102
Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına
uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı. İki meleğe de birşey
(indirilmedi). Fakat o şeytanlar kâfir idiler
ki insanlara sihri öğretiyorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey indirilmedi.
Harut ile Marut’a gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma"
demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden koca ile karısının
arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla
hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar kendilerine zarar verecek fakat
fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onlar, onu satın alan
kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı. Onların kendilerini,
karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilmiş olsalardı?!
Bu âyete dair açıklamalarımızı
yirmidört başlık halinde sunacağız:
1- Şeytanların Okudukları:
"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular."
Bu âyette
yüce Allah, kitabı arkalarına atan kesimin
-ki bunlar yahudilerdir- büyüye de tabi olduklarını haber vermektedir.
es-Süddî der ki: Yahudiler Tevrat'ı ileri
sürüp Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı çıktılar.
Tevrat ile Kur'ân arasında uygunluk olduğu ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir
kenara attılar, Asaf in (sihir) kitabını ve
Hârût ile Mârût'un sihrini aldılar, ona yapıştılar.
Muhammed b. İshak der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Süleyman'ı gönderilmiş
peygamberler arasında sözkonusu edince
yahudi âlimlerinden birisi şöyle dedi: Muhammed, Davud'un oğlunun bir
peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki
o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan başka birşey değildi. Bunun üzerine
yüce Allah da:
"Halbuki Süleyman kâfir olmadı... Fakat o şeytanlar., kâfir idiler"
âyetini
indirdi. Yani o şeytanlar ademoğullarına
Hazret-i Süleyman'ın gösterdiği denizde yürümek, kuşları, şeytanları emri
altında müsahhar kılmak gibi mucizelerinin büyü olduğu telkininde bulundular.
el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hazret-i
Süyelman'ın katibi Asafın dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden
aldığı sırada namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına
varmadı. Hazret-i Süleyman vefat edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler:
O size bu şeyler sayesinde hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz.
İsrailoğullarının âlimleri ise şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi
olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu
Süleyman'ın bilgisidir dediler, onu öğrenmeye yöneldiler,
peygamberlerinin kitaplarını
reddettiler. Bu durum Allah (cc),
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı peygamber
olarak gönderinceye kadar devam etti. Daha sonra
yüce Allah peygamberi
Muhammed'in üzerine Hazret-i Süleyman'ın bu işten ma'zur olduğunu ve ona yapılan
bu iftiradan uzak olduğunu ortaya çıkartarak: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü
aleyhine uydurduklarına uydular" âyetini indirdi.
Atâ
der ki: Burada geçen "tetlû" tilavetten gelen okumak anlamındadır.
İbn Abbâs da der ki: Bu, arkasından gelmek,
uymak anlamındadır. Nitekim: İnsanlar biri öteki ardından geldiler, denildiği
zaman bu kelime kullanılır. Taberî der ki:
"Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir.
Derim
ki: Bir şeye uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün
tuttuğu için böyle yapar. "Tetlû" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır.
Şair de der ki:
Kabrinin yanından geçersen boğazla orada
Onların kanları ile kabrinin dört bir yanını sula,
Çünkü o, kanla ve boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak
(idi)"
Burada "olacak" anlamındaki muzari'
fiil, "idi" anlamındadır.
Âyetteki ": ...na" edatı, "uydular"
anlamındaki fiilin mef'ûlüdür.
Yani
onlar şeytanların Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydular ve onların
ardınca gittiler. Burada yer alan "ma" edatının nefy'
(olumsuzluk) ifade ettiği söylenmişse de böyle bir görüşün âyet-i
kerimenin nazmı ile hiçbir ilgisi yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da
imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi
söylemiştir.
"Süleyman'ın mülkü"
yani şeriat ve
peygamberliği
"aleyhinde uydurduklarına uydular."
ez-Zeccâc der
ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hakkında uydurduklarına uydular,
demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili olarak" anlamına geldiği de
söylenmiştir. Yani Hazret-i Süleyman'ın
kıssaları, nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular.
el-Ferrâ' der ki: Böyle bir yerde "alâ" ve
"fî" (üzerine; de, da, hakkında) harflerinin
ikisi de (anlam olarak) uygundur,
kullanılabilir.
Yüce
Allah'ın burada "ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki Süleyman:
Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi yüce Allah'ın
şu âyeti dolayısıyladır:
"Senden önce ne kadar bir rasûl ve bir peygamber
gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne birşey
atmak istemiştir."
(el-Hacc, 22/52);
yani onun tilavetine birşeyler karıştırmak
istemiştir.
Şeytanın anlamı ve türediği köküne
dair açıklamalar (istiâze'ye dair bilgi verilirken)
yapılmış bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.
Burada geçen
"şeytanlar"in
cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden anlaşılan da budur. Kastın,
dalâlette alabildiğine ileri gitmiş, isyankâr insanların şeytanları olduğu da
söylenmiştir. Cerîr'in şu beyitinde olduğu gibi.
"Onlara duyduğum sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan
diye çağırıyorlardı
Ve şeytan olduğum zamanlar onlar da beni seviyorlardı."
2- Süleyman Kâfir Olmadı:
"Halbuki Süleyman kâfir olmadı"
âyeti ile Allah tarafından Hazret-i Süleyman'ın
günahsızlığı dile getirilmektedir. Âyet-i kerimede ise herhangi bir kimsenin
Hazret-i Süleyman'ı küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar
var ki yahudiler Hazret-i Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür
olduğundan dolayı âdeta Hazret-i Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur.
Daha sonra
yüce Allah:
"Fakat
o şeytanlar kâfir idiler"
âyeti ile sihri öğretmek sebebiyle şeytanların
kâfir olduğunu tesbit etmektedir.
"Öğretiyorlardı"
âyeti ise hal makamında mansubdur. İkinci bir haber olmak
üzere ref halinde olması da mümkündür.
Meal ikinci ihtimale göre yapılmıştır. Hal olma
ihtimaline göre meal şöyle olur: "Fakat şeytanlar sihri öğreterek kâfir
oldular."
Kûfeliler Âsım müstesna şeklinde
nun harfini şeddesiz olarak buna karşılık kelimesinin nun'unu ötreli olarak
okumuşlardır. el-Enfal'de yer alan
"Fakat
Allah attı"
(el-Enfal, 8/17)
âyetini da böyle okumuşlardır. İbn Âmir de
onlar gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lâkinne" şeklinde ve ondan sonra gelen
ismin sonunu da üstün olarak okumuşlardır.
"Lâkin" kelimesinin iki anlamı
vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, geleceğe dair haberi de isbat
(olumlu) eder. Bu kelime ise la, kâf ve inne
olmak üzere üç kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kâf hitab içindir,
"inne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu "inne"deki hemze
gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son harfi
şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin
şeklinde son harfi şeddesiz olarak) okunur. Ağır okunduğu takdirde "inne"
gibi ismini nasbeder, hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi
(ismini) ref eder.
3- Sihir (Büyü):
Sihrin aslında hile ve hayalî
şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğundan başka türlü göstermek demek
olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler
söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyülenen kişi o eşyayı gerçek mahiyetinden
başka türlü görür. Tıpkı uzaktan serabı görüp de orada su bulunduğu hayaline
kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de kıyıda gördüğü ağaç
ve dağların da kendisiyle birlikte yürüdüğünü zanneden kimsenin durumu gibi.
Bu kelimenin küçük çocuğu aldatan
ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştırıp oyalayan kimsenin durumunu ifade etmek
üzere kullanılan: Küçük çocuğu sihrettim," ifadesinden türetildiği söylenmiştir.
Teshîr (büyüleme) de böyledir. Lebid der ki:
"Ne halde olduğumuzu bize soruyorsan bizler
Şu aldatılmış (sihredilmiş)
yaratıklardan kuşlarız."
Bir başkası da şöyle demektedir:
"Kendimizi, yemek ve içmekle eğleniyorken
(sihrediliyorken)
Ölüme hızla giden kimseler görüyorum,
Kuşlar, sinekler, kurtlar ve
Cesur kurtlardan da daha cesur kimseler."
Yüce
Allah'ın:
"Sere
muhakkak büyülenmiş (mûsâhhar) kimselerdensin."
(eş-Şuara, 26/153) âyetine gelince, denildiğine
göre, "mûsâhhar" (ciğer anlamına gelen) "sehar"
sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek yeyip içecek şeyleri içen anlamına
gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir.
Sihr'in asıl anlamının gizlilik
demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü büyü yapan, bu işi gizlice yapar. Aslının,
birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu işten sihir
etti, yani o işten başka tarafa çevirdi,
denilir. Asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni meylettiren
herkes sana sihir yapmış olur. Yüce Allah'ın:
"Belki
de biz büyülenmiş bir topluluğuz."
(el-Hicr, 15/15)
âyeti hakkında da şöyle denilmiştir: Yani bize
büyü yapıldı ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara
kaydırıldık.
el-Cevherî der ki: Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif
ve sezilmeyecek kadar ince olan herşeye sihir denir. Sâhir
(sihir yapan, büyüleyici) bilgin anlamındadır.
Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir.
İbn Mes'ûd der ki: Bizler cahiliyye
döneminde sihire "idâh" derdik. Araplara göre ise bu ileri derecede iftira ve
yalanın güzel sözlerle allanıp pullanması demektir. Şair der ki:
"Ben Rabbime sığınırım
Büyü yapıp büyüsüne üfüren büyücülerden."
4- Büyünün Gerçeği Var mı?
Büyünün gerçek olup olmadığı
hususunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine mensup el-Gaznevî
Uyunu'l-Meânî adlı eserinde şöyle demektedir: Sihir
Mu'tezileye göre asılsız bir aldatmacadır.
Şâfiî'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin aslı güneşin
Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi yıldızların
özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tılsımlar
veya zor olan şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir.
Derim
ki: Bize göre ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği
vardır. Allah -ileride de geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır.
Diğer taraftan sihrin bir kısmı el çabukluğu ile olur.
(Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yürüyen postaya verilen addır. İbn
Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çölde yaşayan Arapların kullandığı bir
kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabukluğu ile birtakım okuyup üflemelerdir.
Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da
yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların
dönemlerinden kalma olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden
olur.
5-
Hazret-i Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) sözdeki fesahata
ve güzel söz söylemeye "sihir" ismini vermiş ve şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir."
Bunu Mâlik ve başkaları rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Nikâh 47; Müslim, Cumua 47;
Ebû Dâvûd, Edeb 86, 87;
Tirmizî, Birr 79;
Muvatta’'', Kelam 7; Dârimi, Salât 199;
Müsned, II, 269...
Çünkü bu sözlerde bazan batıl
o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğru olduğunu zanneder. Buna göre
Hazret-i Peygamber'in:
"sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir"
âyeti belagat ve fesahati yermek sadedinde olur. Çünkü bunu sihire benzetmiş
olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beyanın üstünlüğünü ve belağati
övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup ilim adamı söylemiştir. Ancak
birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
şu âyetidir: ".... belki
sizin bazılarınız delilini diğer bazısına göre daha açık bir dille anlatabilir."
Buhârî, Şehadât 27,
Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4;
Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb, 87;
Tirmizî Ahkâm 11, 18;
Nesâî, Kudât 12, 33;
İbn Mâce, Ahkâm 5...
;
"Benim aranızdan en çok buğzettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini
tekrarlayan ve ağzı kalabalık kimselerdir."
Tirmizî,
Birr, 71; Müsned, II, 369, IV, 193-194.
Derim ki:
Hadisin ravisi Amir eş-Şa'bı ile Sa'saa b. Sûhan sözünü ettiğimiz şekilde bu
hadisi açıklamışlar ve şöyle demişlerdir:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Şüphesiz sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir"
âyetine gelince kişi bazen haksız olduğu halde hak sahibinden daha
güzel bir şekilde delillerini ortaya koyar, böylelikle güzel açıklamalarıyla
etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu halde hakkı alır gider. İlim
adamları belagatı ve güzel konuşmayı alabildiğine uzun
veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gösterilmedikçe
övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır.
6- Küfrü Gerektiren Büyü:
Kimi büyüler, yapanın kâfir
olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini değiştirmek, onları hayvan kılığına
büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gecede katetmek, havada uçmak gibi
iddialarda bulunanlar böyledir. İnsanlara kendisinin haklı olduğu vehmini vermek
üzere bu tür şeyler yapan herkesin yaptığı bu iş küfürdür. Bu Ebû Nasr
Abdurrahim el-Kuşeyrî'nin görüşüdür.
Ebû
Amr da der ki: Büyücü, hayvanı bir şekilden bir sekile dönüştürüp insanı
eşek yahut benzeri bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helâk etmeye ve
nakletmeye kadirdir, diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürülmesi gerekir.
Çünkü bu kişi peygamberleri inkâr
eden bir kâfirdir. Onların âyet ve mucizelerine benzer iddalarda bulunmaktadır.
Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin
sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çünkü bunun
(yani mucizelerin) bir benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kanaatini
uyandırır.
Büyünün birtakım aldatmalar,
birtakım yasaların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal göstermeler olduğu
iddiasında bulunanların kabul ettikleri esas ilkeye göre ise büyücünün
öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı büyü sonucu bir kimsenin ölümüne sebep
teşkil ederse, o kişinin ölümüne karşılık olarak o da öldürülür.
7- Büyünün Gerçeği:
Ehl-i Sünnet büyünün sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul
etmiştir. Genel olarak Mu'tezile ve
Şâfiî mezhebine mensup Ebû İshak
el-Esterabadî ise sihrin bir hakikatinin olmadığı görüşündedir. Aksine bunlara
göre sihir bir şeyin olduğundan başka türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve
bir vehmettirmedir. Ve sihir bir çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Sihirlerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi."
(Tâhâ, 20/66) Burada
yüce Allah gerçekten yürüyorlardı,
buyurmamakta "kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır. Bir
başka yerde de:
"İnsanların gözlerini büyülediler"
(el-A'raf, 7/116)
diye buyurmaktadır.
Ancak bunda görüşlerine destek
olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler hayal göstermenin ve başka işlerin büyü
kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde aklın câiz kabul
ettiği (olabilir dediği) ve sem'î delillerin de
varid olduğu birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu âyet-i kerimede
(tefsiri yapılan âyette) sözü geçen sihir ve
sihrin öğretilmesi de vardır. Sıscr bunun bir gerçeği olmasaydı, öğretilmesine
imkân olmazdı. Yüce Allah da rraarın
insanlara bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir
ha-iK»:isallallahü aleyhi ve sellemt olduğunun delilidir.
Yüce Allah'ın Fir'avun'un sihirbazları
kıssasında zikrettiği:
"Ve
büyük bir sihir getirmiş oldular"
(el-A'raf, 7/116) âyeti ile Felak Sûresi, diğer taraftan bütün
müfessirlerin bu sûrenin iniş sebebinin Lebid b. el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla
indiğini ittifakla belirtmeleri de bu deliller arasındadır. Bu sûrenin iniş
sebebiyle ilgili olarak bu rivâyet Buhârî,
Müslim ve başkalarının kaydettiği hadisler
arasındadır. Hazret-i Âişe'den gelen bir
Hadîs-i şerîfte şöyle denilmektedir:
Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b. el-A'sam adında bir yahudi
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı büyüledi... Bu
Hadîs-i şerîfte şu ifadeler de
geçmektedir: Büyü çözülünce: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve
sellem) "Şüphesiz Allah bana
şifa verdi"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Bed'u’l-halk 11, Tıb 47, 49, 50, Edeb 56, Deavât 57;
Müslim, Selâm 43;
İbn Mâce, Tıb 45;
Müsned, VI, 57, 63.
Şifa ise ancak hastalığın
kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur. İşte bu sihirin bir gerçeğinin
olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın
ve O'nun peygamberinin, sihrin
varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu kesindir.
Kendileriyle icmaın gerçekleştiği hal ve akıl ehli de bu görüştedir.
Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde
olmayan hak ehline muhalefet etmelerine itibar edilmez.
Eskiden beri büyü alabildiğine
yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkında sözler söylemişlerdir. Ashab-ı
kiramdan olsun tabiinden olsun onun aslını inkâr eden görülmemiştir. Süfyan,
Ebû'l-A'ver'den, o İkrime'den, o
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-Ferama diye bilinen bir kasabada
öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kâfirdir. Allah'ı ve rasûlünü yalanlayıcı
olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkâr etmiş olur.
8- Büyü ve Olağanüstü Haller:
Mezhebimize mensup ilim adamları
şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) birbirinden
ayırmak, delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların
yapabileceği şeylerden olmasına imkân olmadığını gösterdiği insan gücü
çerçevesinde bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle ortaya
çıkacağı red olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin
evlerinin küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepesine dikilecek
şekilde incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi havada uçması, suda
yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal
değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılmasını gerektiren asıl sebeb
değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de
değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meydana getiremez.
Yüce Allah bu gibi şeyleri büyünün
varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında tokluğu, su içmek
halinde de suya kanmayı yarattığı gibi.
Süfyan'ın Ammâr ez-Zehebî'den
rivâyetine göre Velid b. Ukbe'nin yanında ip üzerinde yürüyen bir büyücü varmış.
Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış. Ezdli -Becileli olduğu
da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı ve bu kişiyi öldürdü.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Benim ümmetim arasında Cündeb denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe
vuracak ve bununla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır."
Sözü geçen
bu Cündeb'in böyle bir sihirbazı öldürdüğü rivâyet edilmektedir.
(İzzuddin İbnu’l-Esîr, Üsdu'l-Ğabe, I, 361; İbn Hacer
Takrib, I, 135). Ancak İbnu’l-Esîr, sihirbazı öldürdükten sonra;
Hazret-i Peygamber'den: "Sihirbazın
haddi (cezası) bir kılıç darbesidir" hadisini
naklettiğini belirtmektedir. Bu hadisi Tirmizî,
Hudûd 27'de Cundeb'den nakletmekte ise de bu hadisin Cundeb'den mevkuf
(senedi muttasıl ya da münkati olarak sahabeye kadar
ulaşan haber) rivâyetinin sahih olduğunu belirtmektedir.
Hazret-i Peygamber'in söylediği
belirtilen hadisin kaynağını ise tesbit edemedik.
dediği kişidir. Hadîs-i şerîfte geçen
bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi olduğu görüşünde idiler. Ali b. el-Medenî
der ki: Harise b. Mudarrib ondan hadis rivâyet etmiştir.
9- Büyü Mucize Değildir:
Yapıldığı takdirde çekirge,
haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri diriltmek,
hayvanları konuşturmak gibi peygamberlerin
büyük mucizeleri türünden şeyleri yüce Allah'ın
büyü sonucu yaratmayacağı üzerinde müslümanlar icma etmişlerdir. Bu ve benzeri
şeylerin büyücünün bunları dilemesi esnasında Allah tarafından yapılmayacağı,
yaratılmayacağının kesinlikle bilinmesi, kabul edilmesi gerekir. Kadı Ebû Bekr
b. et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi imkansız kabul etmemiz bu konudaki
icma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma olmasaydı bunun da mümkün olabileceğini
söyleyebilirdik.
10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:
Büyü ile mucize arasındaki farka
dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü, büyücü tarafından da
başkası tarafından da yapılabilir. Aynı anda birçok kimsenin büyüyü bilip bunu
yapabilmeleri de mümkündür. Mucizenin benzerini meydana getirmek
veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir
olağanüstü hal ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye vermez. Diğer taraftan
büyücü peygamberlik iddiasında
bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen olaylar mucizeden ayrı ve
farklıdır. Mucizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de daha önceden geçtiği gibi-
peygamberlik iddiası ile birlikte ve
benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması şartları da vardır.
11- Müslüman Büyücünün Hükmü:
Müslüman ve zımmî büyücünün hükmü
hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. İmâm
Mâlik, müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yaptığı takdirde bunun
küfür olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenmeyeceği, tevbesinin de
kabul olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda
olduğu gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraftan
yüce Allah:
"Biz
ancak imtihanız, sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi"
âyetinde
büyüye "küfür" ismini vermiştir. Aynı zamanda bu
Ahmed b. Hanbel'in, Ebû Sevr, İshâk, Şâfiî
ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.
Büyücünün öldürüleceğine dair
hüküm Ömer, Osman,
İbn Ömer, Hafsa, Ebû Mûsâ, Kays b. Sa'd ve
tabiinden yedi kişiden de rivâyet edilmiştir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
da:
"Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır"
dediği rivâyet edilmektedir. Bu hadisi
Tirmizî rivâyet etmiştir.
Tirmizî,
Hudud 27. Ayrıca bk. 8. başlığına dair not.
Ancak sened itibariyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis âlimlerince zayıf
kabul edilen İsmail b. Müslim yoluyla
rivâyet edilmiştir. İbn Uyeyne bunu İsmail b.
Müslim'den o da el-Hasen'den mürsel
olarak rivâyet etmiştir. Kimisi de bu hadisi
el-Hasen'den o da Cündeb'den yoluyla rivâyet etmektedir.
İbnu'l-Münzir der ki: Biz Âişe
(radıyallahü anha)'dan kendisine büyü yapmış
bir cariyesini sattığını ve onun bedeli ile köle azad ettiğini rivâyet etmiş
bulunuyoruz. Yine İbnu'l-Münzir der ki:
Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur ve tevbe
etmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde onun aleyhine bu hususta bir
beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini ortaya koyarsa
hüküm böyledir.
Eğer kendisi ile büyü yaptığını
sözkonusu ettiği sözler, küfrü gerektiren sözler değil ise öldürülmesi câiz
değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası gerektiren bir cinayetin işlenmesi
sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kastetmiş ise büyücüye kısas uygulanır.
Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden olursa, o takdirde bunun diyetini
ödemesi gerekir.
İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı bir
mes'ele hakkında ihtilaf edecek olurlarsa hükmü Kitap ve Sünnete en yakın olan
görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından büyücünün büyü sebebiyle
öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü, küfrü gerektiren bir büyü
olabilir. O takdirde onlardan gelen bu rivâyet
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
sünnetine uygun bir hüküm olur. Hazret-i Âişe'nin
büyücü bir cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivâyette sözü geçen
büyücü cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir.
Herhangi bir kimse Cündeb'in
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den:
"Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile boynunu uçurmaktır"
hadisini delil gösterecek olursa, bu hadis sahih olduğu takdirde
bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldürülmesini emretmesi" gibi bir
anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan
gelmiş bulunan "Müslüman bir
kimsenin kanı ancak üç şeyden birisi ile helal olur.."
Buhârî, Diyât 6;
Müslim, Kasâme 25, 26;
Ebû Dâvûd, Hudud 1;
Tirmizî, Hudud 15 v.s.
anlamındaki haberlere de uygun düşer.
Derim
ki: Bu, doğru bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır.
Ancak kesin bir kanaat ile mubah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hallerde
ise kesin kanaat sözkonusu değildir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Eğer
bu işi bilenler: Büyü ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçekleşebilir
veya şeytanın tazim edilmesi şartı ile
sözkonusu olabilir, diyecek olurlarsa o takdirde büyü küfrün bir delili olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İmâm
Şâfiî'den büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu
öldürmeyi kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş rivâyet
edilmiştir. Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldürülmez, bu
takdirde hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı
kişiye bir zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir.
İbnu'l-Arabî ise der ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri
bilmiyor. Sihrin gerçeği onun yüce Allah'tan
başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların kendisine nisbet
edildiği birtakım sözler topluluğudur. İkincisi
yüce Allah kitab-ı keriminde sihrin
küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki Süleyman"
sihir sözlerini söyleyerek
"kâfir
olmadı. Fakat o şeytanlar"
sihir ile ve onu öğretmek ile
"kâfir
idiler ki"
Hârut ile Mârut da insanlara:
"Biz
ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma"
diyorlardı. İşte bu ifadeler
konuya dair açıklamayı pekiştirici âyetlerdir.
İmâm
Mâlik mezhebine mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin kabul
olunmayacağına şunu delil gösterirler: Büyü, batınî bir iştir. Onu yapan kişi
açığa çıkarmaz. O bakımdan onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- bilinemez. Ancak
irtidat edip kâfir olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir.
İmâm Mâlik de der ki: Büyücü
veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden önce
tevbe ederek geldikleri takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise
yüce Allah'ın:
"Fakat
bizim azabımızı gördüklerinde îmanları onlara fayda vermedi"
(el-Mü’min, 40/85) âyetidir. işte bu
onlara azâbın nüzulünden önce imanlarının kendilerine fayda vereceğini
göstermektedir. Bu iki kişinin (büyücü ile zındıkın)
durumu da böyledir.
12- Zımmî Büyücü:
Zımmî büyücünün durumuna gelince,
öldürüleceği söylenmiştir. İmâm Mâlik ise
şöyle demektedir: Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öldürülmez.
Bunun dışında işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan
zimmet antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürülür.
İbn Huveyzimendad der ki: Büyücü
zımmî olduğu takdirde Mâlik'ten ona dair gelen rivâyetler farklı farklıdır. Bir
seferinde tevbe etmesi istenir. Tevbesi ise İslâm'a girmesidir derken, bir
seferinde de İslâm'a girse dahi öldürülür, demiştir. Harbî ise tevbe ettiği
tadirde öldürülmez. Yine Mâlik, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a söven zımmî
hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi istenir ve tevbe etmesi ise
İslâm'a girmesidir.
Bir başka seferinde ise: Öldürülür
ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine
İmâm Mâlik zımmî hakkında büyü yaptığı
takdirde cezalandırılacağını söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep
teşkil etmiş yahut herhangi bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza
uygulanır. İmâm Mâlik'ten başkası ise,
öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmî büyücülük yapmakla zimmet ahdini bozmuş olur.
Mirasçıları büyücüye varis
olamazlar. Çünkü büyücü kâfirdir. Ancak büyüsüne küfür denilemeyecek ise
istisnadır. İmâm Mâlik kocasının kendisine
yaklaşmasını önleyecek şekilde veya bir
başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat
öldürülmeyeceğini söylemiştir.
13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi
İstenir mi?
Büyücüden büyülediği kimseye
yaptığı büyüyü çözmesinin istenip istenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı
görüşlere sahiptir. Buhârî'nin kaydettiğine
göre Said b. el-Müseyyeb bunu câiz
görmüştür.
Merhum müfessirin işaret
ettiği ve Buhârî, Tıb 49 da yer alan ifade
şöyledir: "Katâde dedi ki: Sâid b. el-Müseyyeb'e sordum: Büyülenmiş
ya da karısına yaklaşamayan bir kimsenin bu
büyüsü çöz(dür)ülebilir.
Ya da ona nüşrâ yapılabilir mi? Dedi ki: Bunda
bir mahzur yoktur. Bunu yapanlar bununla islâh (arayı
düzeltmek) isterler. Çünkü fayda sağlayan
(sihir) yasaklanmamıştır."
el-Muzenî de bu görüşe meyyaldir. Hasan-ı Basrî
ise bunu mekruh görmüştür. en-Nehaî de der
ki: Nüşra (cin tarafından çarpıldığı zannedilen
kimseye yapılan bir çeşit manevî tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal
der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında
belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında
bunları döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Âyetu'l-Kürsî'yi okur, daha
sonra bu sudan üç yudum içer ve onunla gusleder.
Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu vesileyle gidecektir. Bu,
hanımına yaklaşmaktan alıkonulmuş erkeğe iyi gelir.
14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını
İnkâr Etmek:
Mu'tezilenin büyük bir çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkâr eder.
Onların bu inkârları ise aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının
gevşekliğini gösterir. Halbuki şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl
açısından imkânsız birşey değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları
onların varlığını göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir
kimsenin ise aklın varlıklarının câiz (varlığının
mümkün) olduğuna hüküm verdiği, buna karşılık şeriatin de sabit olduğunu
nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir görevidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Fakat
o şeytanlar kâfir idiler"
diye buyurduğu gibi bir başka yerde de:
"Şeytanlardan da onun için denize dalanlar... vardı."
(el-Enbiyâ, 21/82) ve buna benzer daha pek çok âyet. Cin Sûresi de
onların varlığını gerektirir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun
içinden kan gibi akıp dolaşır."
Buhârî, Ahkâm 21,
Bed'u’l-halk 11, İ'tikâf 11, 12; Müslim,
Selâm 23-24; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünnet 17,
Edeb 81; İbn Mâce, Siyam 65; Dârimi, Rikaak
66; Müsned, III, 156, 285, 309, VI, 337.
Ancak bazı kimseler bu hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını
imkânsız kabul etmişlerdir. Akıl ise cinlerin - eğer bazılarının hatta çoğu
kimsenin söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol
almalarını imkânsız kabul etmemektedir. Eğer cisimleri kesîf olsaydı yine de
onların insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu. Nitekim yiyecek ve
içecek de vücudun boş kısımlarına girebilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak
âdemoğlunun içinde bulunabilmektedirler.
15- İki Meleğe İndirilenler
"Babil'de iki meleğe de birşey İndirilmedi"
âyetinde yer alan O ) nely
edatıdır. Ondan önceki vav ile:
"Halbuki Süleyman kâfir olmadı"
âyetine atfedilmiştir. Çünkü yahudiler: Allah
Cebrâîl ve Mikâil ile büyüyü indirmiştir,
demişlerdi. Yüce Allah da bunu
reddetmekte, nefyetmektedir.
Bu âyette takdim ve tehir vardır.
İfadenin takdiri şöyledir: Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de birşey
indirilmedi, fakat şeytanlar kâfir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü Hârût
ile Mârût öğretiyorlardı.
Burada Hârût ile Mârût
yüce Allah'ın:
"Fakat
şeytanlar kâfir idiler"
âyetindeki
"şeytanlar"dan
bedeldir. Bu açıklama âyet-i kerîme ile ilgili açıklamaların en uygun olanıdır.
Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun dışındakilere de itibar
edilmez.
Çünkü büyü özlerinin latifliği ve
anlayışlarının inceliği dolayısıyla şeytanlar tarafından çıkartılmış birşeydir.
İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğraşanlar ise kadınlardır ve
(büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları
vakitlere rastlar. Yüce Allah da:
"Düğümlere üfüren (kadın)ların şerrinden"
(el-Felak, 113/4) diye buyurmaktadır. Şair de
"büyüye üfüren kadınların şerrinden rabbime sığınırım" demiştir.
16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan
"Şeyâtîn"den Nasıl Bedel Olabilir?
Birisi kalkıp: İki kişi çoğuldan
nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak kendisinden bedel yapılan seviyesindedir,
diyecek olursa buna üç ayrı cevap verilebilir:
1- İki kişi hakkında bazen çoğul
ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu
âyetinde olduğu gibi:
"Şayet
kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir."
(en-Nisâ, 4/11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve
bunun yerine altıda birini alması ancak iki veya
daha fazla kardeşin bulunması halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa
Sûresi'nde (sözü geçen âyetler açıklanırken)
buna dair açıklamalar gelecektir.
2- Hârut ile Mârût büyünün
öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı onlara uyanlar sözkonusu edilmeyip
bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın:
"Onun
üzerinde ondokuz (melek) vardır."
(el-Müddessir, 74/30) âyetinde olduğu gibi.
3- Şeytanlar arasında özellikle
Hârût ile Mârufun sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda ileriye gitmeleridir.
Allah'ın:
"O
ikisinde birçok meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır"
(er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Yine: "Cebrâîl
ve Mikâil" âyeti de buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de olsun Arap dilinde
olsun bu tür kullanımlar pek çoktur.
Kimi zaman ya şerefi
veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı
içerisinde bulunan bazı kişiler özellikle nas ile zikr edilebilir.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Şüphesiz İbrahim'e insanların en yakını, elbette ona uyanlarla şu
Peygamber ve ona îman edenlerdir."
(Âl-i İmrân, 3/68);
"Cebrâîl'e
ve Mikâil'e..."
(el-Bakara, 2/98)
Ya da yüce Allah'ın:
"Meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır"
(er-Rahmân, 55/68) âyetinde olduğu gibi. Hoş ve lezzetli olduklarından
ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da
anılmış olabilirler. Hazret-i Peygamber'in
şu âyetinde olduğu gibi.
"Yeryüzü bana mescid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı
kılınmıştır."
Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56;
Müslim, Mesâcid 3-5;
Ebû Dâvûd, Salât 24;
Tirmizî, Mevâkît 119, Siyer 5;
Nesâî, Gusl 26;
İbn Mâce, Taharet 90 vs...
Ya da bu âyet-i kerimede olduğu gibi isyanı,
serkeşliği dolayısıyla zikredilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Burada yer alan edatının büyüye
atfedildiği ve mef'ûl olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ism-i mevsûl anlamında
olur. Buna göre anlamı: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına
.. ve iki meleğe indirilenlere uydular," şeklinde olur. Bu durumda bu iki meleğe
indirilen büyü, insanlar için bir sınama ve bir fitne sebebi olur. Allah da
kullarını dilediği şeyler ile imtihan etmek hakkına sahiptir. Tıpkı Tâlût'un
nehri ile askerlerini sınadığı gibi. Bundan dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz
ancak bir imtihanız, yani Allah'tan gelmiş bir
sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber veriyoruz.
Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helâk olursun.
Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd,
İbn Abbâs, İbn
Ömer, Ka'b el-Ahbar,
es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda
rivâyetler gelmiştir: İdris (aleyhisselâm)
döneminde Âdem (aleyhisselâm)'ın çocukları
arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı.
Bunun üzerine yüce Allah: Eğer sizler
onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de
yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih
ederiz, bizim böyle birşey yapmamız yakışmaz, dediler. Bunun üzerine
yüce Allah: En hayırlılarınızdan iki melek
seçiniz diye buyurdu, onlar da Hârut ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere
indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden ismi Nabati
dilinde Bîdaht, Farisîde Nâhil, Arapçada da Zühre olan bir kadına gönüllerini
kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak
istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın haram kıldığı nefsi de
öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki
de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da
öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi
öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o ismi söyleyerek
yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.
Salim babasından o da Abdullah'tan
rivâyetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ahbar'ın
haber verdiğine göre bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Allah'ın
kendilerine haram kıldığı şeyleri işlediler.
Bu rivâyetten başka şöyle
denilmektedir: Bu iki melek dünya azâbı ile ahiret azabından birisini seçmekte
serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki melek
yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de azâb görmektedirler.
Denildiğine göre; Babil Irak
bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söylenmiştir.
Atâ'dan gelen rivâyete göre İbn Ömer,
Zühre ve Süheyl yıldızlarını gördüklerinde onlara söğüp sayar ve Süheyl,
Yemen'de insanlara zulmeden bir vergi memuru idi. Zühre ise Hârût ile Mârufun
birlikte olduğu kadındı, derdi.
Deriz ki: Bütün bunlar zayıftır. Bu
sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasından
olsun uzaktır, bunların hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vahyinin
eminleri olan peygamberlerine elçi
olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere aykırıdır. Bu gibi
şeyleri bunlar reddetmektedir. Çünkü melekler:
"Onlar
kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler"
(et-Tahrîm, 66/6);
"Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır,
sözle O'nun önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler."
(el-Enbiya, 21/26-27);
"Gece
ve gündüz durmaksızın teşbih eder, dururlar."
(el-Enbiyâ,
21/20)
Akıl, meleklerin günah
işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeylere aykırı işler yapmalarını,
onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey
yüce Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte
peygamberlerin, velilerin ve fazilet
sahibi ilim adamlarının korkmaları da burdandır. Şu kadar var ki aklen câiz
görülen böyle bir şeyin meydana gelmesi ancak sem' ile
(peygamberden gelen nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih
bir delil yoktur.
Böyle bir görüşün sahih olmadığının
delillerinden birisi de yüce Allah'ın
yıldızlan ve gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü
haberde şöyle denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen
yaratıldı: Zuhal, müşteri, behram, Utarit, zühre, güneş ve ay." İşte
yüce Allah'ın:
"Her
biri bir yörüngede yüzerler."
(el-Enbiya, 21/33)
âyetinin anlamı da budur. Böylelikle zühre ve Süheyl'in Âdem
(aleyhisselâm)'in yaratılışından önce varolduğu
isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize böyle birşey yakışmaz"
demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi fitneye düşüremezsin. Ancak böyle
birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız. Böyle bir sözün o şerefli meleklere
nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız. Allah'ın salât ve selamı hepsine
olsun. Çünkü yüce Allah onları tenzih
ettiği gibi onlar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara
yakışmayan her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin
izzet sahibi yüce ve münezzehtir.
17- İki Melek veya İki Melik:
İbn
Abbâs, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve
el-Hasen "el-Melekeyn" kelimesini lâm
harfini esreli olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır.
(Buna göre anlam: "...İki meliğe de..." şeklinde
olur.) İbn Ebzâ der ki: Bunlar Davud ve Süleyman'dır. Buna göre edatı
yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey
indirilmedi, anlamına gelir.) Ancak
İbnu’l
Arabî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir.
el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık
yapan iki tane Arap olmayan ve kâfir kimseler idi. Bu görüşe göre de mef'ûl
olur, nefy edatı olmaz. (Buna göre de anlam:
"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına ve iki hükümdara
indirilenlere uydular" şeklinde olur).
18- Babil:
"... Babil'de" âyetindeki Babil
kelimesi müennes, özel isim ve Arapça olmayan bir kelime olduğundan dolayı
munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin adıdır. Irak ve çevresi olduğu
söylenmiştir. İbn Mes'ûd Kûfelilere
şöyle demiştir: Sizler Hîre ile Babil arasında bir yerdesiniz.
Katâde
de der ki: Babil, Nasibin'den Radıyallahü anh'su'layn'e
kadar olan yerin adıdır. Kimisi de Mağrip'te bir yerdir, derken
İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür,
demektedir. Kimisi de: Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Babil adının verilişi hususunda
farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yıkılınca orada dillerin dağılması
(tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği
söylendiği gibi; sebebinin yüce Allah,
Âdemoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince bir rüzgar
gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve Allah orada
onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört bir tarafına
dağıttı. İşte bu ismi almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir.
Belbele,
el-Halil'in dediğine göre dağıtmak demektir.
Ebû Ömer İbn
Abdi’l-Berr der ki: Belbele (dillerin ayrılıp
dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz, Davud b. Ebû
Hind'in, İlbân b. Ahmer'den, onun İkrime'den,
onun İbn Abbâs'tan yaptığı şu rivâyettir:
Nûh (aleyhisselâm) Cudi'nin aşağı taraflarına
inince "Semânun" ismini verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün sabahı ettiğinde ora
halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü. Bunlardan bir tanesi de
Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu.
19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve
Mârût'un Fitnesi:
Abdullah b. Bişr el-Mâzinî
rivâyetle dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Dünyadan sakınınız. Nefsim elinde olana yemin
ederim, şüphesiz ki o Hârût ve Mâruftan bile daha büyüleyicidir."
İlim adamlarımız der ki:
Dünyanın Hârut ile Mârût'tan daha büyüleyici olması seni aldatıcılıklarıyla
büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermemesidir. Seni dünyaya hırsla
sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara girmeye, mal toplayıp
biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, nihayet seni Allah'a
itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riâyeti göstermene engel
olur. O halde dünya Hârût ile Mâruftan daha büyüleyicidir. Kalbini alır,
Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmekten alıkoyar. Onun
vaİsimlerina ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünyanın büyüsü ise onu
sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet almandır. Kalbini
kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kaptırmandır. Bundan
dolayıdır ki Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Bir
şeye olan sevgin kör ve sağır eder."
Ebû Dâvûd, Edeb 116;
Müsned, V, 194, VI, 450.
diye buyurmaktadır.
20- Hârut ile Mârût:
Hârût ve Mârût Arapça olmayan özel
birer isimdir. Çoğulları Hevârît ve Mevârît gelir. Hevârite ile Huvvâr, Mevârite
ile Muvvâr da denilir. Câlût ile Tâlût da böyledir.
Bunların iki melek olup
olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha önceden işaret edilmiştir.
ez-Zeccâc der ki: Ali
(radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene yemin olsun. Şüphesiz ki bu
iki melek onları büyüye karşı uyarmak kastıyla büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye
çağırmak kastıyla büyü öğretmiyorlardı. Nitekim:
"Yemin
olsun Âdemoğullarını tekrim ettik (üstün ve şerefli
kıldık)"
(el-İsra, 17/70)
âyeti "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir.
ez-Zeccâc der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar
(aklî ilimler) âlimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun
anlamı şudur: Onlar insanlara bu işi yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi
yapmayınız, kişi ile hanımını birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere
sapmayınız, diyorlardı. Onların üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Âdeta
insanlara: Bu işi yapmayınız emri inmiş gibi. Buna göre; "öğretmiyorlardı" âyeti
"bildirmiyorlardı" anlamındadır. Nitekim: "Yemin olsun Âdemoğullarını tekrîm
ettik" âyetindeki "kerremnâ"nın "ekremnâ" yani
ona ikramda bulunduk, anlamında kullanılması da böyledir.
21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir
Öğretmeleri:
"Biz
ancak bir imtihanız. Sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi."
Bu
şekilde Hârut ile Mârût fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya" ise
fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir.
Ne ile kâfir olunacağı hususu
ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kâfir olmaktır, derken,
kimileri de büyü yapmak suretiyle kâfir olmaktır, demişlerdir. el-Mehdevî'nin
naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çünkü onlar bu sözlerini ancak
sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyorlardı.
Tercümede kesinti olmaması için, bir sonraki
paragraf ile yeri değiştirilmiştir.
"Kimseye öğretmezlerdi"
âyetindeki te'kid için zaiddir.
(O bakımdan mealde karşılığı yoktur).
"...demedikçe"
âyetinde fiil, ile nasb edildiğinden fiilin
sonundan "nûn" harfi hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakîfliler bunu "ayn" harfi ile
şeklinde söylerler.
"Öğretmezlerdi"
âyetindeki zamirler Hârût ile Mârût'a aittir.
"Öğretmezlerdi"
kelimesi hakkında iki görüş vardır.
Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek
(ta'lim)"den gelmektedir. İkinci görüşe göre
ise "öğretmekten (ta'limden)" değil de "i'lâm
(bildirmek)"den gelmektedir. Bu görüşe göre bu
kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap dilinde Bildirdi
anlamında; öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bunu
İbnu'l
Arabî ve İbnu'l Enbarî zikreder. Ka'b b. Mâlik bu anlamda olmak üzere
şöyle der:
"Resûlüllah bana
bildirdi senin bana yetişeceğini
Ve senden yapılan bir tehdit bizzat elle yakalamak
gibidir."
el-Kutamî de şöyle demiştir :
"Sapıklıktan sonra doğruluk olduğunu ve
Bu sapıklığın bir gün gelip dağılacağım bildirdi."
Züheyl de şöyle demiştir:
"Ey filan, sana Allah'ın adına yemin ederek şunu
bildiriyorum:
Gücünü iyi ölç, biç ve nerede yürüdüğüne dikkat et."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Şunu bil ki, uğursuzluk yoktur
Ancak uğursuzluk peşinde olana
(var) ki o da ölümdür."
22- Büyücünün Gücü:
"İşte
ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi."
Sîbeveyh der ki: Bunun takdiri şudur:
Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen olur" âyeti gibidir. Bunun:
"Öğretmezlerdi"
âyetine mahallen atıf olduğu da söylenmiştir.
Çünkü
"öğretmezlerdi"
âyetinin başına her ne kadar olumsuzluk "mâ"sına
gelmiş ise de muhtevası öğretmekte olumluluk ifade eder.
el-Ferrâ''nın görüşüne göre bu,
"İnsanlara sihri öğretiyorlardı"
âyetine atfedilmiştir. "Onlar da o sihri
öğretiyorlardı" demek olur. Buna göre
"öğrenirlerdi"
âyeti:
"Biz
ancak bir imtihanız"
âyeti ile alakalıdır.
Yani onlara gider ve öğrenirlerdi, anlamına gelir.
es-Süddî der ki: Hârût ile Mârût yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız,
sakın kâfir olma, derlerdi. Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu
küllükte küçük abdestini boz, derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan semaya
doğru yükselen bir nûr çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar
ve kulaklarına girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördüklerini haber verdiği
vakit, o kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şeyleri öğretirlerdi.
Bir grup ilim adamı, büyücünün
yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böyle bir
ayrılık meydana getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği kanaatindedir.
Çünkü yüce Allah bunu büyüyü yermek ve
büyü öğretmenin nihaî sınırını belirtmek sadedinde sözkonusu etmiştir. Eğer
bundan daha fazlasını yapabilmek sözkonusu olsaydı onu da zikrederdi.
Bir diğer kesim şöyle demektedir:
Burada sözü geçen, çoğunlukla görülen durum dolayısıyladır. Büyünün sevmek ve
yermek gibi, kötülüklerin ortaya çıkmasına sebeb olmak gibi kalplerde etkisi
olduğu reddolunamaz. Bunun sonucunda büyücü koca ile karısını birbirinden
ayırır, kişi ile kalbi arasına engel olur. Bu da birçok acıları ve büyük
hastalıkları oraya yerleştirmekle sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile idrak
olunan hususlardır. Bunu inkâr eden hakka karşı bile bile inad eden bir
kimsedir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.
23- Büyünün Zararı:
"Onlar
Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi"
âyetindeki
"onlar"
büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söylendiği gibi şeytanlara olduğu da
söylenmiştir.
"Allah'ın izni"
iradesi ve hükmü ile -emri ile değil-
"olmadıkça onunla"
büyü ile
"hiçbir kimseye zarar verici değillerdir."
Çünkü
yüce Allah ahlaksızlığı emretmez ve
insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez.
ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre
"Allah'ın izni ile olmadıkça"
Allah'ın bilgisi dışında, anlamındadır.
en-Nehhâs da der ki: Ebû İshak'ın:
"Allah'ın izni ile olmadıkça"
ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını
vermesi bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak
olursa "ezen" sîgası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp
onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre,
mecazen bunu onlara mubah kılmış gibi olur.
24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:
"Ve
onlar kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyleri
öğreniyorlardı."
Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek
şeyler alsalar dahi ahirette kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı.
Bu zararın dünya hayatında da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve
eşleri birbirinden ayırmanın zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatında da
büyücü için zararlı olur. Çünkü o takdirde te'dib edilir, cezalandırılır. Ve
büyünün kötülüğü gelip ona da çatar. Âyetin geri kalan kısmı ise -âyetlerinın
anlamı daha önceden geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır.
"
Yemin olsun ki onlar onu satın alan kimsenin"
âyetinin baş tarafındaki "lâm" harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade
eder. Bu âyetteki kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Çünkü bu
lâm'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat "ellezi" ism-i mevsûlu
manasındadır. el-Ferrâ' der ki: Buradaki bu
edat şarttır. ez-Zeccâc ise burası şartın
sözkonusu olabileceği bir yer değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsûldur. Bu
ifade: Yemin olsun ben sana gelen kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu
biliyordum," demeye benzer. "Biliyorlardı" âyetinin başındaki "lâm" da te'kid
içindir.
"Onu
satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı."..
hiçbir nasib..." âyetindeki zaiddir. Bu edat olumlu cümlede zaid gelmez.
Basralıların görüşü budur.
Kûfelilerin görüşüne göre ise, olumlu cümlede de zâid olarak gelir.
Buna yüce Allah'ın:
"Günahlarınızı bağışlar"
(Nûh, 71/4) âyetini örnek gösterirler.
Âyet-i kerimede geçen "el-halâk":
Mücâhid'in açıklamasına göre pay demektir.
ez-Zeccâc der ki: Dilcilere göre de bunun
anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan ele geçen pay dışındaki paylar
hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır.
Burada:
"Yemin
olsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını
biliyorlardı"
âyetinde onların bildiklerini haber vermekte; daha
sonra ise:
"Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş
olsalardı"
âyetinde de bilmedikleri haber verilmektedir? diye
sorulmuş ve buna Kutrub ve
el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş
ile cevap verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, kendilerini satanların
ise bilmeyen insanlar olması sözkonusudur.
ez-Zeccâc der ki: Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bence daha uygun
olan açıklama:
"Yemin
olsun ki onlar... biliyorlardı"
âyetinde, bilenlerin iki melek olduğudur. Çünkü bu
işi bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkında
"biliyorlardı"
diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye
benzer. ez-Zeccâc da şöyle demiştir:
Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat:
"Keşke
bilmiş olsalardı"
diye buyurulmasının anlamı ise şudur:
Yani onlar bu işleri yapmak suretiyle bilmeyen
kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine aykın davranan
kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü onlar ilimleriyle
ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol göstericilik beklediler.
103
Eğer onlar îman edip de sakınmış olsalardı elbette Allah'ın
sevabı daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
"Eğer
onlar îman edip"
büyüden
"de
sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu"
âyetinde yer alan
"elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu"
âyeti bir kesime göre:
"Eğer
onlar îman edip sakınmış olsalardı"
âyetindeki şartın cevabıdır.
el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir:
"Buradaki
"eğer"in
cevabı âyetin lâfzında verilmemiştir. Bunun cevabı anlamında gizlidir.
Yani onlara sevap verilirdi, demektir,
"eğer
onlar"
âyetindeki (........) ref’ mahallinde olup:
Şayet îman etmeleri gerçekleşmiş olsaydı onlara sevap verilirdi, demek olur.
Çünkü " Eğer"den sonra, mutlaka fiil, ya açık olarak
ya da gizli olarak gelir. Çünkü bu edat, -mutlaka bir cevabının gelmesi
gerektiğinden- şart edatları gibidir. den sonra da fiil gelir.
Muhammed b. Yezid der ki: " Eğer"
edatının cevabının gelmemesi, mazi fiilin manasını muzariye çevirmenin, bütün
şart edatlarının özelliği olmasından dolayıdır. Bu özellik, bu edatta
bulunmadığından dolayı, bunun cevabının (şart cezası)
gelmesi de câiz olmaz.
104
Ey îman edenler, "râinâ" demeyin "unzurnâ" deyin ve
dinleyin. Kâfirler için ise çok acıklı bir azap vardır.
Âyetine dair açıklamalarımızı beş
başlık halinde sunacağız:
1- Yahudilerin Bir Başka
Cahillikleri:
"Ey
îman edenler, 'râinâ' demeyin"
âyeti ile yahudilerin cahilce bir başka tutum ve davranışları sözkonusu
edilmektedir. Bundan maksat ise müslümanlara benzeri davranışları yasaklamaktır.
Sözlükte "râinâ"nın gerçek anlamı
sen bizi gözet, biz de seni gözetelim, şeklindedir. Çünkü "mufâale" kipi
karşılıklı olarak iki taraftan yapılan iş hakkında kullanılır. Buna göre bu
kelime "Allah sana riâyet etsin"den gelir. Yani
sen bizi koru biz de seni koruyalım, sen bizi gözet biz de seni gözetelim.
Bu kelimenin "bize kulak ver"
yani bizim sözlerimizi de dinle anlamında olma
ihtimali de vardır. Ancak bu şekilde bir hitap, biraz katı ve ağır bir hitaptır.
O bakımdan yüce Allah
mü’minlere kelimelerin en güzelini,
anlamların da en incelerini seçmelerini emretmektedir.
İbn
Abbâs der ki: Müslümanlar Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e bize de dönüp
bak anlamında Hazret-i Peygamber'den
talep ve arzularını ifade etmek üzere "râina" diyorlardı. Ancak yahudilerin
dilinde bu kelime: İşit, işitmez olası anlamında bir hakaret manasındadır.
Yahudiler bunu ganimet bildiler ve: Biz ona önceleri gizlice söğüp hakaret
ediyorduk, şimdi açıktan açığa söğüp hakaret ediyoruz, demeye başladılar ve bu
şekilde Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap edip
kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa'd b. Muaz işitti. Sa'd onların
dilini biliyordu. Yahudilere: Allah'ın laneti üzerinize olsun. Eğer ben sizden
herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e
söylediğini işitecek olursam hiç şüphe etmesin boynunu uçururum. Yahudilerin:
Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz, demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu
ve lâfız olarak buna uygun ifade kullanırken, ondaki kötü anlamı kastetmek üzere
yahudiler onlar gibi söylemesinler diye bu sözü söylemeleri yasaklandı.
2- Bu Âyet; Kötü Anlama Gelme
İhtimali Olan Sözler Söylemekten Uzak Durmaya ve Seddü'z-Zerâi'e Delil
Gösterilmiştir:
Bu âyet-i kerimede iki hususa
delil vardır. Birincisi değerini küçültmek
kasdıyla ta'riz anlamına gelme ihtimali olan sözler söylemekten uzak durmaya
delil gösterilmiştir. Bundan ta'riz yoluyla zina iftirası
(kazf) istisna edilir. Çünkü bize göre bu
şekildeki ifadeler bile iftira haddini gerektirir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî ve onların
mezheplerine mensup ilim adamları ise bunu kabul etmez ve şöyle derler: Ta'riz
yollu (üstü kapalı) ifadelerin kazf
(zina iftirası) anlamına gelme ihtimali de
vardır, başka anlamlar ihtiva etmesi de muhtemeldir. Had ise şüphe ile düşürülen
hususlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın
izniyle en-Nûr Sûresi'nde gelecektir.
Bk. en-Nûr. 24/4-5 âyetler, 9 ve 10 başlıklar.
Delil olduğu ikinci husus
ise, Seddü'z-Zerâi ve kötülüğe götüren yolları tutmaktır.
İmâm Mâlik'in mezhebine mensup ilim
adamlarının ve kendisinden gelen bir rivâyete göre
Ahmed b. Hanbel'in kabul ettiği görüş budur. Bu ilkeye Kitap ve
sünnetteki, âyetler da delil teşkil etmiştir. Zerâi denilen şey, bizatihi men
edilmemiş ancak onun işlenmesi halinde, men edilmiş bir şeye düşmekten korkulan
iştir.
Zerâi, sözlükte bir şeye götüren yol ve araç
anlamındadır.
Seddü'z-Zerâi'in Kitaptan
(Kur'ân'dan) delili bu âyet-i kerimedir. Bunu
delil gösterme şekli şöyledir: Yahudiler bu kelimeyi söylüyorlardı. Dillerinde
ise bu kelime sövmek ve hakaret anlamını taşıyordu.
Yüce Allah onların bu işi yaptıklarını
bildiğinden bu lâfzı kullanmayı yasakladı. Çünkü bu kelimeyi kullanmak sövmenin
bir yolu olarak kullanılmaktaydı.
Yüce
Allah'ın:
"Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyiniz. Onlar da Allah'a bilgisizce
söverler"
(el-En'am, 6/108)
âyeti, benzeri ile karşılık verirler korkusuyla müşriklerin ilahlarına sövmeyi
yasaklamaktadır. Yine:
"Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor..."
(el-A'raf, 7/163) âyetinde
yüce Allah onlara Cumartesi günü
avlanmalarını yasaklamıştı. Ancak Cumatesi günleri balıklar kıyılarına akın akın
gelirdi. Yani açık ve belli bir şekilde
geldikleri görülüyordu. Cumartesi günü balıklar için setler yaptılar ve pazar
günü balıklarını yakaladılar. Onların yaptıkları bu setler avlanmanın bir
zeriası (yolu) idi.
Yüce Allah bundan dolayı onları maymunlara
ve domuzlara dönüştürdü ve bu tür işlerden sakındırmak anlamında bu hususu bize
sözkonusu etti. Yine yüce Allah Hazret-i
Âdem ile Havva'ya:
"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız"
(el-Bakara, 2/35) diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar da geçmiş
bulunmaktadır.
Bu âyetin açıklaması yapıldığında yedinci başlıkta
İbn Atiyye'nin: "İşte bu Seddü'z-Zerai'e
açık bir misaldir" dediği de geçmişti.
Sünnetten Seddü'z-Zerai'e ait
delillere gelince bu konuda sabit pek çok
Hadîs-i şerîf bunun delilini teşkil etmektedir. Bunlardan birisi
Âişe (radıyallahü
anha)'dan gelen Hadîs-i şerîftir:
Umm Habibe ve Umm Seleme (Allah hepsinden razı olsun)
Habeşistan'da gördükleri bir kiliseyi sözkonusu etmişlerdi. Orada birtakım
resimler, tasvirler vardı. Bunu Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlattılar.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:
"Onlar arasında salih bir kimse öldü mü kabri üzerinde bir mescid inşa eder ve
orada o gördüğünüz resimleri yaparlardı. Bunlar Allah katında yaratıkların en
kötüleridirler." Bu hadisi
Buhârî ve
Müslim rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Salât 48, 54, Cenâiz 70, Menâkıbu'l-Ensâr 37;
Müslim, Mesâcid 16.
İlim adamlarımız der ki: Bu
işi ilk yapanlar o resimleri görerek teselli bulsunlar ve onların salih
hallerini hatırlayıp onlar gibi gayret göstersinler, kabirlerinin yakınında
Allah'a ibadet etsinler diye yapıyorlardı. Bu şekilde uzun bir zaman geçti. Daha
sonra arkalarından onların maksatlarını bilmeyen nesiller geldi. Şeytan bunlara:
Sizin babalarınız ve atalarınız bu surete ibadet ediyorlardı diye vesvese verdi,
onlar da bu şekilde o suretlere ibadete koyuldular. İşte
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) benzeri bir davranıştan sakındırmakta ve bu
tür işleri yapan kimselerin davranışlarını şiddetli bir tepkiyle karşılamakta ve
tehditte bulunmaktadır. Böyle bir sonuca götüren yolu
(zerîayı) da kapatarak şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberlerinin
ve aralarındaki salih insanların kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah ileri
bir şekilde gazap eder."
Muvatta’'',
Sefer 85.
Bir başka
Hadîs-i şerîfte de:
"Allah'ım, kabrimi tapınılan bir put kılma"
Muvatta’'', Sefer 85.
diye
buyurmaktadır.
Müslim'in
rivâyetine göre en-Numan b. Beşir şöyle demiş:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı
şöyle buyururken dinledim:
"Helal açık bir şekilde bellidir,
haram da açık bir şekilde bellidir, ikisinin arasında ise şüpheli bazı hususlar
vardır, kim şüpheli hususlardan sakınırsa dinini, namusunu korumuş olur. Kim
şüpheli şeylere de düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı girilmesi yasak olan bir
bölge çevresinde koyunlarını otlatan çobanın o yasak bölgeye düşme ihtimalinin
yüksek olduğu gibi."
Buhârî,
Îman 39, Buyû’ 2; Müslim, Müsâkât 107;
Ebû Dâvûd, Buyû’ 3;
Tirmizî, Buyû’ 1;
Nesâî, Buyû’ 2; Kudât 11;
İbn Mâce, Fiten 14;
Dârimî, Buyû’ 1;
Müsned, IV, 267, 269-271, 275.
Görüldüğü gibi burada
Hazret-i Peygamber, haram şeylere düşme
korkusuyla şüpheleri işlemeye kalkışmayı yasaklamaktadır. İşte bu da zeria'yı
(kötülüğe giden yolu) kapamaktır.
Yine
Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sakıncalı olur korkusuyla sakıncası olmayan şeyi
bırakmadıkça kul takva sahibi kimseler derecesine ulaşamaz."
Tirmizî,
Kiyâme 19; İbn Mâce, Zühd 24.
Bir başka
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmaktadır:
"Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük günahlardandır."
Ashab-ı kiram, ey Allah'ın Rasûlü, hiç kişi anne ve babasına söver mi
diye sorunca şöyle buyurur: "Evet, bir başkasının babasına söver, o da onun
babasına söver, anasına söver, o da onun anasına söver."
Görüldüğü gibi
Peygamber Efendimiz, kişinin babasının
sövülmesine kendisini maruz bırakmayı bizzat kendi babasına sövmek gibi
değerlendirmiştir. Bir başka Hadîs-i şerîfte
de şöyle buyurulmaktadır:
"
'îne satışını yapıp ineklerin kuyruklarını arkadan yakalayıp ziraatçiliğe razı
olup cihadı terkettiğiniz takdirde Allah sizin üzerinize öyle bir zilleti
musallat kılar ki tekrar dininize geri dönünceye kadar bu zilleti sizden çekip
almaz."
Müslim,
Îman 146; Tirmizî, Birr 6;
Müsned, II, 164
(4) Ebû Dâvûd, Buyû’ 54;
Müsned, II, 42, 84.
Ebû
Ubeyd el-Herevî der ki: îne kişinin
bir başka kişiden fiyatı ve vadesi belli bir mal satın alması, sonra da o
satanın alıcıdan sattığı malı tekrar daha aşağı bir fiyata
(peşin olarak) satın almasıdır. Devamla der ki:
Eğer 'îne talebinde bulunan kimsenin huzurunda başka bir şahıstan belli bir
fiyata bir mal alıp kabzetse sonra bu malı, 'îne talebinde bulunan kişiye
kendisinin satın aldığından daha yüksek bir fiyata belli bir vadeye kadar satsa
bu müşteri de aldığı bu malı birinci satıcıya kendisinin aldığı fiyattan daha
düşük ve peşin paraya satsa bu da aynı şekilde 'îne satışıdır. Bununla birlikte
birincisinden daha hafiftir. Böyle bir satış bazı fakihlere göre câiz
görülmüştür. Buna 'îne deniliş sebebi ise 'îne talebinde bulunan kimsenin nakit
para elde etmesidir. Çünkü "ayn" hazırda bulunan mal demektir. Müşteri de bu
malı onun vasıtasıyla peşin bir ayn elde etmek için satmak üzere satın alır.
İbn
Vehb'in Mâlik'ten rivâyetine göre: Zeyd b.
Erkam'ın kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesi (Umm
Veledi) Âişe
(radıyallahü anha)'a; Zeyd'den maaşının
verileceği zamana kadar sekizyüze (dirheme) bir
köle sattığını, sonra bu köleyi ondan peşin altıyüze satın aldığını sözkonusu
eder. Hazret-i Âişe şöyle der: Sattığın ve
satın aldığın ne kadar kötü! Git Zeyd'e bildir ki eğer o tevbe etmeyecek olursa
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yaptığı cihadını boşa
çıkartmış olur.
Dârakutnî,
III, 52
Böyle bir söz kişisel görüşe
dayanılarak söylenemez. Çünkü amellerin boşa çıkartılması ancak vahiy yoluyla
bilinebilecek bir husustur. O halde bunun
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e
merfu' olduğu sabit olur. Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh) da şöyle demiştir: Ribayı da
rîbeyi de (şüpheliyi de) terkediniz.
İbn Abbâs da, aralarında ek bir menfaat
sağlayan bir şekilde dirhemlerin dirhemlerle satılmasını yasaklamıştır.
Metinde yer alan "Harire" kelimesi konuya uygun
bir anlam taşımadığından, yazma nüshalardan birinde yer aldığı belirtilen
"cerîre" kelimesine göre tercüme yapılmıştır.
Derim ki,
İşte bunlar bizim Seddü'z-Zerai'e ait delillerimizdir.
Mâlikîler buna dayanarak Kitabu’l-Acâl
Mâlikîlerin
"Beyu’l-Âcâl: vadeli satışlar" dedikleri bir çeşit 'îne satışıdır. Bk. Dr. Vehbe
ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- İslâmi, IV, 466, 508 vd.
ve onun dışında satış ve benzeri birtakım mes'eleleri sözkonusu etmişlerdir.
Şâfiî mezhebinde
(fıkıh kitaplarında) Kîtabu’l-Acâl diye bir bölüm yoktur. Çünkü bu onlara
göre bağımsız ve çeşitli akidlerdir ve onlar şöyle derler: Eşyada aslolan
zahirlerdir, zanlar değildir. Mâlikîler ise
'îne satışında arada sözkonusu edilen malı daha fazla miktarda para elde etmek
için satışı helal kılıcı bir unsur olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bunun
bizzat faiz olduğu bilinmelidir.
3- İstismar Kapılarının Kapatılması:
"Râinâ
demeyin"
âyeti deha önceki açıklamalarda da belirtildiği
gibi böyle demenin haram olmasını gerektiren bir nehiy
(yasak)dir. el-Hasen ise bu kelimeyi
"râinen" şeklinde tenvinli olarak okumuş ve bunun böyle bir söz söylemekten
vazgeçin, anlamına geldiğini söylemiştir. Yani
siz bu tür sözler söylemeyin, demek olur. Zir b. Hubeyş ve
el-A'meş ise bunu: "Râûnan" şeklinde
okumuşlardır. Dağdaki burun gibi çıkıntıya "radıyallahü
anh'n" denilir. Dağınık ordu veya
çıkıntısı bulunan dağ için "er'an" tabiri kullanılır. Delilleri darmadağınık ve
aklını bir noktada toparlayamayan kimse hakkında da "er'an adam" denilir.
Bu açıklamalar
en-Nehhâs'a aittir. İbn Fâris ise şöyle
demektedir: Bu kelime ahmakça davranan erkek hakkında
radıyallahü anh'n şeklinde, kadın hakkında da
radıyallahü anh'nâ şeklinde kullanılır. Basra'ya "radıyallahü
anh'nâ" deniliş sebebi ise dağın burun gibi çıkıntısına benzediğinden
dolayıdır. Bu açıklamaları İbn Dureyd yapmış olup buna dair de el-Ferazdak'ın şu
beyiti"ni delil gösterir:
"Amr b. Utbe ve onun için umutlarım olmasaydı
Radıyallahü anh'nâ
olan Basra benim için vatan olmazdı."
4-
Peygamber’e Saygı ve Ta'zimin Gereği:
"Unzurnâ"
deyin âyeti ile yüce
Peygamber'e saygılı bir şekilde hitap
etmekle emrolunmaktadırlar. Bize dön, bize de yönel, anlamındadır.
Burada ta'diye harfi
(fiilin geçişli olmasını sağlayan edat) hazf
edilmiştir. Şairin şu beytinde olduğu gibi.
"Güzellikleri apaçıktır o kadınların
Erâk ağacına ceylanın bakışı gibi bakışları."
Mücâhid der ki: Bu, bize iyice anlat ve iyice açıkla anlamındadır. Bizi
bekle, bizim için bu hususta ağırdan al, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair
bu anlamda şöyle demektedir:
"Siz bana kısa bir süre dahi mühlet verecek olursanız
Umm Cündeb'in yanında bunun faydasını görürüm."
Âyetin zahirinden anlaşılan ise,
durumun da nazar-ı itibara alınması ile birlikte gözle bakma talebinde
bulunmaktır. Aynı zamanda bu, "râinâ" demenin de anlamını ifade eder.
Bu şekilde
mü’minlerin kullanacakları lâfız
değiştirilerek gösterilmiş ve yahudilerin sövmek için bir araç olarak
kullandıkları bir kelime ortadan kalkmış olmaktadır.
el-A'meş ve başkaları ise bu kelimeyi "enzirnâ" şeklinde elifi kat'
ederek ve "zı" harfini de esre ile okumuşlardır. Yani,
senin söylediğini iyice anlayıncaya, senin âyetlerini telakki edinceye kadar
bize mühlet ver, bize süre tanı anlamındadır. Şair der ki:
"Hind'in babası, bize aceleci davranma!
Bize bir süre tanı ki, sana kesin olanı bildirelim."
5- Dinleyin:
Yüce
Allah bir kelimeyi kullanmayı yasaklayıp bir başka kelimeyi
kullanmayı emrettikten sonra
"ve
dinleyin"
diye itaati de kapsayan "dinleme"yi teşvik
etmekte, arkasından da emrine aykırı hareket edip kâfir olan kimselere acıklı
bir azap bulunduğunu belirtmektedir.
105
Ehli kitaptan olsun müşrikler olsun,
(bütün) kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir
hayrın indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah
büyük lütuf sahibidir.
"Ehl-i
kitaptan olsun, müşriklerden olsun (bütün)
kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler"
böyle bir şeyi
arzulamazlar. Bu kelimeye (istemek anlamına gelen
"vur" kelimesine) dair açıklamalar daha önceden
(96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Müşrikler kelimesinin
şeklinde ve Kâfirler" kelimesine atfedilerek okunması da -en-Nehhâs'a
göre- caizdir.
O takdirde mana: "Ehl-i Kitap'tan olan kâfirler de
müşrikler de Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler"
şeklinde olur.
"Allah
ise rahmetini dilediğine has kılar."
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh) der ki:
"Rahmetini"
yani nübüvvetini
"dilediğine has kılar."
Allah bu rahmetini özel olarak Hazret-i
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e tahsis etmiştir. Kimileri de rahmetten
kasıt Kur'ân-ı Kerîm'dir derken; şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerimede sözü edilen
"rahmet" yüce Allah'ın geçmiş ve gelecek
kullarına bağışlamış olduğu bütün rahmet türlerini kapsayan genel bir ifadedir.
Rikkat gösterip inceldiği takdirde
Merhamet etti, merhamet eder, denilir. İbn Fâris'e göre ruhm, merhamet ve rahmet
aynı anlamdadır. Allah'ın kullarına rahmeti ise onlara nimetler bağışlaması,
onları affetmesidir. "Allah büyük lütuf sahibidir."
|