca bu son görüşü ileri sürenlerin "Zalikel kitabü", ifadesinin sonunun ötreli (merfu) okunması hususunda tereddüt etmeleri bazen Zalike'nin mübteda Kitabü'nün haber olduğunu söylemeleri bazan da Zalikel kitabü, mübteda "Lareybe fih"'in haber olduğunu bazan da "zalikel kitabü'nün mübteda Hüden Lilmüttakîn'in haber olduğunu söylemeleri gösteriyor ki bunlar Elif-Lam, Mim harflerinin mübteda Zalikel Kitabü'nün de haber olduğu görüşlerinden vaz geçmişler ve "Bu harfler şu kitabın harfleridir" şeklindeki tevillerini bırakmışlardır.

Eğer denilcek olursa ki: "Mukatta'a harflerinden her birinin, değişik çeşitli mânâları kapsaması nasıl caiz olabilir?" Ona cevaben denir ki: "Nasıl ki Arapçada, bir kelimenin birden çok mânâsı olabilir, îek bir harfin de birden çok mânâsı olması mümkündür. Mesela Arapçada Ümmetün kelimesi, insanlardan oluşan bir cemaat" "Bir zaman dilimi" Allah’a itaat eden abid kul anlamına gelmekte, "Din" kelimesi. "Karşılık" "Kısas" "İktidar" "itaat" "Boyun eğme" "Hesap" vb, manalara gelmektedir. İşte, Allahü teâlânın zikrettiği gibi mukatta'a harflerinin her birinin de, bütün müfessirlerin söyledikleri görüşleri ihtiva edecek kadar mânaları olduğunu söylemek mümkündür. Bu harfler aynı zamanda surelerin başlangıcıdır. Bu harflerin, Allahü teâlânın isim ve sıfatlarından kısaltılmış harfler olduklarını söylemek, bu haillerin, surelerin başlangıcı olmalarına engel değildir. Zira Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin bir çok surelerini, kendisine hamd ederek, kendisini överek, kendisini tesbih ve ta'zim ederek başlatmıştır. Bu harflerin de, Allahü teâlânın sıfatlarının ve isimlerinin kısaltılmış şekilleri olarak surelerin başlarında bulundukları ve Allahü teâlânın bu sıfatlarına ve isimlerine yemin ederek sureleri başlattığını söylemek isabetlidir.

Aynı zamanda bu harfler, kısaltılmış birer hesabı ifade ederler, ve başlarında bulundukları surelerin birer alamet ve isimleridirler, evet bu harfler bütün bu mânâları kapsamaktadırlar. Şâyet bu harfler, bir çok mânâyı değil de tek bir mânâyı ifade etmiş olsalardı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o tek mânâyı, herhangi bir karışıklığa sebep olmayacak bir şekilde insanlara açıklardı. Çünkü Allahü teâlâ, Peygamberini, insanlara, ihtilaf ettikleri konulan açıklığa kavuşturması için göndermiştir. Resûlüllah’ın, bunların mânâlarını açıklamaması gösteriyor ki, bu harfler, yukarıda verilen mânâların sadece bir kısmını değil tümünü kapsamaktadırlar.

Taberi diyor ki: "Bu izah şeklini kabul etmeyenlere şunu sormak mümkündür: "Bir kelimenin bir çok mânâya gelmesini kabul ediyorsun da bir harfin bir'den çok mânâya gelmesini nasıl kabul etmezsin?" Veya "Bu harfleri sadece mânâlardan birine tahsis edip diğerine tahsis etmemenin sebebi nedir? Senin ileri sürdüğün gerekçelerle diğerlerinin ileri sürdükleri gerekçeleri birbirinden üstün kılan delil nedir? Bu sorular karşısında teslim olmaktan başka çare yoktur.

Bu harfleri Arap şiirindeki Bel, harfine benzeterek bunların surelerin başlangıç ve bitişlerini bildirme işaretleri olduklarını, bunların başka bir mânâları bulunmadığını, sadece sözü uzatan harfler olduklarını söyleyen lügat âlimlerinin görüşlerine gelince: Bu görüş te bir kaç yönden yanlıştır.

Birinci olarak, bu görüş, Allahü teâlâyı, Araplara kendi dillerinde bulunmayan, hatta hiçbir dilde bulunmayan bir ifade ile hitabetmekle sıfatlandırmaktadır. Zira Arapların, şiirlerinin başım Bel, harfiyle başlatmalan, kendilerince bilinen bir husustu. Fakat bunların, herhangi bir sözlerini gibi harflerle başlattıkları, bilinmeyen ve görülmeyen bir husustur. Allahü teâlânın, Araplara, bilmedikleri harflerle hitabetttiğini söylemek, Kur’an’ın "Açıklayıcı" sıfatına ters düşer. Halbuki Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi açık bir Arap diliyle indirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ey Rasûlüm, uyarıcılardan olasın diye bu Kur’an’ı açık bir Arapça lisanı ile senin kalbine, ruhul Emin olan Cebrâil indirmiştir, Şuara sûresi, 26/193-195

Allahü teâlânın,Kur’an’ı, açık bir Arapça lisanıyla indirdiğini beyan etmesi, yukarıda zikredilen görüşü çürütmeye yeterlidir ve Arapların, bu harflerin mânâlarını bildiklerine delildir.

İkinci olarak Allahü teâlânın, kullarına, faydasız ve anlamsız şeylerle hitabettiğini söylemek, onu boş bir şeyle meşgul olmak şeklinde sıfatlandırmak olur ki bütün muvahhitler, Allah’a böyle bir şeyin isnad edilmesini reddederler.

Üçüncü olarak, Arapların, şiirlerinin başında zikrettikleri Bel, harfinin, Arapçada bilinen bir mânâsı vardır. O da "Daha doğrusu, bilakis" demektir. Bu itibarla, mukatta'a harflerinin Bel, harfine benzeterek herhangi bir mânâ ifade etmediklerini söylemek doğru değildir. Zira Bel'in, bir mânâsı olduğu gibi bunların da bir mânâsı vardır. Bu sebeple bunları Bel'e, benzetmek doğru değildir.

2

İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe olmayan ve takva sahiplerine doğru yolu gösteren bir kitaptır.

Ey Rasûlüm, sana anlatıp açıkladığım bu Kur’an’ın, Allah katından geldiği hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bu Kur'an, rablerinin, kendilerine emrettiği şeylerde ona taat ederek ve yasakladığı günahlardan da kaçınarak, Allah'tan korkan insanlar için, doğru yolu gösteren bir rehberdir.

Burada Kur'an-ı Kerimin rehberliğinin, sadece Allah’tan korkanlara yani takva sahiplerine ait olduğu zikredilmektedir. Çünkü Kur'an, mü’minlerin kalbleri için bir şifa, İnkârcılar için de, onların gözlerini kör eden bir perdedir.

Nitekim diğer âyet-i kerimelerde de Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... Ey Rasûlüm, sen onlara şöyle de: "Kur'an, iman edenlere bir hidâyet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür. Fussilet sûresi, 41/44 "Biz, Kur’an’ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını artırır." îsra sûresi, 17/82

Evet, bu Kur'an, Allah'ın, kâfirlere karşı en mükemmel bir delilidir. Mü’min bu Kur’an’la doğru yolu bulur. Bu Kur'an kâfirin ise aleyhine bir delildir.

Âyet-i kerime’de geçen "İşte o kitap" ifadesinden maksat, Mücahid, İkrime, Suddî, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Abbas'a göre "Bu kitap" demektir.

Taberi diyor ki: "Nasıl olur da görünmeyen bir şeyi işaret eden ve "O" aniamına gelen Zalike zamirinin, görünene işaret eden ve "Bu" anlamına gelen Hazâ yerine kullanıldığı söylenir?" diye sorulacak olursa ona cevaben denir ki: "Geçmiş olan ve geçmesi yakın olan bütün şeyler, görünür gibi kabul edilir ve ona göre cümleler kullanılır. Mesela bir adam diğer bir kimseye hitabettiğinde, dinleyen kimse ona: "Vallahi o şey söylediğin gibidir. Vallahi bu şey söylediğin gibidir." diye cevap verir. Böylece geçmiş şeyler hakkında bazan Zalike, yani "O" bazan da Hazâ, yani "Bu" zamiri kullanılır. Durum bu âyet-i kerime’de de böyledir. Buradaki "O" zamiri mukatta'a harflere işaret etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, şimdi sana zikrettiğim ve açıkladığım bu harflerin kapsadığı mânâlar, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır."

Burada, harfler biraz önce zikredildiğinden bunlara, görünmeyene işaret eden zalike, ile işaret edilmesi caiz olmuştur. Zira zalike, yeni geçen haberler için işaret olarak kullanılmaktadır. Bu haberlere, gözönünde bulunan haberler gibi muamele yapılır.

Bazı müfessirlere göre buradaki "O" zamiri. Bakara suresinden önce Mekke ve Medinede inen surelere işaret etmektedir. Buna göre mânâ şöyledir: "Ey Rasûlüm, sana indirmiş olduğum surelerin kapsadığı âyetler, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır." Buna göre, her ne kadar âyette "O Sûreler" denmemişse de, Sûreler de Kur’an’ın birer parçası olduklarından "O" zamirini "Bu" zamiri diye izah etmek uygun olmuş zalikel kitabü, ifadesinden maksadın hazel kitab, olduğu söylenmiştir.

Bazı âlimlere göre, buradaki "O" zamirinden maksat, Tevrat ve İncile işarettir. Bu izaha göre zalike'nin hazâ, mânâsına olduğunu söylemeye ihtiyaç yoktur. Zira zalike, tam kendi mânâsında, göz ile görünmeyene işaret etmiş olur.

Âyette geçen ve "Kendisinde hiç şüphe olmayan" diye tercüme edilen "La reybe fıh" ifadesi, Mücahid, Atâ, Süddî, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Rebi b. Enes tarafından "kendisinde şek olmayan." diye izah edilmiştir.

Yine âyette geçen ve "Doğru yolu gösteren." diye tercüme edilen huden, kelimesi, Şa'bî tarafından "Sapıklıktan kurtaran" şeklinde. Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından "Nur olan" şeklinde izah edilmiştir. Birinci izaha göre âyetin mânâsı "Takva sahiplerini sapıklıktan kurtaran" ikinci görüşe göre ise "Takva sahipleri için bir nur ve bir aydınlık olan" demektir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Allahü teâlânın kitabı, sadece takva sahipleri için mi bir nurdur ve sadece mü’minlere mi doğru yolu gösterir?" Ona cevaben denilir ki: "Evet, Allahü teâlânın kitabı, onun vasıflandırdığı gibidir. Şâyet o, takva sahibi olmayanlar için de bir nur olsa ve mü’min olmayanlara da doğru yolu gösterecek olsaydı, Allahü teâlâ onu, "Takva sahiplerine doğru yolu göstermeye tahsis etmiş olmazdı. Tüm uyarılanlar için böyle olduğunu beyan ederdi. Doğrusu Kur'an, takva sahiplerine doğru yolu gösteren, mü’minlerin kalblerinde olan hastalıkları tedavi eden bir kitaptır. Kendisini yalanlayanların kulaklarında bir ağırlık, inkâr edenlerin gözlerini örten bir körlük, kâfirlere karşı Allah'ın kesin delilidir. Mü’min, onunla doğru yolu bulur. Kâfir de onunla susturulur.

Âyette zikredilen ve "Takva sahipleri" diye tercüme edilen "lil müttakin" ifadesi, Hasan-ı Basri tarafından "Kendilerine haram kılınanlardan kaçman ve kendilerine farz kılananları eda edenler." diye izah edilmiştir. Abdullah b. Abbas tarafından da "Bildikleri hidâyeti terketmeleri halinde, Allah'ın, kendilerini cezalandırmasından korkanlar ve Allah'ın gönderdiklerini tasdik ettikleri takdirde, onun merhametini umanlar." şeklinde izah edilmiştir. Ebû Mâlik, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir izaha göre de onlar bu ifadeyi "Mü’minler" diye izah eünişlerdir. Kelbî tarafından ise, "Büyük günahlardan kaçınanlar." şeklinde izah edilmiş, Dehhak'ın Abdullah b. Abbastan Rivâyetine göre o da bu ifadeyi: "Allah’a ortak koşmaktan kaçınan ve ona itaat eden mü’minler." şeklinde izah etmiştir. Katade ise "Müttakiler"den maksadın, daha sonra gelen âyetlerde, "Gayba iman etme, namazı kılma, kendilerine verilen rızıktan infak etme, sıfatları zikredilen kişiler." olduğunu söylemiştir.

Taberi, bu izahlardan, en tercihe şayan olanın, "Takva sahiplerinden maksat. Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınan ve Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirerek ona itaat eden kimselerdir." diyen görüş olduğunu söylemiş, âyetin genel ifadesinin bunu gerektirdiğini, âyeti takvanın herhangi bir dalına tahsis etmeye dair herhangi bir delil bulunmadığını beyan etmiş ve buradaki "Takva"dan maksadın, "Allah’a ortak koşmaktan kaçınmak ve nifaktan beri olmak" diyenlerin görüşlerinin doğru olmadığını söylemiştir. Bu görüşte olanların "nifakı" "Allah'ın haram kıldığı şeyleri işleme ve farz kıldığı şeyleri yapmama." mânâsına aldıkları takdirde, takvayı izahlarının doğru olabileceğini beyan etmiştir.

3

O takva sahipleri ki gayba iman ederler, namazı dosdorğu kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan, Allah yolunda harcarlar.

Onlar, gayba iman ederler. Yani, gözleriyle görmedikleri, cennete, cehenneme, sevaba, günaha, cezaya, mükâfaata içten inanırlar. Ve Allah’a meleklere, kitaplara ve Peygamberlere de iman ederler. Namazı dosdoğru kılarlar. Yani, İbn-i Abbas'in da dediği gibi, o namazı, rükuunu, secdesini, kıraatini ve huşuunu tam yaparak, kendilerine farz kılındığı şekilde hakkıyla eda ederler.

İçinde haram bulunmayan helal malların zekâtlarını vermeleri ve övgüye layık, olan diğer harcamalarda bulunmaları gibi, kendilerine rızık olarak verilen şeylerin temiz ve helal olanlarından Allah yolunda harcarlar.

Âyet-i kerime’de geçen "İman ederler" ifadesinden maksat, Abdullah h. Abbas'a göre "Tasdik ederler" demek, Rebi' b. Enes'e göre ise "Korkanlar" Zühriye göre de "Amel işleyenler" demektir.

Taberi diyor ki: "Araplara göre "İman etme"nin mânâsı "ikrar etmek ve doğrulamak" demektir. Bir şeyi sözüyle ikrar edene de "Mü’min" denir. Bir sözü ameliyle doğrulayana da "Mü’min" denir. Allah için herhangi bir şeyden korkmak ta, sözle ve amelle tasdik eüne anlamına gelen "İman" kavramının içine girer. "İman" kelimesi, Allah’ı, kitaplarını ve Peygamberlerini dil ile ikrar ve bu ikrarı amel ile doğrulamayı birlikte kapsamaktadır. Bu itibarla âyet-i kerime’yi, "Gayba iman ettiklerini kalbleriyle tasdik ve dilleriyle ikrar eden ve amelleriyle doğrulayanlar." şeklinde izah etmek daha evladır. Zira Allahü teâlâ. burada "İman" kelimesini özel bir kavramla sınırlamayıp genel bir şekilde zikretmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen Gayb, kelimesinden maksat, Said b. Cübeyr'in, Abdullah b. Abbastan rivâyet ettiğine göre "Allah katından gelenler" demektir.

Ebû Salih'in, İbn-i Abbastan, Süddinin Ebû Mâlikten, Mürre'nin İbn-i Mes'uddan rivâyet ettiklerine göre "Gayb" kelimesinden maksat, "Cennet ve cehennem gibi, kulların gözleriyle göremedikleri şeyler." demektir. Katade de bu görüştedir. Âsım'ın, Zir b. Hubeyş'ten naklettiğine göre "Ğayb"den maksat, Kur'an demektir. Rebi' b. Enes'e göre ise "Gaybe iman etme" Allah’a, meleklerine. Peygamberlerine, âhiret gününe, cennete, cehenneme, Allah'ın huzuruna çıkmaya ve öldükten sonra dirilmeye iman etme" demektir.

Müfessirler, bu ve bundan önceki âyetlerin, sıfatlarını zikrettiği kişilerden kimleri kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddinin Ebû Mâlikten, Ebû Salibin İbn-i Abbastan, Mürrenin İbn-i Mesuddan rivâyet ettiklerine göre bu âyetlerde sıfatları zikredilen mü’minlerden maksat, ehl-i kitap olmayan mü’minlerdir. Bundan sonra gelen "Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar inanırlar." âyeti ise ehl-i kitabın iman edenlerini vasıflandırmaktadır. Zira. Allahü teâlâ. Hazret-i Muhammedi Peygamber olarak göndermeden önce ehl-i kitap olmayan Araplara kitap göndermemiştir. Onların dışındaki Yahudilere ve Hıristiyanlara kitap göndermiştir. Bu sebeple Allahü teâlâ mü’minleri iki kısım olarak zikretmiştir. Birinci kısımda olanlar daha önce kendilerine kitap gelmeyen ve imani meselelerden haberdar olmayan mü’minlerdir ki onları "Gayba iman edenler" şeklinde vasiflandırmıştır. İkinci kısmı ise, daha önce kendilerine kitap verilen ehl-i kitaptır ki onları da "Sana ve senden önce indirilenlere iman edenler." şeklinde vasıflandırmıştır. Diğer bir kısım âlimlere göre bu surede zikredilen dört âyette sıfatları anlatılan "Mü’min"lerden maksat, sadece ehl-i kitaptır. Zira bunlar, kendilerinin gözledikleri gaybla ilgili meseleleri, Kur’an’ın zikretmesi üzerine, Kur'ana da iman etmişler bu sebeple "Gayba iman edenler" diye vasıflandırılmışlardır. Daha önce indirilen İncil ve Tevrat'a iman ettiklerinden dolayı da "Senden önce indirilenlere iman edenler." diye vasıflandırılmışlardır.

Başka bir kısım âlimler ise bu surenin baş tarafındaki tört âyette zikredilen "Mü’minler" ifadesine ehl-i kitap olsun veya olmasın bütün mü’minlerin girdiğini söylemişlerdir. Bunlar, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi "Gaybi hususlara iman etme" ifadesine, Resûlüllah’a bütün indirilenler ve ondan öncekilere indirilenler" girmediğinden dolayı bunları beyan eden âyetin ayrıca zikredilmesine ihtiyaç olduğunu, bu sebeple zikredildiğini, yoksa mü’minleri iki sınıfa ayırma maksadıyla zikredilrnediğini söylemişlerdir. Mü’minler rablertni razı edecekleri bütün ful ve davranışları bilmelidirler ki onların hepsini yaparak rablerini razı etsinler. Bu sebeple "Gayba iman etme" yanında Resûlüllah’a indirilenlere ve ondan öncekilere indirilenlere iman etme ve diğer sıfatların hepsi zikredilmiştir. Bu görüş, Mücahid ve Rebi' b. Enes'ten Rivâyet edilmektedir. Mücahidin şöyle dediği nakledilmektedir: "Bakara suresinin başındaki dört âyet mü’minlerin sıfatları hakkında, iki âyet kâfirlerin sıfatları hakkında, on üç âyet ise münafıkların sıfatları hakkındadır." Rebi' b. Enes'ten de buna benzer bir Rivâyet nakledilmektedir.

Taberi, bu görüşlerden, dört âyetin iki sınıf mü’mini beyan ettiğini söyleyen görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşte olanların beyan ettikleri deliller kuvvetlidir. Ayrıca bunlardan sonra gelen âyetlerde kâfirlerin de, kalbleri mühürlenen açıkça kâfir olanlar, iman ettiklerini söyledikleri halde iman etmeyen münafıklar." şeklinde iki kısma ayrılmaları, mü’minlerin de iki kısım olduklarını gösteren bir delildir." demiştir.

Âyette zikredilen ve "Dosdoğru kılarlar" tliye tercüme edilen yukîmûne, ifadesinden maksat, "Namazı, bütün erkânıyla, mükemmel bir şekilde kılanlar." demektir. Abdullah b. Abbas "Bu ifadeden maksat, rükuu, secdesi, kıraati ve huşuu tam olarak yerine getinnek ve namazda kişinin kendisini tamamen namaza venniş olması" demektir." dye izah etmiştir.

Burada zikredilen "Namaz"dan maksat, farz namazlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı ise "Dua etmek" demektir.

Taberi diyor ki: "Kanaatimce namazın, "dua" anlamına gelen salat. kelimesiyle ifade edilmesinin sebebi, dua edenin, duasıyla rabbînden, dileklerinin karşılanmasını istediği gibi, namaz kılanın da ibadetiyle rabbinden dilediklerini kabul etmesini istemesidir.

Âyette geçen: "Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas'a göre, Allah'ın kendilerine farz kıldığı zekâtı vermeleri ve bunun sevabını Allah’tan beklemeleridir. Ebû Mâlik, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, zekât âyeti inmeden önce, kişinin aile fertlerine harcadığı nafakalardır.

Taberi, âyeti umumi mânâda anlamanın ve buradaki "Harcama"dan maksadın, insanların, mallarında gerekli olan bütün harcamalar olduğunu söylemenin daha doğru olacağım, bu ifadeye, zekât ve nafaka gibi bütün mâli yükümlülüklerin de gireceğini söylemiştir.

4

Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar inanırlar.

Onlar, senin, Allah’tan getirdiğini ve senden önceki Peygamberlerin Allah’tan getirdiklerini tasdik ederler. O Peygamberler arasında fark gözetmezler. Ve Allah’tan etirdiklerini tasdik ederler. Onları inkâr etmezler. Onlar, bu dünya hayatından sonra gelen âhirete ve âhirette gerçekleşecek olan tekrar dirilme ve ortaya çıkmaya, sevaba ve cezaya, hesaba çekilmeye, amellerin ölçülüp tartılmasına kesin olarak iman ederler. Bunları inkâr eden müşrikler gibi olmazlar.

Allahü teâlâ bu âyeti kerime ile, dolaylı yolla, ehl-i kitabın, Resûlüllah’a ve Kur'ana iman etmeyen kâfirlerini kınamaktadır. Çünkü onlar Resûlüllah’a ve Kur'ana iman etmedikleri halde Resûlüllahtan önce indirilen kitaplara iman etmekle kurtulmuş olabileceklerini, kendilerinin hidâyette olduklarını ve cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanların girebileceklerini iddia etmişlerdir. Allahü teâlâ. Bakara suresinin başında, onların iddialarını yalanlamış ve kullarına bildirmiştir ki, bu Kur'an, hem Muhammede ve onun getirdiklerine hem de ondan önce gelen Peygamberlerin getirdiklerine iman edenlere rehberdir. Sadece, geçmiş dinlere iman edenlere rehber değildir.

Kıyamet gününe "Âhiret günü" denmesinin sebebi, onun, dünya hayatından sonra gelmesidir. Veya âhiretin, varlıklar yaratıldıktan sonra gerçekleşecek olmasıdır.

5

İşte rablerinin doğru yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa erenler de bunlardır.

Gayba iman edenler ve Muhammede indirilene ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman edenler, işte onlar, rablerinden verilen bir nur, bir istikamet ve açık bir delil üzeredirler. Kurtuluşa erenler de bunlardandır. Bunlar, yaptıkları ameller karşılığında, diledikleri kurtuluşun ve cennette ebedi olarak kalışın şuuru içinde olanlardır.

Âyette zikredilen "Rablerinin gösterdiği doğru yokla olanlar"dan maksat, Ebû Mâlik, İbn-i Abbas ve İbn-i Mes'ud'a göre gayba iman eden takva sahibi mü’minler ve Resûlüllah’a ve ondan önceki Peygamberlere iman eden mü’minlerdir. Bunların hepsi hidâyet üzere olmakla ve kurtuluşa erecek olmakla sıfatlandırılmışlardır.

Diğer bir kısım müfessirlere göre "Doğru yolda olanlar"dan maksat, "Gayba iman etmek, Resûlüllah’a ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman etmekle sıfatlandırılan takva sahipleridir."

Başka bir kısım âlimlere göre ise "Doğru yolda olanlar"den maksat, hem Resûlüllah’a bindirilenlere hem de ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman eden ehl-i kitaptır. Bunlar, hidâyet üzere olmakla ve kurtuluşa ermekle sıfatlandırılmışlardır.

Taberi, bu görüşlerden

birinci görüşün daha tercihe şayan olduğunu, zira âyet-i kerime’de, hidâyet üzere olma sıfatının, mü’minlerden ehl-i kitap olan veya olmayan herhangi birine tahsis edildiğine dair bir işaret bulunmadığını, ayrıca amelleriyle elde edecekleri mükâfatlarda eşit olan mü’minlerden bir sınıfın özel bir mükâfatla ödüllendirilmelerinin, Allah'ın adaletine ters düşeceğini söylemiştir.

Âyette zikredilen "Kurtuluşa erenler de bunlardır." ifadesi Abdullah b. Abbas tarafından şöyle izah edilmiştir: "İşte istediklerine kavuşanlar ve şerrinden korkarak kaçtıkları şeylerden kurtulanlar bunlardır." Yani, işledikleri amelleriyle ve iman etmeleriyle Allah’tan istedikleri sevaplara ve cennetlerde ebedi kalmaya ulaşanlar bunlardır. Ve Allah'ın, düşmanları için hazırladığı cezalardan kurtulanlar da bunlardır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç