58
Hani, şu kente girin ve ondan istediğiniz yerde bol
bol yiyin, kapısından secde ederek girin ve
"hıtta” deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım.
İyilik edenlerin ecrini yakında artıracağız.
Bu sözü diyen hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Mûsa'dır, bunu kırk yıl
geçtikten sonra demiştir.
İkincisi: Yuşa b. Nun’dur, Mûsa’nın
ölümünden sonra demiştir.
Karye cem’ (toplama) manasından alınmıştır, kareytülmae filhavzı denir ki, suyu
havuzda topladım, demektir. Mikrat da içinde suyun toplandığı havuzdur.
Bu karyenin neresi olduğu hakkında da iki görüş vardır:
Birincisi: Beytülmukaddes'tir, bunu
İbn Mes’ûd, İbn
Abbâs, Katâde ve
Süddi demişlerdir.
İbn Abbâs’tan bunun Eriha olduğu da rivayet
edilmiştir.
Süddi de: O Beytülmukaddes toprağıdır
demiştir.
İkincisi: O Şam’a yakın bir köydür, bunu
da Vehb demiştir.
"Kapıdan secde ederek girin":
İbn Abbâs: Bu Beytülmukaddes'in kapılarından
biridir, ona hıtta kapısı denir, demiştir. Secde ederek: Rukû’ ederek demektir.
Vehb de: Allah onları oraya tekrar döndürdüğü
için Allah’a şükür manasında secde etmekle emrolundular, demiştir.
Hıtta deyiniz: İbn Semeyfa ile İbn Ebi
Able: Hittatan şeklinde nasb ile okumuşlardır.
Hıtta’nın manası hakkında da üç görüş vardır:
Birincisi: İstiğfar edin, demektir, bunu
İbn Abbâs ile
Vehb demişlerdir.
İbn Kuteybe de
şöyle demiştir: Bu istiğfar manasında bir kelimedir, hatattü’den gelir
ki, günahımız silindi demektir.
İkincisi: Bunun manası: Bu durum size
denildiği gibi gerçektir, bunu da Dahhâk,
İbn Abbâs’tan nakletmiştir.
Üçüncüsü: Lailâhe illallahtır, bunu da
İkrime demiştir.
İbn Cerir Taberî de
şöyle demiştir: Mana: Günahlarınızı
bağışlatacak bir kelime söyleyin demek olur.
Niçin o kente girmeleri emrolundu? Bunda da iki görüş vardır:
Birincisi: Bu irtikap ettikleri
günahlardan dolayıdır, onlara: Kente girin; kapıdan secde ederek girin ki,
günahlarınızı bağışlayalım, denilmiştir. Bunu Vehb
söylemiştir.
İkincisi: Onlar kudret helvası
ile bıldırcın etinden bıktılar, onlara: Şehre
inin, denildi, ilk karşılarına çıkan da Eriha şehri idi, oraya girmeleri
emrolundu.
"Nağfir leküm hatayaküm":
İbn Kesir, Ebû
Amr, Âsım,
Hamze ve Kisâi fenin kesresi
ile nunla nağfirleküm okumuşlar. Nafî
ile Eban da Âsım’dan
rivayetle yanın zammesi ve fenin fethası ile
yuğfer okumuşlardır. İbn Âmir de mazmuın te
ve meftuh fe ile (tuğfer) okumuşlardır.
59
Nefislerine zulmedenler bu sözü kendilerine
denenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de kendilerine zulmedenlerin üzerine
ettikleri fasıklık yüzünden gökten murdar bir azap indirdik.
Bil ki, aziz ve celil olan Allah onlara kente girerken bir söz ve bir iş
emretti; iş secde, söz de hıtta idi. Onlar sözü de işi de değiştirdiler.
İşi değiştirmelerinde beş görüş vardır:
Birincisi: Onlar kalçaları üzerine
sürünerek girdiler, bunu Ebû Hureyre
Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.
İkincisi: Onlar kıçları üzerine
sürünerek girdiler, bunu da İbn Abas ile
İkrime demişlerdir.
Üçüncüsü: onlar başlarını eğerek
girdiler, bunu da İbn Mes’ûd demiştir.
Dördüncüsü: Onlar gözlerini eğerek
girdiler, bunu Mücâhid demiştir.
Beşincisi: Binekli olarak girdiler, bunu
da Mukâtil demiştir.
Sözü değiştirmelerinde beş görüş vardır:
Birincisi: Hıtta yerine, habbetün fi
şa’re (arpa içinde bir habbe) dediler, bunu Ebû
Hureyre Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet
etmiştir.
İkincisi: Hınta (buğday) dediler, bunu
da İbn Abbâs,
İkrime, Mücâhid,
Vehb ve İbn Zeyd
demişlerdir.
Üçüncüsü: Hıntatun hamra fiha şa’re
(kırmızı buğdayın içinde bir habbe arpa) dediler.
Dördüncüsü: hıntatün meskube fiha
şa’retün sevda, dediler (delikli bir buğday tanesi, içinde siyah bir arpa
vardır). Bunu da Süddi şeyhlerinden demiştir.
Beşincisi: Sünbülase dediler, bunu da
Ebû Salih demiştir.
Ricz ise azaptır, bunu da
Kisâi ile
Ebû Ubeyde ve
Zeccâc demişler, Ru’be’nin şu şi’rini
delil göstermişlerdir:
Çalım satan nicelerini gördük de,
Kalkıp tuzağını ona azap ettik (başına geçirdik).
Azabın mahiyetinde de üç görüş vardır:
Birincisi: Karanlık ve ölümdür, onlardan
bir saatte yirmi dört b. kişi öldü. Yetmiş b. kişi de ceza olarak helak oldu,
bunu İbn Abbâs demiştir.
İkincisi: Onlara ölet geldi, kırk gece
sürdü, sonra öldüler, bunu da Vehb b. Münebbih
demiştir.
Üçüncüsü: Kardır, ondan yetmiş b. kişi
helak oldu, bunu da Said b. Cübeyr demiştir.
60
Bir zamanlar Mûsa kavmi için su aramıştı. Biz de:
"Asanı taşa vur” dedik; ondan on iki pınar
fışkırmıştı. Her kabile su alacak yerlerini öğrenmişlerdi. Onlara: Allah’ın
rızkından yiyin, için, fesatçılar olarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın,
dedik.
İstiska su istemektir, tıpkı istensara yardım istemek olduğu gibi.
Taş hususunda da iki görüş vardır:
Birincisi: Mûsa pınarı diye bilinen bir
taştır, bunu İbn Abbâs,
İbn Cübeyr,
Katâde, Atıyye,
İbn Zeyd ve
Mukâtil demişlerdir. Onun nasıl olduğu hususunda da üç görüş vardır:
Birincisi: O dört köşeli bir taş idi,
bunu İbn Abbâs demiştir.
İkincisi: Öküz başı gibi idi, bunu da
Atıyye demiştir.
Üçüncüsü: Koyun başı gibi idi, bunu da
İbn Zeyd demiştir.
Said b. Cübeyr de: Mûsa’nın elbiselerini
kaçıran taş idi, demiştir. Cebrâil geldi:
Allah sana bu taşı kaldırmanı söylüyor, onda güç ve senin için mucize vardır,
dedi. Mûsa da suya ihtiyaç duyduğu zaman ona vururdu.
İkincisi: O, hangi taş olursa olsun ona
vurmakla emrolundu. Birinci görüş daha sağlamdır.
Ondan fışkırdı: Sözün aslı şöyledir: Ona vurdu
ve su fışkırdı, fışkırdı kelimesinden vurdu manası çıkınca onunla yetinildi,
tekrar vurdu denilmedi. Şu âyet de öyledir:
"Asanı taşa vur, taş açıldı.” (Şuara: 63)
Ferrâ’ şöyle
demiştir: Onlar on iki kabile olunca Allah da onlara on iki pınar çıkardı, bir
de aralarında anlaşmazlık vardı, böylece barıştılar.
Lata’sev: Asv fesat manasınadır, asâ, âse lügattir. İbn Rakka
şöyle demiştir:
Eğer haya olmasa ve saçım da bozulmasa (ağarmasa)
idi,
Ben Kasım’ın anasını ziyaret ederdim.
61
Hani siz:
"Ey Mûsa, biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz;
bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden; sebzesinden,
acurundan, sarılmağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O
da: "Şu daha hayırlı olanı daha aşağısı
ile mi değiştirmek istiyorsunuz? Şehre inin;
şüphesiz orada istedikleriniz vardır” dedi. Üzerlerine zillet ve yoksulluk
damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyor ve peygamberleri
haksız yere öldürüyorlardı. İşte bunlar, isyan ettikleri ve aşırı gittikleri
yüzündendir.
"Ey Mûsa: Biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz,
demiştiniz": Bunu Tih sahrasında demişlerdi. Bir çeşit yemekten de
kudret helvası ile bıldırcın etini
kasdediyorlardı. Muhammed b. Kasım şöyle
demiştir: Kudret helvası bıldırcın eti ile
bıldırcın eti de kudret helvası ile yeniyordu,
onun için bir çeşit yemek denilmiştir. Burada baki, cins ismi olup onunla
sebzeleri kasdetmişlerdir. Ben şeyhim Ebû Mansur el-Lügavi’den
şöyle okudum: Halk bakliyat denince
hayvanların değil de özellikle insanların yediği yere yayılan ve çiğ yenen
sebzeleri kasteder, ama öyle değildir; baki aslında yaş ot ve baharda bitip de
hem insanların hem de hayvanların yediği şeylere denir. Bakaletil ardu ve
ebkalet denir ki, ikisi de fasih lügattir, sebze bitmek manasınadır. İbtekaletil
ibilü denir ki, deve yayıldı demektir. Ebunnecm, develeri anlatırken
şöyle der:
İlk yaylımda Malik
ile
Nehşel’in mızrakları arasında otladı.
Kıssâ’da da kafin kesri ve zammı ile iki lügat
vardır, kesrelisi daha kalitelidir. Cumhûr
öyle okumuştur. İbn Mes’ûd,
Ebû Recâ’, Katâde,
Talha b. Mûsarrif ve A’meş kafin zammesi
ile okumuşlardır.
Ferrâ’ da: Kesre Hicazlıların, zamme de
Temimliler ile bazı Esed oğullarının
lügatidir, demiştir.
Füm üzerinde de üç görüş vardır:
Birincisi: Buğdaydır, bunu
İbn Abbâs, Süddi
- şeyhlerinden - Hasen ve
Ebû Mâlik demişlerdir.
Ferrâ’ da: O eski bir lügattir, onu
konuşanlar: Fevmu lena derler ki, bize ekmek yapın demektir, demiştir.
İkincisi: O sarımsaktır, Abdullah
ile Übeyy’in kıraati budur. Ve sumiha
kıraatini Ferrâ’ da tercih etmiş ve sebebini
şöyle göstermiştir: O, benzerleriyle
zikredilmiş, fe de se’den dönüşmüştür, nitekim Araplar kabir için cedes ve
decef; tencerenin akına konan taş için esafi ve esasi; bir çeşit sakız için
mağafir ve mağasir derler. Bu; Mücâhid,
Rebi’ b. Enes,
Mukâtil, Kisâi, Nadr b. Şümeyl ve
İbn Kuteybe’nin görüşleridir.
Üçüncüsü: O hububattır, bunu da
İbn Kuteybe ile
Zeccâc demişlerdir.
"Daha aşağısını daha hayırlısı
ile mi değiştirmek
istiyorsunuz?": Burada geçen edna en aşağısı, hayr da en alası
demektir, kudret helvası ile bıldırcın eti,
aradığınız şeylerin en âlâsıdır, demek istiyor.
Şehre (Mısr) inin: Bunda da iki görüş vardır:
Birincisi: Bu belli bir mısır (şehir)
değil, rastgele bir şehirdir, bunu İbn Mes’ûd,
İbn Abbâs, Katâde
ve İbn Zeyd demişlerdir. Şehre inmelerinin
istenmesi, aradıkları şeylerin şehirlerde bulunmasındandır.
İkincisi: Mısır denen şehir
kastedilmiştir. Abdullah, Hasen, Talha b.
Mûsarrif ve A'meş’in kıraatlerinde tenvinsiz
olarak mısra, denmiştir. Ebû Salih de
İbn Abbâs’tan rivayetle Fir’avn’in şehri
demiştir. Ebû’l - Âliyye
ile Dahhâk
da bu görüştedirler, Ferrâ’ da bunu tercih
etmiş ve delil olarak Abdullah’ın kıraatini göstermiştir.
A'meş'e de bu sorulmuş: O şimdi Salih b.
Ali’nin valilik ettiği şehirdir, demiştir.
Mufaddal ed - Dabbi de: Ona mısır denmesi, doğu hududunun sonu, batı hududunun
da başı olmasındandır, O ikisi arasında sınırdır. Mısır lügatte sınıra denir,
Hecerliler antlaşmalarına: İştera fülanün eddare bimusuriha derler ki, evi
hudutları ile satın aldı demektir. Şair Adiy
de şöyle demiştir:
Güneşi sınır kıldı, bunda da gizlilik yoktur,
Gündüzle geceyi ayıran bir sınır.
İbn Fâris 'te birilerinden
şöyle dediklerini hikaye etmiştir: Ona mısır
denmesi insanların oraya niyet edip gitmelerindendir. Bu, masartüşşate gibidir
ki, koyunu sağmak manasınadır. İnsanlar ona niyet eder giderler, oraya konduktan
sonra da nedense bir daha ondan ayrılmak istemezler.
"Üzerlerine zillet damgası vuruldu": Yani
bir daha onlardan ayrılmadı demektir.
Ferrâ’: Zillet
ile zül aynı manayadır, demiştir.
Hasen de onun cizye olduğunu söylemiştir.
Meskenet hakkında da iki görüş vardır:
Birincisi: O fakirlik ve ihtiyaçtır,
bunu Ebû’l - Âliyye,
Süddi ve Ebû
Ubeyd demişlerdir. Süddi’den de onun
nefis fakirliği olduğu rivayet edilmiştir.
İkincisi: Baş eğmektir, bunu da
Zeccâc demiştir.
Bâu: Döndüler demektir,
zalike de gazaba râcîdir. Bunun onlardan ayrılmayan zillet, meskenet ve
diğer şeylere râci olduğu da söylenmiştir.
"Peygamberleri
(nebileri) öldürürler:” Nâfi
nebiyyin, enbiya, nübuet ve bundan gelen maddeleri hemzeli okur. Ancak
Ahzab’taki: "Peygamberin
evlerine girmeyin” (Ahzab: 53) ile
"eğer kendini
Peygambere bağışlarsa” (Ahzab: 50)
âyetlerinde geçenleri hemzesiz okur. Burada neden hemzesiz okumayı tercih
etmiştir, çünkü aynı cinsten iki meksur hemze arka arkaya gelmiştir. Diğer
kurralar ise hiçbir yerdekini hemzeli okumazlar.
Zeccâc: Üstün kıraat hemzesiz olandır,
demiştir. Nebi kelimesi de nebee ve enbe’den gelir ki, haber vermektir.
Yükseklik manasına olan neba yen bu’d an gelmesi de câizdir, o zaman hemzesiz
olarak yükseklik manasına fail vezninde olur. Abdullah da
şöyle demiştir: İsrâil oğulları bir günde üç
yüz peygamber öldürürler, sonra da
akşam üzeri sebze pazarı kurarlardı.
Haksız yere: Bunda da üç görüş vardır:
Birincisi: Bunun manası, suçsuz yere
demektir, bunu İbn Enbari söylemiştir.
İkincisi: Tekittir, meselâ şurada olduğu
gibi:
"Ancak göğüslerin içindeki kalpler kör olur.”
(Hac: 46)
Üçüncüsü: Zalimlikle öldürmelerinin
sıfatıdır, Allahü teâlâ’nın:
"Rabbim, hak
ile hüküm ver” (Enbiya: 112)
âyetinde olduğu gibi, hükmü hak ile
nitelenmiştir, bu O’nun haksız karar verdiğini göstermez.
"Onlar itida ederlerdi":
Udvan aşırı zulüm demektir,
Zeccâc da: îtida: Her şeyde haddi aşmaktır,
demiştir.
|