FÂTİHA SÛRESİ
(Mekke'de Nazil Olmuştur. 7 Âyettir.)
Sûrenin Fâziletleri ve İsimleri
Buna dair açıklamalarımızı yedi
başlık halinde sunacağız:
1- Sûrenin Fazileti:
Tirmizî'nin
Ubey b. Ka'b'dan rivâyetine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Allah Tevrat'ta da İncil'de de
Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'ın anası olan Fâtiha sûresi) gibisini indirmemiştir. es-Seb'ul-Mesânî
odur. Yüce Allah da buyuruyor ki o, benim ile kulum arasında ikiye pay
edilmiştir. Kuluma da istediği verilecektir."
Tirmizî,
Tefsir 15. sûre 4. hadis
İmâm Mâlik
de el-A'la b. Abdurrahmân b. Yakub'dan şunu rivâyet etmektedir: Abdullah b. Amir
b. Keriz'in azatlısı Ebû Said'in kendisine haber verdiğine göre
Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) namaz kılmakta olan Ubey b. Ka'b'a seslenmiştir... dedi
ve hadisin geri kalan kısmını zikretti.
Muvatta’',
Salât 37.
İbn
Abdi’l-Berr der ki: Ebû Said'in ismi tesbit edilememektedir. Medineliler
arasında sayılır. Ebû Hüreyre'den rivâyeti
ve bu hadisi mürseldir. Yine bu Hadîs-i şerîf
Ebû Said b. el-Mualla'dan da rivâyet edilmiştir. Bu ashab-ı kiramdan birisi olup
yine adının ne olduğu tesbit edilememiştir. Bu hadisi Ebû Said'den Hafs b.
Âsım ve Ubeyd b. Huneyn rivâyet etmişlerdir.
Derim
ki: Aynı şekilde et-Temhid'de de: "Onun ismi tesbit edilememektedir"
demiştir. Ayrıca es-Sahabe, el-İstîâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb adlı eserinde de
ismiyle ilgili görüş ayrılıklarını sözkonusu etmektedir. Bu
Hadîs-i şerîfi
Buhârî de Ebû Said el-Mualla'dan rivâyet
etmiştir.
Ebû
Said, dedi ki: Mescidde namaz kılıyordum.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
beni çağırdı, ancak ben onun çağrısına cevap vermedim.
(Daha sonra): Ey Allah'ın rasülü namaz
kılıyordum, dedim (ve mazaretimi beyan ettim).
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Yüce Allah:
"Sizi
çağırdığı zaman Allah'ın ve Rasûlünün çağrısına uyun"
(el-Enfal, 8/24)
diye buyurmuyor mu?"
Daha sonra şöyle devam etti:
"Şüphesiz ben mescidden çıkmadan
önce Kur'ân-ı Kerîm'deki en büyük sûreyi sana öğreteceğim."
Sonra elimden tuttu. Mescidden çıkmak istediğini görünce ona şöyle
dedim: Bana Kur'ân-ı Kerîm'deki en büyük sûreyi öğreteceğini söylememiş miydin?
Şöyle buyurdu: "O: El-hamdülillahi
rabbi'l âlemîndir. es-Seb'u’l-Mesânî ve bana verilen Kur'ân-ı azîm odur. "
Buhârî,
Tefsir, 1. sûre 1.
İbn
Abdi’l-Berr ve başkaları şöyle demektedir: Ebû Said b. el-Mualla ensarın
en değerlilerinden ve ileri gelen efendilerindendir. Bunu sadece
Buhârî rivâyet etmiştir. İsmi Rafı'dir.
Adının el-Haris b. Nufey' b. el-Mualla veya Evs
b. el-Mualla olduğu da yahut Ebû Said b. Evs b. el-Mualla olduğu da söylenir.
Altmış dört yaşında ve yetmişdört hicri yılında vefat etmiştir. Kıblenin
değiştirildiği sırada Kabe'ye doğru ilk namaz kılan kişi odur. İleride
gelecektir.
Baş tarafta kaydettiğimiz Ubey b.
Ka'b'ın rivâyet ettiği hadisi tam bir senedi ile Yezid b. Zurey' kaydederek
şöyle demiştir: Bize Ravh b. el-Kasım, el-Ala b. Abdurrahmân'dan, o babasından o
da Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmakta olan Ubeyy b. Ka'b'ın yanına
çıktı... Daha sonra hadisin geri kalan kısmını aynı manada zikretti.
İbnu'l-Enbârî de "Kitabu'r-Red"
adlı eserinde şunu söylemektedir: Bana babam anlattı, bana
Ebû Ubeydullah el-Verrak anlattı, bize
Ebû Dâvûd anlattı, bize Şeyban, Mansur'dan o
Mücâhid'den anlatarak dedi ki: Şüphesiz
İblis (Allah'ın laneti üzerine olsun) dört defa
sarsıla sarsıla inlemiştir. Lanete uğradığı zaman, cennetten indirildiği zaman,
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber
olarak gönderildiği zaman ve Fâtihatü'l-kitab indirildiği zaman. Ve o sûre
Medine'de indirildi.
2- Sûreler, Âyetler ve Allah'ın
Güzel İsimleri Arasında Fazilet Farkı:
İlim adamları bazı sûre ve
âyetlerin diğer bir kısmından, yüce Allah'ın
güzel isimlerinden bazısının diğer bazısından üstün olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, şöyle der: Bir kısmının diğer bir kısmına
üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi Allah'ın kelamıdır. İsimleri de böyledir. Birinin
diğerine üstün olması sözkonusu değildir. eş-Şeyh
Ebû'l-Hasan el-Eş'ari, Kadi Ebû Bekir b. et-Tayyib, Ebû Hakim Muhammed b. Hibban
el-Bustî ve fakihlerden bir grup bu kanaattedir.
İmâm Mâlik'ten de bu anlamda bir rivâyet gelmiştir. Yahya b. Yahya der
ki: Kur'ân'ın bir kısmının diğer kısmına üstün olduğunu kabul etmek
yanlışlıktır. Aynı şekilde İmâm Mâlik de
sadece bir sûrenin defalarca tekrarlanıp durmasını
(diğerlerinin okunmamasını) mekruh görmüştür.
(Yahya b. Yahya) İmâm Mâlik'ten
yüce Allah'ın:
"Ondan
daha hayırlısını... getirmedikçe."
(el-Bakara, 2/106)
âyeti hakkında şöyle demiştir: Yani nesh edilen
âyet yerine muhkem bir âyet getiririz, demektir.
İbn Kinane de bütün bu kanaatlerin
benzerini İmâm Mâlik'ten rivâyet etmiş
bulunuyor. Bu görüşü savunanlar, şu şekilde delil getirirler: Birşeyin daha
üstün olması kendisinden üstün olanın eksikliği izlenimini verir. Halbuki
bunların hepsi özleri itibariyle birdir. Bu da Allah'ın kelamı olmaktır.
Yüce Allah'ın kelamında ise eksiklik
sözkonusu olmaz.
el-Busti
der ki: Hazret-i Peygamber'in:
"Tevrat'ta da İncil'de de Ümmü'l-Kur'ân gibisi yoktur"
âyetinin
anlamı şudur: Şanı yüce Allah; Tevrat ve
İncil'i okuyan kimseye Ümmü'l-Kur'ân'ı okuyan kişiye verdiği sevabın benzerini
vermez. Çünkü yüce Allah kendi lütfü ve
fazl-u keremiyle bu ümmeti diğer ümmetlerden üstün kılmış ve bu ümmete kendi
yüce kelamını okuması karşılığında diğer ümmetlere kendi kelamını okuması
karşılığında verdiği lütuf ve faziletten fazlasını vermiştir. Bu da Allah'ın bu
ümmete bir lütfudur.
Yine el-Busti der ki:
Hazret-i Peygamber'in:
"En
büyük sûre"
ifadesi ile kastettiği ecir itibariyle en büyük sûredir. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm'in
bir kısmının bir diğer kısmından üstün olduğu anlamına gelmez.
Kimi ilim adamları da aralarında
üstünlük ve fazilet bakımından farklılık olduğu görüşündedir.
Yüce Allah'ın:
"Hepinizin ilahı tek bir ilahtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hem rahman
hem de rahimdir."
(el-Bakara, 2/163);
Âyete'l-Kürsî (el-Bakara, 2/255), Haşr
sûresinin son âyetleri (59/22-24) ve İhlas
sûresinde (112. sûre) bulunan
yüce Allah'ın vahdaniyyetine ve sıfatına
delalet eden âyetlerindeki özellikler, mesela:
"Ebû
Leheb'in iki eli kurusun"
(Tebbet, 111/1)
âyetinde ve benzerlerinde bulunmamaktadır.
Üstünlük âyet ve sûrelerin
ihtiva ettiği hayret verici anlamlar ve bu anlamların çokluğunda sözkonusudur.
Nitelik bakımından değildir. Bu görüş doğru görüştür. İshak b. Rahveyh
(radıyallahü anhhuye) ve onun dışında birtakım
ilim adamları ve kelamcılar üstünlük bulunduğu görüşünü kabul ederler. Kadı Ebû
Bekr b. el-Arabi'nin ve İbnu'l-Hassar'ın
tercih ettiği görüş de budur. Bu tercihe sebep ise (az
önce kaydedilen) Ebû Said b. el-Mualla tarafından rivâyet edilen hadis
ile Ubey b. Ka'b'dan gelen şu Hadîs-i şerîftir:
Ubey dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki:
"Ey Ubey, sana göre Allah'ın Kitab'ında en büyük âyet
hangisidir?"
Ben şöyle dedim: (Bana göre en büyük âyet):
"Allah
odur ki, ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Haydır, kayyumdur..."
(el-Bakara, 2/255) âyetidir. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) göğsüme vurdu ve şöyle dedi:
"İlme doyasın ey Ebû'l-Münzir (Ubey
b. Kab'ın künyesi)"
Bunu Buhârî ve
Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Salâtu'l-müsâfirîn 258; Ebû Dâvûd, Vitr 17.
İbnu'l-Hassar der ki: Bu
naslara rağmen konu ile ilgili görüş ayrılığından söz edenlere şaşarım.
İbnü'l-Arabi der ki: Hazret-i Peygamber'in:
"Allah Tevrat'ta ta İncil'de de ve Kur'ân-ı Kerîm'de de
onun benzerini indirmemiştir"
âyetinde diğer kitapları (indirilmiş
sahifeler, Zebur ve benzerlerini.) sözkonusu etmemesinin sebebi sözü
geçen bu kitapların en üstün ve faziletli olmalarından dolayıdır. Herhangi
birşey en faziletlinin de faziletlisi ise o vakit hepsinin de en faziletlisi
olur. Mesela, Zeyd, âlimlerin en faziletlisidir, dediğinizde insanların en
faziletlisidir, demek olur.
Fâtiha'da başka sûrelerde
bulunmayan birtakım nitelikler vardır. Hatta: Kur'ân-ı Kerîm'in tümü ondadır da
denilmiştir.
Bu sûre yirmibeş kelimedir ki
Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsamaktadır. Şanı
yüce Allah'ın bu sûreyi kendisi ile kulu
arasında ikiye ayırmış olması da bu sûrenin şerefi cümlesindendir. O olmaksızın
yüce Allah'a yakınlık
(namaz) sahih olmaz. Hiçbir amel onun sevabına
ulaşamaz. İşte bu bakımdan bu sûre Kur'ân-ı Azim'in anası
(Ummu'l Kur'ân) olmuştur. Nitekim:
"De
ki: O Allah'tır, bir ve tektir."
(el-İhlas, 112/1) diye başlayan sûre de
Kur'ân'ın üçte birine denktir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm tevhid, ahkam ve öğütler
ihtiva etmektedir. "De ki: O, Allah'tır, bir ve tektir" âyetinde ise tevhidin
bütünü açıklanmıştır. İşte bu anlamda Hazret-i
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in
Ubey b. Kab (radıyallahü anh)'a: Kur'ân-ı
Kerîm'de en büyük âyet hangisidir?" diye sorunca o da: "Allah odur ki, O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur, haydır, kayyumdur" diyerek Âyetu'l Kürsi olduğunu
söylemiştir. Bunun en büyük âyet olarak nitelendirilmesinin sebebi tümüyle
tevhidi kapsamasıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber'in:
"Benim ve benden önceki
bütün peygamberlerin söylediği en faziletli
söz: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tekdir, O'nun ortağı yoktur"
sözüdür
Muvatta’',
Hacc 246.
âyeti gereğince bu ifade zikrin en faziletlisidir.
Çünkü bu kelimeler tevhid ile ilgili bütün bilgileri ihtiva etmektedir. Fâtiha
sûresi de hem tevhidi hem ibadeti hem de öğüt ve hatırlatmayı ihtiva etmektedir.
Yüce Allah'ın kudreti için de böyle bir
şey uzak görülmemelidir.
3- Fâtiha ve Âyete'l-Kürsî:
Ali b. Ebî
Tâlib
(radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Fâtihatü’l-kitab Âyetül-Kürsi,
"Allah
kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını... açıkladı"
(Âl-i İmrân, 3/18);
"De
ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım..."
(Âl-i İmrân, 3-26-27)
âyetleri Arş'a asılıdır. Bunlarla Allah arasında bir perde
yoktur."
Bu hadisi Ebû Amr ed-Dânî, Kitabu'l-Beyan
adlı eserinde senedini kaydederek zikretmektedir.
4- Fâtiha Sûresinin Diğer İsimleri:
Bu sûrenin on iki tane ismi vardır:
1-
es-Salat (namaz)dır.
Yüce Allah (kudsî
hadiste) şöyle buyurmaktadır:
"Ben
namazı benim ile kulum arasında iki yarıya böldüm."
Müslim, Salât 38;
Muvatta’', Salat 39.
Bu Hadîs-i şerîf daha önce geçmişti.
2- Hamd sûresi: Çünkü bu
sûrede yüce Allah'a hamdden
sözedilmektedir. Tıpkı el-A'raf, el-Enfal, et-Tevbe ve benzeri sûreler denildiği
gibi.
3- Fâtihatü'l-Kitab: Bu
konuda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ona bu adın verilmesinin
sebebi Kur'ân-ı Kerîm'in lafzen kıraatine bu sûre ile başlanılmasıdır. Aynı
şekilde mushafların yazımına da bu sûre ile başlanılmaktadır. Namazlara da bu
sûre okunarak kıraate başlanılır.
4- Ummu'l-Kitab: Bu ismin
verilip verilmeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bunu câiz
görmekle birlikte Enes, el-Hasen ve
İbn Sîrîn bunu mekruh görmüşlerdir.
el-Hasen der ki: Ummu'l-Kitab
(kitabın anası) helal ve haramdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bir
kısım âyetler muhkemdir. Bunlar kitabın anası
(Ummu'l-Kitab)dır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir."
(Âl-i İmrân, 3/17) Enes ve
İbn Sîrîn de der ki: Ummu'l-Kitab Levh-i
Mahfuzun adıdır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki o, katımızdaki ana kitabda
(Ummu'l-Kitab'da yani Levh-ı Mahfuzda)dır."
(ez-Zuhruf,
43/4)
5-
Ummu'l-Kur'ân: Bunda da görüş ayrılığı vardır.
Çoğunluk bunu câiz görmekle birlikte Enes ve İbn
Sîrîn bunu mekruh görmüşlerdir. (Hoş
görmemişlerdir.) Ancak bu konuda sahih hadisler bu iki görüşü de
reddetmektedir. Tirmizî'nin rivâyetine göre
Ebû Hüreyre şöyle demiş:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"El-hamdülillah (yani Fâtiha sûresi) Ummu'l-Kur'ân'dır, Ummu'l-Kitabdır ve
es-Seb'u’l-Mesanidir."
Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih
bir hadistir.
Tirmizî,
Tefsir 15. sûre 3.; Dârimî, Fedailu'l-Kur'ân
12.
Buhârî
de der ki: Bu sûreye Ummu'l-Kitab ismi verilmiştir. Çünkü mushaflarda önce bu
sûre yazılarak başlanılır. Namazda da bu sûre okunarak kıraate başlanır.
Buhârî,
Tefsir 1, sûre 1.
Yahya b. Ya'mer der ki: Ummu’l-Kura (şehirlerin anası)
Mekke'dir. Ummu Horasan Merv'dir. Ummu'l-Kur'ân Hamd
(Fâtiha) süresidir. Buna Ummu'l-Kur'ân deniliş sebebinin Kur'ân'ın başı
olması ve ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsaması olduğu da söylenmiştir.
Mekke'ye Ummu’l-Kura deniliş sebebi ise, arzın ilkinin orası olması ve ordan
itibaren yuvarlaklaştırılmaya başlanmasıdır. Anaya "umm" denilmesi de bundan
dolayıdır. Çünkü ana, neslin esasını teşkil eder. Umeyye b. Ebi's-Salt da şu
beyitinde yerden "umm (ana)" diye
sözetmektedir:
"Arz bizim sığınağımızdır, bir zamanlar anamızdı
Kabirlerimiz ordadır ve orada doğuyoruz."
Savaşta kullanılan sancağa da "umm"
denilir. Buna sebep ise sancağın önde olması ve askerin de onu takip etmesidir.
"Umm" kelimesinin aslı dır. Bundan
dolayı bu kelimenin çoğulu şeklinde gelir. Yüce
Allah da:
"analarınız"
(en-Nisa, 4-23)
diye buyurmaktadır. Mim harfinden sonraki "lıe" harfi düşürülerek da denilir.
Şair der ki:
"Analarınla karanlığı açtın."
"Ummehât" şeklindeki çoğulun
insanlar hakkında, "ummât" şeklindeki çoğulun da hayvanlar hakkında
kullanılacağı da söylenmiştir. Bunu İbnu’l-Faris "el-Mücmel" adlı eserinde
zikretmektedir.
6- el-Mesâni
(tekrarlanıp duran): Bu sûreye bu adın veriliş
sebebi, her rek'atte tekrarlanmasıdır. Bu adın veriliş sebebinin bu sûrenin
istisna olarak yalnızca bu ümmete bildirilmiş olup bundan önce hiçbir ümmete
indirilmeyerek bu ümmet için saklanmış olmasıdır da denilmiştir.
7- el-Kur'ânu’l-Azim: Bu
ismin veriliş sebebi Kur'ân-ı Kerîmin bütün ilimlerini ihtiva etmesidir. Çünkü
bu sûre aziz ve celil olan Allah'a kemal ve celâl sıfatları ile senayı,
ibadetlerin yapılmasını ve ibadetlerin ihlâs ile yerine getirilmesi emrini,
yüce Allah'ın yardımı olmaksızın bu
ibadetin yerine getirilmesinden yana aciz kalınacağının itiraf edilmesini,
dosdoğru yola hidâyet hususunda ona dua edilmesini, sözlerini yerine
getirmeyenlerin hallerine düşmekten korumasının niyaz edilmesini ve inkarcıların
akıbetini beyan etmeyi ihtiva etmektedir.
8-
Şifa: Dârimî,
Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Fâtihatü'l-Kitab, her zehire karşı bir şifadır."
Dârimî,
Fedailu'l-Kur'ân 12'de: Abdülmelik b. Umeyr'den ve: "zehire karşı" yerine; "...
hastalığa karşı..." şeklinde.
9-
er-Rukye (manevi tedavi): Bu,
Ebû Said el-Hudrî'den gelen hadisle
sabittir. Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) kabilenin (yılan
tarafından sokulmuş) reisini Fâtiha'yı okuyarak tedavi eden adama şöyle
sormuştur:
"Sen onun bir tedavi (rukye) olduğunu nereden bildin?"
O: Ey Allah'ın Rasûlü, bu konuda içime böyle
birşey doğdu, cevabını verdi.
Buhârî,
İcare 16; Müslim, Selâm 65.
Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. İleride bütünüyle gelecektir.
10- el-Esas: Adamın birisi
eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette
bulundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okumaya
bak. Ben İbn Abbâs'ı şöyle derken dinledim:
Herşeyin bir esası vardır. Dünyanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan
yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Semanın esası Arîbâ denilen yedinci semadır.
Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn
cennetidir. Bu bütün cennetlerin göbeğidir ve cennet onun üzerinde tesis
edilmiştir. Ateşin esası ise cehennemdir. Bu da ateşin en alt tabakası olan
yedinci tabakadır. Diğer bütün tabakalar (derekeler)
onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Âdem'dir,
Peygamberlerin esası Nûh'tur,
İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esası Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası
Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânirrahîm'dir. O bakımdan sen
hastalanır veya rahatsızlanırsan Fâtiha
sûresini okumaya bak. Şifa bulursun.
11- el-Vâfiye: Bunu
Süfyan b. Uyeyne söylemiştir. Çünkü bu sûre
ikiye bölünmez ve parçalanmayı kabul etmez. Bir kişi namaz kıldığı rek'atlerin
birinde başka sûrelerden herhangi birisinin yarısını okusa, diğer rek'atinde de
öbür yarısını okusa bu yeterli gelir. Fakat Fâtiha sûresi iki rek'ate bölünerek
her birisinde yarımşar okunursa câiz olmaz.
12-
el-Kâfiye: Yahya b. Ebi Kesir der ki: Çünkü bu sûre başkasının yerine kafi
gelir, fakat başka sûre onun yerine kafi gelmez
(yerini tutmaz). Buna Muhammed b. Hallad el-İskenderani'nin şu rivâyeti
de delalet etmektedir: Muhammed b. Hallad dedi ki:...
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ummu’l-Kur'ân (yani Fâtiha sûresi) başkasının yerini tutar, fakat başkası onun
yerini tutamaz."
Dârakutnî,
I, 322; Müstedrek, I, 238.
5- Fâtiha'nın Tedavi Edici Bölümü:
el-Muhelleb dedi ki: Fâtiha
sûresinin tedavi edici bölümü: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım
dileriz" bölümüdür, sûrenin tümünün tedavi edici
(rukye) olduğu söylenmiştir. Çünkü
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
durumu kendisine bildiren kişiye:
"Onun
bir rukye olduğunu nerden bildin? "
diye sormuş, fakat: "Onda rukye
(tedavi edici) bir bölüm olduğunu nerden
bildin?" diye sormamıştır. İşte bu, sûrenin tümüyle bir tedavi olduğunun
delilidir. Çünkü bu, Kitabın başlangıcı ve Fâtihasıdır ve az önce de geçtiği
gibi Kitaptaki bütün ilimleri ihtiva etmektedir.
6- Fâtiha'nın Bazı İsimleri Başka
Sûrelere Verilebilir mi?:
Fâtiha sûresine el-Mesani ve
Ummu'l-Kitab adının verilmesi başka sûreye de bu İsimlerin verilmesini
engellemez. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Allah, sözün en güzelini müteşabih, tekrar edilen (mesani)
bir kitap halinde indirmiştir."
(ez-Zümer, 39/23) âyetinde Kitabı "mesani" diye
nitelemiştir. Çünkü onda yer alan haberler tekrar edilmektedir. Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'in yedi uzun sûresine de "el-Mesani" ismi verilmiştir. Çünkü farzlar ve
kıssalar bu sûrelerde tekrar edilmektedir. İbn
Abbâs der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a yedi Mesani
verilmiş bulunmaktadır. Bunlar, yedi uzun sûredir. Bunu en-Nesâî
zikretmektedir.
Nesâî,
İftitâh 26.
Sözkonusu bu yedi sûre ise Bakara'dan A'rafa kadar olan altı sûrenin bunlardan
olduğu ittifakla kabul edildiği halde, yedinci sûrenin hangi sûre olduğu
hususunda farklı görüşler vardır. Yedincisinin Yûnus olduğu söylendiği gibi
Enfal ve Tevbe olduğu da söylenmiştir. Bu (son görüş)
Mücâhid ve Saîd
b. Cübeyr'in görüşüdür. Hemdanlı A'şâ der ki:
"Mescid'e girin, Rabbinize dua edin
Ve bu Mesani ile uzun sûreleri iyice tetkik edin."
Bu husus ile ilgili
açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle-
el-Hicr sûresinde
Bk. el-Hicr, 15/87 nin
tefsiri.
gelecektir.
7- "Mesani" Kelimesi:
"el-Mesani" kelimesi "mesnâ"
kelimesinin çoğuludur. Bu ise, birinciden sonra gelen sayı demektir. "et-Tuval"
kelimesi ise "atval" kelimesinin çoğuludur. Enfal sûresinin "el-Mesani"den
sayılması, miktarı itibariyle uzun sûrelerden sonra gelmesi dolayısıyladır.
el-Mesani sûrelerinin ise, âyet sayısı Mufassal sûrelerin âyetlerinden daha
fazla ve Miun âyetlerinin sayılarından daha az olan sûreler olduğu da
söylenmiştir. Miun ise, her birisinin âyet sayısı yüz âyetten daha fazla olan
sûrelere verilen addır.
SÛRENİN NUZÛLÜ, HÜKÜMLERİ
Bu bölüme dair açıklamalar yirmi
başlık halinde sunulacaktır:
1- Sûrenin Ayet Sayısı:
İslâm ümmeti, Fâtiha sûresinin yedi
âyet-i kerîme olduğu üzerinde icma etmiştir. Ancak Huseyn el-Cu'fi'den altı âyet
olduğuna dair rivâyet gelmiştir ki bu da şaz (icmaa
aykırı istisnaî) bir rivâyettir. Şu kadar var ki Amr b. Ubeyd "Yalnız
sana ibadet ederiz" âyetini bir âyet-i kerîme saymıştır ki o takdirde onun bu
sayımına göre sûrenin âyet sayısı sekiz olur. Bu da şazdır.
Yüce Allah'ın:
"Yemin
olsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik."
(el-Hicr, 15/87) âyeti ile
"namazı kendim ile kulum arasında
ikiye böldüm"
kudsî hadisi bu iki görüşü de reddetmektedir.
Yine ümmet bu sûrenin Kur'ân-ı
Kerîm'den olduğu hususunda da icma etmiştir. Denilse ki: Eğer bu sûre Kur'ân-ı
Kerîm'den olsaydı, Abdullah b. Mes'ûd bunu Mushaf'ında yazardı. Onun bunu
Mushaf'ında yazmayışı bu sûrenin Kur'ân-ı Kerîm'den olmadığını göstermektedir.
Nitekim o, el-Muavvizeteyn (Felak ve Nas)
sûrelerini de bu şekilde Mushaf'ına almamıştır.
Buna cevap Ebû Bekr el-Enbârî'nin
şu sözleridir: Bize el-Hasen b. el-Hubab
anlattı, bize Süleyman b. el-Eş'as anlattı, bize İbn Ebî Kudame anlattı, bize
Cerir, el-A'meş'ten rivâyetle dedi ki:
Sanırım o İbrahim'den rivâyetle şöyle dedi: Abdullah b. Mes'ûd'a: Fâtiha'yı
neden mushafına yazmadın? diye soruldu, o, şu cevabı verdi: Eğer ben bunu
Mushaf'ıma yazmış olsaydım, her sûre ile birlikte yazardım.
Ebû Bekr dedi ki: Şunu anlatmak
istiyor: Her bir rek'ate Fâtiha'dan sonra okunacak sûreden önce Ummu'l-Kur'ân
(Fâtiha) sûresi okunarak başlanması gerekir. O
bakımdan ben bunu yazmamakla işi kısa kesmek istedim ve müslümanların bu sûreyi
ezberlemiş olmalarına güvendim. Onu herhangi bir yerde yazmadım ki her sûre ile
birlikte yazmak zorunda kalmayayım. Çünkü Fâtiha sûresi namazlarda her sûreden
önce okunan bir sûredir.
2- Fâtiha Nerede İndi?
Bu sûre Mekke'de mi inmiştir yoksa
Medine'de mi inmiştir hususunda müfessirler farklı görüşlere sahiptir.
İbn Abbâs, Katâde, Ebû'l-Aliye er-Riyahi -ki
ismi Rufey'dir- ve başkaları: Bu sûre Mekke'de inmiştir, derler.
Ebû Hüreyre,
Mücâhid, Atâ b. Yesâr, ez-Zührî ve
başkaları, Medine'de inmiştir, derler.
Yarısı Mekke'de, yarısı da
Medine'de indiği de söylenmiştir. Bu görüşü Ebû’l-Leys Nasr b. Muhammed b.
İbrahim es-Semerkandî kendi tefsirinde nakletmektedir.
Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yemin
olsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik."
(el-Hicr, 15/87) (Bu
âyetin yer aldığı) Hicr sûresinin Mekke'de indiği ise icma ile kabul
edilmiştir. Yine namazın Mekke'de farz kılındığı hususunda bir görüş ayrılığı
yoktur. İslâm tarihi boyunca "elhamdülillahi rabbi'l âlemin
(diye başlayan Fâtiha sûresi)" okunmaksızın bir
namaz kılındığına dair bir haber nakledilmemektedir. Buna da
Hazret-i Peygamber'in:
"Fâtihatü'l-Kitab okunmadıkça
hiçbir namaz olmaz"
Tirmizî, Salât 69, 115;
Nesâî, İftitâh 24;
Müsned, II, 428;
Dârimî, Salât 36. Ayrıca bk.
Dârakutnî, I, 321 vd.
âyeti delildir. Bu ifade, hükmü haber vermektedir. Yoksa olan bir şeyin haberi
değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kur'ân'dan İlk Nazil Olan
Âyetler: Kadı İbnü't-Tayyib Kur'ân-ı Kerîm'den ilk olarak hangi âyetlerin nazil
olduğu hususunda görüş ayrılıklarını nakletmektedir. İlk nazil olan sûrenin
"el-Müddessir" olduğu söylendiği gibi, İkra sûresi olduğu da söylenmiştir,
Fâtiha sûresi olduğu da söylenmiştir. Beyhaki,
"Delailü'n-Nübüvve" adlı eserinde Ebû Meysere Amr b. Şerahbil'den şunu
nakletmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i
Hadice'ye şöyle dedi:
"Yalnız kaldığımda bir ses işittim.
Allah'a yemin ederim bunun hoşa gitmeyen bir iş olacağından korktum."
Hazret-i Hadice şöyle dedi: Bundan Allah'a sığınırım. Allah, sana böyle birşey
yapılmasına izin vermez. Allah'a yemin ederim sen şüphesiz emaneti yerine
getirirsin, akrabalık bağına riâyet edersin ve doğru söz söyleyen bir kimsesin.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bulunmadığı
bir sırada Ebû Bekir (radıyallahü anh) eve
gelir ve Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber'in
kendisine neler söylediğini ona anlatır ve devamla şöyle der: Ey Atik, Muhammed
ile Varaka b. Nevfel'in yanına git. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına
girdiğinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i
Peygamber'in elinden tutar ve şöyle der: Seninle birlikte Varaka'ya
gidelim. Hazret-i Peygamber ona:
"Sana durumu kim haber verdi?"
diye sorunca Hazret-i Ebû Bekir: Hadice dedi. İkisi
birlikte Varaka'nın yanına gittiler ve durumu ona anlattılar. Bu arada
Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
"Yalnız kaldığım sırada arkamdan ya
Muhammed, ya Muhammed diye birisinin seslendiğini işitiyorum, ben de kaçmaya
koyuluyorum."
Varaka: Hayır, böyle yapma, dedi. Bu sesi
işittiğin takdirde, sana ne söyleyeceğini işitmek üzere yerinde dur, sonra
yanıma gel bana durumu bildir. Hazret-i
Peygamber yalnız kaldığı sırada ona: Ya Muhammed, diye seslenildi.
Bil ki:
"Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla, hamd âlemlerin rabbi Allah'a
mahsustur..."
âyetini
"sapanlarınkine değil"
âyetine kadar yani sûrenin
sonuna kadar inzal buyurdu. "La ilahe illellah" de. Daha sonra
Hazret-i Peygamber Varaka'ya gitti ve bu
durumu ona anlatınca Varaka ona şöyle dedi: Sana müjdeler olsun, sana müjdeler
olsun. Ben tanıklık ederim ki Meryem oğlu
Îsa'nın geleceğini müjdelediği kişi sensin. Mûsa'ya gelen Namus
(vahy)'ın benzeri sana da gelmiştir. Sen Rasûl
bir peygambersin. Bundan sonra sana
cihad emri verilecektir. Bu emir sana geldiği takdirde ben hayatta olursam
şüphesiz seninle birlikte senin yanında cihad ederim. Varaka vefat ettiğinde
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Yemin olsun o keşişi, cennette
üzerinde ipek elbiseler bulunduğu halde gördüm. Çünkü, o bana îman etti ve beni
tasdik etti."
Hazret-i Peygamber bu sözleriyle
Varaka'yı kastediyor. el-Beyhaki
(Allah ondan razı olsun) der ki, bu
(hadisin senedi) munkatı'dır. Eğer gerçekten
mahfuz bir rivâyet ise bunun Hazret-i Peygamber'e:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku"
(el-Alak, 96/1) âyeti ile
"Ey
örtülerine sarılıp bürünmüş olan"
(el-Müddessir, 74/1 )âyetinin
nüzulünden sonra meydana gelmiş bir olaya dair bir haber olma ihtimali vardır.
3- Fâtiha'yı İndiren Melek:
İbn Atiyye
der ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Cebrâîl'in
el-Hamd (Fâtiha) sûresini indirmediğini
sanmışlardır. Buna sebep ise Müslim
tarafından kaydedilen İbn Abbâs'tan şöyle
dediğine dair rivâyettir: Hazret-i Cebrâîl
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyor iken üst taraftan bir ses işitti.
Başını kaldırdı ve şöyle dedi: Bu, şu ana kadar açılmamış ve bugün açılan
semadaki bir kapıdır. O kapıdan bir melek indi, bunun hakkında da şöyle dedi:
Bu, şu güne kadar nazil olmamış ve ilk olarak bugün yeryüzüne nazil olan bir
melektir. Bu melek selam verip şöyle dedi: Senden önce hiçbir
peygambere verilmemiş ve sana verilen
iki nurun müjdesini sana getiriyorum. Bunlar, Fâtihatü’l-Kitab ile Bakara
sûresinin son âyetleridir. Bu sûrelerden okuduğun her bir harfin mutlaka
karşılığı sana verilecektir.
Müslim,
Salâtu'l-müsâfirin 248; Nesâî, İftitâh 25.
İbn
Atiyye der ki: Ancak bu durum sözü geçen ilim adamının zannettiği gibi
değildir. Bu Hadîs-i şerîf, Hazret-i
Cebrâîl'in
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e
sözü geçen melekten daha önce gelmiş olduğunu, o meleğin gelişini ve onunla
birlikte nazil olacak olanı haber vermek üzere geldiğini göstermektedir. Buna
göre Hazret-i Cebrâîl, bu sûrenin
indirilişinde ortak hareket etmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim
ki: Hadisin zahiri Hazret-i
Cebrâîl'in
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e
bu konuda herhangi bir bilgi vermediğini göstermektedir. Bizler bu âyetin
nüzulünün Mekke'de olduğunu önceden açıklamış bulunuyoruz. Hazret-i
Cebrâîl, yüce
Allah'ın şu âyeti sebebiyle bu sûreyi indirmiş bulunmaktadır:
"Onu
emin olan ruh indirmiştir."
(eş-Şuara, 26/93) İşte bu âyet, Hazret-i
Cebrâîl'in bu sûreyi indirdiğini
göstermektedir. Çünkü bu âyet-i kerîme, bütün Kur'ân-ı Kerîm'in Hazret-i
Cebrâîl tarafından indirilmiş olmasını
gerektirir. Böylelikle Hazret-i Cebrâîl bu
sûrenin okunuşunu Mekke'de indirmiş olup. Medine'de de bunun sevabını belirtmek
üzere sözü geçen melek tarafından indirilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Bu sûrenin Mekkî ve Medenî olduğu
Hazret-i Cebrâîl tarafından iki defa
indirildiği de söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi
nakletmiştir. Ancak bizim sözünü ettiğimiz şekil daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm ile Sünnet-i seniyyedeki haberlerin arası böylece telif edilmektedir.
Hamdimiz Allah'adır, minnet duygularımız O'nadır.
4- Besmele ve Namazda Fâtiha'dan
Önce Okunacak Dua:
Sahih kabul edilen görüşe
göre, besmelenin Fâtiha'dan bir âyet-i kerîme olmadığını daha önceden açıklamış
bulunuyoruz. Bu husus sabit olduğuna göre, namaz kılanın hükmü de şu olur:
Tekbir getirdiği takdirde hemen onun arkasından Fâtiha'yı okumalı ve
susmamalıdır. Ayrıca herhangi bir tevcih (veccehtu
vechi...diye başlayan dua) ile herhangi bir tesbih
(sübhanekellahumme... diye başlayan dua)
okunmamalıdır. Çünkü az önce gördüğümüz Hazret-i
Âişe'yle Hazret-i Enes'ten ve başkalarından rivâyet edilen hadisler bunu
gerektirmektedir. Fakat tevcih ve tesbih okunacağına ve susulacağına dair
hadisler de gelmiş bulunmaktadır. Bir grup ilim adamı bu hadisler istikametinde
görüş belirtmiştir. Mesela Ömer b. el-Hattâb
ile Abdullah b. Mes'ûd (Allah ikisinden da razı olsun)'dan
gelen rivâyete göre, her ikisi de namaza ilk başladıklarında şu duayı
okurlarmış: Şanın ne yücedir Allah'ım, seni hamdinle tesbih ederim, adın yüce ve
mübarektir, şanın pek yücedir senden başka hiçbir ilâh yoktur.
Tirmizî,
Salât 65; Nesâî, İftitâh 18;
İbn Mâce, İknme 1; Dârimi, Salât 33
(de bu duayı gece namazında okuduğu kaydı ile);
Müsned, III, 50
(de aynı kayıt ile) ve 69.
Süfyan, Ahmed, İshak ve ashab-ı rey
bu görüşü kabul etmişlerdir.
İmâm
Şâfiî de Hazret-i Ali'nin
Peygamber (sallallahü
aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği hadis doğrultusunda görüş belirtir
idi. Bu rivâyete göre Hazret-i Peygamber
namaza tekbir ile başlar, sonra da: duasını okurdu. Bu hadisi
Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Salatu'l-müsâfirin 201; Tirmizî, Deavât 32;
Nesâi, İftitâh 17.
En'am sûresinin sonlarında
hadisin tamamı gelecektir. Yine orada bu mes'ele ile ilgili eksiksiz açıklamalar
-yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.
Bk. el-En'am, 6/162. âyet 3. başlık.
İbnu'l-Münzir
der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazda tekbir
getirdikten sonra kıraate başlamadan önce kısa bir süre susup şu duayı yaptığı
sabit olmuştur:
"Allah'ım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın
gibi uzaklaştır, Allah'ım, beyaz elbise kirli elbiseden nasıl seçilip
ayırdediliyor ise, beni de günahlarımdan öylece arındır. Allah'ım, su ile kar
ile dolu ile günahlarımı yıka."
Buhârî,
Ezan 89; Müslim, Mesâcid 147.
Ebû
Hüreyre de bu şekilde amel etmiştir. Ebû Seleme b. Abdurrahmân der ki:
İmâmın iki tane hafif susuşu (sektesi) vardır.
Bu iki susuşu esnasında kıraati ganimet biliniz.
el-Evzaî,
Said b. Abdülaziz ve Ahmed b. Hanbel bu
konuda Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bu
hadise meyi ediyorlardı.
5- Namazda Fâtiha'yı Okumanın Hükmü:
Namazda Fâtiha sûresinin
okunmasının vücubu ile ilgili olarak ilim adamları farklı görüşlere sahiptir.
İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar,
şöyle demişlerdir: Bu sûre her rek'atte İmâm tarafından da, tek başına namaz
kılan tarafından da muayyen olarak okunmalıdır. Basralı,
Mâlikî mezhebine mensup İbn Huveyzimendad
der ki: İki rek'atli bir namazın bir rek'atinde Fâtiha okumayı unutan bir
kimsenin bu namazının batıl olacağı hususunda İmâm
Mâlik’ten farklı bir kanaat gelmemiştir. Fakat dörtlü yahut üç rek'atli
bir namazın bir rek'atinde Fâtiha okumayı terkeden bir kimse ile ilgili farklı
görüşleri nakledilmiştir. Bir seferinde: Namazını iade eder demiş, bir diğer
seferinde de: İki sehiv secdesi yapar demiştir. Bu İbn Abdi'l-Hakem'in ve
başkalarının İmâm Mâlik'ten yaptığı
rivâyettir. İbn Huveyzimendad der ki: Şöyle de denilmiştir: Bu rek'ati iade eder
ve selam verdikten sonra sehiv secdesi yapar.
İbn
Abdi’l-Berr der ki: Sahih olan görüş bu
rek'ati (Fâtiha okumadığı rek'ati) lağvetmesi
ve onun yerine yeni bir rek'at kılmasıdır. Tıpkı yanılarak bir secde yapmayan
kimsenin durumunda olduğu gibi. İbnu'l-Kasım'ın tercih ettiği görüş de budur.
Hasan-ı Basrî ve Basralıların çoğunluğu
Mahzumlu ve Medineli el-Muğire b. Abdurrahmân şöyle demişlerdir: Namazda bir
defa Fâtiha sûresini okumak namaz kılan için yeterlidir ve namazını iade etmesi
gerekmez. Çünkü Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha sûresi)ni
okuduğu bir namaz demek olur. Ve bu namaz
Hazret-i Peygamber'in:
"Ummu'l-Kur'ân'ı okumayan kimsenin
namazı olmaz"
âyeti dolayısıyla eksiksiz bir namazdır. Bu kişi ise Ummu'l-Kur'ân'ı okumuş
bulunmaktadır.
Derim
ki: Ancak bu Hadîs-i şerîfin
"her rek'atte Fâtiha sûresi okumayanın namazı olmaz" anlamına gelmesi ihtimali
de vardır. İleride görüleceği üzere doğru olan açıklama şekli budur. Yine
"rek'atlerin çoğunluğunda Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz" anlamına
gelme ihtimali de vardır. İşte konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi budur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebû Hanîfe,
es-Sevri ve el-Evzaî der ki: Namazın tümünde
kasten Fâtiha okumayı terketse ve başka bir sûre okusa bu onun için yeterlidir.
Ancak bu konuda Evzaî'den farklı görüş de
nakledilmiştir. Ebû Yûsuf ile Muhammed b.
el-Hasan der ki: Okumanın asgari miktarı ya üç (kısa)
âyettir veya borçlanma âyeti
(el-Bakara, 2/282) gibi uzunca bir âyettir.
Yine Muhammed b. el-Hasan'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir âyet miktarı
veya (elhamdülillah)
demek gibi anlaşılabilir bir söz miktarı okumanın uygun geleceği ictihadındayım,
fakat kedisine söz (anlaşılabilir bir kelam)
demlemeyecek şekilde bir harflik okumayı uygun görmüyorum.
Hanefi mezhebinde namazda farz olan kıraat miktarı
budur. Muayyen olarak Fâtiha'nın okunması farz değil, vacibtir.
(Meselâ bk. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyar,
Kahire, tarihsiz, I, 56).
et-Taberî
der ki: Namaz kılan her rek'atte Fâtiha'yı okur. Fâtiha'yı okumayacak olursa,
Kur'ân-ı Kerîm'den âyet ve harf "sayısı onun gibi bir bölümü okumadıkça câiz
olmaz. Ancak İbn Abdi’l-Berr der ki: Böyle
bir sınırlandırmanın anlamı yoktur. Çünkü Fâtiha sûresinin muayyen olarak
okunmasının istenmesi ve özellikle onun sözkonusu edilmesi sebebiyle bu hüküm
yalnız onun hakkındadır. Başka sûre veya
âyetler hakkında sözkonusu değildir. Fâtiha okuması kendisine vacib olan bir
kimsenin Fâtiha'yı okuma gücü olmakla birlikte onu terketmesi halinde yerine
başka birşey okumasını kabule imkan yoktur. Onun vazifesi
(okumamışsa) Fâtiha'yı tekrar okumak ve onu
iade etmektir. İbadetlerde muayyen olarak yerine getirilmesi istenen diğer
farzlarda olduğu gibi.
6- Rukû'a Varan İmâma Uymak:
İmâma uyan kimse; eğer rükû halinde
iken İmâma yetişir ise, İmâmın kıraati onun kıraatinin yerine geçer. Çünkü ilim
adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kişi rükû halinde İmâma yetişecek
olursa tekbir getirir, rukûa varır ve birşey okumaz. Eğer ayakta iken ona
yetişir ise, Kur'ân okur. Bu işe bir sonraki başlıkta açıklanacaktır.
7- İmâm Namazda Gizli Okuyorsa:
Gizli okumanın sözkonusu olduğu
namazlarda cemaatin İmâmın arkasında kıraati terketmemesi gerekir. Terkedecek
olursa, güzel olmayan bir davranışta bulunmuş demektir.
İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanların
görüşüne göre herhangi birşey yapması da gerekmez. Şayet İmâm açıktan Kur'ân
okuyacak olursa, buna dair bilgiler sekizinci başlık altında verilecektir.
8- İmâm Açıktan Okuyorsa:
Mâlikî
mezhebinde meşhur olan görüşe göre bu durumda Fâtiha'yı da başka bir sûreyi de
okumaz. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun."
(el-A'raf, 7/204) Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisleri
de bunu gerektirmektedir:
"Ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle münazaa ediliyor?"
Ebû Dâvûd, Salât
132-133; Tirmizî, Salât 116;
Muvatta’', Salât 44;
İbn Mâce, İkame 13;
Müsned, II, 240;
Dârakutnî, I, 320.
İmâm hakkında da: "Kur'ân
okuduğu vakit siz de susup dinleyiniz"
Müslim, Salât 63;
İbn Mâce, İkame 13;
Müsned, II, 376;
Dârakutnî, I, 327, 328.
diye buyurması ile:
"Her kimin bir İmâmı var ise İmâmın kıraati onun için de kıraattir"
Müsned,
III, 339.
el-Buveyti'nin ve
Ahmed b. Hanbel'in ondan yaptıkları rivâyete
göre de Şâfiî şöyle demiştir: İster İmâm
olsun ister cemaat, İmâm ister açıktan okusun ister gizli okusun her rek'atte
Fâtiha sûresini okumadıkça hiçbir kimsenin namazı olmaz.
Şâfiî Irak'ta bulunduğu sıralarda İmâma uyan
kimse hakkında şöyle derdi: (İmâm) gizli
okuduğu takdirde (İmâma uyan) içinden okur.
Fakat açıktan okuduğu takdirde (İmâma uyan da)
okumaz. Mâlikî mezhebindeki meşhur görüş
gibi. Fakat Mısır'a geldikten sonra şu şekilde görüşünü açıkladı: İmâmın açıktan
okuduğu hallerde iki görüş vardır: Birinci görüş okumasıdır, ikinci görüş ise
okumamasının da yeterli geleceği ve İmâmın kıraatiyle yetineceği şeklindedir.
Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir. İbn Vehb,
Eşheb, İbn Abdülhakem, İbn Habib ve Kûfeliler
der ki: İmâma uyan hiçbir şey okumaz. İmâm ister açıktan okusun, ister gizliden.
Çünkü Peygamber efendimiz'in:
"İmâmın okuması onun için (İmâma uyan kimse için) de
okumadır"
hadisi bunu gerektirmektedir. Ve bu hadisteki
ifade geneldir. Çünkü Hazret-i Cabir de şöyle demiştir: Her kim Fâtiha sûresini
okumaksızın bir rek'at namaz kılacak olursa, -İmâmın arkasında namaz kılması
hali müstesna- namaz kılmış olmaz.
9- Namaz'da Fâtiha'nın Okunması İle
İlgili Sahih Görüş:
Bu görüşlerden sahih olanı
Şâfiî'nin, Ahmed'in ve Mâlik'in diğer
görüşüdür. (Yani) Fâtiha'nın her bir rek'atte
ve genel olarak herkes için muayyen olarak okunması gerektiğidir. Çünkü
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Fâtihatü'l-Kitabı okumayan kimsenin namazı olmaz."
Hadisin
kaynakları için bk. 2. Başlık.
"Her kim Ummu’l-Kur'ân'ı
okumaksızın bir namaz kılacak olursa, onun kıldığı bu namaz eksiktir"
sözü ve bunu üç defa tekrarlamasıdır.
Müslim,
Salât 38; Tirmizî, Tefsir 1. sûre;
Ebû Dâvûd, Salât 131-132;
İbn Mâce, Salât 11.
Ebû Hüreyre
de der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu şekilde
nida etmemi emir buyurdu:
"(En az) Fâtiha sûresi okunmadıkça
namaz olmaz ve daha fazlası okunur." Bunu
Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir.
Ebû Dâvûd,
Salât 131-132.
Nasıl ki bir rek'atteki bir secde
veya bir rükû öteki rek'attekinin yerini
tutmuyorsa, bir rek'atteki okuyuş da ötekindeki okuyuşun yerini tutmaz. Abdullah
b. Avn, Eyyub es-Sahtiyani, Ebû Sevr ve bundan başka
Şâfiî mezhebi mensubu olan âlimler ile Davud
b. Ali (ez-Zahirî)
de bu görüştedir. Benzeri bir görüş Evzaî'den
de rivâyet edilmiştir, Mekhul de bu kanaattedir.
Ömer b.
el-Hattâb, Abdullah b. Abbas,
Ebû Hüreyre, Ubey b. Kab, Ebû Eyyub
el-Ensari, Abdullah b. Amr b. el-As, Ubade b. es-Samit,
Ebû Said el-Hudrî, Osman b. Ebi'l-Âs, Havvat
b. Cübeyr'in de şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Fâtihatü'l-Kitabsız namaz
olmaz.
Bk.
Tirmizî, Salât 69 ve 115.
Aynı zamanda bu hem İbn Ömer'in hem de
Evzaî mezhebinin meşhur olan görüşüdür. İşte
bu konuda bütün bu ashab-ı kirama uymak gerekir, onlar örnek alınmalıdır.
Bunların hepsi her rek'atte Fâtiha'nın okunmasını farz kabul etmektedirler.
İmâm Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid
b. Mâce el-Kazvini, Sünen'inde bu konudaki görüş ayrılıklarını ortadan
kaldıracak ve her türlü ihtimali izale edecek bir rivâyet kaydederek şöyle
demektedir: Bize Ebû Kureyb anlattı, bize Muhammed b. Fudayl anlattı.
Bize Suveyd b. Said anlattı,
bize Ali b. Mushir anlattı, hepsi Ebû Süfyan es-Sa'di'den, o Ebû Nadra'dan, o
Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetle dediler ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Her
bir rek'atte elhamdülillah (Fâtiha sûresi) ile bir başka sûre okumayanın -ister
farz olsun ister başka bir namaz olsun- namazı olmaz."
İbn Mâce,
İkametu's-Salât 12.
Müslim'in
Sahih'inde Ebû Hüreyre'den namazın nasıl
kılınacağını öğrettiği kimseye: "Ve bunu namazının tümünde yap" dediği ifadesi
yer almaktadır.
Buhârî,
Ezan 95, 122; Eyman 15; Müslim, Salât 45;
Tirmizî, Salât 110;
Nesâî, İftitah 7, Tatbik 15, Sehv 67;
İbn Mâce, İkame 72.
Söz konusu bu
Hadîs-i şerîf ileride gelecektir.
Yine bu konudaki delillerden
bir tanesi de Ebû Dâvûd'un Nafi b. Mahmud b.
er-Rabi el-Ensari'den şöyle dediğine dair rivâyetidir: Ubade b. es-Samit'in
sabah namazını kıldırmak üzere gelmesi gecikince müezzin
Ebû Nuaym ikamet getirdi ve cemaate namaz
kıldırdı. Bu arada Ubade b. es-Samit geldi, beraberinde ben de vardım.
Ebû Nuaym'ın arkasında safa durduk.
Ebû Nuaym açıktan Kur'ân okumakta idi. Ubade
Fâtiha’yı okumaya başladı. Namazı bitirince Ubade b. es-Samit'e şöyle dedim:
Ebû Nuaym açıktan okuduğu halde senin Fâtiha
sûresini okuduğunu duydum. O: Evet dedi.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
açıktan Kur'ân okunan namazların birisini bize kıldırmakta iken Kur'ân
okumasında biraz güçlük çekti. Namazı bitirince bize doğru yüzünü çevirerek
şöyle dedi:
"Ben açıktan okuduğum vakit sizler Kur'ân okuyor musunuz?"
Kimimiz: Evet biz bu işi yapıyoruz, deyince
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Hayır. Ben de Kur'ân hususunda ne oluyor ki benimle çekişiliyor, dedim.
Ben
Kur'ân okuduğum takdirde -Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha sûresi) dışında Kur'ân'dan
birşey okumayınız."
Ebû Dâvûd,
Salât 131-132 (824. hadis).
İşte bu rivâyet, İmâma uyanın
okuyuşu ile ilgili açık bir nastır. Bunu Ebû Îsa et-Tirmizî,
Muhammed b. İshak'tan bu manada rivâyet etmiş olup "hasen bir hadistir"
demiştir.
Tirmizî, Salât 115.
İmâmın arkasında Kur'ân okumak hususunda
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
ashabından ve tabiinden ilim adamlarının çoğunluğunun uygulaması bu
Hadîs-i şerîfe göredir. Aynı zamanda bu
Mâlik b. Enes'in, İbnü'l-Mubarek'in, eş-Şâfiî'nin,
Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. Bunların hepsi İmâmın arkasında Kur'ân okunacağı
görüşündedirler. Yine bunu Dârakutnî de
rivâyet etmiş ve: Bu hasen bir isnad olup hadisin senedindeki bütün rical
(radıyallahü anhviler) sika
(güvenilir) ravilerdir demiştir. Ayrıca Mahmud
b. er-Rebi'in, İlya (Beytü'l-Makdis) de
yerleşen bir kimse olduğunu, Ebû Nuaym'ın da
Beytü'l-Makdis'de ezan okuyan ilk kişi olduğunu zikretti.
Dârakutnî,
I, 318, 319, 320
Ebû Muhammed Abdulhak der ki:
Nafi b. Mahmud'u ne Buhârî Tarih'inde ne de
İbn Ebi Hatim zikretmiştir. Buhârî ve
Müslim ondan herhangi bir rivâyette
bulunmamışlardır.
Bk. ez-Zehebî,
Mizânu'l-Î'tidâl, no: 8995.
Ebû Ömer onun hakkında: Meçhuldür
demiştir.
İbn Abdi'l-Berr, et-Temhid, XI, 46.
Dârakutnî
de Yezid b. Serik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ben
Ömer'e İmâmın arkasında Kur'ân okumaya dair
soru sordum da bana okumayı emretti. Ben: İmâm sen dahi olsan da mı? diye
sordum, o da: Ben dahi olsam dedi. Ben: Açıktan okusan da mı diye sordum, o:
Açıktan okusam dahi dedi. Dârakutnî der ki:
Bu sahih bir isnattır.
Dârakutnî,
I, 317.
Yine Cabir b. Abdullah'ın
şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"İmâm teminat altına alan kimsedir.
Hadisin buraya kadarki
bölümü: Ebû Dâvûd, Salât 32;
Tirmizî, Salât 39'da.
O ne yaparsa siz de öyle
yapınız." Ebû Hâtim der ki: Bu,
İmâm arkasında Kur'ân okumanın gerektiğini ileri süren kimseler için uygun bir
delildir. Ebû Hüreyre de: "Ben kimi zaman
İmâmın arkasında olurum" diyen el-Farisi'ye buna uygun fetva vermiş ve daha
sonra yüce Allah'ın
(kudsi hadisteki) şu âyetini delil göstermişti:
"Ben namazı benim ile kulum
arasında ikiye böldüm. Yarısı benimdir, yarısı kulumundur ve kuluma istediği
verilecektir." Ayrıca
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Okuyunuz. Kul der ki: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur..."
10- İmâmın Arkasında Kur'ân Okunmaz
Diyenlerin Delilleri:
Öncekilerin delil
gösterdikleri Hazret-i Peygamber'in:
"Ve (İmâm) okuduğunda siz de susup dinleyiniz"
hadisini Müslim, Ebû Mûsa
el-Eş'ari'den rivâyet etmiştir. Cerir'in Süleyman'dan, onun da Katâde'den
rivâyet etmiş olduğu: "Ve
(İmâm) okuduğunda susup dinleyiniz" fazlalığı
ile ilgili olarak Dârakutnî şunları
söylemektedir: Bu fazlalık da Süleyman et-Teymi'nin Katâde yoluyla yaptığı
rivâyette Süleyman'a uyan olmamış ve Katâde'den hadis belleyenler bu konuda ona
muhalefet ederek bu fazlalığı zikretmemişlerdir. Bunlar arasında Şu'be, Hişam,
Said b. Ebi Aruba, Hemmam, Ebû Avane, Ma'mer,
Adiyy b. Ebi Umare de vardır. Dârakutnî der
ki: Bunların icma ile (bu fazlalığı rivâyet
etmemeleri) Süleyman'ın bu konuda vehme kapıldığını göstermektedir.
Ayrıca Abdullah b. Amir Katâde'den et-Teymi'ye mütabaatte
(ona uygun rivâyette) bulunduğuna dair bir
rivâyet gelmiştir. Fakat bu (Abdullah b. Amir)
pek kuvvetli bir ravi değildir. el-Kattan ondan rivâyet almayı terketmiştir.
Yine bu fazlalığı Ebû Dâvûd
Ebû Hüreyre'den gelen yolla kaydetmiş ve
şöyle demiştir: Şu.- "Okuduğu vakit susup dinleyiniz" fazlalığı mahfuz değildir.
(Güvenilir raviler tarafından bellenilmiş değildir).
Ebû Muhammed Abdulhak'ın zikrettiğine göre Müslim,
Ebû Hüreyre'den gelen bu
Hadîs-i şerîfi sahih kabul etmiş ve
şöyle demiştir: Bu hadis bana göre sahihtir.
Müslim,
Salât 63.
Derim
ki: Müslim'in bunu sahih kabul
ettiğini gösteren delillerden birisi de -ravilerin üzerinde icma etmemiş
olmasına rağmen- Ebû Mûsa'dan gelen rivâyet yoluyla bu fazlalığı kitabına almış
olmasıdır. Yine İmâm Ahmed b. Hanbel ve
İbnu'l-Münzir de bunun sahih olduğunu kabul
etmiştir. Şanı yüce Allah'ın:
"Ve
Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun."
(el-A'raf, 7/204) âyeti Mekke'de nazil olmuştur. Namazda konuşmanın haram
kılınması ise, -Zeyd b. Erkam'ın da söylediği gibi- Medine'de nazil olduğundan
dolayı bu onların lehlerine bir delil olamaz. Çünkü orada kastedilen -Said
b. el-Müseyyeb'in de dediği gibi- müşriklerdir.
Dârakutnî'nin
Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre bu âyet-i kerîme
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında namaz kılınırken sesi
yükseltmek hakkında nazil olmuştur. Ayrıca
Dârakutnî der ki: Abdullah b. Amir ravi olarak zayıftır.
Dârakutnî,
I, 326.
Hazret-i
Peygamber'in:
"Bana
ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle çekişiliyor?"
âyetine gelince; bunu Mâlik İbn Şihab'tan, o İbn Ukeyme
el-Leysi'den rivâyet etmiştir. Bunun ismi
İmâm Mâlik'in, söylediğine göre Amr'dır,
başkası da Âmir demektedir. Yezid, Umare veya
Ammar olduğu da söylenmiştir. Künyesi Ebû'l Velid'dir. 101 yılında doksanyedi
yaşında iken vefat etmiştir. ez-Zühri ondan
sadece bir Hadîs-i şerîfi rivâyet
etmiştir. Sika bir ravidir. Ondan Muhammed b. Amr ve başkaları da rivâyette
bulunmuştur. Hadisinde anlatılmak istenen şudur: Ben açıktan okuduğum zaman siz
de açıktan okumayınız. Çünkü bu münazaa (anlaşmazlık)
bir çekişme ve bir karışıklıktır. O bakımdan siz içinizden okuyunuz. Bunun böyle
olduğunu Ubade'nin rivâyet ettiği hadis ile Ömer
el-Faruk'un verdiği fetva ve her iki hadisi de rivâyet eden
Ebû Hüreyre'nin rivâyeti beyan etmektedir.
Eğer Hazret-i Peygamber'in:
"Ne oluyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de
benimle münazaa olunuyor?"
hadisinden her türlü okumanın yasaklığı manası çıkabilseydi buna
muhalif fetva vermesi mümkün olmazdı. ez-Zühri'nin
İbn Ukeyme'nin rivâyet ettiği hadis ile ilgili olarak söyledikleri de şunlardır:
Ashab-ı kiram Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu sözlerini
işitince Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açıktan
okuduğu namazlarda Kur'ân okumaktan vazgeçtiler, şeklindeki sözleriyle
kastettiği önceden de açıkladığımız gibi, Fâtiha sûresini okumaktır. Başarımız
Allah iledir.
Hazret-i
Peygamber'in:
"Her
kimin İmâmı varsa, İmâmın kıraati onun için kıraattir"
hadisine gelince, zayıf bir hadistir. Bunu
el-Hasen b. Umare
müsned olarak rivâyet etmiştir. Ancak
el-Hasen metruk ve zayıf bir ravidir.
Her ikisi de bunu Mûsa b. Ebî
Âişe'den o Abdullah b. Şeddad'dan, o
Cabir'den rivâyet etmişlerdir. Dârakutnî de
bu hadisi rivâyet edip şöyle demiştir: Bunu Süfyan es-Sevri, Şu'be, İsrail b.
Yûnus, Şerik, Ebû Halid ed-Dalani, Ebû'l-Ahvas,
Süfyan b. Uyeyne, Cerir b. Abdulhamid ve başkaları Mûsa b. Ebi
Âişe'den o, Abdillah b. Şeddad'dan mürsel
olarak Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet
etmişlerdir ki doğru rivâyet şekli budur.
Dârakutnî,
I, 325.
Hazret-i Cabir'in: "Her kim
Fâtiha sûresini okumaksızın namaz kılacak olursa, o İmâm arkasında olması hali
müstesna namaz kılmış olmaz"
Muvatta’'', Salât 38.
sözlerini İmâm Mâlik
Vehb b. Keysan'dan, o da Cabir'den Hazret-i
Cabir'in sözü olarak rivâyet etmiştir. İbn
Abdi’l-Berr der ki: Ayrıca bunu tefsir sahibi Yahya b. Sellam Mâlik'ten,
o Ebû Nuaym'dan o
Vehb b. Keysan'dan, o Cabir'den o
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet etmiştir. Ancak doğrusu
Muvatta’''da olduğu gibi Cabir'e mevkufen
rivâyet edilmesidir. Bu mevkuf rivâyetin fıkhi inceliklerinden bir tanesi de
Fâtihanın okunmadığı rek'atin iptal edilmesidir. Ayrıca bu İbnü’l-Kasım'ın kabul
ettiği görüşün doğruluğunu da ortaya koymaktadır. Bunu da
(Fâtiha'nın okunmadığı) rek'atin
sayılamayacağı, başka bir rek'atin esas kabul edileceği ve Fâtiha'nın okunmadığı
bir rek'atin namaz kılan tarafından sayılamayacağı hususunda
İmâm Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Yine bu
rivâyette şöyle bir fıkhı incelik de vardır: İmâmın kıraati namaz kıldırdığı
kimseler için de kıraattir. Bu Hazret-i Cabir'in kabul ettiği görüştür, fakat bu
hususta ona başkaları muhalefet etmiştir.
11- Fâtiha Her Rekatte mi Okunur?
İbnu'l-Arabi
der ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den:
"Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı yoktur"
şeklinde gelen bu delil hakkında insanlar farklı görüşlere
sahiptir: Acaba buradaki nefy (olmayacağını ifade eden
âyet) mükemmellik ve tamamlılık ile ilgili midir yoksa yeterlilik ile mi
ilgilidir? Delili tetkik edenin durumuna göre fetvada da değişiklik
görülmektedir. Bu asıl delil ile ilgili en meşhur ve en güçlü olan şekil, nefiy
genellilik ifade eder, şeklinde olduğundan dolayı,
İmâm Mâlik'ten gelen güçlü rivâyet de: Fâtiha sûresini namazında
okumayanın namazının batıl olacağı şeklindeki rivâyettir. Fakat öte taraftan bu
sûrenin her bir rek'atte tekrar edilmesi ile ilgili görüşü tetkik ettiğimizde
şunu görürüz: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Ve sen bunu namazının tümünde
böylece yap."
Bk. Bu bölüm, 9. Bnşlık.
âyetini bu esasa göre tevil edip anlayan bir
kimsenin tıpkı rükû ve sücudunu tekrarladığı gibi, kıraatini de tekrarlaması
gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Fâtiha Okumanın Farz Olup
Olmadığı:
Bizim, bu bölümde
zikrettiğimiz ve muayyen olarak Fâtiha'nın okunması gerektiğini ortaya koyan
Hadîs-i şerîfler ile bu doğrultudaki
diğer hususlar, Kûfelilerin muayyen
olarak Fâtiha'nın okunması gerekmez ve Fâtiha ile Kur'ân'ın başka âyetleri
arasında fark yoktur, şeklindeki görüşlerini
Hanefi mezhebinde namazda kıraatte farz olan, mutlak olarak
yani -Fâtiha dahil- belli bir sûrenin tayini
sözkonusu olmaksızın, Kur'ân okumaktır. Ancak Fâtiha'nın okunması vacib,
okunmasının terki ise tahrimen mekruhtur. Bkz. el-İhtiyar I, 56 vd.
reddetmektedir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) -açıkladığımız
üzere- kendi âyeti ile Fâtiha sûresini tayin etmiş bulunmaktadır. Şanı
yüce Allah'ın:
"Namazı kılınız"
âyetinden neyi murad ettiğini beyan eden odur. Diğer
taraftan Ebû Dâvûd,
Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: "Bize Fâtihatü'l-Kitab ile Kur'ân-ı Kerîm'den kolayımıza gelen
âyetleri okumamız emrolundu."
Ebû Dâvûd,
Salât 131, 132; 818. hadis. İşte bu
Hadîs-i şerîf
Hazret-i Peygamber'in bedeviye:
"Kur'ân'dan ezberlediklerinden
kolayına geleni oku"
Buhârî, Ezan, 122, Eyman, 15;
Müslim, Salât, 45;
Tirmizî, Salât 110...
âyetindeki emrinin Fâtiha'dan
fazlasını kastettiğini göstermektedir. Yine bu yüce
Allah'ın:
"O
halde ondan kolayınıza geleni okuyun."
(el-Müzemmil, 73/20) âyetini da açıklamaktadır.
Diğer taraftan
Müslim, Ubade b. es-Samit'ten şunu rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Ummu'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) okumayanın namazı yoktur."
Müslim, Salât 34, 35,
36. Bir diğer rivâyette de:
"... ve ondan başka bir miktar
okumayanın..." ilavesini de eklemektedir.
Müslim,
Salât 37.
Hazret-i
Peygamber'in:
"Eksiktir -sözünü üç defa tekrarlayarak- tamam değildir"
şeklindeki âyeti ise sözü geçen deliller gereği, yeterli değildir,
anlamındadır. Çünkü Hadîs-i şerîfte
geçen (ve eksiktir anlamı verilen kelime olan):
kelimesi eksiklik ve fasid oluşu ifade eder.
el-Ahfeş der ki: tabiri eksik olarak, tamamlanmadan doğumunu yapan dişi
deve hakkında kullanılır. Hilkati tam olsa dahi doğum vaktinden önce erken doğum
yaptığı takdirde de (yine aynı kökten gelen) :
kelimesi kullanılır.
Konu üzerinde düşünüldüğü takdirde:
"Eksiklik" halinde namazın câiz olmaması gerekir. Çünkü eksik bir namaz tamam
olmayan bir namazdır. Henüz tamam olmaksızın namazdan çıkan bir kimsenin
emrolunduğu şekilde (böylesinin de) namazı iade
etmesi gerekir. Kıldığı o namazın hükmü ne ise iadesinin hükmü de odur. Eksik
kalacağını kabul etmekle birlikte namazın câiz olacağı iddiasında bulunan
kimsenin ise delil getirmesi gerekir. Susturucu bir şekilde delil
getirebilmesine ise imkan yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
13- Namazda Kur'ân Okumak:
İmâm Mâlik'ten
namazın herhangi bir bölümünde kıraatin vacib olmadığı rivâyet edilmiştir. İmâm
Şâfiî de kıraati unutan kimse hakında
Irak'ta bulunduğu sûrede aynı şekilde fetva vermekteydi. Ancak Mısır'da bu
görüşünden dönerek şöyle demeye başlamıştır: "Fâtiha'yı güzel bir şekilde
okuyabilen bir kimsenin Fâtiha'yı okumadan namazı sahih olmaz. Fâtiha'dan bir
harf eksik okuması dahi yeterli değildir. Eğer Fâtiha'yı okumayacak yahut bir
harf dahi eksik okuyacak olur ise, Fâtiha'dan başka yerler okumuş olsa dahi
namazını iade eder." Bu mesele ile ilgili sahih olan pörüş de budur.
Hazret-i Ömer'den rivâyet edilen akşam
namazını Kur'ân okumaksızın kıldırdığı, bu durum kendisine anlatıldığında: Rükû
ve sücud nasıldı? diye sorması üzerine: Güzeldi cevabını alınca, O halde bir
mahzur yoktur, şeklinde cevap verdiği şeklindeki rivâyet ise lâfzı münker ve
isnadı munkatı' (kesik) bir hadistir. Çünkü
bunu İbrahim b. el-Haris et-Teymi Hazret-i Ömer'den
rivâyet etmektedir. Bir diğerinde de İbrahim, Ebû Seleme b. Abdurrahmân'dan, o
Hazret-i Ömer'den rivâyet etmektedir ki her
iki sened de munkatı'dır ve bunda delil olacak bir taraf yoktur.
İmâm Mâlik bunu
Muvatta’''da zikretmiştir. Bu Muvatta’''ın
ravilerinin birisinin Muvatta’' rivâyetinde
yer almakla birlikte, Yahya ve onunla birlikte bir grubun rivâyet ettiği
Muvatta’''da yoktur. Çünkü
İmâm Mâlik daha sonraları bunu pek yerinde
görmeyerek Muvatta’''ından çıkarmış ve şöyle
demiştir: Uygulama buna göre değildir. Çünkü
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur:
"Kendisinde Fâtiha'nın okunmadığı
her bir namaz eksiktir."
Diğer taraftan Hazret-i Ömer'in
sözü geçen namazı iade ettiği de rivâyet edilmiştir. Ondan gelen sahih rivâyet
de budur.
Yahya b. Yahya en-Neysaburi'nin
şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bize Ebû Hazret-i Muâviye,
el-A'meş'ten, o
İbrahim en-Nehaî'den, o Hemmam b. el-Haris'ten rivâyet ettiğine göre,
Ömer (radıyallahü
anh) akşam namazında kıraati unuttu, sonra da cemaatle birlikte namazı
iade etti. İbn Abdi’l-Berr ki: Bu muttasıl
bir hadistir. Buna Hemmam Hazret-i Ömer'den
rivâyetle şahit olduğunu belirtmiştir. Değişik yollardan bu şekilde rivâyet
edilmiştir.
Eşheb'in rivâyetine göre Mâlik
şöyle demiştir: Mâlik'e Kur'ân okumayı unutan kişi hakkında soru sorulmuş ve:
Ömer'in bu konudaki sözünü beğeniyor musun?
diye sorulunca şu cevabı vermiştir: Ben Ömer'in
böyle birşey yaptığını kabul etmiyorum dedi ve böyle bir hadisin olmayacağını
söyledi. Sonra da şunları ekledi: İnsanlar (cemaat)
akşam namazında açıktan Kur'ân okumadığını görecekler de ona unuttuğunu
hatırlatmak üzere sübhanallah demeyeceker, öyle mi? Benim görüşüme göre böyle
bir işi yapan kişinin namazı iade etmesi gerekir.
14- Kur'ân Okumaksızın Namaz Kılmak:
Konu ile ilgili kabul ettikleri
usullerine göre (aslî delillerine) az önce
açıklandığı üzere ilim adamları Kur'ân okumaksızın namazın olamayacağını icma
ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Fâtiha'nın okunuşundan sonra kıraatin
vaktini tayin etmemek hususunda da görüş birliğine varmışlardır. Şu kadar var ki
kişinin Fâtiha ile birlikte sadece tek bir sûre okumasını müstehab görürler.
Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den çoğunlukla
rivâyet edilen hal budur. İmâm Mâlik der ki:
Kıraatte sünnet olan ilk iki rek'atte Fâtiha ile bir sûre okuması, son iki
rek'atte de yalnızca Fâtiha’yı okumasıdır. el-Evzaî
de der ki: Fâtiha'yı okur, eğer Fâtiha'yı okumayıp bir başka sûre okuyacak olsa
bu da onun için yeterlidir. Yine el-Evzaî
der ki: Eğer üç rek'atte okumayı unutacak olursa namazını iade eder.
es-Sevri de der ki: İlk iki
rek'atte Fâtiha ile bir sûre okur, son iki rek'atte de dilediği takdirde tesbih
getirir, dilerse Kur'ân okur. Kur'ân da okumayıp tesbih de getirmeyecek olursa
namazı caizdir.
Ebû
Hanîfe ile diğer Kûfelilerin
görüşü de budur. İbnu'l-Münzir der ki: Biz
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet ediyoruz: İlk iki rek'atte
Kur'ân oku, son iki rek'atte de tesbih getir.
en-Nehaî de bu görüştedir. Süfyan der ki: Şayet üç rek'atte Kur'ân
okumayacak olursa namazı iade eder. Çünkü bir tek rek'atte Kur'ân okumak onun
için yeterli değildir. Yine Süfyan der ki: Sabah namazının bir rek'atinde Kur'ân
okumayı unutması halinde de durum budur.
Ebû Sevr der ki: Her rek'atte
Fâtiha'nın okunmadığı bir namaz câiz olmaz. İmâm
Şâfiî'nin Mısır'daki (Cedid) görüşü
gibi. İmâm Şâfiî mezhebinin bütün ilim
adamları da bu görüştedir. Mâlikî mezhebine
mensup İbn Huveyzimendad da böyle söylemiştir: Bize göre her rek'atte Fâtiha
sûresinin okunması vaciptir. Bu meseledeki sahih görüş de budur.
Müslim Ebû Katâde'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere öğle ve
ikindi namazlarını kıldırır, ilk iki rek'atte Fâtihatü'l-Kitab ile iki sûre
okurdu. Kimi zaman bize bir âyeti işittirir idi. Öğlenin ilk rek'atini uzunca
kıldırır, ikincisini kısa keserdi. Sabah namazında da böyle yapardı."
Buhârî,
Ezan 107, 109, 110; Müslim, Salât 154;
Ebû Dâvûd, Salât 124-125;
Nesâî, İftitâh 58.
Bir diğer rivâyette de şöyle
denilmektedir: "Son iki rek'atte de Fâtihatü'l-Kitabı okurdu."
Müslim,
Salât 155.
İşte bu
İmâm Mâlik'in kabul ettiği görüşün lehine
açık bir nas ve sahih bir hadistir. Her bir rek'atte Fâtiha'nın muayyen olarak
okunacağına -bu görüşü kabul etmeyenlerin hilafına- açık bir nastır. Delil ise
Sünnette olandır, Sünnete muhalif olanda delil olma özelliği yoktur.
15- Namazda Fâtiha'dan Başka Okuma:
Cumhûr,
Fâtiha'dan fazla okumanın vacib (farz) olmadığı
görüşündedir. Çünkü Müslim,
Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: "Her namazda kıraat vardır.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
bize işittirerek okuduğunu biz de size işittirerek
(yani açıktan) okuyoruz. Bizden gizleyerek okuduğunu biz de sizden
gizleyerek okuyoruz. Her kim Fâtiha'yı okuyacak olursa bu onun için yeterlidir.
Ve her kim daha fazlasını okuyacak olursa bu da daha faziletlidir."
Müslim,
Salât 45.
Buhârî'deki
ifade ise: "Eğer daha fazla okuyacak olursan bu bir hayırdır." şeklindedir.
Buhârî,
Ezan 104.
İlim adamlarının çoğunluğu zaruret
sebebiyle veya zaruretsiz olarak fazladan bir
sûre okumayı terketmeyi kabul etmezler. İmrân b. Husayn,
Ebû Said el-Hudrî , Havvat b. Cübeyr,
Mücâhid, Ebû Vail,
İbn Ömer, İbn
Abbâs ve başkaları bu görüştedirler. Bunlar derler ki: Fâtihatü'l-Kitab
ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir bölüm okumayanın namazı olmaz.
Aralarından kimisi iki âyet, kimisi de bir âyet ile bunu sınırlandırırken kimisi
de buna sınır getirmeyip: Fâtiha ile birlikte Kur'ân'dan bir bölüm, demekle
yetinmiştir. Bütün bunlar her halükarda Fâtiha ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'den
kolaya gelen bir bölümü öğrenmeyi gerektirmektedir. Çünkü Ubade b. es-Samit ile
Ebû Said el-Hudrî ve başkalarının rivâyet
ettikleri hadisler bunu gerektirmektedir.
(İmâm
Mâlik'in) el-Müdevvene adlı eserinde şöyle denilmektedir: Veki',
el-Ameş'ten, o Hayseme'den rivâyetle dedi ki: Bana
Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle derken dinleyen birisi anlattı:
Fâtihatü'l-Kitabı ve onunla birlikte bir miktar Kur'ân okumayanın namazı yeterli
değildir.
Mezhebimizde
(Mâlikî mezhebinde) Fâtiha'dan sonra sûre
okumanın hükmü ile ilgili üç farklı görüş vardır: Sünnet, fazilet ve vacib
görüşü.
16- Fâtiha'yı Öğrenemeyen:
Bütün gücünü harcadıktan
sonra Fâtiha'yı öğrenemeyen yahut Kur'ân-ı Kerîm'den hiçbir şey belleyemeyen
veya hafızasında ondan hiçbir şey tutamayan
kimsenin Kur'ân okunması gereken yerlerde tekbir, tehlil, tahmid, tesbih, temcid
yahut la havle vela kuvvete illa billah'tan mümkün olanı söyleyerek Allah'ı
zikretmesi gerekir. Bu şekilde zikir yalnız başına namaz kılması
veya İmâmın gizliden okuduğu namazlarda İmâm
ile birlikte kılması halinde sözkonusudur. Çünkü
Ebû Dâvûd ve başkaları Abdullah b. Ebi Evfa'dan şöyle dediğini rivâyet
etmektedirler: Bir adam Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek
şöyle dedi:Ben Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi birşey ezberlemek imkanını
bulamıyorum. Bana onun yerini tutacak birşeyler öğret.
Hazret-i Peygamber:
"De
ki Allah'ı tesbih ederim. Hamd yalnız Allah'ındır. O'ndan başka ilâh yoktur.
Allah en büyüktür. Bütün gücümüz ve takatimiz ancak Allah'ın yardımı iledir."
Bunu soran sahabi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar Allah için söyleyeceğim sözlerdir.
Ya kendim için ne diyeyim? Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu: "De ki:
Allah'ım bana merhamet buyur, bana afiyet ver, beni doğru yola ilet, beni
rızıklandır."
Ebû Dâvûd,
Salât 832; Nesâî, İftitah 32(de
ilk bölümü); Dârakutnî, I, 313-314.
17- Hiçbir Dua Okuyamayan:
Şayet bu lâfızlardan herhangi
birisini de söylemekten aciz ise elinden geldiği kadar İmâm ile birlikte
(yani cemaatle) namaz kılmayı terketmesin.
İnşaallah İmâm bu konuda onun sorumluluğunu yerine getirir. Ölüm gelinceye kadar
aralıksız olarak Fâtiha'yı ve onunla birlikte bir miktar Kur'ân-ı Kerîm'i
öğrenmek için bütün gayretini ortaya koymalıdır. O bu gayret içerisinde ona ölüm
gelmelidir ki Allah'a karşı beyan edebileceği bir mazeret sahibi olsun
18- Arapça'ya Dili Dönmeyenler:
Arap olmayanlardan yahut başka
kavimlerden arapçaya dili dönmeyen kimseye namazını kılması için anlayacağı
diliyle Arapça dua tercüme edilir. Yüce Allah'ın
izniyle bu onun için yeterli gelir.
19- Farsça Okumak:
Cumhûrun görüşüne göre güzelce Arapça okuyabilenin Farsça okuyarak
namaz kılması yeterli değildir. Ebû Hanîfe
der ki: Arapça okuyabilse dahi Farsça okumak onun için yeterlidir. Çünkü maksat
manayı isabet ettirmektir. İbnu’l-Münzir ise
der ki: Hayır, bu onun için yeterli olmaz. Çünkü bu Allah'ın emrine aykırıdır.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den bize gelen bilgiye de aykırıdır,
müslüman cemaatlerin görüşüne de aykırıdır. Bu konuda
Ebû Hanîfe'ye muvafakat eden bir kimsenin
olduğunu da bilmiyoruz.
20- Kıraati Bilmeyen Kimse, Namazda
İken Kıraat Öğrenirse:
Kıraati bilmeyerek ve emrolunduğu
şekilde namaza başlayan bir kimse namaz esnasında kıraati öğreniverse ne yapar?
Meseleyi şöyle tasarlayabiliriz: Namaz kılan bu kişi
(namazda iken) Fâtiha'yı okuyanı işitir ve mücerred bu işitmesiyle onu
ezberleyiverir. Bu durumda (namazını bozup)
yeniden namaza başlamaz. Çünkü o ana kadar kıldıklarını emrolunduğuna uygun
olarak kılmıştır. Bunu iptal etmeyi gerektirecek bir durum yoktur. Bunu İbn
Sahnun "Kitab "ında zikretmiştir.
ÂMİN DEMEK
Bu bölüme dair açıklamalarımızı
sekiz başlık halinde sunacağız:
1- "Amin" Deme Şekli:
Kur'ân okuyan bir kimsenin Fâtiha
sûresini okuduktan sonra -Kur'ân olanın Kur'ân olmayandan ayırd edilebilmesi
için kelimesinin "nun "harfi üzerinde sekte yaptıktan sonra "âmin" demesi
sünettir.
2- "Âmin" Deme Zamanı:
Ana kitaplarda
(temel hadis kaynaklarında)
Ebû Hüreyre'den
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"İmâm âmin dediğinde siz de âmin deyiniz. Çünkü her kimin
âmin demesi meleklerin âmin demesine rastlar ise geçmiş günahları affolunur."
Buhârî,
Ezan 111, 113, Tefsir 1. sûre 2; Müslim,
Salât 72; Ebû Dâvûd, Salât 168;
Tirmizî, Mevâkît 71;
Nesâî, İftitâh 33, 34;
İbn Mâceh, İkame 14;
Muvatta’', Nida 44-47 vb.
Bizim ilim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki:
Geçmiş günahların bağışlanması, bu Hadîs-i şerîfin
ihtiva ettiği şu dört şeyin gerçekleşmesine bağlıdır.
1) İmâmın âmin demesi
2) İmâmın arkasında namaz
kılanların âmin demesi
3) Meleklerin âmin demesi
4) Cematin âmin demesinin
meleklerin âmin demesine denk düşmesi.
Bu denk düşme ile ilgili;
duanın kabul edilmesi hakkındadır, denildiği gibi, zaman hakkındadır, duanın
-nitelik bakımından- ihlasla yapılması hakkındadır da denilmiştir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Duanızın kabul edileceğini bilerek Allah'a dua ediniz. Ve bilin ki Allah gafil
ve başka şeylerle oyalanan bir kalbin duasını kabul etmez."
Tirmizî,
Deavât 65.
3- "Âmin"in Fazileti:
Ebû Dâvûd,
Ebû Mûsabbih el-Makrai'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ashab-ı kiramdan
olan Ebû Züheyr en-Numeyri'nin yanında otururduk. Çok güzel bir şekilde konuşur
idi. Bizden herhangi bir kimse bir duada bulundu mu: Onu âmin sözü ile bitir,
derdi. Çünkü âmin bir sahifenin üzerindeki mühür gibidir. Ebû Züheyr dedi ki:
Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim mi? Bir gece
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmıştım. Israrla dua eden
birisinin yanından geçtik. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) onun duasını
işitecek bir şekilde durdu. Sonra Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Eğer
mühürlerse duası kabul olunur" dedi. Orada
bulunanlardan birisi: Ne ile mühürleyecek ey Allah'ın
Peygamberi? diye sordu.
Hazret-i Peygamber:
"Âmin ile"
dedi. "Çünkü o âmin ile
duasını bitirirse (kabulünü) gerektirmiş olur."
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu soruyu soran adam dua eden adamın
yanına gitti ve ona: "Ey
filan, duanı mühürle (âmin diyerek bitir) ve (kabul olunacağına dair) müjde
olsun,"
dedi.
Ebû Dâvûd,
Salât 167-168.
İbn
Abdi’l-Berr der ki: Ebû Züheyr
en-Numeyri'nin asıl ismi Yahya b. Nufeyr'dir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan:
"Çekirgeleri öldürmeyiniz. Çünkü çekirgeler Allah'ın en
büyük ordusudur"
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 39;
"zayıftır" kaydıyla.
hadisini rivâyet etmektedir.
Vehb
b. Munebbih de der ki: Âmîn dört harftir. Allah her bir harften:
"Allah'ım, âmin diyen herkes için mağfiret buyur" diyen bir melek yaratır.
Haberde şöyle denilmiştir: "Cebrâîl
bana Fâtihatu'l-Kitab'ı bitirdiğim vakit âmin demeyi telkin etti ve: Bu mektubun
üzerindeki mühür gibidir, dedi." Bir diğer hadiste şöyle denilmiştir: "Âmin
âlemlerin Rabbinin mührüdür. "
İbnü’l-Esîr,
en-Nihâye, Beyrut 1399/1979, I, 72.
el-Herevîder
ki: Ebû Bekir dedi ki: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki mührüdür, demektir. Çünkü
yüce Allah onun vasıtası ile onların
üzerinden afet ve musibetleri bertaraf eder. Tıpkı himaye eden ve bozulup
içindekinin dışarıya çıkmasına engel olan mektup üzerindeki mühür gibidir. Diğer
bir hadiste de şöyle denilmiştir:
"Âmin cennette bir derecedir."
İbnü’l-Esîr, aynı yer.
Ebû Bekr der ki: Bunun anlamı şudur: Âmin öyle bir kelimedir ki bunu söyleyen bu
vesileyle cennette bir derece kazanır.
4- "Âmin"in Anlamı:
İlim ehlinin çoğuna göre "âmin"
kelimesi, dua anlamında kullanılan bir kelime olarak "Allah'ım duamızı kabul
buyur" demektir. Bazıları da: "Âmin" yüce Allah'ın
isimlerinden birisidir, demiştir. Ca'fer b. Muhammed
Mücâhid ve Hilal b. Yisaf'tan rivâyet
edildiği gibi İbn Abbâs da bunu
Peygamber(sallallahü
aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmekle birlikte bu sahih bir rivâyet
değildir. Bunu İbnu’l-Arabi söylemiştir.
"Âmin"in
anlamının: Böyle olsun demek olduğu da ileri sürülmüştür. Bunu da
el-Cevherî'nin görüşüdür. el-Kelbi'nin, Ebû
Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine
göre İbn Abbâs şöyle demiştir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Âmin ne demektir? diye sordum, o:
"Rabbim yap"
demektir, dedi. Mukâtil der
ki:
Bu dua için bir güç ve bereketin
indirilmesine bir sebeptir. Tirmizî der ki:
Âminin anlamı, "sen bizim umutlarımızı boş çıkarma"dır.
5- "Âmin"i Söyleyiş Şekli:
"Amin"
kelimesi iki şekilde söylenir. Birincisi
Yasin gibi "fail" vezninde med ile ("Âmin" şeklinde),
ikincisi ise "yemin" vezninde kasır ile ("emîn"
şeklinde) söylenir. Medli söyleyişini şair şu beyitinde kullanmıştır:
"Rabbim, ebediyyen onun sevgisini benden alma
Amîn diyen bir kula Allah rahmet buyursun."
Bir başkası da şöyle demiştir:
"Âmin âmin diyorum, razı olmam, bir tanesine
Ta ki ikibin âmin diyene kadar."
Bir başka şair de kasr ile şöyle
kullanmıştır:
"Ondan istekte bulununca Futhul benden uzaklaştı
Allah aramızdaki uzaklığı artırsın, emin."
Mim'in şeddeli okunması hatadır.
Bunu el-Cevherî söylemiştir.
el-Hasen ve Ca'fer es-Sadık'dan şeddeli okunduğuna dair rivâyet de
gelmiştir. el-Hüseyn b. el-Fadl'ın görüşü de budur. O vakit bu kelime kasdetmek
için kullanılan den türemiş olur. Bizler sana yönelmeyi kastediyoruz, demektir.
Yüce Allah'ın: Beyt-i haramı kast ederek
"gelenlere de saygısızlık etmeyin"
(el-Maide, 5/2) âyeti de bu kökten gelir. Bunu
Ebû Nasr b. Abdurrahim b. Abdülkerim el-Kuşeyri
nakletmektedir. el-Cevherî der ki: Âmin
kelimesi iki sakin harfin birarada gelmesi dolayısıyla kelimeleri gibi feth
üzere mebnidir. "Âmin dedi" ve "âmin demek" anlamında: filan kişi âmin dedi"
denilir.
6- İmâm'ın "Amin" Demesi:
İmâm âmin'i söyler mi ve
açıktan söyler mi konusunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır.
Şâfiî ve Medinelilerin rivâyetine göre,
Mâlik bu görüştedir. Kûfeliler ve kimi
Medineliler de: İmâm âmin'i açıktan söylemez, demişlerdir.
Taberî'nin görüşü de budur. Bizim ilim
adamlarımızdan İbn Habib'in de görüşü budur. İbn Bukeyr de: İmâm muhayyerdir,
demiştir. İbnu’l-Kasım'ım İmâm Mâlik'ten
rivâyetine göre: İmâm âmin demez. Onun arkasındakiler
yani ona uyanlar âmin, der demektedir. Bu İbnu'l-Kasım'ın ve
İmâm Mâlik'in mezhebine mensup Mısırlıların
görüşüdür. Bunların delilleri ise Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin rivâyet ettiği şu
Hadîs-i şerîftir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bize hutbe irad etti. Bize sünnetlerimizi
açıkladı, nasıl namaz kılacağımızı öğretti ve şöyle dedi: "Namaz kıldığınız
vakit saflarınızı doğru tutunuz. Daha sonra sizden herhangi bir kimse İmâm
olsun. İmâm: Allahu ekber dediği vakit siz de tekbir getiriniz. "Gazaba uğramış
olanların ve sapıtanlarınkine değil" dediğinde siz de "âmin" deyiniz. Allah
sizin duanızı kabul buyurur." dedikten sonra hadisin geri kalan kısmını da
zikretti. Bunu Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Salât 62; Nesâî, İmâme 38, Tatbik 23, 101,
Sehv 44.
Sumeyy'in
Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği hadis de
bunun gibidir. Bunu da İmâm Mâlik rivâyet
etmiştir.
Sahih olan ise birincisidir,
(yani İmâm "âmîn"i açıktan söyler) Vail b.
Hucr'un rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Çünkü
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) "ve leddâllîn"i okuduğunda: Âmin der ve
sesini yükseltirdi. Bunu Ebû Dâvûd
Ebû Dâvûd,
Salât 167-168; Tirmizî, Salât 70.
ve Dârakutnî rivâyet etmiştir.
Dârakutnî şunu da eklemiştir: Ebû Bekr der
ki: Bu, Küfe halkının yalnız başlarına rivâyet ettikleri bir sünnettir. Bu hadis
ve bundan sonraki hadis sahihtir.
Dârakutnî,
I, 334. "Buhârî
de: İmâmın âmin lâfzını açıktan söylemesi" diye bir başlık açmıştır.
Buhârî,
Ezan 111.
Atâ
der ki: "Âmin" bir duadır. İbn ez-Zübeyr ve onun arkasından namaz kılanlar öyle
bir âmin dediler ki mescidde bir ses kalabalığı işitildi.
Tirmizî der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve onlardan sonrakilerden
ilim ehlinden birçok kişi bu görüştedir. Bunlar kişinin âmini yüksek sesle
söyleyeceğini ve gizlemeyeceğini kabul ederler.
Şâfiî, Ahmed ve İshak da bu görüştedir.
Tirmizî,
Salât 70.
Muvatta’''da
ve Buhârî ile
Müslim'de İbn Şihab'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) "âmin" derdi.
Muvatta’',
Salât 44; Buhârî, Ezan 111;
Müslim, Salât 72.
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: İnsanlar "âmin" demeyi terketti.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ise "Gazaba uğramış olanların ve
sapıtanlarınkine değil" dediğinde "âmin" derdi. Onun âmin deyişini birinci
saftakiler işitir ve bu ses ile mescid dolardı."
İbn Mâce,
İkame 14.
Az önce kaydettiğimiz Ebû
Mûsa ile Sumeyy yoluyla gelen iki hadis ise "âmin" lâfzının söyleneceği yeri
göstermektedir. Bu da İmâmın "veleddâllîn" demesi sırasında olur. Böylelikle
İmâm ile cemaatin âmin deyişleri birlikte olur ve cemaat ondan önce âmin demiş
olmaz. Buna sebep ise az önce belirttiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Diğer taraftan Peygamber
efendimiz de:
"İmâm âmin dediği takdirde siz de
akabinde âmin deyiniz"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Ezan 111, 113; Deavât 4; Müslim, Salât 72;
Ebû Dâvûd, Salât 168;
Tirmizî, Salat 70-71...
İbn
Nâfi' de "Kitabu İbn el-Haris"de şöyle demektedir: İmâma uyan bir kimse
İmâmın "veleddâllîn" dediğini işitmedikçe bu sözü
(âmin'i) söylemez. Eğer uzak olup da onun âmin dediğini işitmiyor ise
demez. İbn Abdus der ki: O takdirde okuma miktarını kendisine göre tesbit etmeye
çalışır ve bitirdiğine kanaat getirdiği yerde "âmin" der.
7- "Âmin"i İçten Söylemek:
Ebû
Hanîfenin mezhebine mensup olanlar derler ki: Âmin'i içten söylemek
açıktan söylemekten daha iyidir. Çünkü âmin bir duadır.
Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:
"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin."
(el-A'raf, 7/55) Buna delil ise, yüce Allah'ın:
"İkinizin de duası kabul olundu"
(Yûnus, 10/89)
âyetinin tevili ile ilgili olarak gelen rivâyettir. Burada denildiğine göre
Hazret-i Mûsa dua ediyor, Hazret-i Harun da âmin diyordu. O bakımdan
yüce Allah her ikisine de: Dua edenler
ismini vermiştir.
Buna cevap: Duanın gizlenmesinin
daha faziletli oluşu riyakarlığın sözkonusu olması dolayısıyladır. Cemaat namazı
ile ilgili hususlara gelince bu cemaate katılmak zaten İslâm'ın açık bir şiarını
açıktan yerine getirmektir. Ve kulların açıktan yapması mendup olan bir hakkı
izhar etmeleridir. İmâmın duayı ve sonunda âmin demeyi kapsayan Fâtiha'yı
açıktan okuması teşvik edilmiştir. Buna göre duanın açıktan yapılması sünnettir.
Sünnet olan dualardan ise bu duaya âmin demek de ona tabidir ve onun gibidir. Bu
da açıkça bilinen bir husustur.
8- Bizden Öncekiler ve "Âmin":
"Âmin"
kelimesi bizden önce yalnızca Mûsa ve Harun
(ikisine de selam olsan )'a verilmiş ve öğretilmiştir.
Tirmizî
el-Hakim "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bize
Abdu'l-Varis b. Abdüssamed anlattı, dedi ki: Bize babam anlattı. Dedi ki: Bize
Hişam b. Hassan'ın mescidinin müezzini olan Rezin anlattı, dedi ki: Bize Enes b.
Mâlik anlattı dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Şanı yüce Allah benim ümmetime kendilerinden önce
kimseye verilmemiş üç şeyi verdi. Selam. Bu cennet ehlinin kendi aralarındaki
selamlaşmalarıdır. Meleklerin saf saf dizilmesi (gibi namazda dizilmek) ve âmin
demek. Mûsa ile Harun'un söyledikleri dışında
("âmin" öncekilerden kimseye verilmemiştir.)
Ebû Abdullah der ki: Bunun anlamı şudur. Mûsa Fir'avn'a beddua etmiş Harun da
âmin demiş idi. Şanı yüce Rabbimiz de Kitab-ı Kerîm'inde Hazret-i Mûsa'nın
duasını bize zikrettiğinde:
"Sizin
duanız kabul olundu"
(Yûnus, 10/89) dediğini bize bildirmekte ve
Harun'un söylediğini zikretmemektedir. Hazret-i Mûsa: Rabbimiz, diye dua etti.
Harun (aleyhisselâm) da "âmin" diyordu. Bu
şekilde ona da dua eden kişi ismini vermiştir. Çünkü onun âmin demesini de onun
dua etmesi olarak değerlendirmiştir.
Şöyle de denilmiş bulunuyor:
Âmin bu ümmete hastır. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Yahudilerin selam ve âmin demekten
dolayı sizi kıskandıkları kadar hiçbir şeyden dolayı kıskanmamışlardır."
Bunu İbn Mâce
Hammâd b. Seleme'den, o Süheyl b. Ebû
Salih'ten, o babasından, o Âişe
(radıyallahü anha)dan rivâyetle
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki., senediyle rivâyet etmiştir.
İbn Mâce, İkâme 14.
Yine İbn Mâce
İbn Abbâs'tan Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Yahudiler sizleri âmin dediğiniz için kıskandığı kadar
hiçbir şeyden dolayı kıskanmamıştır. O bakımdan çokça âmin deyiniz."
Aynı yer.
Bizim ilim adamlarımız -Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Kitap ehlinin bizleri kıskanma sebepleri
şudur: Çünkü bunun (Fâtiha Sûresi'nin) başı
Allah'a hamdetmek, O'na senada bulunmaktır. Daha sonra O'na itaat etmek, O'na
yönelmektir. Arkasından bizi dosdoğru yola iletmesi için bir duadır. Sonra da
âmin demekle birlikte onlara beddua ediyoruz.
FATİHA SÛRESİ'NİN ANLAMI, KIRAATLER, İ'RAB VE HAMD
EDENLERİN FAZİLETİ
1
Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile
Besmele:
Buna dair açıklamalarımızı
yirmiyedi başlık halinde sunacağız.
1- Besmele'nin Özelliği:
İlim adamları der ki:
"Bismillahirrahmânirrahim"
Rabbimizin her sûre başında indirmiş olduğu bir
yeminidir. Bununla kullarına şu şekilde yemin etmektedir: Kullarım, bu sûrede
Benim sizin için indirdiğim âyetler hakkın kendisidir. Ve Ben bu sûrede size
vermiş olduğum vadimi, lütfumu ve iyilikle muamelelere dair bu sûrenin bütün
muhtevasını aynen yerine getireceğim.
"Bismillahirrahmânirrâhim"
âyeti, yüce Allah'ın
bizim Kitabımıza ve özel olarak bu ümmete Süleyman
(aleyhisselâm)'dan sonra indirmiş olduğu âyetlerindendir.Kimi ilim adamı
şöyle demiştir:
"Bismillahirrahmânirrâhim"
şeriatın tümünü ihtiva etmektedir. Çünkü bu ifade,
hem Allah'ın zatına, hem sıfatlarına delalet etmektedir. Bu doğru bir
açıklamadır.
2- Besmele'nin Bazı Özellikleri
Said b. Ebi Sükeyne der ki: Bana
Ali b. Ebî Tâlib
(radıyallahü anh)'ın
"bismillahirrahmânirrahim"i
yazan bir kişiyi gördüğü haberi ulaştı. O kişiye şöyle dedi: Bunu güzel bir
şekilde okunaklı olarak yaz. Çünkü bir kişi, bunu güzel ve okunaklı bir şekilde
yazmış, o mağfiret olunmuştur.
Said dedi ki: Yine bana ulaştığına
göre adamın birisi, üzerinde
"bismillahirrahmânirrâhim"
yazısı bulunan bir kağıda baktı. Onu aldı öptü,
gözlerine sürdü, bunun için ona mağfiret olundu. İşte Bişr el-Hâfî'nin kıssası
da bu kabildendir. O, üzerinde Allah adının yazılı olduğu bir parçayı yerden
kaldırdı, ona kokular sürdü. Bundan dolayı da onun ismi de hoş kılındı. Bunu el-Kuşeyrî
zikretmektedir.
Nesâî,
Ebû'l-Muleyh'ten, o Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında
bineğe binen (bir kişi Men şöyle dediğini rivâyet
etmektedir. Resûlüllah (s. a) buyurdu ki:
"Bineğin sen üzerindeyken tökezleyecek olursa, kahrolasıca şeytan, deme. Çünkü o
bir ev kadar oluncaya kadar büyüdükçe büyür ve: Ben kendi gücümle bunu yaptım,
der. Fakat böyle diyecek yerde: Bismillahirrahmânirrâhim, de. O vakit sinek
kadar oluncaya kadar küçülüp gider."
Ebû Dâvûd,
Edeb 77; Müsned, V, 59; aynen yakın
ifadelerle V, 71, 365.
Ali b. el-Huseyn de,
yüce Allah'ın:
"Sen
Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin zaman nefret ile arkalarına döner
giderler."
(el-İsra, 17/46) âyetini
açıklarken anlamının: Yani sen:
" Bismillahirrahmânirrâhim"
dediğin vakit
demek olduğunu söylemiştir.
Veki',
el-A'meş'ten, o Ebû Vail'den, o Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Allah tarafından ondokuz zebaniden kurtarılmak isteyen kimse
"bismillahirrahmânirrâhim"i
okusun ki yüce Allah da o kimse için
bunun her bir harfi karşılığında her bir melekten kendisi vasıtasıyla korunacağı
bir kalkan yaratsın. Besmele de yüce Allah'ın
haklarında:
"Üzerinde ondokuz (görevli melek) vardır."
(el-Müddessir, 74/30) diye buyurduğu cehennem
üzerinde görevli melekler sayısınca ondokuz harftir. Bunlar ayrıca bütün
fiillerinde:
"Bismillahirrahmânirrâhim"
derler. İşte bundan dolayıdır ki bu besmele, onlar
için bir güç (kaynağı)tür. Onlar, Allah'ın
adıyla bu kadar büyük güce sahip kılınmışlardır.
İbn
Atiyye der ki: Kadir gecesiyle ilgili olarak ilim adamlarının şu
görüşleri de bunu andırmaktadır. Bazı ilim adamlarının görüşlerine göre, Kadir
gecesi, yirmiyedinci gecedir. Bunu da (doksanyedinci
sûre olan) Kadr sûresinin yirmiyedinci kelimesi olan O" kelimesini
gözönünde bulundurarak söylerler.
Yine
(rükudan doğrulduğu vakit) Rabbimiz sana pek
çok pek hoş ve mübarek kılınmış hamd ile hamd olsun" diyen kimsenin sözlerini
yazmak için biribirleriyle yarışırcasına acele eden meleklerin sayısı ile
ilgili, ilim adamlarının görüşleri de buna benzemektedir. Bu ifade otuz küsur
harftir. Bundan dolayı Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da:
"Hangisi daha önce yazacak diye otuz küsur meleğin
birbirleriyle yarışırcasına acele ettiklerini gördüm"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Ezan 126; Ebû Dâvûd, Salât 118-119
(770. hadis);
Tirmizî, Salât 179; ayrıca bk. Müslim,
Mesâcid 149.
İbn
Atiyye der ki: Bu tür açıklamalar, tefsire dair güzel nükteler ve
açıklamalar kabilindendir. Yoksa sağlam bilgiye dayalı açıklamalardan
sayılmazlar. eş-Şa'bi ve
el-A'meş'in rivâyetine göre Resulullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) önceleri
"Bismikellahumme (adın ile Allah'ım)" şeklinde
yazıyordu. "Bismillah" diye yazması emroluncaya kadar bu şekilde yazdı.
"Bismillah" diye yazması emrolununca bu sefer böyle yazdı.
Yüce
Allah'ın:
"De
ki: Gerek Allah diye dua edin ve gerek Rahmân diye dua edin..."
(el-İsra, 17/110) âyeti nazil olunca
"bismillahirrahmân" şeklinde yazmaya başladı. Daha sonra:
"O
gerçekten Süleyman'dandır ve o gerçekten bismillahirrahmânirrâhim
(rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla) diye
başlıyor"
(en-Neml, 27/30) âyeti nazil olunca bu sefer bu
şekilde (yani bismillahirrahmânirrâhim şeklinde)
yazdı.
Ebû
Dâvûd'un Mûsannef'inde şöyle denilmektedir:
eş-Şa'bi, Ebû Mâlik, Katâde ve Sabit b. Umare'nin dediklerine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), Neml sûresi nazil oluncaya kadar
"bismillahirrahmânirrâhim"
şeklinde yazmıyordu.
Ebû Dâvûd,
Salât 120-121 (787. hadis).
3- Sûrelerin Başlarındaki
Besmeleler:
Ca'fer es-Sadık
(radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Besmele, sûrelerin taçlarıdır.
Derim
ki: Bu besmelenin Fâtiha'dan ve diğer sûrelerden bir âyet olmadığının
delilidir. Bu hususta ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır:
a) Besmele Fâtiha'dan da,
başka sûrelerden de bir âyet değildir. Bu İmâm
Mâlik'in görüşüdür.
b) Besmele, her sûreden bir
âyettir. Bu da Abdullah b. el-Mubarek'in görüşüdür.
c)
Şâfiî der ki, besmele Fâtiha'dan bir âyet-i
kerimedir. Diğer sûrelerden âyet olup olmadığına dair görüşü ise farklı farklı
nakledilmiştir. Bir seferinde: Her sûrenin bir âyetidir, derken bir diğer
seferde, sadece Fâtiha'dan bir âyet-i kerimedir, demiştir. Ancak ilim
adamlarının Besmele'nin Kur'ân-ı Kerîm'de Neml süresindeki bir âyette yer
aldığında görüş ayrılığı yoktur.
Şâfiî,
Darakutnî tarafından rivâyet edilen ve Ebû
Bekr el-Hanefi'den, o Abdülhamid b. Ca'fer'den, o Nûh b. Ebi Bilal'den, o Said
b. Ebi Said el-Makburî'den, o da Ebû Hüreyre'den
gelen rivâyet yoluyla Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini
delil göstermektedir:
"Elhamdülillahi rabbil alemin diye
okuduğunuz takdirde (başında) bismillahirrahmânirrâhim'i okuyunuz. Çünkü o
(Fâtiha sûresi) Kur'ân'ın anasıdır, Kitabın anasıdır, es-Seb'u’l-mesani
(tekrarlanan yedi )dir. Bismillahirrahmânirrâhim de âyetlerinden bir tanesidir."
Darakutnî,
I, 312.
Bu hadisi Abdülhamid b. Ca'fer,
merfu olarak rivâyet etmiştir. Sözü geçen bu Abdülhamid'i
Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Said ve Yahya b.
Main sika (güvenilir) bir ravi olarak
saymaktadırlar. Ebû Hâtim onun hakkında: O
doğru sözlüdür, derken Süfyan es-Sevri zayıf olduğunu söyler ve ona hücum
ederdi. Senette geçen Nûh b. Ebi Bilal de ünlü ve sika bir ravidir.
İbnu'l-Mubarek ile
Şâfiî'nin iki görüşünden birisinin delili
ise, Müslim tarafından Enes'ten gelen şu
rivâyettir: Enes dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) günün birinde
bizimle birlikte oturuyor iken bir parça uyukladı. Daha sonra gülümseyerek
başını kaldırdı. Biz: Ey Allah'ın rasûlü, neden güldün? diye sorduk. Şu cevabı
verdi:
"Az önce bana bir sûre nazil oldu."
dedi ve şunları okudu:
"Bismillahirrahmânirrâhim. Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. O halde Rabbin için
namaz kıl, kurban kes. Şüphesiz sana buğz edenin kendisi ebter
(soyu kesik) olandır."
(el-Kevser, 108/1-3) Ve sonra hadisin geri
kalan kısmını kaydetti.
Müslim,
Salat 53.
Yüce Allah'ın izniyle bu hadisin tamamı
Kevser sûresinin tefsirinde gelecektir.
4- Sahih Görüş:
Bu görüşler arasında doğru olan
İmâm Mâlik'in görüşüdür. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm âhâd haberlerle sabit olmaz. Onun sübut yolu hakkında ihtilafın sözkonusu
olmadığı kati tevatürdür. İbnul-Arabî der ki: "Bunun
(yani besmelenin) Kur'ân-ı Kerîm'den olmadığını anlamak için insanların
onun hakkındaki ihtilafları yeterlidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm hakkında ihtilaf
edilmez.
Tenkid edilmeleri sözkonusu olmayan
sahih haberler de Besmele'nin Neml sûresi dışında Fâtiha
veya bir başka sûreden olsun bir âyet
olmadığını ortaya koymaktadır. Müslim,
Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle
buyururken dinledim:
"Aziz ve
celil olan Allah buyuruyor ki, Ben namazı (yani Fâtiha sûresini) kendim ile
kulum arasında ikiye ayırdım ve kuluma istediğini vereceğim.
Kul:
"Hamd
âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur"
dediği takdirde, Yüce Allah: Kulum Bana hamdetti, der.
Kul:
"Rahmân
ve rahîm"
dediğinde yüce Allah: Kulum Bana sena etti, der.
Kul:
"Din
gününün maliki"
dediğinde, yüce Allah: Kulum Benim şanımı yüceltti, der. -Bir defasında da:
Kulum herşeyin benden olduğunu ifade etti, der.-
Kul:
"Yalnız
Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz"
dediğinde yüce Allah: Bu Benim ile kulum arasındadır ve kuluma istediğini
vereceğim, der.
Kul:
"Bizi
dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların
ve sapıkların yoluna değil"
dediğinde yüce Allah: "İşte
bu kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir."
Müslim,
Salât 38; Muvatta’' Salât 39
Yüce Allah'ın:
Namazı:
". . . Ayırdım demekten"
kastı Fâtiha süresidir.
Fâtiha sûresine "namaz" ismini veriş sebebi, Fâtihasız namazın sahih
olmamasıdır.
Yüce
Allah ilk üç âyeti kendisine ayırmış ve şanı yüce zatına tahsis
etmiştir. Bu ilk üç âyet hakkında müslümanların ihtilafı yoktur. Dördüncü
âyetin, kendisi ile kulu arasında olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bu âyet-i
kerîme kulun Rabbi önünde zilletini arzedişini, O'ndan yardım isteyişini ihtiva
etmektedir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zimi
de ihtiva eder. Daha sonraki üç âyet-i kerîme ile de Fâtiha sûresi yedi âyete
tamamlanmış olmaktadır. Bunların üç âyet-i kerîme olduğunu ifade eden de
Hadîs-i şerîfte geçen : "İşte bunlar da
kuluma aittir" demesidir. Bunu İmâm Mâlik
rivâyet etmektedir. Burada "(Bunlar yerine): Bu
ikisi" dememektedir. İşte bu da: "Üzerlerine nimet verdiğin kimseler...."
âyetinde âyetin sona erdiğini göstermektedir.
İbn Bukeyr der ki: Mâlik dedi ki:
“Üzerlerine nimet verdiklerin...."
âyeti âyet sonudur. Yedinci âyet ise, bundan sonra
gelen ve sûrenin sonuna kadar devam eden kelâmıdır.
Yüce Allah'ın
bu şekilde yaptığı paylaştırma ile Hazret-i
Peygamber'in Ubeyy (radıyallahü anh)'a:
"Namaza başladığın zaman nasıl okursun?"
sorusuna onun: "Ben "âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" âyetini
okudum ve sûreyi sonuna kadar devam ettim"
Muvatta’',
Salât 37.
demesi de Besmelenin Fâtiha'dan bir âyet-i kerîme
olmadığını göstermektedir. Aynı şekilde Medine, Şam ve Basra halkıyla ve
kurranın büyük çoğunluğu: Kendilerine nimet verdiklerini âyet sonu kabul
etmişlerdir. Yine Katâde de Ebû Nadra'dan, o Ebû
Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Altıncı âyet-i kerîme:
kendilerine nimet verdiklerin" âyetidir. Küfe halkından olan kurra ve fukaha ise
bu sûrede
"bismillahirrahmânirrâhim"i
bir âyet saymış fakat kendilerine nimet verdiklerin"i âyet sonu kabul
etmemişlerdir.
Eğer: Besmele mushafta yazılı
bulunmaktadır. Ayrıca Kur'ân hattı ile yazılmış olup tıpkı Neml sûresinde olduğu
gibi, Kur'ân gibi nakledilmiştir ve bu şekilde nakil onlardan tevatür yoluyla
gelmiştir, denilecek olursa şu cevabı veririz: Sözünü ettiğiniz şey doğrudur.
Fakat bu şekilde nakil edilmesi ve yazılışı Kur'ân-ı Kerîm'den olduğundan mıdır,
yoksa sûrelerin biribirlerinden ayrıldığını belirtmek için midir? Nitekim
ashab-ı kiramdan: Biz
"bismillahirrahmânirrâhim"
âyeti nazil olmadıkça bir sûrenin bittiğini anlayamıyorduk,
dedikleri Ebû Dâvûd tarafından rivâyet
edilmiştir.
Ebû Dâvûd,
Salât 120-121 (788. hadis): İbn Abbâs'tan dedi
ki: "Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), üzerine
"Bismillahirrahmânirrâhim" nazil olmadıkça (bir)
sûrenin (diğerinden) ayrıldığını bilmezdi."
Yahut bu besmele, teberrüken mi
yazılmıştır? Nitekim ümmet, kitap ve mektupların baş taraflarında besmele yazmak
üzerinde ittifak etmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. el-Cüreyrî der ki:
el-Hasen'e:
"Bismillahirrahmânirrâhim"
hakkında soru soruldu şu cevabı verdi: Bu,
mektupların baş taraflarında yazılır. Yine el-Hasen
der ki: Bismillahirrahmânirrâhim âyeti yalnızca Ta-Sin
(en-Neml) sûresinde yer alan:
"Muhakkak ki o Süleyman'dandır ve şüphesiz ki o bismillahirrahmânirrâhim
(diye başlamaktadır)."
(en-Neml, 27/30) dışında Kur'ân-ı Kerîm'den bir
ifade olarak nazil olmuş değildir.
Bu konudaki tartışmaların hakkında
nihaî hükmü verecek olan ifade şudur: Kur'ân-ı Kerîm düşünme kıyas ve istidlal
ile sabit olmaz. Aksine Kur'ân-ı Kerîm, zorunlu bilgiyi gerektiren, kesin
mütevatir olan nakille sabit olur. Diğer taraftan, her sûrenin baş taraflarında
ilk âyet olup olmadığı hususunda Şâfiî'nin
görüşleri farklı farklı gelmiştir. Bu da besmelenin her sûrenin bir âyeti
olmadığını göstermektedir. Allah'a hamdolsun.
Eğer: Bir grup ilim adamı,
Besmele'nin Kur'ân-ı Kerîm'den olduğunu rivâyet etmiş, hatta
Dârakutnî bu rivâyetlerin sahih olduğunu
belirttiği bir cüzde bunları bir araya getirmeyi üstlenmiştir, denilecek olursa
cevabımız şu olur: Biz bu konudaki rivâyeti reddetmiyoruz. Buna zaten işaret de
etmiş idik. Buna karşılık bizim lehimize delil olacak sabit olmuş haberler
vardır. Bunları güvenilir İmâmlar ve sağlam fakihler rivâyet etmiştir.
Müslim'in Sahih'inde Hazret-i
Âişe'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbirle ve "elhamdülillahi rabbil
alemin"i okuyarak başlardı. . . Hadis, bütünüyle biraz sonra gelecektir.
Yine
Müslim, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini
rivâyet etmektedir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bekir ve
Ömer (radıyallahü
anhüm)'ın arkalarında namaz kıldım. Bunlar namaza "elhamdülillahi rabbil
âlemin"i okuyarak başlıyorlar ve ne kıraatin başında ne de sonunda
"bismillahirrahmânirrâhim" demiyorlardı.
Müslim,
Salât 52.
Diğer taraftan bu konuda bizim
kabul ettiğimiz görüş çok büyük bir delil ile de ağırlık kazanmaktadır. Bu,
aklın kabul ettiği bir husustur. Şöyle ki,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
Medine'deki mescidi üzerinden asırlar geçmiş bulunmaktadır.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanından
İmâm Mâlik'in dönemine kadar (ve günümüze
kadar) o mescidde hiçbir kimse Sünnete tabi olduğundan dolayı
"bismillahirrahmânirrâhim"i
okumuş değildir. Bu sizin konu ile ilgili rivâyet ettiğiniz hadisleri
reddetmektedir.
Şu kadar var ki,
bizim mezhebimizin ilim adamları, nafile
namazlarda besmelenin okunmasını sevap görmüşlerdir. Onun okunacağına dair varid
olmuş haberler buna veya bu konuda genişlik
bulunduğuna hamledilerek açıklanır. İmâm Mâlik
der ki: Nafile namaz kılarken ve Kur'ân-ı Kerîm'i başkasının huzurunda okurken,
besmelenin okunmasında bir mahzur yoktur.
İmâm
Mâlik'in ve onun mezhebine mensup ilim adamlarının genel görüşü şu ki:
Besmele Fâtiha'run da başka bir sûrenin de (ilk)
âyeti değildir. Farz namaz olsun, başkasında olsun namaz kılan kimse, gizli
olsun açıkta olsun besmeleyi okumaz. Bununla birlikte nafilelerde okuması
caizdir. İmâm Mâlik'in mezhebine mensup ilim
adamlarınca meşhur olan görüş budur.
İmâm
Mâlik'ten gelmiş bir başka rivâyete göre, Besmele nafile namazlarda ve
sûrenin baş tarafında okunabilir. Ancak Fâtiha'nın başında okunmaz.
İbn
Nâfi'in ondan (Mâlik'ten) rivâyetine
göre farz ve nafile namazlarda kıraatin başında okunacağını ve hiçbir şekilde
terkedilmeyeceğini ifade etmektedir: Medine halkından şöyle diyenler de vardır.
Onda -kıraatin başında- bismillahirrahmânirrâhim'in okunması mutlaka gereklidir.
Bu görüşü savunanlar arasında İbn Ömer ve
İbn Şihab da vardır. Şâfiî, Ahmed, İshak,
Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd'in görüşü de budur.
İşte bu, meselenin içtihadı bir mesele olduğunu, kati olmadığını göstermektedir.
Görüşlerini kabul ettiğimiz takdirde, aksi görüşte olan müslümanları tekfir
etmek gereken birtakım cahil ve kendisini fukahadan zanneden kimselerin
sandıkları gibi değildir. Çünkü bu konuda sözü geçen görüş ayrılığı vardır.
Bir grup ilim adamı da Fâtiha ile
birlikte gizlice okunacağı kanaatindedir. Ebû
Hanîfe ve es-Sevri bunlardandır. Ömer,
Ali, İbn Mes'ûd, Ammar ve İbn ez-Zübeyr (radıyallahü
anhüm)'dan bu kanaat rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu el-Hakem ve
Hammâd 'ın da görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel ve
Ebû Ubeyd de bu görüşte olduklarını
belirtmişlerdir. el-Evzai'den de buna benzer bir rivâyet gelmiştir. Bunu Ebû
Umer b. Abdi’l-Berr "el-İstizkar" adlı
eserinde zikretmektedir. Bunlar, görüşlerine bu konudaki rivâyetleri delil
gösterirler ki bunu Mansur b. Zâzân, Enes b. Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Enes
b. Mâlik dedi ki: Resulullah (sallallahü aleyhi ve
sellem) bize namaz kıldırdı.
"bismillahirrahmânirrâhim"i
okuyuşunu bize işittirmedi. Ayrıca Ammar b. Ruzeyk'in
el-A'meş'ten, Onun Şube'den, onun Sabit b.
Enes'ten rivâyetini de delil gösterirler. Enes dedi ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bekir ve
Ömer'in arkasında namaz kıldım. Onlardan
herhangi birisinin
"bismillahirrahmânirrâhim"i
açıktan okuduğunu işitmedim.
Müslim,
Salât 50.
Derim
ki: Bu güzel bir görüştür. Enes'ten gelen rivâyetler bu görüşe
uygundur. Bununla çelişmemektedir. Bu görüş ile hareket edildiği takdirde
besmelenin okunuşu ile ilgili görüş ayrılıklarından da kurtulmak mümkün olur.
Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Müşrikler mescidde bulunurlardı. Resulullah
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Bismillahirrahmânirrahim"
diye okuduğunda onlar: İşte Muhammed, Yemame'nin
rahmanını -Müseylime'yi kastediyorlar- zikrediyor. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber
"bismillahirrahmânirrahim"in
gizliden okunmasını emretti ve bu sefer:
"Namazında sesini pek yükseltme, fazla da kısma. İkisi ortası bir yol tut."
(el-İsra, 17/110) âyeti nazil oldu.
Ebû Abdullah et-Tirmizî
el-Hakim der ki: Bu uygulama bu günümüze
kadar -illet ortadan kalkmış olmakla birlikte -bu şekil üzere kalmaya devam
etti. Nitekim tavafta remel yapılması de illet ortadan kalkmış olmakla birlikte,
gündüz namazlarında içten okumakta olduğu gibi kalmış, değişikliğe uğramamıştır.
5- Besmele ile Başlamanın Hükmü:
Ümmet ilim kitaplarının ve
risalelerin başlarında Besmele'nin yazılmasının câiz olduğu üzerinde ittifak
etmişlerdir. Eğer kitap bir şiir divanı ise,
Mücâhid'in eş-Şa'bi'in konu ile
ilgili şöyle dediği rivâyet edilmektedir: (İlim
adamları) Şiirin başında
"bismillahirrahmânirrahim"
yazılmaması üzerinde icma etmişlerdir.
ez-Zühri de der ki: Bismillahirrahmânirrâhim'in şiir başında yazılmaması
şeklinde uygulama günümüze kadar gelmiştir.
Saîd
b. Cübeyr, şiir kitaplarının başında besmelenin yazılacağı görüşündedir.
Müteahhir ilim adamlarının çoğunluğu da bu konuda onun görüşünü kabul etmiştir.
Ebû Bekr el-Hatib der ki: Bizim tercih ettiğimiz ve müstehap gördüğümüz de
budur.
6- Lûgat Açısından "Besmele":
el-Maverdi
der ki: Bismillah diyen kimseye "mübesmil (besmele
çeken)" denir. Bu kelime müvelled
rivâyet asrından sonra insanlar tarafından kullanılan
bir
kelimedir. Şiirde bu kelime geçer. Ömer b.
Ebi Rabia der ki:
"Onunla karşılaştığım sabah Leyla besmele çekti
Şu mübesmil (besmele çeken)
sevgili ne hoştur!"
Derim
ki: Dil bilginlerinin (fiilde)
kullandıkları yaygın şekil "Besmele (besmele çekti)"
şeklindedir. Yakub b. es-Sikkit, el-Mutarriz, es-Saâlibî ve başka dil âlimleri
şöyle der: Kişi "bismillah" dediği takdirde "besmele: Besmele getirdi, çekti"
denilir. Mesela, bismillah sözünü çokça tekrarlayan bir kimseye fazlaca besmele
çektin, denir. Kişi: "La havle vela kuvvete illa billah" dediği takdirde
"havkale" denilir. "La ilahe illellah" dediğinde "hellele" : tehlil getirdi"
denilir. Sübhanallah dediği takdirde "sebhale: Teşbih getirdi" denilir.
"Elhamdülillah" demeye "hamdele"; "hayya alessalah" demeye "haysala"; Sana feda
olayım" demeye "ca'fele"; Allah eksikliğini vermesin" demeye "tabkala" denilir.
"Allah seni daim aziz kılsın" demeye "dem'aze" denilir. "Hayyaalel felâh" demeye
"hayfele" denilir.
el-Mutarriz bu deyimlerden: "Hayya
alessalah" demeye "haysale" denileceğinden; "Sana feda olayım" demeye "ca'fele"
denileceğinden; "Allah ömrünü uzun etsin" demeye "tabkale" denileceğinden ve:
"Allah seni daim aziz etsin" demeye "dem'aze" denileceğinden söz etmemektedir.
7- Besmele Çekilecek Yerler:
Şeriat, yemek, içmek, hayvan
kesmek, cima', taharet, gemiye binmek ve buna benzer her türlü
(meşru) fiilin başında besmele çekilmesini
teşvik etmiştir. Yüce Allah Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurmaktadır:
"Artık
üzerlerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin"
(el-En'am, 6/118)
"Dedi
ki: 'Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır.'"
(Hud, 11/41)
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
da şöyle buyurmaktadır:
"Kapını kapat, Allah'ın ismini an, kandilini söndür ve
Allah'ın ismini an. Kabını ört ve Allah'ın ismini an, su kabının (kırbanın)
ağzını düğümle ve Allah'ın ismini an."
Buhârî,
Eşribe 22; Müslim, Eşribe 97;
Ebû Dâvûd, Eşribe 22.
Yine
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden herhangi biriniz, hanımı ile ilişki kurmak istediği
takdirde: İsminle ey Allah'ım, şeytanı bizden uzaklaştır, bize ihsan ettiğin
rızıktan da şeytanı uzak tut."
diyecek olursa eğer bu ilişkilerinden dolayı çocuklarının doğması
takdir edilirse ebediyyen şeytan ona zarar veremez."
Buhârî,
Tevhid 13; Müslim, Nikâh 116.
Hazret-i
Peygamber,
Ömer b. Ebû Seleme'ye şöyle demiştir: "Ey oğul, Allah'ın ismini an, sağ
elinle ve önünden ye."
Müslim,
Eşribe 108.
Yine
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Yemeğin üzerine Allah’ın ismi anılmadığı zaman şeytan o
yemeği kendisine helal bilir.(O yemekten yer)"
Müslim,
Eşribe 102
Yine
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Hayvanını kesmemiş olan Allah'ın İsmi ile kessin."
Buhârî,
Zebâih 18; Müslim, Edâhî 1.
Osman b. Ebi'l-Âs,
Hazret-i Peygamber'e İslâm'a girdiğinden
beri vücudunda bir ağrı duyduğundan şikâyette bulunur.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle der:
"Elini vücudunun ağrıyan tarafına koy ve üç defa "bismillah" de. Yedi defa
“duyduğum ve kendisinden çekindiğim şeyin kötülüğünden Allah'ın izzetine ve
kudretine sığınırım" de.
Müslim,
Selâm 67; İbn Mâce, Tıb 36.
Bütün bunlar, Sahih'te sabittir. İbn Mâce ve
Tirmizî'nin rivâyetine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Helâya girdikleri zaman
Âdemoğullarının avretlerini cinlere karşı örtmeleri "bismillah" demeleri ile
olur. (Besmele, helâya girmeden önce çekilir.)"
Tirmizî,
Cuma, 73; İbn Mâce, Taharet 40
Darakutnî
de Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) abdest suyuna
elini değdirdiği takdirde yüce Allah'ın
ismini anar, sonra da ellerine su boşaltırdı.
Darakutnî,
I, 72.
8- Besmele'nin Anlamı:
İlim adamlarımız der ki: Besmelede
Kaderiyye'nin ve onlardan olmayıp
işledikleri fiilleri kendi kudretlerinin sonucu ortaya çıkar, diyenlerin
görüşleri reddedilmektedir. Bu hususta bu gibi kimselere karşı delil gösterme
şekli şöyledir: Şanı yüce, Allah her bir fiile başlama sırasında -önceden de
belirttiğimiz gibi- bismillah diyerek başlamamızı emretmektedir.
"Bismillah'ın anlamı "Allah ile"
demektir. "Allah ile" âyetinin anlamı ise, O'nun yaratması ve O'nun takdiri ile
ulaşılan sonuçlar elde edilir, şeklindedir. İnşaallah buna dair daha etraflı
açıklamalar ileride gelecektir. Bazı âlimler de şöyle der: "Bismillah..."in
anlamı Allah'ın yardımı, tevfiki ve bereketi ile başlıyorum, demektir. Bununla
yüce Allah, kullarına kıraat ve buna
benzer işlere başlamaları halinde kendi ismini anmalarını öğretmektedir. Bu
başlangıçları aziz ve celil olan Allah'ın bereketi ile olsun diyedir.
9- "İsm" Kelimesinin Fazladan
Kullanılması:
Ebû
Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna,
"bismillah"daki "ism" kelimesinin fazladan kullanıldığı görüşündedir. Buna da
Lebid'in şu beyitini delil göstermektedir:
" Siz
bir yıla kadar (ağlayın mezarımın başında)
sonra size olsun selam ismi
Tam
bir yıl ağlayan kimse ise artık mazur görülür."
Burada "ad" anlamına gelen "ism"
kelimesini şair fazladan zikretmiştir. Onun anlatmak istediği: "Sonra size selam
olsun"dan ibarettir.
Bizim ilim adamlarımız da Lebid'in
bu sözlerini "ism"in müsemmanın kendisi olduğuna delil gösterirler. Bu bahiste
ve başka yerlerde buna dair açıklamalar -yüce Allah'ın
izniyle- ileride gelecektir.
10- Farklı Görüşler:
"İsm"in fazladan getirilmesinin ne
anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Kutub der ki: Bu kelime şanı
yüce Allah'ın zikrinin tazim ve tebcil
edilmesi için fazladan konulmuştur. el-Ahfeş
de der ki: Bu kelimenin fazladan getirilmesi, yemin hükmünden uzaklaşılıp Allah
İsmi ile teberrük kasdının gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü bu sözün aslı
"bismillah" yerine: "billah" şeklindedir. "Billah" ise "Allah adına" anlamına
yemin şeklinde de anlaşılabilir.
11- "Besmele" de Emir Anlamı:
Yine bu kelimenin başına "ba"
harfinin gelmesinin ne anlama geldiği hususunda da farklı görüşler vardır. Bu,
emir anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde: Allah adıyla başla,
demek olur. Yoksa haber anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde
anlam: Allah'ın İsmi ile başladım (başlıyorum)
olur. Görüldüğü gibi bu konuda iki görüş vardır.
Birincisi el-Ferrâ''nın, ikincisi
ez-Zeccâc'ın görüşüdür.
Buna göre her iki açıklamaya göre
"bism" lâfzı nasb konumundadır.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: "Benim başlamam Allah adıyladır." Buna göre "bismillah" mübtedanın
haberi konumunda merfudur. Haberin hazfedildiği de söylenmiştir.
Yani: Benim başlayışım Allah'ın ismi ile
gerçekleşmiş veya sabit olmuştur, demek olur.
Bunu açıkça ifade ettiğimiz takdirde o vakit "bismillah" lâfzı, gerçekleşmiş"
veya "sabit olmuştur" fiilleri dolayısıyla nasb
konumunda olur. Ve bu: "Evde fazlalıklar eklenmiştir" sözüne benzer. Kur'ân-ı
Kerîm'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Onu
hemen kendisinin yanında durduğunu görünce: Bu benim Rabbimin lütfundandır...
dedi."
(en-Neml, 27/40) Burada yer alan "yanında"
ifadesi nasb mahallindedir. Bu açıklamalar Basralı nahiv âlimlerinden rivâyet
edilmiştir.
Takdirin: "Benim başlayışım
Allah'ın ismi iledir" yahut "O'nun ile sabittir" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Buna göre "bism" ifadesi "başlayışım" şeklindeki masdar ile nasb
edilmek konumunda olur.
12- "Besmele"nin Yazılışı:
"Bismillah" Elif'siz olarak
yazılır. Çokça kullanıldığı için gerek lafızda gerek yazıda isme bitişik olarak
gelen "ba" harfi yazıldığı için Elifin yazılmasına gerek duyulmaz. Halbuki:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku"
âyetinde durum böyle değildir. Az kullanıldığı için burada kelimesinde "be"
harfinden sonraki "elif" harfi hazfedilmemektedir. Diğer taraftan kelimesindeki
"be" harfinden sonra gelen Elifin "er-Rahmân ve el-Kahir" lâfızları ile birlikte
kullanıldığı takdirde hazfedilip (yazılmayıp)
edilmeyeceği hususunda farklı görüşler vardır. el-Kisai ile Said
el-Ahfeş elifin hazfedileceği
(yazılmayacağı) görüşündedirler. Yahya b.
Vessab ise: Sadece "bismillah" ile birlikte yazıldığı takdirde elif hazfedilir.
Çünkü çokça kullanış burada sözkonusudur, demektedir.
13- " Besmele"nin Başındaki "Bi"
Ba harf-i cerrinin özellikle esreli
"bi" şeklinde okunuş sebebi ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür:
Söyleyişinin ameline
(yani kendisinden sonra gelen ismin sonunu esreli
okutmasına) uygun düşmesi içindir, denilmiştir.
İkinci görüşe göre "ba" harfi
sadece isimlerin başına geldiğinden dolayı özellikle esreli okunur. Çünkü esre
ancak isimlerde sözkonusudur.
Üçüncü görüş ise, bazan isim
olabilen harfler ile "ba"yı birbirinden ayırdetmek içindir. Şairin şu sözünde
yer alan "kaf" harfi de böyledir (isim yerini
tutmaktadır):
"Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda,
uzaklaşıp gidiyordu."
Yani
o, bizimle birlikte olan su hayvanı gibi veya
ona benzeyen bir hayvandı, anlamındadır.
14- "Besmele"deki "İsm"
kelimesinin vezni şeklindedir.
Bu kelimenin sonundan "vav" harfi
düşmüştür. Çünkü kökü fiilinden gelmektedir. Çoğulun şeklinde küçültme ismi de:
şeklindedir. Bu kelimenin aslının ( vezninin)
ne şekilde olduğu ile ilgili olarak görüş ayrılığı vardır. Vezni "fil"
şeklindedir, denildiği gibi "ful" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
el-Cevherî der ki: Bu veznin çoğulu "esma"
şeklinde gelir. "Ciz"' ve "ecza" ile "kufi" ve "ekfâl" kelimelerine
benzemektedir. Bunların ne şekilde çoğullarının yapılacağı ise ancak kulaktan
duyma ile anlaşılır. Bu kelimenin dört ayrı söyleyiş şekli vardır. Esreli olarak
"ism" şeklinde, ötreli olarak: "usm" şeklinde. Ahmed b. Yahya der ki: Elifi
ötreli okuyan bir kimse bu kelimeyi " semevtu" den türetmekte, esreli olarak
okuyan ise "semîtu" kökünden türetmektedir. Üçüncü bir söyleyiş olarak: "Simun",
dördüncü söyleyiş ise "sumun" şeklindedir. Bu söyleyişlere uygun olarak
şairlerden birisinin şöyle bir beyiti aktarılmaktadır:
"Allah sana mübarek bir ad vermiştir
Bu isim ile Allah seni tercih etmiş, mümtaz kılmıştır."
Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Bizi hayrete düşürdü bu senemizin başları
Bolluk sahibi diye bilinir fakat herşeyi kuru kuru yer
bitirir
eline geçirdiği her kemiği etinden ısrarla sıyırır."
Burada geçen kelimesinin ilk harfi
hem ötreli hem de esreli olarak okunmuştur.
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Her sûrede ismi bulunanın İsmi ile
(başlarım)"
kelimesindeki "sin" harfi sakin
(cezimli) okunmuştur. Kıyasa aykırı olarak
i'lal yapılmıştır. Bu kelimenin elifi vasıl elifidir. Şair bazan bunu zorunluluk
sebebiyle kat' elifi olarak da okuyabilir. el-Ahvas'ın şu beyitinde olduğu gibi:
"Ben Mâlik'in soy kütüğünde aşağılık birisi değilim.
Bir isim alan herkes daha sonra bu isminin gereğine sıkı
sıkıya riâyet etmez."
15- "İsm"e Nisbet:
Araplar, "ism" kelimesine nisbet
etmek istediklerinde (mensub isim yapmak
istediklerinde) derler. Bunun yerine da diyerek olduğu gibi
bırakabilirsin. şeklinde kelimesinin çoğulu ise şeklinde gelir.
el-Ferrâ' Allah'ın bütün isimleriyle seni
sığındırırım" söyleyişini nakletmektedir.
16- "İsm"in Türediği Kök:
"İsm" kelimesinin hangi kökten
türediği hususunda iki farklı görüş vardır. Basralılar der ki: Bu kelime
yükseklik yücelik anlamına gelen "sümuvv" kökünden türemiştir. "İsm" denilmesi
bu ismin sahibinin kendisi vasıtasıyla yücelen bir kimse ayarında olması
dolayısıyladır. İsmin müsemmayı (ad olduğu şeyi)
yükseltip başkalarına üstün kıldığından dolayıdır da denilmiştir. Yine: "İsm"e
bu adın veriliş sebebi, sahib olduğu güç sebebiyle sözün diğer iki kısmı olan
harf ve fiilden üstün olduğundan dolayıdır. İsmin harf ve fiilden daha güçlü
olduğu da icma ile kabul edilmiştir. Çünkü aslolan odur. İşte isim, fiil ve
harfe üstün geldiğinden dolayı, ona (üstün anlamında)
"ism" ismi verilmiştir. Buna göre Basralıların bu hususta üç ayrı açıklaması
vardır.
Kûfeliler der ki: "İsm" kelimesi, alamet anlamına gelen "es-simeh"
den türemiştir. Çünkü "ism" ad olarak konulduğu şeyin alametini teşkil
etmektedir. Buna göre "ism" kelimesinin kökü "ve-se-me" şeklinde olur. Ancak
birincisi daha doğrudur. Çünkü bu kelimenin küçültme ismi: "sumeyy", çoğulu ise
"esma" şeklindedir. Bir kelimenin çoğulu ve küçültme ismi ise, o kelimenin
kökünü bize gösterir. (Kûfelilerin açıklamasına
aykırı olarak): "vuseym" denilmediği gibi
(çoğulunda:) "evsam" da denilmemektedir.
Birinci görüşün doğruluğunun bir
delili de bu konudaki görüş ayrılığının faydasıdır. Bunun faydası da şudur:
17- İsim ile Sıfat:
"İsm" kelimesinin yücelik ve
üstünlükten türediğini söyleyenler şöyle der: Yüce
Allah bütün mahlukatın varlığından önce de onların varolmasından
sonra da ve yok olacakları takdirde de (bu üstün)
sıfatlara sahiptir. Yüce Allah'ın isim
ve sıfatlarında yaratıkların etkisi yoktur. Bu,
Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. "İsm"in
alametten türetildiğini söyleyenler de şöyle demektedir: Ezelden
yüce Allah, isimsiz ve sıfatsız idi. O
mahlukatı yaratınca onlar O'na birtakım isim ve sıfatlar izafe ettiler. Onları
yok ettiği takdirde yine isimsiz ve sıfatsız kalır. Bu da
Mu'tezile'nin görüşüdür. Ümmetin icma ile
kabul ettiği görüşe muhalif bir görüştür. Bu konudaki hata ve yanlışlıkları
"O'nun kelamı mahluktur (yaratılmıştır)"
demelerinden daha büyük bir hatadır. Şanı yüce
Allah, onların bu yanlış kanaatlerinden yüce ve münezzehtir. Bu
konudaki görüş ayrılığı dolayısıyla isim ve müsemma hakkında da farklı görüşler
ortaya çıkmıştır ki, bunu da bir sonraki mes'elede açıklayalım.
18- İsim ile Müsemmâ (“isim” ile “o
isim ile anılan”):
Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'in
naklettiğine göre Hak ehli, ismin müsemmanın kendisi olduğu görüşündedir. İbn
Fûrek de bu görüşü kabul etmiştir. Bu Ebû Ubeyde
ve Sîbeveyh'in de görüşüdür. Bir kimse:
"Allah alimdir (bilicidir)" dediği takdirde
onun bu sözü "alim" olmak niteliğine sahip zatına delalet eder. İsmin "alim"
olması bizzat müsemmanın kendisinin böyle olduğu anlamındadır. Yine bir kişi:
"Allah haliktır (yaratıcıdır)" diyecek olursa
hâlik olan Rabbin kendisidir, der. Ve bu bizatihi isimdir. İsim onlara göre
herhangi bir açıklama sözkonusu olmaksızın bizatihi müsemmanın kendisidir.
İbnu'l-Hassar der ki:
Bid'atçilerden sıfatların varlığını inkar edenler, adlandırmaların zatın dışında
bir medlulü olmadığını zanneder. O bakımdan bunlar: İsim müsemmadan başkadır,
derler. Allah'ın sıfatlarını kabul edenler ise adlandırmaların medlullerini de
kabul eder ve bunlar zatın vasıfları olup bunlar
(sıfatlar) ibarelerden (söylenen sözlerden)
ayrıdır. Onlara göre bu sıfatlar isimlerin kendileridir. Bakara ve A'raf
sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- buna
dair daha fazla açıklamalar gelecektir.
19- "Allah" Lâfza-i Celâli:
"Allah" lâfzı şanı yüce Rabbimizin
en büyük ve en kapsamlı adıdır. Hatta kimi ilim adamları şöyle demiştir: Bu,
yüce Allah'ın ism-i azamı
(en büyük ismi)dir. O'ndan başka hiçbir kimseye
bu isim verilmiş değildir. Bundan dolayı bu ismin tesniyesi
(ikili) ve çoğulu yapılmaz. Şanı
yüce Allah'ın:
"Sen
O'nun adıyla başka bir kimsenin adlandırıldığını biliyor musun?"
(Meryem, 19/65) âyeti ile ilgili iki açıklama
şeklinden birisi de budur. Yani onun "Allah"
ismini alan bir başka kimsenin varlığını biliyor musun?
Allah ismi, bütün ilahî sıfatları
kendisinde toplayan rububiyyetin niteliklerine sahip kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan hak varlığın adıdır.
Bunun ibadet edilmek hakkına sahip
anlamına geldiği söylenmiştir. Ezelden beri var olan ebediyen var olacak olan
vacibu'l-vücud (varlığı zorunlu) anlamında
olduğu da söylenmiştir. Bu ikisinin anlamı arasında da fark yoktur.
20- "Allah" Lâfzının Aslı:
Dil bilginleri bu ismin türemiş
(müştak) midir, yoksa zat-ı bari'nin özel ismi
olmak üzere mi konulmuştur hususunda da farklı görüşlere sahiptir.
Birinci görüşü,
yani türemiş olduğunu, ilim adamlarının birçoğu
kabul etmektedir. Ancak bunun türeme yolu ve asıl kökünün ne olduğu hakkında
farklı görüşlere sahiptirler.
Sîbeveyh, el-Halil'den bunun aslının
"Fiâl" gibi "ilâh" şeklinde olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Hemzenin
yerine elif ve lâm getirilmiştir. (Allah olmuştur.)
Sîbeveyh der ki: Mesela "en-Nass" kelimesinin aslı da "Unas"dır. Bu
kelimenin aslının "lâhe" olduğu da söylenmiştir. Bunun başına elif ve lâm tazim
için getirilmiştir. Sîbeveyh'in tercih
ettiği görüş budur. Buna delil olarak şu beyiti gösterir:
"Saklan, gizlen ben amcan oğluyum, şerefin benden üstün
değildir
Ve sen benim yöneticim değilsin ki beni yönetesin."
el-Kisai ve
el-Ferrâ' der ki: "Bismillah"ın anlamı "el-
ilahın İsmi ile" demektir. Hemzeyi hazfederek birinci lamı ikinci lama idğam
ettiler ve böylelikle bu ikisi şeddeli lâm haline geldi.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Fakat
ben (muvahhidim) Allah benim Rabbimdir."
(el-Kehf, 18/38) Burada yer alan kelimesi
aslında şeklindedir. Nitekim el-Hasen de
böyle okumuştur.
Diğer taraftan "Allah" lâfzının
şaşkınlık ifade eden : "velehe" kökünden türediği de söylenmiştir. el-Veleh:
Aklın baştan gitmesi anlamındadır. Nitekim: Aklı başından gitmiş erkek, aklı
başından gitmiş kadın" denilir. Su çöle akıtıldığı takdirde de denilir. Şanı
yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatini
bilmek, O'nun marifeti üzerinde düşünmek halindeyse, akıllar hayrete düşer ve
altından kalkamaz, şaşırır kalır. Buna göre "ilâh" kelimesinin aslı "velah"dır.
Bu kelimenin başında yer alan hemze "vav" harfinin değişikliğe uğramış şeklidir.
Nitekim (kemer anlamına gelen) "işah"
kelimesindeki hemze de "vişâh" şeklinde "vav" ile;
(yastık anlamına gelen) "isâde" kelimesindeki hemze vav'a dönüştürülerek
"visâde" şekline getirilmiştir. Bu açıklama şekli
el-Halil'den de rivâyet edilmiştir,
ed-Dahhak'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah"a, "ilâh"
denilmesinin sebebi, yaratıkların ihtiyaçlarını ona bildirip sığınmaları,
sıkıntılı zamanlarında ona yalvarıp yakarmalarıdır.
el-Halil b. Ahmed'in de şöyle dediği nakledilmektedir. Çünkü yaratıklar
O'na sığınırlar.
(Aynı
anlamı ifade etmek üzere) bu kelime şeklinde söylenir.
Bu lâfzın yükselmek anlamına gelen
kökten türediği de söylenmiştir.
Araplar yüksekteki her şeye "lâh"
derlerdi. O bakımdan güneş doğduğu zaman doğuşunu ifade etmek üzere ifadesini
kullanırlardı.
Tapınıp ibadet etmek için
kullanılan "elihe" kelimesinde ve kendisini ibadete verdiği takdirde de
kullanılan "teellehe" kelimesinden türediği de söylenmiştir.
Yüce Allah'ın
(el-A'raf, 7/127)de yer alan şeklindeki okuyuşu da böyledir.
İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Buradaki
bu kelime "sana ibadeti.... " anlamındadır.
Bunlar şöyle demektedirler: O halde
Allah lâfzı, bu kökten türemektedir. Şanı yüce
Allah lâfzının anlamı ibadette kendisine yönelinen, ibadet ile
kastedilendir. Allah'ı tevhid edenleri "La ilahe illellah" şeklindeki sözleri,
Allah'tan başka kendisine ibadet edilen yoktur, anlamındadır. Burada yer alan
"illa" lâfzı başka anlamındadır. Yoksa istisna anlamını ifade etmez.
Bazıları da -uzak bir ihtimal
olarak- şu iddiada bulunmaktadır: Bu yüce lafızda aslolan gaib olanı kinaye
yoluyla kasteden "ha (hu)" zamiridir. Çünkü
bunlar, (Allah'ı tanımanın) akıllarının fıtrî
yapısında varolduğunu kabul ederler. O bakımdan O'na bu kinaye
(zamir) harfi ile işaret ettiler. Daha sonra
mülkiyet ifade eden "lâm" harfi eklendi. Çünkü eşyayı yaratanın ve eşyalara
malik olanın O olduğunu bilmişlerdir. Böylelikle bu kelime "lehu" şeklini aldı.
Daha sonra ta'zim ve hürmet ifade etmek için ona elif ve lâm eklendi
(böylelikle Allah oldu).
İkinci görüş
(ki lafzatullahın zat-ı uluhiyyeti kastetmek üzere
kullanılmış bir kelime olduğunu kabul edenlerin görüşüdür): Bu görüşü
aralarında Şâfiî'nin Ebû'l-Meali,
el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal ve başkalarının da bulunduğu bir grup ilim
adamı ileri sürmüştür. el-Halil ve
Sîbeveyh'ten de şöyle dedikleri rivâyet
edilmiştir: Elif ve lâm bu lâfzın ayrılmaz harfleridir. Bu harflerin bu lafızdan
hazfedilmeleri câiz değildir. el-Hattabi de der ki: Elif ile lâm'ın bu yüce
ismin yapısından olduğunun ve tarif için gelmediklerinin delili bu lâfzın başına
bu şekli değişmeksizin "nida harfinin" girmesidir. Mesela "ya Allah"
diyebiliyoruz. Nida harfleri ise tarif için olan elif ve lâm ile birlikte bir
arada bulunmaz. Mesela ya Allah dediğimiz gibi ya er-Rahmân, ya er-Rahîm
demeyiz. İşte bu, iki harfin (elif ile lâm
harflerinin) ismin yapısının birer parçası olduğunu göstermektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
21- "er-Rahmân" ismi:
Yine "er-Rahmân" adının türemesi
ile ilgili farklı görüşler vardır. Kimisi bu ismin türemiş bir isim olmadığını
söylemektedir. Çünkü şanı yüce Allah'a
has özel isimlerdendir. Diğer taraftan eğer bu kelime, "rahmef'den türemiş
olsaydı, rahmet olunan ile birlikte de kullanılabilmeli idi ve böylelikle "Allah
kullarına rahîmdir" denilebildiği gibi "Allah kullarına rahmandır" da
denilebilmeli idi. Yine eğer bu isim "rahmef'den türemiş olsaydı
yüce Allah'ın ismi olarak bunu
işittiklerinde Arapların tepki göstermemeleri gerekirdi. Çünkü o zaman Araplar,
Rablerinin rahmet sahibi olduğunu kabul ediyorlardı.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara: Rahmâna secde edin denildiğinde onlar: Rahmân neymiş?... dediler."
(el-Furkan, 25/60) Hudeybiye barışı sırasında
da Ali
(radıyallahü anh), Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emriyle:
"Bismillahirrahmânirrâhim" yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: Biz
"Bismillahirrahmânirrâhim"in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim
bildiğimiz şey olan "bismikellahumme" (adın ile
Allah'ım) diye yaz.
İbnu'l-Arabi der ki: Onların bilmedikleri mevsuf
(nitelenen) olan Allah değil, onun sıfatı idi.
Buna delil olarak onların "Rahmân kimdir?" demeyip "rahman nedir?" demelerini
göstermektedir.
İbnu'l-Hassar der ki: Sanki o
(İbnu'l-Arabi)
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah'ın
başka âyet-i kerimede yer alan:
"Ve
onlar Rahmânı inkar ederler"
(er-Radıyallahü anh'd, 13/30) âyetini
hatırlamamış gibidir.
İnsanların
Cumhûru
(çoğunluğu) "er-Rahmân" lâfzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet"
kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise,
eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İşte bundan dolayı "er-Rahîm" lâfzının ikili
ve çoğulu yapıldığı gibi bunun iki ve çoğulu yapılmaz.
İbnu'l-Hassar der ki: Bu
kelimenin türemiş olduğunun delillerinden birisi de
Tirmizî'nin rivâyet edip sahih olduğunu belirttiği Abdurrahmân b. Avf tan
gelen şu rivâyettir. Abdurrahmân b. Avf,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı
şöyle buyururken dinlemiş:
"Aziz ve celil olan Allah buyurdu
ki: Ben Rahmânım. Rahîmi (akrabalığı) yarattım ve ona kendi ismimden türeyen bir
isim türetip verdim. Kim onun bağına riâyet ederse ben de onu bitiştiririm. Kim
de onun bağını keserse ben de onu keserim."
Tirmizî,
Birr ve Sıla 9.
İşte bu
Hadîs-i şerîf er-Rahmân isminin türemiş
olduğunu açıkça ortaya koyan bir nasstır. Buna muhalefetin ve görüş ayrılığına
düşmenin anlamı yoktur. Arapların bu ismi tepki ile karşılamalarının sebebi
yüce Allah'ı ve ona karşı yerine
getirilmesi gereken görevleri bilmeyişlerinden dolayıdır.
22- "er-Rahmân" İbranice midir?
İbnu'l-Enbârî'nin "ez-Zâhir" adlı
eserinde zikrettiğine göre el-Müberred
"er-Rahmân"ın İbrance bir isim olduğunu bundan dolayı da bununla birlikte
er-Rahîm isminin de zikredildiğini iddia etmiştir. Bunu ifade etmek üzere de şu
beyitler delil gösterilmektedir:
"Şerefe nail olamazsınız; ister abanızı ipekle sırmalayın,
İster yenbüt (haşhaş)
ağacını ufak ağaçlara dönüştürün.
İsterseniz (develerin)
arkalarından ayrılmayan deve palanlarından ayrılın
Ve onların sırtlarını "Rahmân ve Kur'ân" diye sıvazlamayı
bırakın."
Ebû İshak
ez-Zeccâc "Meani'l-Kur'ân"da şöyle
demektedir: Ahmed b. Yahya dedi ki: "er-Rahîm" Arapça ve "er-Rahmân"
İbranicedir. İşte bundan dolayı ikisi bir arada zikredilmiştir. Fakat bu kabul
edilmeyen bir görüştür.
Ebû'l-Abbas der ki: Na't
(niteleme) bazan övgü için olur. Mesela, şair
Cerir demek bunun gibidir. Mutarrif in Katâde'den
yüce Allah'ın:
"Bismillahirrahmânirrâhim"
âyetinde kendi zatını methettiğini söylediğini
nakletmiştir. Ebû İshak der ki: Bu güzel bir açıklamadır.
Kutrub da der ki: Rahmân ve Rahîmin bir
arada zikredilmesi, te'kid için olabilir. Ebû İshak der ki: Bu da güzel bir
görüştür. Ve te'kidde büyük bir fayda vardır. Arapların sözünde de bu pek
çoktur. Onun için ayrıca delil göstermeye ihtiyaç yoktur. Burada te'kidin
faydası ise Muhammed b. Yezid tarafından şöylece açıklanmaktadır: Bu, lütuf
üstüne lütuf, nimet ihsanı üzerine nimet ihsanına, bunlara rağbet edenlerin
arzularını güçlendirmek ve umanın emelini boşa çıkmayacağına dair bir vaaddır.
23- "Rahmân" ve "Rahîm" Arasındaki
Fark:
Rahmân ve Rahîm isimleri aynı
anlamı mı ifade eder, yoksa iki ayrı anlama mı gelir hususunda da ilim adamları
farklı görüşler belirtmişlerdir. "Nedman ve Nedim
(pişmanlık duyan)" kelimelerinde olduğu gibi aynı anlama gelirler,
denilmiştir. Bu Ebû Ubeyde'nin görüşüdür.
Bazıları da fa'lan (rahman kelimesinin vezni)
faîl (radıyallahü anhhîm kelimesinin vezni) in
binası gibi değildir. Çünkü fa'lan vezni ancak fiilin mübalağalı halini anlatmak
için kullanılır. Mesela kızgınlık ile dolup taşmış bir kimse için "Ğadbân"
tabiri kullanılır. Faîl vezni ise bazen fail ve mef'ûl
(yani etken ve edilgen) anlamlarını ifade edebilir. Amalles der ki:
"Savaş seni bir defa dişlerinin arasına aldı mı?
O vakit sen şefkat duyulan merhamet olunan olursun."
Buna göre "er-Rahmân" isim olarak
özel, fiil olarak genel; "er-Rahîm" ise isim olarak genel, fiil olarak özeldir.
Bu Cumhûrun görüşüdür.
Ebû Ali el-Farisî der ki:
"er-Rahmân" bütün rahmet türleri hakkında kullanılan genel bir isim olup yalnız
yüce Allah hakkında kullanılır.
"Er-Rahîm" ise, mü’minler hakkında
kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ve
mü’minlere çok merhametli
(radıyallahü anhhîm)dir."
(el-Ahzab, 33/43) el-Arzemî der ki: "er-Rahmân" yağmurlarla, duyu
nimetleriyle ve genel olarak bütün nimetlerle bütün yaratıklarına merhamet
edendir. "er-Rahîm" ise, onları hidâyete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak
suretiyle mü’minlere merhametli olandır.
İbnu'l-Mübarek der ki: "er-Rahmân" kendisinden istendiği zaman verendir.
"er-Rahîm" ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman kızıp gazaplanandır.
İbn
Mâce Sünen'inde, Tirmizî de
el-Cami'inde Ebû Salih'ten, o Ebû Hüreyre'den
şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Allah'tan dilekte bulunmayana Allah gazab eder."
Bu lâfız Tirmizî'ye
aittir.
Tirmizî,
Dua 2; Müsned, II, 477.
İbn
Mâce de der ki:
"Yüce Allah'a dua etmeyene Allah
gazab eder."
İbn Mâce, Duâ 1
İbn Mâce der ki: Ben Ebû Zur'a'ya bu senette
sözü geçen Ebû Salih hakkında soru sorduğumda şöyle dedi: Bu kendisine el-Farisi
ismi verilen kişi olup Huzistanlıdır. İsmini bilmiyorum. Şairlerden birisi de bu
anlamı kabul ederek şöyle demiştir:
"O'ndan dilekte bulunmayı terkettin mi Allah gazab eder
Âdem oğlancığı ise kendisinden istendi mi gazaplanır."
İbn
Abbâs der ki: Bunlar rakîk (ince anlamlar ifade
eden) iki isimdir. Birisi ötekinden daha rakîkdir.
Yani daha çok rahmet ifade eder.
el-Hattabî der ki: Bu müşkil bir
ifadedir. Çünkü rakîkliğin yüce Allah'ın
sıfatlarından hiçbirisiyle bir alakası yoktur.
el-Huseyn b. el-Fadl
el-Beceli der ki: Bu şekildeki bir rivâyet ravinin vehminden kaynaklanmaktadır.
Çünkü inceliğin (rikkatin)
yüce Allah'ın sıfatlarıyla hiçbir ilgisi
yoktur. Bu ifadenin doğru şekli: "Bunlar biri ötekinden daha refik
(nfk ve yumuşaklık) olan iki isimdir." Rıfk
ise, aziz ve celil olan Allah'ın sıfatlarındandır. Nitekim
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah refik (yumuşak merhametli) dir, rıfkı sever ve katılığa karşılık
olarak vermediği şeyleri rıfka karşılık olarak verir."
Müsned,
IV, 87
24- "er-Rahmân" ismi:
İlim adamlarının çoğunluğu,
"er-Rahmân"ın yüce Allah'ın özel ismi
olup başkasına verilmesinin câiz olmadığı kanaatindedir.
Yüce Allah'ın şu âyetleri bunu
göstermektedir:
"De
ki: İster Allah diye dua edin ister Rahmân diye dua edin."
(el-İsra, 17/110) Burada görüldüğü gibi
er-Rahmân ismi başkasının ortaklığının sözkonusu olmadığı diğer ismi olan
"Allah" lâfzına denk ve eşit olarak zikredilmiştir. Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize
sor: Rahmân'dan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?"
(ez-Zuhruf, 43/45) Burada
yüce Allah, ibadete hak kazananın "Rahmân"
olduğunu haber vermektedir. Müseylime el-Kezzab
(Allah'ın laneti üzerine olsun) kendisine "rahmânu'l-yemame" ismini
vermek cesaretini göstermiştir. Müseylime kendisine bu ismi verir vermez, hemen
onun kulağına "el-Kezzab (çok yalancı)"
şeklindeki sıfatı ulaşıverdi. Bundan dolayı şanı yüce olan Allah, "el-Kezzab"
sıfatını onun adının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Her ne kadar her
kâfir, aynı zamanda yalancı ise de bu nitelik Müseylime'nin kendisi ile
tanındığı bir özel sıfat halini almış ve yüce Allah,
bu niteliği onun adının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. er-Rahmân İsmi
ile ilgili olarak onun yüce Allah'ın
ism-i a'zamı olduğu da söylenmiştir. Bunu
İbnu'l-Arabi zikretmiştir.
25- "er-Rahîm" ismi:
"er-Rahîm" yaratıklar için mutlak
bir niteliktir. "er-Rahmân" isminde genel bir anlam bulunduğundan dolayı bizim
sözlerimizde de tenzile (vahye) uygun olarak
"er-Rahîm" den önce zikredilmiştir. Bu el-Mehdevî'nin açıklamasıdır.
Şöyle de denilmiştir: er-Rahîm'in
anlamı, sizin Allah'ı ve er-Rahmân'ı bulmanız er-Rahîm iledir. Çünkü er-Rahîm,
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliğidir.
Yüce Allah, onu şu âyetinde böyle
nitelemiştir:
"O
raûf (çok şefkatli) ve rahîm
(çok merhametli) dir."
(et-Tevbe, 9/129) Bu açıklamayı yapan, mananın
şöyle olduğunu kastetmiş gibidir: "Bismillahirrahmâni ve birrahîmi"
yani ve
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)
aracılığıyla bana ulaştınız. Yani ona
uymak ve onun getirdiklerine tabi olmak sayesinde sizler benim sevabımı, lütuf
ve ihsanımı ve vechime nazarı elde edebildiniz. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
26- "Besmele"nin Genel Anlamı'na
Dair Bazı Rivâyetler:
Ali b.
Ebî Tâlib (k.v)'den
yüce Allah'ın:
"Bismillah"
lâfzı ile ilgili olarak şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: O, her türlü hastalığa karşı şifa ve her türlü devaya karşılık da
bir yardımdır. "er-Rahmân" ise ona îman eden herkese yardımdır. Bu, kendisinden
başkasına bu ismin verilemeyeceği zatın adıdır. "er-Rahîm" ise tevbe edene, îman
edip salih amel işleyene merhametlidir demektir.
Kimisi, bu lâfzı
(yani bismillahirrahmânirrâhim'i) harfleri esas
alarak açıklamıştır. Osman b. Affan'dan rivâyet edildiğine göre o,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a
"bismillahirrahmânirrâhim"in
açıklamasını sormuş o da şöyle buyurmuş:
"Ba,
yüce Allah'ın belası (sınaması) ruhu, aydınlığı, parlaklığı ve yüceliği;
sin
yüce Allah'ın üstünlüğü,
mim
Allah'ın mülkü demektir. Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır.
Rahmân
ise, yarattıklarından iyi olana da kötü ve günahkar olana da merhametli olan
demektir.
Rahîm
ise, özellikle mü’minlere
karşı şefkatli ve merhametli olan demektir."
Ka'b
el-Ahbar'ın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ba,
yüce Allah'ın göz kamaştırıcılığı, sin
yüceliği demektir. O'ndan yüce hiçbir şey yoktur. Mim onun mutlak malikiyetini
ifade eder. O, herşeye kadir olandır. O'na karşı hiçbir kimse çıkamaz, mağlup
edemez.
Şöyle de denilmiştir: Her bir harf,
yüce Allah'ın isimlerinden birisinin
başlangıcıdır. Ba basir adının, sin semi' adının, mim melik adının, elif Allah
adının, lâm latîf adının, ha hadi adının, radıyallahü
anh râzık adının, ha halîm adının, nun nûr adının birinci harfidir. Bütün
bunların anlamı ise, herşeyin başlangıcı esnasında şanı
yüce Allah'a dua etmektir.
27- Besmele ile Fâtiha'nın Okunuşu:
(Besmelenin son kelimesi olan): "er-Rahîm" lâfzının "elhamdülillah" ile
bitişik okunması hususunda ihtilaf edilmiştir. Umm Seleme'den rivâyet edildiğine
göre Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), mim harfini
sükunlu okuyup vak'f yapar ve maktu' bir elif ile başlayarak: şeklinde okurdu.
Kûfelilerden bir grup bu şekilde okumuştur. Ancak çoğunluk ise:
şeklinde okumuşlardır. Yani "er-Rahîmi"
şeklinde esreli ve "elhamdü"deki elifi vaslederek .... er-Rahîmi’l-Hamdü...
(şeklinde) okursun.
el-Kisai, kimi Arapların, mim
harfini üstünlü ve elifin vasledilmesi şeklinde er-Rahîme’l-Hamdü... diye
okuduğunu nakletmektedir. Bu, şöyle açıklanır: Mim harfi sükûnlü okunur, elif
kat' ile okunur. Sonra elifin harekesi mime aktarılarak elif hazfedilir.
İbn
Atiyye der ki: Bildiğim kadarıyla bu herhangi bir kimsenin kıraati olarak
rivâyet edilmemiştir. Yahya b. Ziyad'ın yüce Allah'ın:
âyetini okuyuşu ile ilgili görüşü de böyledir.
Bu bölüme dair açıklamalarımızı
otuzaltı başlık halinde sunacağız:
2
Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm
ve Din Günü'nün maliki olan Allah'adır.
1- Hamdetmek:
"Hamd
Allah'ındır"
âyeti; Ebû Muhammed Abdu'l-Gani b. Said el-Hafız,
Ebû Hüreyre ve
Ebû Said el-Hudri yoluyla Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu nakletmektedir:
"Kul 'hamd Allah'ındır' dediği vakit, Allah da: Kulum doğru söyledi. Hamd yalnız
benimdir diye buyurur."
Müslim'in de rivâyetine göre Enes b. Mâlik
dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah, birşey yediği zaman
Allah'a hamdetmesi yahut birşey içtiği zaman Allah'a hamdetmesi dolayısıyla
kulundan razı olur."
Müslim,
Zikr 89.
el-Hasen der ki: Ne kadar nimet varsa, şüphesiz el-hamdülillah "hamd,
Allah'a mahsustur" demek, ondan daha faziletlidir.
İbn Mâce,
Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Allah bir kula bir nimet verip de o kul el-hamdülillah diyecek olursa, mutlaka
Allah'ın ona verdiği şey ondan aldığından daha kıymetli olur."
İbn Mâce,
Edeb 55.
Nevadiru'l-Usul'de Enes b.
Mâlik'ten rivâyete göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"İçindeki herşeyiyle birlikte
dünya, benim ümmetimden bir kişinin elinde bulunsa, daha sonra da bu kişi
el-hamdülillah diyecek olsa, bu el-hamdülillah hiç şüphesiz bütün bu nimetlerden
daha faziletli olur."
Süyûtî, İbn Asâkir'in
bunu Enes bin Mâlik'ten rivâyet ettiğini zikreder. es-Sirâcu'l-Münir, III, 195.
Abdullah der ki: Bize göre bunun anlamı şudur: Bir kişiye dünya verilmiş ve daha
sonra da ona bu kelime ihsan edilip onu söylemesi lütfunda bulunulmuş ise,
söylediği bu kelime bütün dünyadan daha faziletlidir. Çünkü dünya fanidir,
söylediği bu kelime ise bakidir. İşte bu kelime de "geriye kalan kalıcı salih
ameller" arasındadır. Zaten yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Geriye kalacak olan salih amellerdir ki, Rabbinin nezdinde bunlar sevapça da
hayırlıdır amelce de hayırlıdır."
(el-Kehf, 18/46) Bazı rivâyetlerde de şöyle denilmiştir. Onun verdiği
aldığından daha hayırlı olur.
Ne'vâdiru'l-Usûl, II, 72.
Bu ifadeye göre söylediği söz kulun verdiği olur, dünya ile de Allah'tan alınan
şeyi kastetmiş olur. Bu tedbir (işleri çekip çevirmek)
hakkındadır. Yine bu kelime kul tarafından söylenir, dünya da Allah tarafından
verilir şeklinde de açıklandığı olur. Fakat aslı itibariyle her ikisi de
Allah'tandır. Dünya da Allah'tandır, bu sözü söylemek de O'nun lütfundandır.
Allah kişiye dünyayı vermiş ve onu ihtiyaçtan kurtarmış olur, bu kelimeyi de
söylemeyi lütfetmiş, bu sebepten dolayı da ona âhirette şeref ihsan etmiş olur.
İbn
Mâce'de İbn Ömer yoluyla gelen şu
rivâyet yer almaktadır: Resûlüllah
şunu anlattı:
"Allah'ın kullarından birisi, Rabbim, zatının celâline, saltanatının azametine
yakışacak şekilde sana ham ederim" dedi. Yazıcı melekler için bunu yazmak zor
geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Semaya çıktılar ve şöyle dediler:
Rabbimiz, senin kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı
bilemiyoruz. Aziz ve celil olan Allah kulunun ne söylediğini daha iyi bildiği
halde der ki: Kulum ne dedi? Melekler: Rabbim, o şöyle dedi: Rabbim, zatının
celâline, saltanatının azametine yakışır şekilde sana hamdederim, dedi. Yüce
Allah o iki meleğe şöyle dedi: Bu sözü kulumun söylediği şekilde yazınız.
Nihayet o bana kavuşacağında o sözün karşılığını ben ona vereceğim."
İbn Mâce,
Edeb 55.
Müslim'de
rivâyet edildiğine göre Ebû Mâlik el-Eş'arî dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Abdest almak imanın yarısıdır, el-hamdülillah demek mizanı doldurur.
Sübhanellahi vel-hamdülillahi demek de sema ile arz arasını doldurur -yahut
doldururlar. "
Müslim,
Tahâre 1.
2- "el-Hamdulillah" Demenin
Fazileti:
İlim adamları, kulun:
"el-hamdülillahi rabbi'l âlemîn" demesinin mi yoksa "lâ ilâhe illâlah" demesinin
mi daha faziletli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim:
"el-hamdülillahi rabbi'l-âlemin" demesinin daha faziletli olacağını
söylemişlerdir. Çünkü bu hamdin kapsamı içerisinde "lâ ilâhe illâlah" diye ifade
edilen tevhid de bulunmaktadır. Buna göre kulun "elhamdülillah.." demesinde hem
tevhid hem de hamd vardır. Fakat "lâ ilâhe illâlah" demesinde sadece tevhid
sözkonusudur.
Bir başka kesim de; "lâ ilâhe
illâlah" demenin daha faziletli olacağını söylemiştir. Çünkü bu tevhid
kelimesiyle, küfür ve şirk ortadan kaldırılmaktadır. Bunun söylenmesi için
insanlarla Savaşılır. Çünkü Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Ben
insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum"
diye buyurmuştur.
Buhârî,
Îman 17, Salât 28..., Müslim, Îman 32;
Ebû Dâvûd, Zekat 1... ve diğer hadis
kitapları... Bu görüşü
İbn Atiyye tercih ederek şöyle der: Bunun
daha faziletli olduğuna hüküm veren Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir:
"Ben ve benden önceki bütün
peygamberlerin söylediği en faziletli söz;
lâ ilâhe illâlah vahdehu la şerike leh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, O
bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur) sözüdür."
Tirmizî,
Deavât 122; Muvatta’', Kur'ân 32, Hacc 246.
3- Âlemlerin Rabbi:
Müslümanlar,
yüce Allah'ın diğer bütün nimetlerine
karşılık Mahmud (övülmeye, hamdedilmeye değer)
olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Allah'ın lütfettiği nimetlerden birisi de
imandır. Bu da imanın Allah'ın fiili ve yaratması ile olduğunun delilidir. Buna
delil de yüce Rabbimizin:
“Âlemlerin rabbi"
âyetidir. Âlemler ise, bütün yaratıkları ifade
eder. Bunlardan birisi de imandır. Yoksa durum ileride de açıklanacağı üzere
Kaderiyye'nin söylediği imanı insanlar
yaratmamaktadır.
4- Hamd'in Anlamı:
"Hamd"in
Arap dilindeki anlamı eksiksiz övgü, "sena"dır. Bunun başına gelen elif ve lâm
(-ı tarif) bütün hamd türlerini kapsaması
içindir. Şanı yüce Allah bütün hamdleri
hak edendir. Çünkü en güzel isimler ve en yüce sıfatlar onundur, "el-hamd" lâfzı
şairin şu sözlerinde cem'i kıllet (azlık bildiren
çoğul) lâfzı ile çoğul yapılmıştır:
"En açık şekilde hamdedilip övülene tahsis ettim
Sözlerimin en faziletlisini ve hamdlerimin en üstününü."
Hamd'ın zıddı zem
(yermek)dir. Övülen kimseye "hamîd" ve "mahmud"
denilir. "Tahmid" ifadesi "hamd" den daha beliğdir. Ayrıca "hamd" şükürden daha
kapsamlı ve geniştir. "Muhammed" ise övülmeye değer özellikleri çokça olan kimse
demektir. Şair der ki:
"Şanlı, şerefli, kavminin efendisi,
son derece cömert ve çokça övülmeye değer özellikleri
olana...."
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
da bu isim verilmiştir. Şair der ki:
"Onu tebcil etmek için kendi isminden ona bir isim türetti.
Arşın sahibi olan (Allah)
Mahmud'dur. İşte bu da Muhammed'dir."
Mahmede
(övülmeye değer husus), yerilmeye değer hususun anlamını ifade eden
"mezemme"nin zıddıdır. Kişi hamdettiği takdirde onun hakkında: Adam hamdetti,
denilir. Hamdedildiği görülen kimse için de kişi der. Mesela: "Filan yere vardım
ve oranın övülecek bir yer olduğunu gördüm" demek gibi.
Yani orayı övülmeye değer ve uygun bir yer
olarak gördüm demektir. Bu ifadeleri; orada kalıp yaşamayı
veya orada hayvanlar için bulunan otlakları
beğendiğimiz takdirde kullanınz. Eşyayı çokça öven ve özelliklerinden daha fazla
şeylere sahip olduklarını ileri süren kimse için de "Humede" denilir. Ateşin
alevinin çıkardığı ses için de "hamedetu'n-nar" tabiri kullanılır.
5- "Hamd" ile "Şükür":
Ebû Cafer et-Taberi
ile Ebû'l-Abbas el-Müberred, hamd ile
şükürün aynı anlamda olduğunu söylemişlerse de bu görüş pek kabule değer bir
görüş değildir. Ayrıca Ebû Abdurrahmân es-Sülemi
de "el-Hakaik" adlı eserinde bunu Cafer es-Sadık ve İbn
Atâ'nın görüşü olarak da nakletmektedir. İbn
Atâ der ki: Hamd'in anlamı Allah'a
şükretmektir. Çünkü onun bize zatına hamdetmeyi öğretmesi dolayısıyla O, bize bu
alandaki lütfunu hatırlatmaktadır. Taberi de
bu iki kelimenin aynı anlama geldiğini delil göstermek için kişinin: şükür olmak
üzere Allah'a hamdolsun" demesinin doğru olacağını delil göstermiştir.
İbn Atiyye de der ki: Gerçekte bu onun kabul
ettiğinin zıddına delildir. Çünkü kişi ayrıca şükür olmak üzere" demekle
"hamd'i" tahsis etmiş olur. Bu nimetlerden herhangi bir nimete bir hamd ifade
eder.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir:
Şükür hamdden daha geneldir. Çünkü şükür hem dil ile hem organlarla hem de kalp
ile olur. Hamd ise sadece dil ile olur.
Hamd'in daha genel kapsamlı olduğu
da söylenmiştir. Çünkü hamd, hem şükür manasını hem övmek anlamını
kapsamaktadır. Bu ise şükürden daha geneldir. Hamd, şükür yerine
kullanılabildiği halde şükür hamd yerine kullanılamamaktadır.
İbn Abbâs'ın da şöyle dediği
kaydedilmektedir: el-hamdülillah şükreden herkesin kullandığı bir sözdür. Âdem
(aleyhisselâm) da aksırdığı vakit
"el-hamdülillah" demiştir.
Yüce
Allah da Hazret-i Nûh'a şöyle demesini emretmiştir:
"Bizi
zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun, de."
(el-Mu'minun, 23/28)
İbrahim
(aleyhisselâm) da şöyle demiştir:
"Bana
ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hamdolsun."
(İbrahim, 14/39)
Hazret-i Davud ile Hazret-i
Süleyman kıssasında da yüce Allah bize
şunu bildirmektedir:
"İkisi
dedi ki: Bizi pek çok mü’min kullarına üstün kılan Allah'a hamdolsun."
(en-Neml, 27/15)
Yüce
Allah Peygamberi
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e de şöyle emretmektedir:
"Evlat
edinmeyen o Allah'a hamdolsun, de."
(el-İsra, 17-111)
Cennet ehli de şöyle diyeceklerdir:
"Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun."
(Fatır, 35/34);
"Ve
dualarının sonu da el-hamdülillahi rabbi âlemin
(Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, veya: Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur) demeleridir."
(Yûnus, 10/10).
Buna göre "el-hamdilillah" şükreden
herkesin söylediği sözdür.
Derim
ki: Doğrusu şudur: Hamd, önceden bir ihsan sözkonusu olmaksızın
nitelikleriyle övülmeye değer olana yapılan bir senadır, övgüdür. Şükür ise,
bağışladığı ihsana (iyiliğe, güzelliğe)
karşılık şükredilen kimseye yapılan bir senadır. İşte bu noktadan hareketle ilim
adamlarımız şöyle demiştir: Buna göre hamd şükürden daha kapsamlıdır. Çünkü hamd
hem sena, hem tahmid (yani hamdetmek) hem de
şükür bakında kullanılır. Karşılık olarak yapılan
(şükür), özel bir hali ifade eder. Ve sana iyilik yapana karşı bir
mükâfattır. O bakımdan âyet-i kerimede kullanılan hamd, daha genel bir mana
ifade ediyor. Çünkü şükürden geniş bir anlamı kapsamaktadır.
Hamd'in rıza anlamına geldiğinden
de sözedilmektedir. Mesela: yani; ben onu
sınadım ve beğendim, denilir.
Yüce
Allah'ın:
"Makam-ı Mahmud"
(el-İsra, 17/79) âyetinde
de geçen "mahmud" kelimesi ise (övülmeye değer
anlamına değil de) beğenilen ve hoşnud olunan makam demektir.
Hazret-i Peygamber de âyeti:
"Sidiğin çıkış yerini yıkamanızı
sizin için uygun ve yerinde görürüm"
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye
(I, 433)'de İbn
Abbâs'tan rivâyet edildiğini kaydetmektedir
anlamındadır.
Yüce
Allah'ın:
"el-hamdülillah"
âyeti ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle
dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı
kendi zatını nitelendirdiği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş
olur. Çünkü "hamd" kelimesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha,
vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten
(devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce
Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse
gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.
Şakik b. İbrahim de
"el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Allah'a hamdetmek üç
şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey
verdiği takdirde o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır.
İkincisi, sana verdiği şeye razı olmandır.
Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin
vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan
etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.
6- Hamd ve Övgüler Allah'ındır:
Şanı
yüce Allah "hamd" ile kendi zatını övüp sena etmiş ve Kitab-ı Kerîmi
zatına hamd ile başlatmıştır. Bu hususta kendisinden başkasına izin vermemiştir.
Aksine Kitab-ı Kerîm'inde ve yüce Peygamberinin
dili üzere kendilerini bu şekilde övmelerini yasaklamak üzere şöyle
buyurmaktadır:
"O
halde kendinizi övmeyin (temize çıkarmayın). O,
takva sahibi olanları, en iyi bilendir."
(en-Necm, 53/32) Hazret-i Peygamber
de: "Övücülerin yüzlerine
toprak saçınız."
Müslim, Zühd 69.
diye buyurmaktadır. Bunu
el-Mikdad rivâyet etmiştir. İleride yüce Allah'ın
izniyle en-Nisa sûresinde (49. âyetin tefsiri
yapılırken) insanların kendilerini övmeye dair açıklamalar gelecektir.
Buna göre
"el-hamdülillahi rabbi'l-âlemin (hamd âlemlerin Rabbi
Allah'adır)"
âyetinin anlamı şudur: Âlemlerden hiçbir kimse
bana hamdetmeden önce ben kendi zatımı hamd etmiş
(övmüş) bulunuyorum. Ezelden beri benim kendime hamdedişim herhangi bir
sebebe bağlı değildir. Fakat insanların, yaratıkların bana hamdetmelerinin
birtakım sebeplerle yapılma şaibesi vardır. İlim adamlarımız der ki: O bakımdan
kendisine kemal ihsan edilmemiş yaratıklardan herhangi bir kimsenin menfaatleri
çekmek ve nefsine gelecek zararları bertaraf etmek için kendisine hamdetmesi
(övmesi) çirkin görülmüştür.
Şöyle de denilmiştir: Şanı
yüce Allah kullarının kendisini
hamdetmekten aciz olduklarını bildiğinden dolayı ezelde kendi zatını kendi zatı
ile ve kendi zatı için hamdetmiştir. O bakımdan onun kulları bu konuda bütün
güçlerini ortaya koyacak olsalar dahi O'na hamdetmekten aciz kalırlar.
Peygamber efendimizin: "Ben sana
yapılması gereken bütün övgüleri sayıp dökemem"
Müslim,
Salât 222; Ebû Dâvûd, Salât 148, Vitr 5;
Tirmizî, Deavât 111;
Müsned, VI, 58 vb..
âyeti ile bu konudaki aczini nasıl ortaya koyduğuna dikkat edelim. Şair de şöyle
demiştir:
"Bir iyilik sebebiyle biz sana senada bulunsak dahi
Sen bizim övdüğümüz gibi ve hatta övdüğümüzün de çok
üstündesin."
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah kullarına nimetlerinin çokluğunu
onların ise gereği gibi kendisine hamdedebilmekten acizliklerini bildiğinden
dolayı - lütuf ve minnetin ağırlığını üzerlerinden kaldırdığı için sahip
oldukları nimetlerden daha rahat ve huzurlu bir şekilde faydalanabilsinler diye
-onlar yerine kendi zatını ezelde hamdetmiş, övmüştür.
7- "el-Hamdu..."de Kıraat:
Yedi kıraat İmâmı ve insanların
Cumhûru el-hamdülillah" âyetindeki "dal"
harfinin ref edilmesi (du şeklinde ötreli okunması)
üzerinde icma etmişlerdir. Süfyan b. Uyeyne
ve Ru'be b. el-Accac'dan "dal" harfinin üstünlü okunması ile "el-hamdelillahi"
şeklinde okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu ise, bir fiilin takdir edilmesi
anlamına gelir, "el-hamdülillah" ifadesinde "dal" harfinin ötreli okunması,
mübteda ve haberdir de denilmiştir. Haber olması ise, bir mana ifade etmesini
gerektirir. Bunun ifade ettiği mana nedir? Bunun cevabı şudur:
Sîbeveyh der ki: Kişi
(dal harfini) ötreli okuyarak "el-hamdülillah"
dediği takdirde Allah'a hamd ettim, ifadesinin ihtiva ettiği manaya benzer bir
söz söylemiş olur. Şu kadar var ki "el-hamdü" diyerek "dal" harfini ötreli
okuyan kimse hem kendisinin hem de bütün yaratıkların
yüce Allah'a hamdettiğini haber
vermektedir, "el-hamde" şeklinde "dal" harfini üstünlü okuyan bir kimse ise,
yalnız kendisinin hamdinin Allah'a olduğunu haber vermektedir.
Sîbeveyh'ten
başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekilde yüce Allah'ın
affına ve mağfiretine sığınmak, O'nu tazim etmek, şanını şerefini yüceltmek için
söylenir. Böyle bir ifade ise haber kipinin anlamından farklıdır. Ondan çok
dilekte bulunmak anlamı vardır. Nitekim Hadîs-i
şerîfte de şöyle buyurulmuştur:
"Her
kim beni anmakla uğraşırken bana talepte bulunmak fırsatını bulmayacak olursa
ona dilekte bulunanlara verdiklerimden daha üstün olanlarını veririm."
Tirmizî,
Fedâilu'l-Kur'ân 25; "Her kim Kur'ân okumak ve beni anlamakla..." şeklinde.
Şöyle de denilmiştir: Şanı
yüce Allah'ın kendi zatını övüp senada
bulunması, bunu kullarına öğretmek içindir. Buna göre "el-hamdülillah"ın manası:
"el-hamdülillah deyiniz" şeklinde olur. Taberî
der ki: "el-hamdülillah" şanı yüce Allah'ın
kendisine yaptığı bir sena ve övgüdür. Ayrıca bunun kapsamı içerisinde kullarına
kendisine övgüde bulunmalarını emretmektedir. Âdeta: el-hamdülillah deyiniz,
demiş gibi olur. İşte (bundan sonra gelecek olan):
"Yalnız sana.... deyiniz" âyeti de bu şekilde açıklanır. Bu sözün zahirinin
açıkça ifade ettiği şeyleri Arap dilinde hazfetmek
(zikretmemek) türünden bir söyleyiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Ben biliyorum ki, toprak olacağım
Develer hızlı yürüdüğünde yürüyemez
(olacağım)
Soranlar kime (kabir)
kazıdınız? diye soracaklar
Cevap verenler onlara: Vezirî diyecekler."
Yani:
Kendisi için kabir kazdığımız kişi (şair)
Veziridir, diyeceklerdir. Burada bu ifadelerin söylenmeyişi kullanılan sözlerden
bunun açıkça anlaşılması dolayısıyladır. Bunun benzerleri pek çoktur.
İbn Ebi Able'den ikinci harfi
birincisine tabi kılmak ve lâfızlar arasında tecanüs
(uygunluk) olsun diye dal ve lâm harflerinin ötreli okunuşu ile:
"el-hamdülullahi" şeklinde bir söyleyişle rivâyet edilmiştir. Arapların dilinde
böyle bir tecanüs çokça kullanılan birşeydir. Mesela, sana geliyorum" kelimesi
ile ve o dağdan inmekte iken," söyleyişleri de bu türdendir. Şair der ki:
"Oynat bacaklarını annen seni kaybedesice"
Burada "nun" harfi kendisinden
sonra gelen hemzenin ötreli okunuşu sebebiyle ötreli okunmuştur.
"Melekler de ardarda"
(el-Enfal, 8/9) âyetinde yer alan
radıyallahü anh harfini mime uydurarak ötreli
olarak okumuşlardır. kelimesinde yer alan "kaf" harfinin ötreli okunuşu da
böyledir. Yine Araplar kelimesinde hemzeyi lâm'a uydurarak esreli okumuşlardır.
en-Numan b. Beşir'e ait olduğu belirtilen (ve avlamak
kasdıyla bir kurdun peşine takılmış bir kartalın durumunu anlatan) şu
beyitte de durum böyledir:
"Havada takip ederek giden bu
(kartalın) vay anasına
Şu yerde olup da takip edilen kişi gibi de olmasın"
Burada asıl şeklindeki söyleyiştir.
Ancak birinci Lâm hazfedilmiş ve esreden sonra hemzenin ötreli okunuşu ağır
bulunduğundan dolayı bunu (yani esreyi) Lâm'a
aktarmış, sonra da gelen Mim'i de Lâm gibi (yani
esreli) okumuştur.
el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile Zeyd b. Ali'den birincisini ikincisine
uydurmak suretiyle "el-hamdilillahi" şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir.
8- "Âlemlerin Rabbi":
Yüce
Allah'ın:
“Âlemlerin Rabbi"
onların Mâlikî,
sahibi demektir. Herhangi bir şeye mâlik olan herkes o şeyin rabbidir. Çünkü
"er-Rab", el-mâlik demektir. es-Sihah adlı sözlükde şöyle denilmektedir: Rab,
yüce Allah'ın isimlerindendir. Başkası
hakkında ancak izafet ile kullanılabilir. Araplar cahiliyye döneminde bu
kelimeyi hükümdar hakkında kullanmışlardır. Haris b. Hillize der ki:
"O rabdır ve şahit olandır
Hiyareyn gününe ve sınama dediğin de odur."
Rab, efendi anlamına da gelir.
Yüce Allah'ın:
"Beni
rabbinin nezdinde an"
(Yusuf, 12/42) âyetindeki rab bu anlamdadır.
Hadîs-i şerîfte de: "Cariyenin rabbesini
doğurması"
Buhârî, Îman 37, Tefsir
31. sûre 2; Müslim, Îman 1, 5, 7;
Ebû Dâvûd, Sünne 16;
Tirmizî, Îman 4;
Nesâî, Îman 5, 6.-
ifadesinin anlamı hanımefendisini doğurmasıdır. Biz bunu "et-Tezkire" adlı
eserimizde açıklamış bulunuyoruz.
Rab, aynı zamanda ıslah edip
düzelten, işleri çekip çeviren, düzelten ve yöneten anlamına da gelir.
el-Herevîve başkaları der ki: Birşeyi
düzeltip tamamlayan kişi için: tabirleri kullanılır.
O şeyi ıslah edip tamamlayan kimse
için de O, onun rabbidir denilir.
"Rabbaniler"e bu adın veriliş
sebebi onların kitapların gereğini yerine getirmeleridir.
Hadîs-i şerîfte de denilmektedir.
Yani, "senin onun üzerinde yerine getireceğin
ve gereği gibi ıslah edeceğin bir nimetin var mıdır?"
Müslim,
Birr 38.
Rab, aynı zamamda mabud
anlamındadır. Şairin şu sözü böyledir:
"Tepesine erkek tilkinin işediği rab mı olur?
Üzerine tilkilerin işediği kimse yemin olsun, zelil olur."
Birşeyi çoğaltıp büyütmek hakkında
da bu kökten onu büyüttü" tabiri kullanılır. Bunu da
en-Nehhâs kaydetmiştir. es-Sıhah'ta. da
şöyle denilmiştir filan kişi çocuğunu terbiye etti, büyüttü, denilir.
"el-Merbub" da rabbi tarafından beslenip büyütülen kimse demektir.
9- Yüce Allah'ın Rab İsm-i Şerifi;
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu
yüce Allah'ın en büyük adıdır. Çünkü dua
edenler bu ismi kullanarak çokça dua ederler. Kur'ân-ı Kerîm'de bunu da dikkatle
tesbit edebiliriz. Mesela Âl-i İmrân sûresinin sonlarında, İbrahim sûresinde ve
diğer sûrelerdeki dualar böyledir. Bütün bunlar, rabb ile merbub
(radıyallahü anhbleri tarafından yaratılan yaratıklar)
arasındaki bu tür bir niteliği belirten bir ilişkiyi göstermektedir. Ayrıca bu
kelime, her durumda şefkat, merhamet ve rabbe olan ihtiyacı da ifade etmektedir.
Bu ismin
(radıyallahü anhb adının) türediği kökün ne olduğu hakkında farklı
görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun "terbiye"den türediği söylenmiştir. Şanı
yüce Allah bütün yaratıklarının işlerini
çekip çeviren ve onları terbiye edendir. Yüce Allah'ın:
"Himayenizde bulunan üvey kızlarınız"
(en-Nisa, 4/23) âyetindeki "rebaib" kelimesi de
buradan gelmektedir. Bu şekilde hanımın kızı olan üvey kızlara "rabibe"
(rebaib'in tekili) denilmesi kocanın bu üvey
kızını terbiye etmesinden dolayıdır.
Şanı
yüce Allah da yaratıklarının işlerini çekip çevirdiğinden ve onları
terbiye ettiğinden dolayı bu kelime yüce Allah'ın
fiil sıfatı olur. Mâlik ve efendi anlamına ise "rab", zat sıfatı olur.
10- "er-Rab":
"Rab" kelimesinin başına elif ve
lâm getirilerek "er-Rab" denildiği takdirde sadece
yüce Allah kastedilmiş olur. Çünkü buradaki "elif, lâm" ahd içindir.
Eğer "elif, lâm" kaldırılacak olursa yüce Allah
için de kulları için de ortak olarak kullanılır. Mesela "Allah, kulların
rabbidir" denildiği gibi "Zeyd evin rabbi (sahibi)dir"
denilir. Şanı yüce olan Allah bu durumda rabler rabbidir. Mâlike de memlûke de
(mülk sahibine de sahibi olduğu mülke de)
mâliktir. Onu da yaratan ve ona da rızık veren O'dur. O'nun dışında kalan bütün
"rabler" ise yaratıcı ve rızık verici değildir. Her mülk edinilen daha önce öyle
olmadığı halde o da başkasının mülkiyeti altına verilir ve bu mülk onun elinden
alınır. Diğer taraftan mâlik kişi birtakım şeylere mâlik olduğu halde başka
birçok şeye de mâlik olamaz. Şanı yüce Allah'ın
sıfatı ise bütün bu hususlardan farklıdır. İşte yaratanın niteliği ile
mahlukatın niteliği arasındaki fark buradadır.
11- "Âlemler":
Yüce
Allah'ın:
"el-âlemîn"
âyeti ile ilgili olarak te'vil ehli
(tefsirciler) pek çok farklı görüşler ortaya
atmışlardır. Katâde der ki: "el-âlemûn"
kelimesi "âlem" kelimesinin çoğuludur.
Yüce Allah'ın dışında bulunan her varlığı
ifade eder. Bu kelimenin kendi lâfzından tekili yoktur.
(Belli bir kalabalığı ifade eden): Raht ve kavm
kelimeleri gibi. Her çağın insanları bir âlemdir, de denilmiştir. Bu görüş
el-Huseyn b. el-Fadl'a aittir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Âlemler arasından erkeklere gidersiniz!"
(eş-Şuara, 26/165) Burada yer alan
"âlemler"den kasıt insanlardır. el-Accâc da der ki:
"Hindif (kabilesi) bu
âlemin tepesidir."
Cerir b. el-Hatafî de der ki:
"Bütün insanlık O'nun iyilikte bulunmasını istiyor ve O
yücedir.
Ve bütün âlemler onun bakımı altında olurlar."
İbn
Abbâs der ki:
"Âlemler"
cinler ve insanlar demektir. Delili ise
yüce Allah'ın:
"Bütün
âlemlere uyarıcı olsun diye..."
(el-Furkan, 25/1)
âyetidir. Hazret-i Peygamber ise,
hayvanlara uyarıcı olmamıştır.
el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyde der ki: Âlem
aklı eren kimseleri ifade eder. Bunlar da dört ayrı ümmet
(topluluk)tirler: İnsanlar, cinler, melekler ve
şeytanlar. O bakımdan aklı ermeyen hayvanlara âlem, denilmez. Çünkü bu şekilde
çoğul (el-âlemûn ve el-âlemîn) sadece aklı eren
varlıklar için kullanılır.
el-A'şâ der ki:
"Ben âlemler arasında onlar gibisini işitmedim."
Zeyd
b. Eslem de der ki: Âlemler kendilerine rızık verilen kimselerdir. Amr b.
el-A'la'nın: Bunlar ruhanî (yani ruh sahibi)
varlıklardır sözü de buna yakındır. Yine İbn Abbâs'ın
şu sözünün anlamı da budur: (Âlem) ruh sahibi
ve yeryüzünde hareket eden her varlıktır.
Vehb
b. Münebbih de der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın onsekizbin tane âlemi vardır
ve dünya da bu âlemlerden bir tanesidir. Ebû Said
el-Hudri de der ki: Yüce Allah'ın
kırkbin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya tek bir âlemdir.
Mukâtil der ki: Âlemler seksen bin
tanedir. Kırkbin tanesi karada kırkbin tanesi de denizdedir.
er-Rabî b. Enes de
Ebû'l-Âl-iyye'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedir. Cinler bir âlemdir, insanlar bir âlemdir. Bunların dışında
yeryüzünün dört bucağı vardır. Bu bucaklardan her birisinde bin beşyüz âlem
vardır. Ve Allah bunları ibadeti için yaratmıştır.
Derim
ki: Bu konudaki birinci görüş bütün bu görüşlerin en sahih olanıdır.
Çünkü her türlü yaratığı ve varlığı kapsar. Buna delil ise
yüce Allah'ın şu âyetidir:
"Fir'avn dedi ki: Âlemlerin Rabbi nedir? (Mûsa)
dedi ki: Göklerin, yerin ve onların arasında olanların Rabbidir."
(eş-Şuara, 26/23-24) Diğer taraftan bu kelime
"âlem ve alâmef'den türemiştir. Çünkü âlem ve alâmet kendisini varedenin
delilidir. ez-Zeccâc da böyle demiştir: Âlem
yüce Allah'ın dünya ve âhirette
yarattığı herşeydir. el-Halil der ki: Âlem,
alamet vema'lem: Birşeye delalet eden demektir. Âlem de kendisini yaratanın ve
işlerini düzenleyenin varlığına delalet etmektedir. Bu ise açıkça anlaşılan bir
durumdur.
Nakledildiğine göre adamın birisi
Cüneyd'in önünde "el-hamdülillah" demiş ona:
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi sen de onu
tamamlayarak bir de "rabbi'l-âlemin" de, diye cevap vermiş. Adam: Peki âlemîn
dediğin kimdir ki hak ile birlikte bunlar da zikredilsin?
Cüneyd ona şu cevabı verdi: Sen öyle söyle
kardeşim. Çünkü sonradan yaratılan birşey artık kadim ile birlikte zikredilecek
olursa bunun herhangi bir izi kalmaz.
12- "Rabb" Kelimesinin Okunuşu:
"Rab"
kelimesinin (esreli okuyuştan ayrı olarak) ref
edilmesi (yani "rabbu" şeklinde okunması) da
caizdir, nasb edilmesi (radıyallahü anhbbe şeklinde
okuması) da caizdir. Nasb halinde okunursa, övgü ifade eder, ref halinde
okunursa, önceki ifadelerle ilişkisi olmaksızın: "O âlemlerin Rabbidir" anlamına
gelir.
3
Rahmân, Rahîm
13- Allah ve Rahmeti:
"Rahmân, Rahîm":
Yüce Allah
"âlemlerin rabbi"
olmakla kendi zatını nitelendirdikten sonra
"Rahmân, Rahîm"
olmakla da kendisini nitelendirmektedir.
"Âlemlerin rabbi"
olmakla nitelendirilmesinde korkutma anlamı
bulunduğundan dolayı hemen akabinde
"rahman rahîm"
ile nitelendirmiştir. Çünkü bu da
(korkutmanın aksi olan) teşvik ihtiva
etmektedir. Böylelikle yüce Allah hem
kendisinden korkmayı hem de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini
bir arada zikretmiş olur. Bu O'na itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha
çok uzaklaştırıcı olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı
yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Kullarıma haber ver ki: Ben gerçekten mağfireti bol ve rahîm olanım. Benim
azabım da elbette en acıklı azaptır."
(el-Hicr, 15/49-50); "(O
yüce Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı şiddetli
olan ve nimeti geniş olandır."
(el-Mü’min, 40/3)
Müslim'in
Sahih'inde yer alan Ebû Hüreyre'den gelen
rivâyete göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem.) şöyle
buyurmuştur:
"Eğer mü’min Allah katında bulunan
cezanın ne olduğunu bilse hiçbir kimse onun cennetini ummaz. Eğer kâfir de Allah
katındaki rahmeti bilse hiç kimse onun cennetinden ümit kesmez."
Müslim, Tevbe 23;
Tirmizî, Deavât 99;
Müsned, II, 334, 397, 484.
Bu iki ismin ne tür anlamlar ihtiva ettiği ile ilgili açıklamalar daha önceden
geçtiğinden dolayı burada tekrarlamaya gerek yoktur.
ve Din Günü'nün maliki olan Allah'adır.
14- Kıyâmette Mutlak Egemen:
"Din
gününün Mâlikî"
Muhammed b. es-Semeyka burada
yer alan (........) kelimesini
(mâlike) şeklinde nasblı olarak okumuştur. Bu
kelimenin dört söyleyiş şekli vardır. ile (Melik'in
hafifletilmişi olarak ) şeklinde ve şeklinde. Şair şöyle demiştir:
"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır
O günlerde hükümdara itaat etmeyip karşı geldik."
Bir diğeri de şöyle demiştir:
"Melikin pay ettiğine kani ol.
Çünkü o İnsan tabiatlarını en iyi bilen, onları aramızda
pay etmiştir."
Nafi'den kelimesinin sonundaki
esreyi açık bir şekilde harekeleri pekiştirenlerin söyleyişine uygun olarak
okumuştur. Bu, el-Mehdevi'nin ve başkalarının sözkonusu ettiği ve Arapların
kullandıkları bir şivedir.
15- Allah'ın
Mâlikîyeti (Egemenlik ve Tasarrufu):
İlim adamları "melik"
okuyuşunun mu yoksa "mâlik" okuyuşunun mu daha beliğ olduğu hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Her iki okuyuş şekli de
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den
ve Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer'den
rivâyet edilmiştir. Bu iki okuyuşu da Tirmizî
zikretmektedir.
Tirmizî, Kıraat 1.
"Melik" söyleyişinin "mâlik" söyleyişinden daha kapsamlı ve beliğ olduğu
söylenmiştir. Çünkü her melik, mâliktir fakat her mâlik, melik değildir. Diğer
taraftan melik (hükümdar, mutlak yönetici)'in
emri sahip olduğu mülkiyetindeki şeyler hususunda ve mâlik hakkında geçerlidir.
O kadar ki mâlik (mülke sahip olan kişi)
melikin yönetim emri dışında tasarrufta bulunamaz. Bu,
Ebû Ubeyde ve
el-Müberred'in görüşüdür.
"Mâlik"
kelimesinin daha beliğ olduğu da söylenmiştir. Çünkü mâlik
(mülk edinen, mülk sahibi) insanlara da
başkalarına da sahip olur. O bakımdan Mâlikîn
tasarrufu daha ileri derecede ve daha büyüktür. Çünkü şeriatın kanunlarını
yürütmek onun işidir. Ayrıca mülk edinmek gibi ek bir özelliğe de sahiptir.
Ebû Ali der ki: Ebû Bekr
es-Serrac'in "melik" okuyuşunu tercih eden birisinden naklettiğine göre şanı
yüce Allah
"âlemlerin Rabbi"
âyeti ile zaten herşeyin mutlak Mâlikî
olmakla kendisini nitelendirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla "mâlik" şeklindeki
okuyuşun bir faydası yoktur, çünkü bu bir tekrar olur. Ebû Ali de der ki: Ancak
böyle bir açıklamanın delil olma özelliği yoktur. Çünkü
yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîminde bu şekilde
birtakım âyetler yer almıştır. Önce genel olan bir husus zikredilir, daha sonra
özel bir husustan söz edilir. Yüce Allah'ın
şu âyetinde olduğu gibi:
"O
öyle Allah'tır ki yaratandır, yoktan var edendir ve her bir yaratığa suret ve
şekil verendir."
(el-Haşr, 59/24).
Yaratan bütün bunları kapsar. Suret
veren olduğundan ayrıca söz edilmesi sanata ve hikmetin varlığına dikkat çekmek
özelliği dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah
Bakara sûresinin baş tarafında:
"Onlar
gayba inanırlar"
(el-Bakara, 2/3) diye buyurduktan sonra
"âhirete de kesinlikle inanırlar"
(el-Bakara, 2/4) diye buyurmaktadır. Halbuki
gayb hem âhireti hem onun dışındaki diğer gaybları da kapsamaktadır. Özellikle
sözkonusu edilmesi ise azameti ve ona inanmanın farz olduğuna dikkat çekmek,
diğer taraftan da onu inkar eden kafirlerin kanaatlerini reddetmek içindir.
Ayrıca yüce Allah:
"er-Rahmân, er-Rahîm"
diye buyurmuştur. Burada
yüce Allah önce genel anlam ifade eden
"er-Rahmân"ı
zikretmiş ondan sonra ise
"er-Rahîm"i
zikretmiştir. Çünkü yüce Allah'ın şu
âyetinde bu, sadece mü’minlere tahsis
edilmiştir:
"Ve o
mü’minlere karşı rahimdir."
(el-Ahzab, 33/43)
Ebû
Hâtim der ki:
"Mâlik"
yaratanı övmek hususunda "melik"den daha beliğdir. Yaratıkları övmek hususunda
ise melik kelimesi "mâlik"den daha beliğdir. Aralarındaki fark da şudur:
Yaratıklardan "mâlik" olan kişi "melik (hükümdar)"
olmayabilir. Şanı yüce Allah ise "mâlik"
olduğuna göre aynı zamamda "melik"tir de.
Kadı Ebû Bekr
İbnu'l-Arabi bu görüşü tercih etmiş ve bunu
üç şekilde açıklamıştır:
1- Bu kelime özele de genele
de izafe edebilir ve: Evin, yerin, elbisenin Mâlikî,
dediğin gibi, mâlikler Mâlikî de
denilebilir.
2- Az olsun çok olsun, mâlik
hakkında kullanılır. -Bu iki görüşü dikkatle incelediğiniz takdirde tek bir
görüşü temsil ettiklerini görürsünüz.
3- Mâlikü’l-Mülk
(mülkün sahibi) denildiği halde melikü’l-mülk
denilmez. İbnu'l-Hassar der ki: Bunun böyle olmasının sebebi "mâlik" ile
anlatılmak istenenin mâlik oluşa, mülkiyete delalet etmektir. Bu ise, "mülk"ü
ihtiva etmez. "Melik" ise, her ikisini bir arada ihtiva ettiğinden dolayı bunun
mübalağalı bir mana ifade etmesi daha uygundur. Aynı zamanda bu, kemal anlamını
da ifade eder. Bu bakımdan melikin, kendisinden daha aşağıdakiler üzerinde
hakları vardır. Nitekim yüce Allah,
İsrailoğullarına talepleri üzerine melik olarak gönderilen Talut hakkında şöyle
buyurmaktadır:
"Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. İlimce de vücutça da ona bir
üstünlük vermiştir."
(el-Bakara, 2/242)
İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber
de:
"İmâmlık Kureyş'tedir (yani İmâmlar Kureyş'ten olur)"
Bk.
Buhârî, Ahkâm 2;
Tirmizî, Fiten 49;
Müsned, III, 129, 183; IV, 421.
diye buyurmuştur. Kureyş ise, Arap kabilelerinin en faziletlisidir, Araplar da
acemlerden daha faziletli ve şereflidir. Diğer taraftan bu kelime
(melik) iktidar ve ihtiyar
(seçim ve tercihte bulunabilme) anlamlarını da
ihtiva etmektedir. Bunlar ise melik hakkında zorunlu şeylerdir. Eğer melik,
iktidar sahibi, istediğini seçip tercih edebilen, hüküm ve emri geçerli ve
yürürlüğe girmeyen birisi olursa düşmanı onu baskısı altına alır, başkası ona
galip gelir, yönetimi altındakiler de onu küçük ve hakir görür. Yine bu kelime,
egemenlik altında tutmak, emretmek, yasaklamak, vadetmek ve tehdid etmek
anlamlarını da kapsamaktadır. Hazret-i Süleyman'ın şu sözlerine dikkat edelim:
"Ben
neden hüdhüdü göremiyorum? Yoksa o gaiplerden mi oldu? Ben onu elbette ya
şiddetli bir azap ile azaplandırırımyahut muhakkak onu kestiririm...."
(en-Neml, 27/20-21) Ve daha bunun gibi "mâlik"
kelimesinin ihtiva etmediği oldukça hayret verici hususlar ve şerefli manalar
"melik" kelimesinde vardır.
Derim
ki: Kimisi de
"mâlik"
kelimesinin daha beliğ olduğuna dair fazladan bir harf ihtiva etmesini delil
göstermiştir. Bu kelimeyi bu şekilde okuyan bir kimse, "melik" diye okuyandan on
hasene fazla alır. Derim ki: Bu,
kelimenin şekline baktığımız takdirde böyledir. Manasına baktığımız vakit bunu
ifade etmez. Diğer taraftan "melik" şeklindeki okuyuş da sabit olmuştur ve bu
kelimede "mâlik" kelimesinde bulunmayan -açıkladığımız şekilde- geniş bir anlam
vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
16- "Melik (Hakim ve Egemen)" İsmi
Yaratıklara Verilemez:
Herhangi bir kimsenin böyle
bir isim ile kendisini adlandırması ve Allah'tan başka kimseye böyle denilmesi
câiz değildir. Buhârî ve
Müslim, Ebû
Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Allah Kıyâmet gününde yeryüzünü avucuna alır. Semayı da sağında dürüp katlar.
Sonra da: Ben melikim, yeryüzünün hükümdarları nerede? der."
Buhârî, Rikak 44;
Müslim, Sıfatu'l-münafikin 23.
Yine Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Allah katında isimlerin en hakir
olanı kendisine "hükümdarlar hükümdarı (melikü'l-emlâk)" ismini veren kişidir."
Buhârî, Edeb 114;
Müslim, Âdâb.
Müslim, şunu da eklemektedir: "Aziz ve celil
olan Allah'tan başka mâlik yoktur." Süfyan, (hadisin
senedinde yer alan ravilerden birisi) der ki: "Mesela, şehinşah demek
böyledir." Ahmed b. Hanbel de der ki: "Ben
Amr eş-Şeybani'ye Hadîs-i şerîfte yer
alan en hakir" kelimesinin anlamını sordum, o bana: "En aşağılık, en zelil
demektir dedi."
Müslim,
Âdâb 20.
Yine
Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Kıyâmet gününde Allah'ın en çok gazap edeceği, en adi ve
hakir göreceği kişi (dünyada iken) "melikler meliki" diye adlandırılan kimsedir.
Halbuki yüce Allah'tan başka melik yoktur."
Müslim,
Âdâb 21.
İbnu'l-Hassar der ki: İşte "meliki
yevmiddin" ile "mâliku’l-mulk" de böyledir. Bu isimlerin bütün yaratıklar
hakkında kulanılmasının haram kılındığı hususunda görüş ayrılığı olmamalıdır.
Tıpkı melikü'l-emlak demenin haram kılınması gibi. "Mâlik" ile "melik" olmakla
nitelendirilmeye gelince;
17- Yaratıklara "Mâlik" ve "Melik"
Demek:
Bunların ifade ettiği anlama
nitelik olarak sahip olanların (bunlarla)
nitelendirilmesi caizdir. Şanı yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah sizin için Tâlut'u hükümdar (melik)
olarak göndermiştir."
(el-Bakara, 2/247)
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden birtakım kimselerin
bana Allah yolunda bu denizde tahtları üzerinde melikler olarak veya tahtlar
üzerindeki melikler gibi yolculuk yapıp gaza edecekleri gösterildi."
Buhârî,
Cihâd 3; Müslim, İmare 160.
18- Allah'ın "Din Günü'nün
Mâliki" Olması Nasıl Anlaşılmalıdır?
Din günü henüz var edilmediği halde
nasıl olur da yüce Allah
"din
gününün Mâliki"
diye buyurarak henüz varetmediği bir şeye mâlik
olmakla kendi zatını nitelendirmiştir? diye sorulsa şu cevap verilir:
Birinci açıklama şekli: Şunu bil ki
"mâlik",
dan ism-i faildir. Arap dilinde ism-i fail ise, bazan kendisinden sonrakine
izafe edilir. Bu durumda gelecek ifade eden fiil anlamındadır. Böyle bir ifade
doğru, yanlışsız, aklen anlaşılabilir bir ifadedir. Mesela, bir kimse: Bu yarın
Zeyd'i vurucudur" dediği takdirde, Zeyd'i vuracaktır demek olur. Yine: Bu
gelecek sene Beytullahı hac edendir" dediğimiz takdirde bunun anlamı: Gelecek
sene hac edecektir; demektir. Nitekim fiilin, henüz o işi işlemediği halde
kendisine izafe edildiği de görülen bir husustur. Bununla gelecekte o fiili
yapacağı anlatılmak istenmiştir. İşte yüce Allah'ın
da
"din
gününün Mâliki"
âyeti de bu şekilde, gelecek hakkında te'vil
edilip açıklanır. Yani o din gününe mâlik
olacaktır. Yahut meydana geldiği takdirde din gününe mâlik olacaktır,
anlamındadır.
İkinci bir açıklama şekli: Mâlik
kelimesi, kudrete raci kabul edilerek açıklanır. Yani
o din gününde kadir olacaktır. Veya din gününü
varetmeye, meydana getirmeye kadirdir. Çünkü birşeyin Mâliki demek, o şeyde
tasarruf eden ve ona güç yetiren demektir. Aziz ve celil Allah da her şeyin
Mâlikidir ve kendi iradesine göre o şeyleri evirip çevirir. Mülkiyeti altında
bulunan hiçbir şey O'nun iradesine, tasarrufuna karşı çıkamaz.
Ancak birinci açıklama şekli Arap
diline daha uygundur ve daha yerindedir. Bunu Ebû'l-Kasım
ez-Zeccâcî söylemiştir.
Üçüncü bir açıklama şekli: Eğer: O
hem din gününün hem de başka şeylerin Mâliki olduğu halde ne diye özellikle din
gününü zikretmiştir? denilecek olursa şu cevap verilir: Çünkü dünyada onlar
mülkiyet hususunda (yüce Allah ile)
anlaşmazlık içerisinde idiler. Fir'avun, Nemrut ve başkaları gibi. O gün
mülkünde hiç kimse onunla çekişemeyecek, karşı çıkamayacaktır. Hepsi O'na boyun
eğmiş olacaktır. Nitekim yüce Allah:
"Bugün
mülk kimindir?"
(el-Mu'min, 40/16) diye buyuracak, bütün
yaratıklar O'na:
"Gücü
herşeye yeten (kahhar) bir ve tek Allah'ındır"
(el-Mu'min, 40/17) diye cevap vereceklerdir.
Bundan dolayı da burada yüce Allah: "din
gününün Mâliki" diye buyurmuştur. Yani o günde
O'ndan başka hüküm verecek yargıç, O'ndan başka amellerin karşılığını verecek
kimse olmayacaktır. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve O'ndan başka ilâh
yoktur.
19- Sıfat Olmak Bakımından "Mâlik"
ile "Melik" Arasındaki Fark:
Şanı
yüce Allah "melik" olmakla nitelendirildiği takdirde bu, O'nun zatî
sıfatlarından birisi olur. Şayet "mâlik" olmakla nitelendirilir ise, bu da onun
fiilî sıfatlarından olur.
20- Gün:
Gün kelimesi tan yerinin
ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Bu kelime Kıyâmetin
başlangıcı ile cennet ve cehennemliklerin her birisinin yerlerine varacakları
vakte kadarki zaman için istiare yoluyla kullanılmıştır. "Gün" kelimesi onun
kısa bir anı hakkında da kullanılabilir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bugün
sizin için dininizi tamamladım"
(el-Maide, 5/3)
Gün anlamına gelen "yevm" kelimesinin çoğulu "eyyam" şeklinde gelir. Bunun aslı
şeklindedir daha sonra "ya" ile "vav" idğam edilerek "eyyam" şeklinde olmuştur.
Bazan sıkıntılı vakitler hakkında
da "yevm" tabirini kullandıkları da olur. sıkıntılı bir gün, denildiği gibi,
sıkıntılı, kapkaranlık bir gece" de denilir. Nitekim recez vezninde şair şöyle
demiştir:
"O, yaman günde Savaş arkadaşım olarak o ne iyidir!"
Burada geçen kelimesi, kelimesinden
kalb edilmiştir. Vav'ı sona alınıp mim'i öne getirilmiş, daha sonra vav harfi ya
harfine dönüştürülmüştür. Nitekim kova, kelimesinin çoğulunu yaparken derler.
21- "ed-Din":
Amellere verilen karşılık ve
ameller dolayısıyla hesaba çekmek demektir. İbn
Abbâs, İbn Mes’ûd, İbn Cureyc,
Katâde ve başkaları böyle söylemiştir. Bu
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'den de rivâyet edilmiş bir açıklama
şeklidir. Bu açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın
şu âyetleri de delildir:
"O
günde Allah onlara eksiksiz olarak hesaplarını
(dinehum) kendilerine vererecektir."
(en-Nûr, 24/25);
"Bugün
her bir nefse kazandığının karşılığı verilecektir."
(el-Mu'min, 40/17);
"Bugünde işleyegeldiğiniz amellerinizle size karşılık verilecektir."
(el-Casiye, 45/28);
"Gerçekten biz mi cezalandırılacağız (medînûn)?"
(es-Sâffât, 37/53)
Yani hesaba çekilip amellerimizin karşılığı mı verilecektir;
anlamındadır.
Lebid de der ki:
"Ektiğini bir gün biçeceksin ve muhakkak
Bir gün kişi ne işlediyse onunla hesaba çekilecektir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Bize yardım ettiklerinde biz de onlara yardım ederiz
Onlar bize karşılığı verilecek birşey nasıl verdilerse biz
de onlara itaat ederiz."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Ve kesin olarak şunu bil ki mülkün yok olacaktır
Şunu da bil ki sen ne yaparsan ona göre karşılık
göreceksin."
Dilciler der ki: Ona karşılık
verdim anlamında: " Onun yaptığına uygun olarak ona karşılık verdim" denilir.
Şanı
yüce Allah'ın bir sıfatı olarak "ed-Deyyan"
karşılık veren anlamındadır. Hadîs-i şerîfte
de: Akıllı olan kişi kendi nefsine hükmederek itaat ettirendir.
İbn Mâce,
Zühd 31.
"Din"in
yargı ve hüküm anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı zamanda
İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir.
Tarafe'nin şu beyitinde yer alan "din" kelimesi bu anlamdadır:
"Ömrüne yemin olsun (kardeşim)
Ma'bedin yük develeri
Etrafında otlanacak bol ot bulunan kuyular üzerinde
Mudar'dan senin dinine (hükmüne)
karşı Savaş açmış değildir."
"Din"
kelimesinin bu üç anlamı da birbirine yakındır. Din aynı zamanda itaat anlamına
da gelir. Amr b. Külsûm'ün şu beyiti de bu anlamdadır:
"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır
O günlerde hükümdara itaat etmeyip karşı geldik."
Buna göre
"din"
kelimesi
müşterek (değişik manalar hakkında kullanılan)
ortak bir lafızdır. Bunu da aşağıdaki paragrafta ele alacağız.
22- "Din" in Diğer Anlamları:
Sa'leb dedi ki: Kişi itaat ettiği
takdirde (........) kullanıldığı gibi, isyan
etmesi halinde de bu kelime kullanılır, güçlü ve üstün olduğu vakit de zelil
olduğu vakit de başkasını kahrettiği zaman da bu kelime kullanılır. Buna göre bu
kelime zıt anlamlılardandır.
"Din"
adet ve
durum hakkında da kullanılır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Ve ondan önce Ümmü'l-Huveyris'ten gelen dinin
(adetin ve durumun) gibi."
el-Mûsakkib de devesinden
sözederken şöyle demektedir:
"Onun için yükünü bağlamak üzere örtümü yere serince der
ki:
Ebediyyen onun dini (âdeti)
ve benim dinim (âdetim) böyle mi olacak?"
Din, hükümdarın yaşayışı ve gidişi
anlamına da gelir. Züheyr der ki:
"Eğer Esedoğullarına ait Cevv
(denilen) bir yerde konaklarsan
Amr'ın dininde ve ikimizin arasında Fedek bulunursa. . ."
Burada kastettiği, Amr'ın itaati
altında demektir.
el-Lihiyani'den nakledildiğine göre
din hastalık anlamına da gelir. Buna delil olmak üzere de şu mısrayı gösterir:
"Selmadan dolayı ey kalbinin hastalığı;
(kalbin, istemeye istemeye)
itaat altına alınmıştır."
5
Yalnız Sana ibadet eder, yalnız
Senden yardım dileriz.
23- "Yalnız sana ibadet ederiz.:
Burada üslubu çeşitlendirmek için
gaibe hitaptan muhataba geçiş yapılmıştır. Çünkü sûrenin başından itibaren
buraya kadar şanı yüce Allah'a dair
haber verilmekte ve O'na sena edilmektedir. Nitekim
yüce Allah'ın şu âyetinde de durum
böyledir:
"Ve
Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir."
(el-İnsan, 76/21) diye buyurduktan sonra:
"İşte
bu hiç şüphesiz sizin için bir mükâfattır."
(el-İnsan, 76/22) diye buyurmaktadır. Şu âyette
da bu şeklin aksini görüyoruz:
"Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman gemiler de onları güzel bir rüzgar ile
götürdüklerinde..."
(Yûnus, 10/22) Bu şekildeki anlatıma dair
açıklamalar da bu âyetlerin tefsirinde yeri gelince yapılacaktır.
"İbadet ederiz"in
anlamı "itaat ederiz"dir. İbadet itaat ve zilletle boyun eğmek demektir. Gidip
gelenler için rahat bir şekilde yapılmış olan yol hakkında da denilir. Bunu
el-Herevîsöylemiştir.
İbadetle mükellef olan kimsenin bu
sözleri söylemesi Allah'ın rububiyyetini ikrar ve
yüce Allah'a ibadeti de tahkiktir. Çünkü başka insanlar O'nun dışında
kalan birtakım putlara ve başka şeylere ibadet etmektedirler.
"Ve
yalnız senden yardım dileriz",
yani yardımı, desteği ve başarıyı senden
istiyoruz.
Sülemi,
"Hakaik" adlı eserinde: Muhammed b. Abdullah b. Şâzân'ı şöyle derken dinledim:
Ebû Hafs el-Ferğânî'yi şöyle derken dinledim: Her kim: "Yalnız Sana ibadet eder
ve yalnız Senden yardım dileriz"in anlamını ikrar eder ve kabul ederse o
Cebriyyecilikten de Kaderiyyecilikten de
uzak kalmış olur.
24- İbâdet Yalnız Allah'adır:
Şayet mef'ûl
"İyyâke: Yalnız sana"
lâfızları) niçin fiilin
(Na'budu ve nestein: İbadet ederiz, yardım dileriz) lâfızlarından önce
gelmiştir? denilecek olursa, şu cevap verilir: Önemi dolayısıyla böyle olmuştur.
Araplar önemli olanı öne alırlar. Anlatıldığına göre bedevi bir Arap diğerine
sövmüş, kendisine sövülen ona iltifat etmemiş, bu sefer söven kişi iltifat
etmeyene seni kastediyorum" demiş, öteki de (aynı
şekilde mef'ûlu öne alarak): Ben de senden yüzçeviriyorum" diye cevap
vererek her ikisi de daha çok önem verdikleri kelimeyi öne almışlardır. Diğer
taraftan ibadet eden ile ibadet lâfızları, kendisine ibadet edilen ma'buddan
önce zikredilmesin diye böyle olmuştur. O bakımdan fiilin mef'ûlden önce
getirilerek: (...........) şeklindeki kullanım
câiz olmadığı gibi şeklindeki bir kullanım da câiz değildir. Bunun yerine
Kur'ân'ın lâfzı ne şekilde ise ona uymak gerekir. el-Accac der ki:
"Yalnız sana dua ederim, kabul et, yalvarıp yakarmamı
Günahlarımı bağışla ve gümüşümü
(malımı) çoğalt."
Şairin:
"Sana doğru (yürüdü bu dişi deve)
senin yanına varıncaya kadar."
Şeklindeki ifadesi ise şaz olup ona
kıyas edilerek söz söylenemez.
"Iyyâke (yalnız sana)"
lâfzının tekrarlanış sebebi
ise
"yalnız Sana ibadet ederiz",
"başkasından yardım dileriz" gibi bir mananın vehmedilmemesi içindir.
25- "îyyâke" Kıraati:
Kıraat İmâmları ile ilim
adamlarının Cumhûru her iki yerdeki
"iyyake" lâfzının "ya" harfini şeddeli olarak okumuşlardır. Amr b. Fâid ise,
hemzeyi esreli "yâ" harfini de şeddesiz olarak "iyâke" şeklinde okumuştur. Çünkü
o, ya'nın şeddeli okunuşu ağır olduğundan ve ondan önce de esre bulunduğundan
dolayı ya'yı şeddeli okumayı hoş görmemiştir. Şu kadar var ki bu, kabul görmemiş
bir okuyuş şeklidir. Çünkü o takdirde anlam: "Senin güneşine
veya ışığına ibadet ederiz" gibi bir hal alır.
Çünkü ifadesi "güneşin ışığı" anlamına gelir. Bazen baştaki hemze üstün olarak
da (eyâtu) şeklinde de okunabilir. Şair der ki:
"Diş etleri müstesna güneş güzelleştirdi, beyazlattı onu(n
dişlerini)
Ve üstüne saçıldı, ayrıca ağzına sürme alıp ısırmadı
(dişleri kararmadı)."
Ayın etrafındaki hale ne ise
"iyâf'ın da güneş için o olduğu da söylenmiştir.
el-Fadl er-Rukaşi
(hemzeyi üstünlü okuyarak) "eyyâke" şeklinde
okumuştur. Bu yaygın bir söyleyiştir. Ebû Sevvar el-Ğanevi de her iki yerde de
"hiyyâke" şeklinde okumuştur. Bu da bir şivedir. Şair der ki:
"Sakın o işten, çünkü gidişleri geniş olursa,
Fakat dönüşleri senin için dar olur.
26- Yardım Yalnız Allah'tan İstenir:
“Ve
yalnız Senden yardım dileriz"
âyeti cümlenin cümleye atfedilmesidir. Yahya b.
Vessab ile el-A'meş, ilk "nun" harfini
esreli okuyarak "nistein" şeklinde okumuşlardır. Temim, Esed, Kays ve Rabia'nın
şivesi böyledir. Bu kelimenin (yardım diledi)
anlamınadan geldiğini göstermek için vasıl eliflerinin esreli okunuşu gibi "nun"
harfi de esreli okunmuştur, kelimesinin aslı şeklindedir. "Vav" harfinin
harekesi ayn'a kalb edilerek "ya" halini almıştır.
(Nesteinu olmuştur)
Mastarı şeklindedir. Aslı ise dır.
Vav'ın harekesi ayn'a intikal edince bu sefer vav, elife dönüştü. İki sakin bir
araya gelmeyeceğinden dolayı ve fazla olduğu için ikinci elif hazfedildi.
Birinci elifin hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü birincisi mana içindir. Bunun
yerine geçmek üzere de ha (yuvarlak t)
gelmiştir.
6
Hidayet eyle bizi dosdoğru yola,
27- Dosdoğru Yol:
"Bizi dosdoğru yola ilet."
Bu âyet, rabbe kulluk edenin
rabbine yaptığı bir duası ve bir niyazıdır. Anlamı şudur: Bize dosdoğru yolu
göster ve ona yönelt. Sana yakın olmaya ulaştıran hidâyetinin yolunu göster.
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah,
duanın belkemiğini ve özünü bu sûreye koymuştur. Bu duanın yarısında en kapsamlı
şekliyle hamd -ü sena vardır. Diğer yarısında ise ihtiyaçların temeli yer
almaktadır. O bakımdan bu sûrede bulunan duayı dua edenin yapacağı en faziletli
dua kılmıştır. Çünkü bu sözleri âlemlerin Rabbi Allah söylemiştir. Sen O'na
bizzat kendisinin söylemiş olduğu kelamı ile dua ediyorsun.
Hadîs-i şerîfte de:
"Allah katında duadan daha şerefli hiçbir şey yoktur."
Tirmizî, Deavât 1;
İbn Mâce, Duâ 1;
Müsned, II, 362.
diye buyurulmuştur.
Bu duanın anlamının şu olduğu da
söylenmiştir: Sünnetlere uymak suretiyle farzlarını eda etmeye bizleri ilet.
Hidâyetin asıl anlamının
meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz biz, sana yöneldik"
(el-A'raf, 7/156) âyeti de bu anlamdadır.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) de hastalığı esnasında iki kişi arasında
sağa sola meyl ede ede çıkmış idi."
Meselâ, Buhârî, Ezan
67, 68; Müslim, Salât 95.
"Hediyye" kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü hediye birisinin mülkiyetinden
ötekinin mülkiyetine meyletmektedir. Harem-i şerife götürülen hayvana ad olan
"hedy" de buradan gelmektedir. Buna göre bu duanın anlamı şöyle olur: Sen bizim
kalplerimizi hakka döndür.
Fudayl b. Iyad dedi ki: "Dosdoğru
yol (sırat-ı müstakim) hac yoludur. Bu ise özel
bir anlamdır. Anlamın genel olması daha uygundur.
Muhammed b. el-Hanefiyye,
yüce Allah'ın:
"Bizi
dosdoğru yola ilet"
âyeti hakkında der ki: Bu şanı
yüce Allah'ın kullardan başkasını asla
kabul etmediği Allah'ın dinidir.
Âsım
b. el-Ahvel de Ebû'l-Aliye'den şunları nakletmektedir:
"Dosdoğru yol"
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra
gelen iki arkadaşı (Hazret-i Ebû Bekir ile
Hazret-i Ömer)dir.
Âsım dedi ki: Ben
el-Hasen'e: Ebû'l-Aliye:
"Dosdoğru yol"
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ve iki
arkadaşıdır diyor, sen ne dersin, diye sordum.. O da: Doğru söyledi ve gerçekten
samimi bir şekilde bunu dile getirdi, dedi.
28- Yol:
Sırat kelimesinin arapçada asıl
anlamı yol demektir. Âmir b. et-Tufeyl şöyle der:
"Onların topraklarını atlılarla doldurduk, o kadar ki
Onları yoldan da daha zelil halde bıraktık."
Bir başka şair şöyle demektedir:
"Mü’minlerin emiri
bir yol üzeredir ki
Dosdoğrudur o, gelen yollar eğilip büküldüğünde."
Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Ve o açık seçik yoldan alıkoydu."
en-Nekkaş'ın naklettiğine göre
sırat Rumcada yol demekmiş. Ancak İbn Atiyye,
bu oldukça zayıftır demiştir. Bu kelime yutmak anlamına gelen ve dan türeyen
(sad harfi yerine) sin harfi ile şeklinde de
okunmuştur. Yani sanki yol kendisini takip
edeni yutuyormuş gibi bir anlam ifade eder. Aynı şekilde "sırat" sad ile "z"
arasında bir sesle de okunduğu gibi safi bir "z" ile de okunmuştur. Ancak
aslolan sin'dir.
Seleme,
el-Ferrâ''dan şöyle dediğini nakletmektedir:
"ez-Zirat" kelimesi, Uzre, Kelb ve Benu Kaynlıların bir şivesidir. Bunlar
mesela, "asdak" diyecek yerde "ezdak" derler. Yine bunlar "esd" diyecek yerde
"ezd" derler. Yine bunlar "lesaka bihi" ifadesinde
(sad yerine sin harfini kullanarak) leseka bihi derler.
(........) kelimesinin son harfinin fethalı
(nasb ile) okunması ikinci mef'ûl olduğundan dolayıdır. Çünkü hidâyetten
türeyen fiil harfi cer ile birlikte ikinci mef'ûle de geçişli olur. Nitekim
yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Onları cehennemin yoluna götürün."
(es-Saffat, 37/23)
(Tefsiri yapılan) bu âyette olduğu gibi harf-i cersiz olarak da iki
mef'ûle geçiş yapabilir.
Âyetteki
"dosdoğru"
kelimesi, yol'un sıfatıdır. Bu ise eğriliği ve
sapması olmayan demektir. Yüce Allah'ın
şu âyeti de böyledir:
"Ve
şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyunuz."
(el-En'am, 6/153) Bunun aslı şeklindedir. Vav
harfinin harekesi kafa alındı, kaf harfi de kendisinden önceki harfin esreli
olması sebebiyle ya'ya dönüştü.
7
Kendilerine nimet verdiğin
kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil.
(Âmîn)
29- Nimete Mazhar Olanlar:
"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna
":
Buradaki sırat
(yol), birinci "sırat"dan, birşeyin birşeyden
bedel olması şeklinde bir bedeldir. Senin: Bana Zeyd -yani
baban- geldi demen gibi. Anlamı ise: Bizim hidâyetimizi sürekli kıl, demektir.
Çünkü insan, bazen doğru yola iletilir, sonra da bu doğruluk yolu üzere olması
sona erdirilebilir.
Bu âyet-i kerimede sözü geçen
sırat'ın (yolun) bir başkası olduğu da
söylenmiştir. Bunun anlamı ise, yüce Allah'ı
gereği gibi bilip tanımak, onun âyetlerini anlamaktır. Bu açıklamayı Cafer b.
Muhammed yapmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in kullanışında
Kimseler" kelimesi her üç durumda da (ref, nasb ve cer
hallerinde de) değişmez. Huzeylliler, ref halinde derler. Kimi Arap
kabileleri de derken, kimisi de demektedir. Buna dair açıklama ileride
gelecektir.
“Kendilerine"
kelimesi, on şekilde söylenebilir. Bunların çoğu
ile de okunmuştur. (Bu okuma şekillerinin ilk altısı
kıraat İmâmlarından nakledilmiş olmakla birlikte sonraki dört okuyuş Araplardan
nakledilmiş olup kıraat İmâmlarından rivâyet edilmemiştir. ) He harfini
ötreli, mim harfini cezimli okuyarak şeklinde; he harfini esreli mim harfini
sakin şeklinde; he harfi esreli, mim harfi esreli ve esreden sonra da ya harfini
getirmek suretiyle ……şeklinde, he harfi esreli, mim
ötreli ve ötreden sonra da bir vav eklemek suretiyle şeklinde; he harfi ve mim
harfi ötreli, ayrıca mimden sonra da vav getirmek suretiyle şeklinde. Diğer
taraftan vav eklemeksizin he ve mim harflerini ötreli okuyarak şeklinde. Bu altı
okuyuş kıraat İmâmlarından nakledilmiştir. Bundan sonraki dört okuyuş şekli ise
Araplardan nakledilmekle birlikte kıraat İmâmlarından nakledilmiş değildir: He
harfi ötreli, mim esreli ve mimden sonra ya harfi getirmek suretiyle şeklinde.
Bunu Hasan-ı Basrî
Araplardan nakletmiştir. Ha harfi ötreli ya harfi eklemeksizin mim harfi esreli
olarak şeklinde; he harfi esreli vav eklemeksizin mim harfi ötreli şeklinde; ha
ve mim harfleri esreli ve mimden sonra ya getirmeksizin şeklinde. Bütün bu
okuyuş şekilleri doğrudur. Bu açıklamaları İbnu’l-Enbârî yapmıştır.
30- Nimet Verilenler Kimlerdir:
Ömer
b. el-Hattâb ve İbn ez-Zübeyr (radıyallahü
anhhnuma) âyetin bu kısmını (sırat kelimesinden
sonra "men" ekleyerek): şeklinde okumuşlardır.
"Kendilerine nimet verilenler”in
kimler oldukları hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak
müfessirlerin büyük çoğunluğu der ki: Burada
peygamberlerin sıddîkların, şehidlerin ve salihlerin yolu
kastedilmiştir. Bu görüşlerini de yüce Allah'ın
şu âyetinden çıkartmışlardır:
"Kim
Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte
onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği
peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar
ne iyi, ne güzel arkadaşdırlar."
(en-Nisa, 4/69) Âyet-i kerîme bunların dosdoğru
yol üzere olduklarını göstermektedir. Fâtiha süresindeki âyette de kastedilen
işte budur. Bu hususta ileri sürülen bütün görüşler dönüp dolaşıp buraya gelir.
O bakımdan konu ile ilgili ileri sürülmüş görüşleri tek tek sıralamanın anlamı
yoktur. Yardımı Allah'tan talep ederiz.
31- Bu Âyet ve İnsanın Fiilleri:
Bu âyet-i kerîme
Kaderiyye,
Mu'tezile ve İmâmiye'nin görüşlerini
reddetmektedir. Çünkü bunlar insanın - ister itaat olsun ister masiyet olsun -
fiillerinin kendisinden sadır olması için iradesinin yeterli olduğuna
inanmaktadırlar. Çünkü onlara göre insan kendi fiillerini yaratır. Fiillerin
kendisinden sadır olabilmesi için Rabbine ayrıca ihtiyacı yoktur.
Yüce Allah ise bu âyet-i kerimede onları
yalanlamaktadır. Çünkü insanlar Allah'tan dosdoğru yola iletilmelerim
istemişlerdir. Eğer iş onlara kalmış ve seçim, Rablerine ihtiyaçları olmaksazın
kendi ellerinde bulunan birşey olsaydı, doğru yola iletilmelerini rablerinden
istemezler, her namazda bu dileklerini tekrarlamazlardı. Yine hoşlarına gitmeyen
şeylerin bertaraf edilmesi için yalvarıp yakarmalan da böyledir. Hoşa gitmeyen
şey ise şu sözlerinde dile getirdikleri ve doğru yola iletilmeye aykırı olan
hususlardır:
"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve yolunu
sapıtanlarınkine değil."
Ondan kendilerini nimet verdiği kimselerin yoluna
iletmesini istedikleri gibi, kendilerini saptırmamasını da istemişlerdir.
Nitekim rablerine şöyle dua ederler:
"Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma..."
(Âl-i İmrân, 3/8)
32- Gazaba Uğrayanlar ve Sapanlar:
"...Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil."
"Gazaba uğrayanlar"
ile
"sapıtanlar"ın
kimler oldukları hususunda farklı görüşler vardır.
Cumhûr, gazaba uğrayanların yahudiler,
sapıtanların da hıristiyanlar olduğu kanaatindedir. Nitekim
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Adiyy b. Hatim'in İslam'a girişini
anlatan Hadîs-i şerîfte bu şekilde
açıklanmaktadır. Bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisi
Müsned'inde,
Tirmizî de ez-Cami'inde zikretmiştir.
Tirmizî, Tefsir 1. sûre 1 ve 2. hadisler;
Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd...
(et-Tayâlisî'nin Müsned'inin
bablara göre tertibi), Beyrut, 1372/1400, II, 151.
Bu tefsirin doğruluğuna yüce Allah'ın
yahudiler hakkındaki:
"...
ve Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar"
(el-Bakara, 2/61);
"Ve
Allah onlara karşı gazap lanmış..."
(el-Feth, 48/6) diye buyurmuş olması ile
hıristiyanlar hakkında da:
"Bundan önce onlar sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz
yoldan sapagelmişlerdir."
(el-Maide, 5/7) âyetleri de bu tefsire delil
teşkil etmektedir.
Gazaba uğrayanların müşrikler,
sapıtanların da münafıklar;
"gazaba uğrayanlar”ın
bu sûreyi namazda okumayı farz kabul etmeyenler,
"sapıtanlar"ın
da bunu okumanın bereketinden mahrum kalanlar oldukları da söylenmiştir. Bunu
es-Sülemi "Hakaik"inde el-Maverdi
de Tefsir'inde zikretmiş ise de bunun doğrulukla ilgisi yoktur. el-Maverdi
der ki: Bu reddedilen bir açıklama şeklidir. Çünkü kendisi hakkında haberlerin
çatıştığı rivâyetlerin karşı karşıya geldiği ve görüş ayrılıklarının yaygın
olduğu herhangi bir husus hakkında böyle bir hükmün verilmesi câiz değildir.
"Gazaba uğrayanlar"
ile bid'atlere uyanların,
"sapıtanlar"
ile hidâyet yolundan uzak kalanların kastedildiği
de söylenmiştir.
Derim
ki: Bu güzel bir açıklamadır.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın
açıklaması ise daha önceliklidir, daha yücedir, daha güzeldir.
"kendilerine"
âyeti ref mahallindedir. Çünkü bunun anlamı
"kendilerine gazab edilmiş"
şeklindedir.
Gazab; şiddet, katılık demektir.
Sert tabiatlı kişi için denilir. Yine bu kelime katılığı sebebiyle oldukça zarar
verici, gaddar yılan hakkında kullanılır. kelimesi ise, üstüste katlanan deve
derisinden bir parça demektir. Sertliği sebebiyle bu ad verilmiştir.
Yüce
Allah'ın sıfatı olarak
"gazab"ın
anlamı cezalandırma iradesidir. Bu zati bir sıfattır. Çünkü
yüce Allah'ın iradesi zatının
sıfatlarındandır. Veya bizzat cezanın kendisi
anlamına da gelir. Nitekim:
"Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür"
Tirmizî, Zekât 28.
âyetinde "gazap" bu anlamadır. Burada ise fiilî sıfatlardandır.
33- Sapıtmak (Dalâlet):
"Sapıtanlarınkine değil"
âyetinde geçen "dalal" Arapçada doğru yoldan, hak
yoldan uzaklaşmak gitmek demektir. Su süte karışıp kaybolduğunda denilir.
Yüce Allah'ın:
"Biz
yerde kaybolduğumuz vakit.."
(es-Secde, 32-10)
âyetinde bu anlamı ifade etmektedir. Yani biz
ölüp de kaybolur ve toprak olsak da mı
(diriltileceğiz)? demektir. Şair der ki:
"Niye sormazsın, bu diyar sana haber versin
Kaybedilen o kabilenin nereye gittiğini?
kelimesi suyun vadide evirip
çevirdiği dümdüz taş demektir. Aynı şekilde dağda bulunup da rengi dağın
renginden farklı kaya parçası hakkında da denilir. Şair şöyle demektedir:
"Yahut bir dağdaki farklı renkten bir kaya parçası, fakat
her ikisi de himaye edemedi."
34- Şâzz Kaide Dışı Bir Okuyuş:
Ömer
b. el-Hattâb ile Ubey b. Ka'b, şeklinde
(aleyhim'den sonra ve ğayriddâllîn diyerek) okumuşlardır. Yine her
ikisinden "gayr" kelimelerini esreli ve üstünlü olarak okudukları da rivâyet
edilmiştir.
Esreli okunursa den
veya deki he ve mim'den bedel olur. Yahut ..ın
sıfatı olur. Bu kelime ise marifedir. Marife olan kelimeler ise, nekre
(belirtisiz)lerle, nekreler de marifelerle
nitelendirilmezler. Ancak da maksat farklı olduğundan dolayı umumidir. Buna göre
kullandığımız bu ifade: Ben senin gibi birisinin yanından geçecek ve ona ikramda
bulunacağım" demeye benzer. Yahut da kelimesi artık aralarında ortada birşeyin
bulunmadığı iki şey arasında olduğundan dolayı marife olur. Senin: Hayatta olan
ölüden başka birşeydir, duran hareket edenden başka birşeydir, ayakta bulunan
oturandan başka bir şeydir, demene benzer. Görüldüğü gibi bu konuda birincisi
el-Farisi'nin ikincisi ez-Zemahşeri'nin olmak üzere iki görüş vardır.
(......)
kelimesinin radıyallahü anh harfinin fethah
okunması da iki şekildedir. Ya den haldir veya
kelimesindeki ha ile mim'den haldir. Bu durumda şöyle demiş gibi oluruz:
Kendilerine nimet verdiğin fakat üzerlerine gazap edilmemiş olanlarınkine.
Ya da istisna olduğu için nasbedilmiştir. Şöyle
denilmiş gibi olur: Ancak kendilerine gazap edilmiş olanlarınkine değil, Demek
istiyorum ki fiili ile üstün okunması da caizdir. Bu şekilde bir açıklama
el-Halil'den nakledilmiştir.
35- Sapıtanların Değil:
Yüce
Allah'ın:
"sapıtanlarınkine değil"
âyetinde yer alan Değil" âyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun zaid
olduğu söylenmiştir. Taberi'nin görüşü
budur.
"Seni
secde etmekten alıkoyan nedir?"
(el-A'raf, 7/12) âyetinde olduğu gibi.
Bunun te'kid için geldiği de
söylenmiştir. Böylelikle "sapıtanlar" kelimesinin kimseler" kelimesine
atfedilmiş olduğu zannedilmesin. Bunu da Mekkî ve el-Mehdevi nakletmiştir.
Kûfeliler de der ki: Burada yer alan
kelimesi anlamındadır. Bu da Hazret-i Ömer
ve Ubey'in kıraatidir. Az önce buna da temas edildi.
36- "Sapıtanlar" Kelimesinin Aslı:
“Sapıtanlar"
kelimesinin aslı, şeklindedir. Burada birinci
lâm'ın harekesi hazfedildikten sonra iki lâm birbirine idgam edildi. Böylelikle
birisi elifin uzatması diğeri de idğam edilen lâm olmak üzere iki sakin bir
araya gelmiş oldu. Eyyub es-Sahtiyani ise (dat
harfinden sonraki elifi.) uzatmasız hemze'li olarak şeklinde okumuştur.
Sanki bu okuyuş ile iki sakini bir arada telaffuz etmekten kaçınmak istemiş
gibidir ki bu da bir şivedir. Ebû Zeyd der ki: Ben Amr b. Ubeyd'i
yüce Allah'ın:
"O
günde hiçbir insana ve hiçbir cinne günahı hakkında sorulmayacaktır."
(er-Rahmân, 55/39) âyetini: şeklinde okuduğunu
duymuştum. Ben Araplardan şeklinde telaffuz ettiklerini işitinceye kadar lahin
yaptığını zannettim. Ebû’l-Feth der ki: Küseyyir'in aşağıdaki mısraı bu
söyleyişe göredir:
"Mızrakların uçları taze kanla ala boyandığı zaman..."
Burada Fâtiha sûresinin tefsiri
sona ermektedir. Hamd ve minnet yalnız Allah'a mahsustur.
|