Giriş
Bakara sûresi, hicretten sonra Medine'de nazil
olan ilk surelerdendir. Kur'an-ı Kerimin en uzun süresidir ve iki yüz seksen
altı âyettir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bu sureye
"Kur'an'ın otağı" yanı: "Kur'an'ın çadırı" adını vermiştir.
Bu sûre-i celilede "Bakara" hadisesi
zikredilmektedir. Olay şöyle cereyan etmiştir; İsrailoğullarından birisi bir
adam öldürmüş ve cinÂyeti işleyen kişi bulunamamıştı. Durum Hazret-i
Mûsaya arzedilmiş o da "Bir bakara" yani "Bir
sığır kesin, kestiğiniz bu hayvanın bir parçasıyla ölüye vurun, O ölü dirilip
kendisini kimin öldürdüğünü haber verecektir." demişti.
Âyet-i kerime’de
olay şöyle açıklanmaktadır: "Mûsa, kavmine
"Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor." demiş, onlar da: "Bizimle alay mı
ediyorsun?" demişlerdi. Mûsad da: "Cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım"
"Kesilen sığırın bir parçasıyla ölüye vurun"
dedik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz dîye delillerini size
gösterir."
İsrailoğulian, Hazret-i
Mûsadan, hem katili nasıl bulabileceklerini öğrenmek istemişler, hem de
katilin gerçekten ortaya çıkmasını samimi olarak istemediklerinden, kesecekleri
sığırın evsafını sormuşlar. Hazret-i Mûsa,
sığırın evsafını açıkladıkça onlar daha geniş açıklamalar istemişler ve sonunda,
vasıfları ayrıntılı olarak açıklanan sığırı güçlükle bulmuş ve çok pahalı bir
bedelle satın alıp kesmek zorunda kalmışlar ve kestikleri sığırın bir parçasıyla
ölüye vurmuşlar ölü de dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü heber vermiştir.
İşte bu olayın anlatıldığı bu sureye bakara sûresi
adı verilmiştir. Bu sûre-i celile birçok konulan ihtiva eder. Bunlar, ana
hatlarınya şöylece özetlenebilir:
a- Medine'de hicretten sonra meydana gelen
İslam cemaatinin durumu: Yerlerini yurtlarını, mallarını mülklerini terkederek
imanlarının sesine uyup Medine'ye göç eden İslam cemaatinin durumunu Kur'an-ı
Kerim şöyle tavsif ediyor: "O, Allah'tan korkanlar, gaybe iman ederler,
namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda
harcarlar. Bakara sûresi, 2/3-5 Onlar, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle
onlar iman ederler." "İşte rablerinin doğru yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa
erenler de bunlardır. Bakara sûresi, 2/6-7
b- Kâfirlerin durumu: Mü’minlerin
vasıflarından bahseden âyetlerden hemen sonra, kâfirleri vasıflandıran âyetler
geliyor. Aslında bu sıfatlar, genelde İnkârcıların ortak sıfatlarıdır. Fakat
aynı zamanda, gerek Mekke'de gerekse Medine'de İslam davetine karşı çıkan
kâfirlerin de vasıflandır. Âyet-i kerimeler
onları da şöyle anlatıyor: "Ey Rasûlüm, şüphe yok ki, kâfirleri uyarsan da
uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." "Allah onların kalblerini ve
kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için
büyük bir azap vardır." Bakara sûresi, 2/7-10
c- Münafıkların durumu: Kâfirlerin umumi
sıfatlarına işaret edildikten sonra, İslam toplumu için son derece tehlikeli
olan münafıklar anlatılıyor: Mekke döneminde, iman eden, imanını açıklıyor,
İnkârcılar da açıkça İslama karşı çıkıyorlardı. Fakat İslamın, Medine'de
güçlenip üstün duruma gelmesi üzerine, gerçekten iman etmediği halde, iman etmiş
gibi görünen bir başka gurup insan daha türedi ki bunlar da münafıklardı.
Çeşitli sebeplerle inanmış gibi görünen fakat aslında iman etmeyen bu insanların
durumîan uzun uzun anlatılıyor: "Bir kısım insanlar vardır ki, "Biz, Allah'a ve
âhiret gününe iman ettik." derler. Halbuki onlar, mü’min değillerdir." "Allah'ı
ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat
bunun farkında değillerdir." "Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah, bu
hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için
can yakıcı bir azap vardır.
d- Yahudilerin durumları: İslam dininin
gelmesinden evvel Medine'de bulunan Yahudiler, ehl-i kitap olmaları sebebiyle,
müşrik Araplardan, dini, ticari, içtimai vb. bakımlardan üstün durumdaydılar.
Fakat Allah'ın son dini İslamiyet gelip te onları Müslüman olmaya çağırınca, bu
üstünlüklerinin ellerinden gitmesi sebebiyle, gelen dinin gerçek din olduğunu,
bile bile, inatla inkâr ettiler Onların bu inatçı ve mânâsız tutumları
âyet-i kerimelerde şöyle anlatılıyor: "Ey
İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Benim ahdimi yerine gelirin
ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve ancak benden korkun."
"Elinizideki Tevratı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Onu ilk
inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değîşmeyin. Ve yalnız
benden korsun. Bakara sûresi, 2/40-41
Bir kaç madde halinde özetlemeye çalıştığımız bu
konulardan başka, cenab-ı hak, bu sûre-i celilede, bütün insanlan,
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)e nazil olan
Kur'ana inanmaya davet ediyor ve bu Kur'an hakkında şüphe edenleri, aynı kitabın
bir benzerini yapmaya davet ediyor.
Surede, Hazret-i Âdemle Şeytan arasında cereyan
eden çetin mücadele anlatılıyor. Ve mevzu, Hazret-i Âdemin, yeryüzünde Halife
olduğu beyan edilerek bitiriliyor.
Allah yolunda savaşarak öldürülenlere "Ölüler"
denemeyeceği, onların gerçekte diri oldukları bildiriliyor.
Sûre-i celile, yenilecek ve içilecek şeylerin
haram ve helal olanlarını açıklıyor. Haksız yere adam öldürmenin ve vasiyetin
hükülerini beyan ediyor.
Sûre-i celile Oruç, cihat ve Hac hükümlerini, aile
hukuku meselelerini açıklıyor, sadaka, borç alıp verme ve ticari meselelerin
prensiplerini beyan ediyor. Faizin haram olduğunu açıklıyor.
Sûre-i celilenin sonunda, rabbimizden nasıl istek
ve duada bulunacağımız beyan edilerek buyuruluyor ki: "Rabbimiz, eğer unutacak
veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden önceklilere
yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün
yetmediğini de taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bizim
mevlamızsın. Kâfir topluluğa karşı bize yardım et.
Bakara sûresi, 2/286
Surenin Fazileti
Bu surenin fazileti hakkında muhtelif
hadis-i şerifler Rivâyet edilmiştir.
Peygamberimiz bü hadis-i şeriflerinde
buyuruyor ki: "Evlerinizi kabirlere çevrimeyin. İçinde Bakar sûresi okunan bir
eve şeytan girmez. Tirmizi, K. el-Fedail el-Kur'an
bab: 2 Hadis No: 2877/Müslim, k. el-Müsafirin bab: 212, Hadis No: 780/Ahmed
b. Hanbel, Müsned c. 2, s. 284
"Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an-ı kerimin
zirvesi de Bakara süresidir. Onun içinde, Kur’an’ın âyetlerinin efendisi olan
bir âyet bulunmaktadır ki o da âyetel Kürsidir. Timizi
K. Fedail el-Kur'an bab: 2 Hadis No: 2878/Darimi K. Fedail el-Kur'an bab: 13
"Kim Bakara suresinin son iki âyetini geceleyin
okursa o âyetler o kişi için kâfidir." Buhari, K.
Fadail el-Kur'an bab: 10
"Bakara sûresi Kur’an’ın zirvesi ve nişanesidir.
Onun her âyetiyle birlikte gökten seksen melek inmiştir. Âyetel Kürsi, arş'ın
altından alınıp Bakara suresine katılmıştır. Yasin ise, Kur’an’ın kalbidir. Her
kim Allah rızasını ve âhiret yurdunu dileyerek Yasin'i okursa günahları muhakkak
bağışlanır. Siz, Yasini ölüleriniz üzerine okuyun."
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 26
Üseyd b. Huday'ın şöyle dediği rivâyet edilir:
O, bir gece bakara suresini okurken yanında bağlı
bulunan atı ürkmüş, bunun üzerine Üseyd susmuş, atı da sakinleşmiş. Tekrar
sureyi okumaya başlamış, at tekrar ürkmüş yine susmuş ve at sakinleşmiş, tekrar
okumaya başlamış at yine ürkmüş hatta atın, yakınında bulunan oğlu Yahya'ya
zarar vermesinden korkarak kalkıp oğlunu beri çekmiş ve göğe doğru baktığında
ilaha önce gördüğü şeyi göremez olmuş. Sabah olunca olayı
Peygamber efendimize anlatmış,
Resûlüllah ona "Ey Hudayr oğlu oku,
Hudayr oğlu oku, devam et," demiştir, üsyed "Ey Allah'ın Resulü, atın yakınında
bulunan oğlum Yahya'yı çiğneyeceğinden korkmuştum. Bunun için okumayı kesip
başımı kaldırdım. Oğluma doğru gittim. Göğe doğru baktım. Bir de ne göreyim,
içinde lamba gibi şeyler bulunan bir gölgelik. Sonra oradan ayrıldım ve bir daha
göremez oldum." Resûlüllah: "Onun ne
olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Üseyd: "Hayır." dedi.
Resûlüllah: "Onlar meleklerdi. Senin
okuma sesine gelmişlerdi. Şâyet okumaya devam edecek olsaydın, insanlar onları
görecekler ve onların gözlerinden de kaybolmayacaklardı." dedi.
Buhari, K. Fadail el-Kur'an bab: 15 /Müslim, K. el-Müsafirin bab 242, Hadis No:
796/Ahmed b. Hanbel,
Müsned c.3, s. 81.
Ebû Ümame el-Bâhili
diyor ki;
"Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kur’an’ı okuyun.
Çünkü o kıyamet gününde okuyana şefaatçi olacaktır. Özellikle, iki çiçek olan
Bakara ve Al-i İmran suresini okuyun. Çünkü onlar kıyamet gününde âdeta iki
bulut veya iki gölgelik yahut havada gurup halinde uçan iki bölük kuş gibi
gelecekler ve kendilerini okuyanları müdafaa edeceklerdir. (Yani, cehennem
ateşine karşı engel meydana getireceklerdir.) Bakara suresini okuyun. Onu almak
bereket, bırakmak ise hüsrandır. Onu okumaya, bâtıl ile meşgul olanların (Yani
sihirbazların) gücü Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 252,
Hadis No: 804
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.
Elif, Lâm, Mîm.
Bu harflere, "Huruf-ı Mukatta'a" denir. Bunların
herhangi bir mânâ ifade edip etmediği, ediyorlarsa ne mânâya geldikleri
hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şöylece özetlemek
mümkündür.:
a- Katade,
Mücahid ve İbn-i
Cüreyc'den, bu harflerin Kur'an-ı kerimin isimlerinden biri olduğu
Rivâyet edilmiştir.
b- Mücahidden
nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu harfler, Kur'an-ı kerimin bazı
surelerinin girişi mahiyetindedir, Allahü teâlâ
bazı surelere bu harflerle başlamaktadır.
c-Abdurrahman
b. Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre ise bu harfler, başında
bulundukları surelerin isimleridir.
d- Süddi
ve Şa'bî'den nakledilen bir görüşe göre de bu
harfler, Allahü teâlânın ism-i
A'zamıdırlar.
e- Abdullah b.
Abbas ve İkrimeden nakledilen bir
görüşe göre ise bu harfler Allahü teâlânın,
kendileriyle yemin ettiği isimlerindendir. Allahü
teâlâ bunlarla yemin ederek sureyi başlatmaktadır.
f- Bu harfler, isim ve fiillerden
kısaltılmış mukatta'a harfleridir. Herbirinin kendine göre mânâsı vardır.
Birinin mânâsı, diğerine benzememektedir. Mesela: "Elif, Lam, mim'in mânâsı,
"Ben her şeyi en iyi bilen Allah'ım" demektir. Burada Elif "Ben", Lam "Allah",
Mim "İyi bilirim." mânâlarına gelmektedir. Bu görüş,
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve
Abdullah b. Mes'uddan nakledilmektedir.
g- Bu harfler, lisanda kullanılan normal
hece harfleridir. Bu görüş te mücahidden nakledilmektedir.
h- Bu harflerin herbiri bir çok mânâya
gelmektedir. Rebi' b. Enesten "Elif, Lam,
Mim" harfleri hakkında şunlar Rivâyet edilmektedir: "Bu harflerden her biri,
Allahü teâlânın isimlerinden birinin baş
harfidir. Mesela Elif, "Allah", isminin. Lam, "Latif isminin, Mim "Mecid"
isminin baş harfleridir. Bu harfler Allah'ın nimetlerini, musibetlerini, bir
toplumun ne kadar yaşayacağını ve ecelinin ne zaman geleceğini gösterir.
Hazret-i İsa'dan şunlar Rivâyet edilmektedir: Şaşarım insanlara ki onlar,
Allah'ın isimlerini konuşurlar, nimetlerinin içinde yaşarlar, buna rağmen ona
nasıl nankörlük ederler?"
Elif, "Allah" isminin baş harfidir. Lam, "Latif
isminin baş harfidir. Mim de "Mecid" isminin baş harfidir.
Elif, "Allah'ın nimetleri", Lam "Lütfü", Mim,
"Yüceliği" anlamına gelmektedir.
Hesaplamada Elif "bir sene"yi, Lam "Otuz sene"yi,
mim de "Kırk sene"yi ifade etmektedir. Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı
ifade ettiğini söyleyenler de vardır.
ı- Bir kısım âlimler ise bu harfler için
şunu böylemişlerdir: "Her kitabın bir sırrı vardır. Kur'an-ı kerimin sırrı da,
bazı surelerin basında zikredilen bu harflerdir. Yine de en iyi ve doğrusunu
bilen Allah'tır.
Surelerin Başinda Bulunan Bu Harfler Hakkında
Lügat Âlimleri İse Şunları Söylemiştir:
a- Bazıları, bu harflerin, yirmi sekiz hece
harfinden bir kısmını teşkil ettiklerini, bu harflerden bazılarının, bir kısım
surelerin başında zikredilerek diğerlerine gerek kalmadığını söylemişlerdir.
Nitekim bir insan, hece harflerini anlatmak isterken, baştan bazılarını saymakla
yetinerek hepsini söylemez. Bu durum da buna benzemektedir.
b- Diğer bazıları ise bu haillerin,
müşriklerin, Kur'an-ı Kerimi dinlemeye kulaklarını açmaları için
zikredildiklerini söylemişlerdir. Zira müşrikler birbirlerine, Kur'an-ı kerimi
dinlememeyi tavsiye ediyor ve diyorlardı ki: "Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken
gürültü yapın belki bu yolla galip gelirsiniz..,
Fussilet sûresi, 41/26
c- Bir kısım âlimler ise bu harflerin,
surelerin başladığını ve butiğini gösteren birer işaret olduklarını
söylemişlerdir.
Taberi
diyor ki: "Anlatılan bu görüşlerden her birinin bilinen bir yönü vardır. "Elif,
Lam, Mim"in, Kur’an’ın isimlerinden biri olduğunu söyleyenlerin sözlerinin iki
anlamı vardır.
1- Bunlar, "Elif, Lam, Mim, Kur’an’ın
isimlerinden biridir," "Furkan" ismi gibidir." demek istemişlerdir. Bu izaha
göre "Elif, Lam, Mim" yemin ifade eder. Allahü teâlâ:
"Kur'ana yemin olsun ki bu kitapta hiçbir şüphe yoktur." demek istemiştir.
2- Bu âlimler: "Bu harfler, Kur'an-ı
kerimin surelerinin isimleridir. Mesela: "Ben, Elif, Lam, Mim suresini okudum"
diyen kimse o surenin ismini zikretmiş olur. Böylece dinleyici de o kimsenin,
hangi sureyi okuduğunu anlamış olur. Her ne kadar "Elif, Lam, Mim" gibi
harflerle başlayan Sûreler bir'den çok olsa da bu gibi harflerin yanında başka
şeyleri de zikrederek bu harflerle sureleri birbirinden ayırdetmek ve o
surelerin ismi olarak zikretmek mümkündür. Mesela: Bir kimse, Ben, Elif, Lam,
mim, Bakarayı veya "Elif, lam, mim, Âl-i İmranı okudum." der. Böylece anlatmak
istediği sureyi tanıtmış olur. Nitekim, "Ahmet" veya "Muhammed"
gibi isimlerle adlandırılan insanlar, bir'den çok olabilirler. Bu gibi insanları
da birbirlerinden ayırdetmek için bir kısım sıfatlar zikredilir.
Bu mukatta'a harflerinin birer giriş olduklarını,
Allahü teâlânın, kelamını bunlarla
açtığını söyleyenlerin görüşlerinin izahı ise şöyledir: "Bu harfler, bir surenin
başlayıp bittiğini ve başında bulunduğu diğer surenin başladığını gösterirler.
Böylece Arap dilinde Bel kelimesi bir kasidenin başlayıp diğerinin bittiğini
gösterdiği gibi bu harfler de sureleri bu şekilde birbirlerinden ayırdetmiş
olurlar." Bu hafrlerin bazılarının, Allahü teâlânın
isimlerinin, diğer bazılarının da, Allahü teâlânın
sıfatlarının kısaltılmış şekilleri olduklarını ve her bir harfin, kendisine göre
bir mânâsı olduğunu söyleyenler ise şu şekilde izahlarda bulunmuşlardır. "Elif
harfi "Ene" yani "Ben" zamirinin kısaltılmışıdır. Lam harfi "Allah" isminin
kısaltılmışıdır. Mim harfi A'lemu yani "Ben bilirim." kelimesinin
kısaltılmışıdır. Böylece Elif, Lam Mim'in mânâsı: "Ben Allah'ım, bilirim." demek
olur. Bu şekilde izahta bulunanlar, Arapçada konuşan kimsenin Yâ Nuh, yerine Yâ
Nu, Yâ Mâlik, yerine Yâ Mâl, dediği yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. İşte bu
hafrler de bunlara benzer bir takım kısaltmaları ifade ederler.
Bu harfler bir kısım kelimelelerin
kısaltmalarıdır. Ancak "bu harflerden her birinin bir'den çok mânâsı vardır."
diyenler şunu kastetmişlerdir. Elif, Lam, mim deki Elif harfi sadece bir
kelimeden değil bir çok kelimeden kısaltılmış bir harftir. Yani Allah
kelimesinin birinci harfi, Âlâ, nimetler
kelimesinin birinci harfi, Ebced hesabındaki (1)
sayısının karşılığı olan ve ömürlerinden bir yıl kalanları gösteren kelimesinin
birinci harfidir. Lam harfi,
Allahü teâlânın Latîf, isminin
birinci harfi, Lütuf sıfatının
birinci harfi, yine Ebced hesabında 30 rakamını
gösteren ve ömürlerinden otuz yıl kalanları gösteren bir harftir. Mim harfi
Allahü teâlânın Mecid, isminin
birinci harfi, Mecd, sıfatının
birinci harfi, Ebced hesabında (40) rakamını
gösteren ve ömürlerinden kırk yıl kalanları ifade den bir harftir.
Allahü teâlâ, bu harfleri tek başına zikredip
bunların kısaltıldığı kelime ve cümleleri zikretmemiştir ki, bir harfle bir çok
mânâ ifade edilmiş olsun. Böylece Allahü teâlâ,
kelamına başlamadan önce, kendisinin her şeyden haberdar olan ezeli bir ilim
sahibi olüuğnu bildirmiş olmaktadır. Kullarına da konuşmalarının, mektuplarının
ve önemli işlerinin başlarında bu yolu tutmalarını öğretmiştir. Nitekim diğer
bir kısım surelere de kendisine hamd'i zikrederek, diğer bazılarına da kendisini
tesbih'i beyan ederek başlamıştır. Böylece Kur'an-ı kerimin bazı surelerinin
grisini de kendisine hamd ile başlatmış, bazılarım tesbih ile başlatmış,
bazılarını da ta'zim ile başlatmıştır. Başlarında mukatta'a harfleri bulunan
surelerin bazılarında kendisini ilimle, diğerlerinde adaletle diğer bazılarında
lütufla överek veciz bir şekilde başlatmıştır.
Bu harflerin, kısaltılmış bir hesabı ifade
ettiğini söyleyenler ise şunu diyorlar: Biz, Mukatta'a harflerin, kısaltılmış
bir hesabı ifade etme dışında bir mânâ taşıdıklarını bilmiyoruz.
Allahü teâlânın, kullarına, anlayamadıkları
ve düşünemedikleri şeylerle hitap etmesi caiz değildir. Bunlar, bu görüşlerine
delil olarak, Abdullah b. Abbas'ın,
Cabir b. Abdullah'tan naklettiği şu hadisi de
delil olarak göstermişlerdir. Cabir diyor ki: "Resûlüllah
Bakara suresinin girişi olan Zalikelkitabü Lareybe fih" âyetlerini okurken Ebû
Yasir b. Ahtab onun yanından geçti ve Yahudilerle beraber bulunan kardeşi Huyey
b. Ahtab'ın yanına vardı ve onlara "Biliyormusunuz, vallahi
Muhammed'in, Aziz ve Celil olan Allah'ın,
ona indirdiklerinden zalikel kitabü âyetlerini
okuduğunu işittim. Onlar, "Bizzat işittin mi?" diye sordular, Ebû Yasir "Evet"
dedi. Bunun üzerine Huyey b. Ahtab, oradaki Yahudilerle birlikte
Resûlüllah'a gitti ve ona:
"Ey Rasûlüm, sana indirilenler içinde zalikel
kitabü, okuduğun anlatılıyor doğru mu?" diye sordular.
Resûlüllah: "Evet." dedi. Onlar: "Bunu
sana Allah katından Cebrâil mi
getirdi?" dediler. Resûlüllah: "Evet."
dedi. Onlar: "Allah, senden önce de Peygamberler gönderdi. Allah, onlardan
herhangi bir Peygambere, iktidarının ve ümmetinin ecelinin ne kadar olacağını
beyan ettiğini bilmiyoruz. Bunu ancak sana bildirmiş." dediler. Huyey b. Ahtab,
arkadaşlarına yönelerek: "Elif (1) Lam (30) Mim ise (40) demektir. Bunların
hepsi (71) senedir. Şimdi sizler kendi iktidarı ve ümmetinin eceli yetmiş bir
yıl sürecek olan bir Peygambaerin dinine mi gireceksiniz?" diye sordu. Sonra da
Resûlüllah'a dönerek: "Ey
Muhammed, bu zamana ilave olarak başka
bir şey var mı?" diye sordu. Resûlüllah:
"Evet." diye cevap verdi. Huyey: "O nedir?" dedi.
Resûlüllah: Elif, Lam, Mim, sa'dir"
dedi. Huvey: "Bu daha uzun." dedi. Elif (1) Lam (30) Mim (40) Sa'd (90)'dır.
Hepsi (161) senedir. Bunun dışında başka bir şey var mıdır?" dedi.
Resûlüllah: "Evet" dedi. Huyey: "Bu daha
uzundur. Elif (1) Lam (30) Râ (200)dür. Bunların hepsi, (231) senedir. "Ey
Muhammed, bundan başka bir şey var
mıdır?" dedi. Resûlüllah: "Evet"
(......) Elif, Lam, mim, Râ'dır." dedi. Huyey : " Bu daha uzundur. Elif (1) Lam
(30) Mim (40) Ra (200) dür. Bunların hepsi (271) yıldır." dedi. Sonra şunları
söyledi: "Ey Muhammed, senin işin bize
karışık geldi. Öyle ki, sana çok şey mi yoksa az şey mi verildi bilemiyoruz."
Bundan sonra Huyey kalkıp gitti. Ebû Yasir, kardeşi Huyey b. Ahtab ve onunla
birlikte olan Yahudi hahamlarına şöyle dedi: "Ne biliyorsunuz, belki de
Muhammed'e, bunların toplamı verilmiştir.
Bunlar: 71 + 161+231+271= 734 yıl eder." Onlar da şu cevabı verdiler: "Onun
durumu bize karışık geldi."
Mukatta'a harflerinin, kısaltılmış bir hesabı
ifade ettiklerini zikreden âlimler şu âyetlerin, yukarıda Rivâyet edilen Huyey
b. Ahtab ve benzerleri hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. "Sana kitabı
indiren O’dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler,
kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür.
Kablerinde eğrilik bulunnalar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak
niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah
bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin
katındandır." derler. Ancak akıl sahipleri düşünür."
Fissilet sûresi, 41/26
Evet, bu görüşte olanlar, yukarıda zikredilen
hadisin, söylediklerinin doğruluğunu ve bunların dışındaki sözlerin fasit
olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.
Taberi
diyor ki: Bu görüşlerin doğru olanı" Bu harfler mukatta'a harfleridir, her
birinin çeşitli mânâları vardır diyen görüştür. Öyle ki
müfessirlerin zikrettikleri bütün izah
şekillerini kapsamaktadırlar "Bu harfler yirmi sekiz alfabe harfinden birer
harftir. Allahü teâlâ bu hailleri
zikrederek surelerin bu gibi harflerinden oluştuğunu bildirmek istemiştir."
şeklindeki görüşü ihtiva etmemektedirler. Zira bu görüş, bütün sahabe ve
tabiinin görüşlerinin dışında bir görüş olduğu için ve
müfessirlerin görüşüne muhalif olduğu için
fasit bir görüştür . Mevcut kesin delillerin bu görüşün aleyhine şehadet etmesi,
bunun yanlışlığım ispatlamaya kâfidir. Ayrıca bu son görüşü ileri sürenlerin
"Zalikel kitabü", ifadesinin sonunun ötreli (merfu) okunması hususunda tereddüt
etmeleri bazen Zalike'nin mübteda Kitabü'nün haber olduğunu söylemeleri bazan da
Zalikel kitabü, mübteda "Lareybe fih"'in haber olduğunu bazan da "zalikel
kitabü'nün mübteda Hüden Lilmüttakîn'in haber olduğunu söylemeleri gösteriyor ki
bunlar Elif-Lam, Mim harflerinin mübteda Zalikel Kitabü'nün de haber olduğu
görüşlerinden vaz geçmişler ve "Bu harfler şu kitabın harfleridir" şeklindeki
tevillerini bırakmışlardır.
Eğer denilcek olursa ki: "Mukatta'a harflerinden
her birinin, değişik çeşitli mânâları kapsaması nasıl caiz olabilir?" Ona
cevaben denir ki: "Nasıl ki Arapçada, bir kelimenin birden çok mânâsı olabilir,
îek bir harfin de birden çok mânâsı olması mümkündür. Mesela Arapçada Ümmetün
kelimesi, insanlardan oluşan bir cemaat" "Bir zaman dilimi" Allah’a itaat eden
abid kul anlamına gelmekte, "Din" kelimesi. "Karşılık" "Kısas" "İktidar" "itaat"
"Boyun eğme" "Hesap" vb, manalara gelmektedir. İşte,
Allahü teâlânın zikrettiği gibi mukatta'a harflerinin her birinin de,
bütün müfessirlerin söyledikleri
görüşleri ihtiva edecek kadar mânaları olduğunu söylemek mümkündür. Bu harfler
aynı zamanda surelerin başlangıcıdır. Bu harflerin,
Allahü teâlânın isim ve sıfatlarından kısaltılmış harfler olduklarını
söylemek, bu haillerin, surelerin başlangıcı olmalarına engel değildir. Zira
Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin bir çok surelerini, kendisine
hamd ederek, kendisini överek, kendisini tesbih ve ta'zim ederek başlatmıştır.
Bu harflerin de, Allahü teâlânın
sıfatlarının ve isimlerinin kısaltılmış şekilleri olarak surelerin başlarında
bulundukları ve Allahü teâlânın bu
sıfatlarına ve isimlerine yemin ederek sureleri başlattığını söylemek
isabetlidir.
Aynı zamanda bu harfler, kısaltılmış birer hesabı
ifade ederler, ve başlarında bulundukları surelerin birer alamet ve
isimleridirler, evet bu harfler bütün bu mânâları kapsamaktadırlar. Şâyet bu
harfler, bir çok mânâyı değil de tek bir mânâyı ifade etmiş olsalardı,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) o tek mânâyı, herhangi bir karışıklığa
sebep olmayacak bir şekilde insanlara açıklardı. Çünkü
Allahü teâlâ, Peygamberini, insanlara,
ihtilaf ettikleri konulan açıklığa kavuşturması için göndermiştir.
Resûlüllah’ın, bunların mânâlarını
açıklamaması gösteriyor ki, bu harfler, yukarıda verilen mânâların sadece bir
kısmını değil tümünü kapsamaktadırlar.
Taberi
diyor ki: "Bu izah şeklini kabul etmeyenlere şunu sormak mümkündür: "Bir
kelimenin bir çok mânâya gelmesini kabul ediyorsun da bir harfin bir'den çok
mânâya gelmesini nasıl kabul etmezsin?" Veya "Bu harfleri sadece mânâlardan
birine tahsis edip diğerine tahsis etmemenin sebebi nedir? Senin ileri sürdüğün
gerekçelerle diğerlerinin ileri sürdükleri gerekçeleri birbirinden üstün kılan
delil nedir? Bu sorular karşısında teslim olmaktan başka çare yoktur.
Bu harfleri Arap şiirindeki Bel, harfine
benzeterek bunların surelerin başlangıç ve bitişlerini bildirme işaretleri
olduklarını, bunların başka bir mânâları bulunmadığını, sadece sözü uzatan
harfler olduklarını söyleyen lügat âlimlerinin görüşlerine gelince: Bu görüş te
bir kaç yönden yanlıştır.
Birinci
olarak, bu görüş, Allahü teâlâyı, Araplara
kendi dillerinde bulunmayan, hatta hiçbir dilde bulunmayan bir ifade ile
hitabetmekle sıfatlandırmaktadır. Zira Arapların, şiirlerinin başım Bel,
harfiyle başlatmalan, kendilerince bilinen bir husustu. Fakat bunların, herhangi
bir sözlerini gibi harflerle başlattıkları, bilinmeyen ve görülmeyen bir
husustur. Allahü teâlânın, Araplara,
bilmedikleri harflerle hitabetttiğini söylemek, Kur’an’ın "Açıklayıcı" sıfatına
ters düşer. Halbuki Allahü teâlâ, Kur'an-ı
kerimi açık bir Arap diliyle indirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Ey
Rasûlüm, uyarıcılardan olasın diye bu Kur’an’ı açık bir Arapça lisanı ile senin
kalbine, ruhul Emin olan Cebrâil
indirmiştir, Şuara sûresi, 26/193-195
Allahü teâlânın,Kur’an’ı,
açık bir Arapça lisanıyla indirdiğini beyan etmesi, yukarıda zikredilen görüşü
çürütmeye yeterlidir ve Arapların, bu harflerin mânâlarını bildiklerine
delildir.
İkinci
olarak Allahü teâlânın, kullarına,
faydasız ve anlamsız şeylerle hitabettiğini söylemek, onu boş bir şeyle meşgul
olmak şeklinde sıfatlandırmak olur ki bütün muvahhitler, Allah’a böyle bir şeyin
isnad edilmesini reddederler.
Üçüncü
olarak, Arapların, şiirlerinin başında zikrettikleri Bel, harfinin, Arapçada
bilinen bir mânâsı vardır. O da "Daha doğrusu, bilakis" demektir. Bu itibarla,
mukatta'a harflerinin Bel, harfine benzeterek herhangi bir mânâ ifade
etmediklerini söylemek doğru değildir. Zira Bel'in, bir mânâsı olduğu gibi
bunların da bir mânâsı vardır. Bu sebeple bunları Bel'e, benzetmek doğru
değildir.
İşte o kitap, kendisinde
hiç şüphe olmayan ve takva sahiplerine doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Ey Rasûlüm, sana anlatıp açıkladığım bu Kur’an’ın,
Allah katından geldiği hususunda hiçbir şüphe yoktur. Bu Kur'an, rablerinin,
kendilerine emrettiği şeylerde ona taat ederek ve yasakladığı günahlardan da
kaçınarak, Allah'tan korkan insanlar için, doğru yolu gösteren bir rehberdir.
Burada Kur'an-ı Kerimin rehberliğinin, sadece
Allah’tan korkanlara yani takva sahiplerine ait olduğu zikredilmektedir. Çünkü
Kur'an, mü’minlerin kalbleri için bir şifa, İnkârcılar için de, onların
gözlerini kör eden bir perdedir.
Nitekim diğer âyet-i
kerimelerde de Allahü teâlâ
şöyle buyurmaktadır: "... Ey Rasûlüm, sen onlara şöyle de: "Kur'an, iman
edenlere bir hidâyet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir
ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür.
Fussilet sûresi, 41/44 "Biz, Kur’an’ı iman edenler için bir şifa ve
rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını
artırır." îsra sûresi, 17/82
Evet, bu Kur'an, Allah'ın, kâfirlere karşı en
mükemmel bir delilidir. Mü’min bu Kur’an’la doğru yolu bulur. Bu Kur'an kâfirin
ise aleyhine bir delildir.
Âyet-i kerime’de
geçen "İşte o kitap" ifadesinden maksat, Mücahid,
İkrime, Suddî,
İbn-i Cüreyc ve İbn-i Abbas'a göre "Bu
kitap" demektir.
Taberi
diyor ki: "Nasıl olur da görünmeyen bir şeyi işaret eden ve "O" aniamına gelen
Zalike zamirinin, görünene işaret eden ve "Bu" anlamına gelen Hazâ yerine
kullanıldığı söylenir?" diye sorulacak olursa ona cevaben denir ki: "Geçmiş olan
ve geçmesi yakın olan bütün şeyler, görünür gibi kabul edilir ve ona göre
cümleler kullanılır. Mesela bir adam diğer bir kimseye hitabettiğinde, dinleyen
kimse ona: "Vallahi o şey söylediğin gibidir. Vallahi bu şey söylediğin
gibidir." diye cevap verir. Böylece geçmiş şeyler hakkında bazan Zalike, yani
"O" bazan da Hazâ, yani "Bu" zamiri kullanılır. Durum bu
âyet-i kerime’de
de böyledir. Buradaki "O" zamiri mukatta'a harflere işaret etmektedir. Buna göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, şimdi sana zikrettiğim ve açıkladığım bu
harflerin kapsadığı mânâlar, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır."
Burada, harfler biraz önce zikredildiğinden
bunlara, görünmeyene işaret eden zalike, ile işaret edilmesi caiz olmuştur. Zira
zalike, yeni geçen haberler için işaret olarak kullanılmaktadır. Bu haberlere,
gözönünde bulunan haberler gibi muamele yapılır.
Bazı müfessirlere
göre buradaki "O" zamiri. Bakara suresinden önce Mekke ve Medinede
inen surelere işaret etmektedir. Buna göre mânâ şöyledir: "Ey Rasûlüm, sana
indirmiş olduğum surelerin kapsadığı âyetler, kendisinde şüphe olmayan bir
kitaptır." Buna göre, her ne kadar âyette "O Sûreler" denmemişse de, Sûreler de
Kur’an’ın birer parçası olduklarından "O" zamirini "Bu" zamiri diye izah etmek
uygun olmuş zalikel kitabü, ifadesinden maksadın hazel kitab, olduğu
söylenmiştir.
Bazı âlimlere göre, buradaki "O" zamirinden
maksat, Tevrat ve İncile işarettir. Bu izaha göre zalike'nin hazâ, mânâsına
olduğunu söylemeye ihtiyaç yoktur. Zira zalike, tam kendi mânâsında, göz ile
görünmeyene işaret etmiş olur.
Âyette geçen ve "Kendisinde hiç şüphe olmayan"
diye tercüme edilen "La reybe fıh" ifadesi, Mücahid,
Atâ, Süddî,
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud
ve Rebi b. Enes tarafından "kendisinde şek olmayan." diye izah edilmiştir.
Yine âyette geçen ve "Doğru yolu gösteren." diye
tercüme edilen huden, kelimesi, Şa'bî
tarafından "Sapıklıktan kurtaran" şeklinde. Abdullah
b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud
tarafından "Nur olan" şeklinde izah edilmiştir.
Birinci izaha göre âyetin mânâsı "Takva sahiplerini sapıklıktan
kurtaran" ikinci görüşe göre ise "Takva
sahipleri için bir nur ve bir aydınlık olan" demektir.
Taberi
diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Allahü teâlânın
kitabı, sadece takva sahipleri için mi bir nurdur ve sadece mü’minlere mi doğru
yolu gösterir?" Ona cevaben denilir ki: "Evet, Allahü
teâlânın kitabı, onun vasıflandırdığı gibidir. Şâyet o, takva sahibi
olmayanlar için de bir nur olsa ve mü’min olmayanlara da doğru yolu gösterecek
olsaydı, Allahü teâlâ onu, "Takva
sahiplerine doğru yolu göstermeye tahsis etmiş olmazdı. Tüm uyarılanlar için
böyle olduğunu beyan ederdi. Doğrusu Kur'an, takva sahiplerine doğru yolu
gösteren, mü’minlerin kalblerinde olan hastalıkları tedavi eden bir kitaptır.
Kendisini yalanlayanların kulaklarında bir ağırlık, inkâr edenlerin gözlerini
örten bir körlük, kâfirlere karşı Allah'ın kesin delilidir. Mü’min, onunla doğru
yolu bulur. Kâfir de onunla susturulur.
Âyette zikredilen ve "Takva sahipleri" diye
tercüme edilen "lil müttakin" ifadesi, Hasan-ı Basri
tarafından "Kendilerine haram kılınanlardan kaçman ve kendilerine farz
kılananları eda edenler." diye izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas tarafından da "Bildikleri hidâyeti terketmeleri
halinde, Allah'ın, kendilerini cezalandırmasından korkanlar ve Allah'ın
gönderdiklerini tasdik ettikleri takdirde, onun merhametini umanlar." şeklinde
izah edilmiştir. Ebû Mâlik, Abdullah b. Abbas
ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir
izaha göre de onlar bu ifadeyi "Mü’minler" diye izah eünişlerdir. Kelbî
tarafından ise, "Büyük günahlardan kaçınanlar." şeklinde izah edilmiş,
Dehhak'ın
Abdullah b. Abbastan Rivâyetine göre o da bu ifadeyi: "Allah’a ortak
koşmaktan kaçınan ve ona itaat eden mü’minler." şeklinde izah etmiştir.
Katade ise "Müttakiler"den maksadın, daha
sonra gelen âyetlerde, "Gayba iman etme, namazı kılma, kendilerine verilen
rızıktan infak etme, sıfatları zikredilen kişiler." olduğunu söylemiştir.
Taberi, bu
izahlardan, en tercihe şayan olanın, "Takva sahiplerinden maksat. Allah'ın
yasakladığı şeylerden kaçınan ve Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirerek ona
itaat eden kimselerdir." diyen görüş olduğunu söylemiş, âyetin genel ifadesinin
bunu gerektirdiğini, âyeti takvanın herhangi bir dalına tahsis etmeye dair
herhangi bir delil bulunmadığını beyan etmiş ve buradaki "Takva"dan maksadın,
"Allah’a ortak koşmaktan kaçınmak ve nifaktan beri olmak" diyenlerin
görüşlerinin doğru olmadığını söylemiştir. Bu görüşte olanların "nifakı"
"Allah'ın haram kıldığı şeyleri işleme ve farz kıldığı şeyleri yapmama."
mânâsına aldıkları takdirde, takvayı izahlarının doğru olabileceğini beyan
etmiştir.
O takva sahipleri ki
gayba iman ederler, namazı dosdorğu kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan,
Allah yolunda harcarlar.
Onlar, gayba iman ederler. Yani, gözleriyle
görmedikleri, cennete, cehenneme, sevaba, günaha, cezaya, mükâfaata içten
inanırlar. Ve Allah’a meleklere, kitaplara ve Peygamberlere de iman ederler.
Namazı dosdoğru kılarlar. Yani, İbn-i Abbas'in
da dediği gibi, o namazı, rükuunu, secdesini, kıraatini ve huşuunu tam yaparak,
kendilerine farz kılındığı şekilde hakkıyla eda ederler.
İçinde haram bulunmayan helal malların zekâtlarını
vermeleri ve övgüye layık, olan diğer harcamalarda bulunmaları gibi, kendilerine
rızık olarak verilen şeylerin temiz ve helal olanlarından Allah yolunda
harcarlar.
Âyet-i kerime’de
geçen "İman ederler" ifadesinden maksat, Abdullah h. Abbas'a göre "Tasdik
ederler" demek, Rebi' b. Enes'e göre ise
"Korkanlar" Zühriye göre de "Amel işleyenler" demektir.
Taberi
diyor ki: "Araplara göre "İman etme"nin mânâsı "ikrar etmek ve doğrulamak"
demektir. Bir şeyi sözüyle ikrar edene de "Mü’min" denir. Bir sözü ameliyle
doğrulayana da "Mü’min" denir. Allah için herhangi bir şeyden korkmak ta, sözle
ve amelle tasdik eüne anlamına gelen "İman" kavramının içine girer. "İman"
kelimesi, Allah’ı, kitaplarını ve Peygamberlerini dil ile ikrar ve bu ikrarı
amel ile doğrulamayı birlikte kapsamaktadır. Bu itibarla
âyet-i kerime’yi,
"Gayba iman ettiklerini kalbleriyle tasdik ve dilleriyle ikrar eden ve
amelleriyle doğrulayanlar." şeklinde izah etmek daha evladır. Zira
Allahü teâlâ. burada "İman" kelimesini özel
bir kavramla sınırlamayıp genel bir şekilde zikretmiştir.
Âyet-i kerime’de
geçen Gayb, kelimesinden maksat, Said b. Cübeyr'in,
Abdullah b. Abbastan rivâyet ettiğine göre
"Allah katından gelenler" demektir.
Ebû Salih'in,
İbn-i Abbastan,
Süddinin Ebû Mâlikten, Mürre'nin İbn-i Mes'uddan rivâyet ettiklerine göre
"Gayb" kelimesinden maksat, "Cennet ve cehennem gibi, kulların gözleriyle
göremedikleri şeyler." demektir. Katade de bu
görüştedir. Âsım'ın, Zir b. Hubeyş'ten naklettiğine göre "Ğayb"den maksat,
Kur'an demektir. Rebi' b. Enes'e göre ise
"Gaybe iman etme" Allah’a, meleklerine. Peygamberlerine, âhiret gününe, cennete,
cehenneme, Allah'ın huzuruna çıkmaya ve öldükten sonra dirilmeye iman etme"
demektir.
Müfessirler,
bu ve bundan önceki âyetlerin, sıfatlarını zikrettiği kişilerden kimleri
kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Süddinin Ebû
Mâlikten, Ebû Salibin İbn-i Abbastan,
Mürrenin İbn-i Mesuddan rivâyet ettiklerine göre bu âyetlerde sıfatları
zikredilen mü’minlerden maksat, ehl-i kitap olmayan mü’minlerdir. Bundan sonra
gelen "Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete
de kesinlikle onlar inanırlar." âyeti ise ehl-i kitabın iman edenlerini
vasıflandırmaktadır. Zira. Allahü teâlâ.
Hazret-i Muhammedi Peygamber olarak
göndermeden önce ehl-i kitap olmayan Araplara kitap göndermemiştir. Onların
dışındaki Yahudilere ve Hıristiyanlara kitap göndermiştir. Bu sebeple
Allahü teâlâ mü’minleri iki kısım olarak
zikretmiştir. Birinci kısımda olanlar
daha önce kendilerine kitap gelmeyen ve imani meselelerden haberdar olmayan
mü’minlerdir ki onları "Gayba iman edenler" şeklinde vasiflandırmıştır.
İkinci kısmı ise, daha önce kendilerine
kitap verilen ehl-i kitaptır ki onları da "Sana ve senden önce indirilenlere
iman edenler." şeklinde vasıflandırmıştır. Diğer bir
kısım âlimlere göre bu surede zikredilen dört âyette sıfatları
anlatılan "Mü’min"lerden maksat, sadece ehl-i kitaptır. Zira bunlar,
kendilerinin gözledikleri gaybla ilgili meseleleri, Kur’an’ın zikretmesi
üzerine, Kur'ana da iman etmişler bu sebeple "Gayba iman edenler" diye
vasıflandırılmışlardır. Daha önce indirilen İncil ve Tevrat'a iman ettiklerinden
dolayı da "Senden önce indirilenlere iman edenler." diye vasıflandırılmışlardır.
Başka bir kısım
âlimler ise bu surenin baş tarafındaki tört âyette zikredilen
"Mü’minler" ifadesine ehl-i kitap olsun veya olmasın bütün mü’minlerin girdiğini
söylemişlerdir. Bunlar, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi "Gaybi
hususlara iman etme" ifadesine, Resûlüllah’a
bütün indirilenler ve ondan öncekilere indirilenler" girmediğinden dolayı
bunları beyan eden âyetin ayrıca zikredilmesine ihtiyaç olduğunu, bu sebeple
zikredildiğini, yoksa mü’minleri iki sınıfa ayırma maksadıyla zikredilrnediğini
söylemişlerdir. Mü’minler rablertni razı edecekleri bütün ful ve davranışları
bilmelidirler ki onların hepsini yaparak rablerini razı etsinler. Bu sebeple
"Gayba iman etme" yanında Resûlüllah’a
indirilenlere ve ondan öncekilere indirilenlere iman etme ve diğer sıfatların
hepsi zikredilmiştir. Bu görüş, Mücahid ve
Rebi' b. Enes'ten Rivâyet edilmektedir.
Mücahidin şöyle dediği nakledilmektedir:
"Bakara suresinin başındaki dört âyet mü’minlerin sıfatları hakkında, iki âyet
kâfirlerin sıfatları hakkında, on üç âyet ise münafıkların sıfatları
hakkındadır." Rebi' b. Enes'ten de buna
benzer bir Rivâyet nakledilmektedir.
Taberi, bu
görüşlerden, dört âyetin iki sınıf mü’mini beyan ettiğini söyleyen görüşün daha
doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşte olanların beyan ettikleri deliller
kuvvetlidir. Ayrıca bunlardan sonra gelen âyetlerde kâfirlerin de, kalbleri
mühürlenen açıkça kâfir olanlar, iman ettiklerini söyledikleri halde iman
etmeyen münafıklar." şeklinde iki kısma ayrılmaları, mü’minlerin de iki kısım
olduklarını gösteren bir delildir." demiştir.
Âyette zikredilen ve "Dosdoğru kılarlar" tliye
tercüme edilen yukîmûne, ifadesinden maksat, "Namazı, bütün erkânıyla, mükemmel
bir şekilde kılanlar." demektir. Abdullah b. Abbas
"Bu ifadeden maksat, rükuu, secdesi, kıraati ve huşuu tam olarak yerine getinnek
ve namazda kişinin kendisini tamamen namaza venniş olması" demektir." dye izah
etmiştir.
Burada zikredilen "Namaz"dan maksat, farz
namazlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı ise "Dua etmek" demektir.
Taberi
diyor ki: "Kanaatimce namazın, "dua" anlamına gelen salat. kelimesiyle ifade
edilmesinin sebebi, dua edenin, duasıyla rabbînden, dileklerinin karşılanmasını
istediği gibi, namaz kılanın da ibadetiyle rabbinden dilediklerini kabul
etmesini istemesidir.
Âyette geçen: "Kendilerine verdiğimiz rızıktan
Allah yolunda harcarlar." ifadesinden maksat,
Abdullah b. Abbas'a göre, Allah'ın kendilerine farz kıldığı zekâtı
vermeleri ve bunun sevabını Allah’tan beklemeleridir. Ebû Mâlik,
Abdullah b. Mes'ud ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir
görüşe göre bu ifadeden maksat, zekât âyeti inmeden önce, kişinin aile
fertlerine harcadığı nafakalardır.
Taberi,
âyeti umumi mânâda anlamanın ve buradaki "Harcama"dan maksadın, insanların,
mallarında gerekli olan bütün harcamalar olduğunu söylemenin daha doğru
olacağım, bu ifadeye, zekât ve nafaka gibi bütün mâli yükümlülüklerin de
gireceğini söylemiştir.
Onlar, sana indirilene
ve senden önce indirilenlere iman ederler. Âhirete de kesinlikle onlar
inanırlar.
Onlar, senin, Allah’tan getirdiğini ve senden
önceki Peygamberlerin Allah’tan getirdiklerini tasdik ederler. O Peygamberler
arasında fark gözetmezler. Ve Allah’tan etirdiklerini tasdik ederler. Onları
inkâr etmezler. Onlar, bu dünya hayatından sonra gelen âhirete ve âhirette
gerçekleşecek olan tekrar dirilme ve ortaya çıkmaya, sevaba ve cezaya, hesaba
çekilmeye, amellerin ölçülüp tartılmasına kesin olarak iman ederler. Bunları
inkâr eden müşrikler gibi olmazlar.
Allahü teâlâ
bu âyeti kerime ile, dolaylı yolla, ehl-i kitabın,
Resûlüllah’a ve Kur'ana iman etmeyen
kâfirlerini kınamaktadır. Çünkü onlar
Resûlüllah’a ve Kur'ana iman etmedikleri halde
Resûlüllahtan önce indirilen kitaplara
iman etmekle kurtulmuş olabileceklerini, kendilerinin hidâyette olduklarını ve
cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanların girebileceklerini iddia
etmişlerdir. Allahü teâlâ. Bakara
suresinin başında, onların iddialarını yalanlamış ve kullarına bildirmiştir ki,
bu Kur'an, hem Muhammede ve onun
getirdiklerine hem de ondan önce gelen Peygamberlerin getirdiklerine iman
edenlere rehberdir. Sadece, geçmiş dinlere iman edenlere rehber değildir.
Kıyamet gününe "Âhiret günü" denmesinin sebebi,
onun, dünya hayatından sonra gelmesidir. Veya âhiretin, varlıklar yaratıldıktan
sonra gerçekleşecek olmasıdır.
İşte rablerinin doğru
yolunda olanlar bunlardır. Kurtuluşa erenler de bunlardır.
Gayba iman edenler ve
Muhammede indirilene ve ondan önceki
Peygamberlere indirilenlere iman edenler, işte onlar, rablerinden verilen bir
nur, bir istikamet ve açık bir delil üzeredirler. Kurtuluşa erenler de
bunlardandır. Bunlar, yaptıkları ameller karşılığında, diledikleri kurtuluşun ve
cennette ebedi olarak kalışın şuuru içinde olanlardır.
Âyette zikredilen "Rablerinin gösterdiği doğru
yokla olanlar"dan maksat, Ebû Mâlik, İbn-i Abbas
ve İbn-i Mes'ud'a göre gayba iman eden takva sahibi mü’minler ve
Resûlüllah’a ve ondan önceki
Peygamberlere iman eden mü’minlerdir. Bunların hepsi hidâyet üzere olmakla ve
kurtuluşa erecek olmakla sıfatlandırılmışlardır.
Diğer bir kısım
müfessirlere göre "Doğru yolda olanlar"dan maksat, "Gayba iman etmek,
Resûlüllah’a ve ondan önceki
Peygamberlere indirilenlere iman etmekle sıfatlandırılan takva sahipleridir."
Başka bir kısım
âlimlere göre ise "Doğru yolda olanlar"den maksat, hem
Resûlüllah’a bindirilenlere hem de ondan
önceki Peygamberlere indirilenlere iman eden ehl-i kitaptır. Bunlar, hidâyet
üzere olmakla ve kurtuluşa ermekle sıfatlandırılmışlardır.
Taberi, bu
görüşlerden
birinci görüşün
daha tercihe şayan olduğunu, zira âyet-i kerime’de,
hidâyet üzere olma sıfatının, mü’minlerden ehl-i kitap olan veya olmayan
herhangi birine tahsis edildiğine dair bir işaret bulunmadığını, ayrıca
amelleriyle elde edecekleri mükâfatlarda eşit olan mü’minlerden bir sınıfın özel
bir mükâfatla ödüllendirilmelerinin, Allah'ın adaletine ters düşeceğini
söylemiştir.
Âyette zikredilen "Kurtuluşa erenler de
bunlardır." ifadesi Abdullah b. Abbas
tarafından şöyle izah edilmiştir: "İşte istediklerine kavuşanlar ve şerrinden
korkarak kaçtıkları şeylerden kurtulanlar bunlardır." Yani, işledikleri
amelleriyle ve iman etmeleriyle Allah’tan istedikleri sevaplara ve cennetlerde
ebedi kalmaya ulaşanlar bunlardır. Ve Allah'ın, düşmanları için hazırladığı
cezalardan kurtulanlar da bunlardır.
|