94
De ki, Allah yanında Ahıret evi
(Cennet) başkalarının değil de hassaten sizin ise, eğer davanız da
sadıksanız, haydi ölümü ümniye edinin, canınıza minnet bilin
Ya Muhammed! (........)
eğer darı Ahıret saadeti diğer insanların hiç bir hissesı olmıyarak hâlıs sizin
ise (........) hiç durmayın ölümü temenni edin
(........) eğer siz bu davanızda sadık,
sözünüzün doğruluğuna kani iseniz hemen ölüm istemeniz lâzımgelir.
DÂR, lûgatte dairen madar üzerine hüdud çevrilmiş mükemmel
ve mahfuz bir surette süknaya hayat elverişli yer demektir. Lisanımızdaki büyük
konak, saray, şehir, memleket, yurt, vatan kelimelerinin manalarına alelmeratib
şamildir. Nitekim dari islâm, islâm sulh-u selâmet vatanı, dari harb, harbîler
vatanı, harb-ü cidal yeri demek olduğu gibi, içinde bulunduğumuz bütün şu âleme
de dari Dünya denilir, buna mukabil darı Ahıret de ölümden sonra ebedî
darülkarar demektir. Binaenaleyh dari Ahıret sırf bizimdir demek öldükten sonra
herkes ya mahiv veya kahrolacak, sade biz kalacağız, biz mes'ud olacağız demek
olur. Ölümden sonra böyle ebedî bir saadet müstakillen kendilerinin olduğuna
cidden kani bulunanların zahmetler, elemler, kederlerde dolu olan şu üç beş
günlük Dünya hayatına sarılmalarının hiç bir manası yoktur. Hele Dünyada
vatandan, istiklâlden mahrum, zillet-ü meskente mahkûm bir halde yaşayanlar için
böyle bir temenni zarurî olmak lâzımgelir
95
fakat ellerinden çıkan işler dururken onu hiç bir zaman
temenni edemezler, Allah bilir o zalimleri
(........)
halbuki onu hiç bir zaman isteyemez: temenni edemezler
(........) sebebi önce ellerinin yaptığı, Ahırete takdim ettiği şeyler,
cürümler, cinayetler, zulümlerdir. Yani bunlar sabikalıdır. O kirli ellerin ne
yaptıklarını, Ahırete ne yolda varacaklarını vicdanları duyar da Dünya
Cennetinden vaz geçemezler, ölümü isteyemezler, Allah o zalimleri bilmez mi
sanıyorlar ki, dâri Ahıret bizimdir diyorlar
(........) Allah bütün zalimleri bilir.
Esasen bunların Ahırete ne imanları vardır ne ümitleri,
çünkü
96
her halde onları insanların hayata en harisı, müşriklerden
de haris bulacaksın, her biri arzu eder ki, bin sene mu'ammer olsa, halbuki
mu'ammer olmak kendisini azabdan uzaklaştıracak değil Allah görüyor onlar neler
yapıyorlar
(........)
istıkrâ edersek insanların tek hayata en harisı bunları bulursun. -Bunların
Ahırete, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları olsa idi, yalnız bu
Dünya hayatına böyle herkesten hattâ müşriklerden bile ziyade hırs ederler mi
idi? (........) müşriklerden de harîs.
(........) her biri arzu eder ki, bin sene
muammer olsa.- Bazı müfessirîn bu
müşriklerden murad Mecuslar olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanki İranîler
demek olur (........) halbuki o muammer olmak
kendini azabdan uzaklaştıracak değil (........)
Allah onların gizli açık yaptıklarını, yapacaklarını görüp duruyor. -Yakub
kıraetinde hıtap ile (........) okunur yani
Allah hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.
BASIR, âmanın zıddıdır. Bununla beraber ya basardan veya
basîretten sıfatı müşebbehe olduğu için habîr, her veçhile vâkıfı umur yani
işlerin zahir-ü batınına, ledünniyatına aşina manasına kullanılır. İşte Allah
böyle basırdîr. Ona göre hayra hayır ile mükâfat, şerre de şer ile mücazat
edecek ve herkesin Ahıreti ömrüne göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki
amel de iman ile mütenasibdir. Ahıreti tanımadıkları için Müşriklerin hayata bu
kadar harıs olanları vardır. Yehudîleri ise her halde bunlardan daha harıs
bulursun, binaenaleyh bunların Ahırete Müşrikler kadar bile yüzleri yoktur.
Bu haleti ruhiye bizzarure iki sebebin birinden hâli
değildir. Ya bunlar dâri Ahıret saadeti sırf bizimdir. Ateş bize olsa olsa
sayılı bir kaç gün dokunup geçecektir derken bunun yalan olduğunu bilerek
söyliyorlar, bu surette Ahırete aslâ imanları yoktur. Ahırete iman davasında
kendilerini yine kendileri tekzib etmektedir. Ve yahut dâri Ahıretten maksadları
öldükten sonra olan hakikaten Ahıret değil de Dünyada tasavvur ettikleri bir
istikbaldir. Deniliyor ki, bunlar son zamanlarda Ahıret mefhumunu te'vil ve
tahrif ederek şu ümniyeye zahib olmuşlardır: Dünyada en nihayet Beytülmakdisin
bulunduğu Arzı mukaddes kendilerinin olacak ve orada bir hükûmet ve devlet
kuracaklar ve ondan sonra bütün Dünyayı istîlâ edecekler, Dünyanın yegâne
devleti olacaklarmış ve o zaman başkaları mahv-ü kahrolacak Dünya bunların
olacakmış, dâri Ahiret bu imiş, bu takdirde «dâri Ahıret diğer insanların
hissesi olmıyarak hâlıs bizimdir» Demeleri buna işaret ve eyyamı madude sözü de
o zamana kadar geçecek olan müddette her ferdin ömründen kinaye olur. Bu gün
bütün Dünyadaki Yehudîlerin bu ümniye üzerinde birleşmek istedikleri de
anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler lâkin
Allahü teâlâ Ahıret imanının bundan ibaret olmadığını, Ahıretin böyle
telâkkisi caiz olmıyacağını, Ahıret akidesi böyle olmayınca böyle bir fikrin
tehakkuku mümkin olamıyacağını da üslûbı hakîm ile ve mülzim bir surette
bilvücuh beyan buyurmuştur. Haydi bu millet-ü cemaat noktai nazarından, bir nevi
Ahıret, bir ba's ba'delmevt demek olsun. Lâkin ruhı millî ve hayatı nev'î ne ile
kaimdir? Hayatı efrad ile değil mi? O halde bunu kazanmak o efradın mesaisine ve
fedakârlığına mütevakkıftır. Bu tahakkuk edinceye kadar nice ferdler geçmeli ve
bu uğurda ifnayı hayat etmelidir ki, ölmüş bir millet ba's badelmevte mazhar
olsun, halbuki öldükten sonra ferd için Dünyasındaki bu fedakârlığın mükâfat ve
mücazatını zamin olan diğer bir hayat, yani hakikî manasile bir hayatı Ahıre bir
dâri Ahıret imanı bulunmadıkça öyle nev'î bir ümniyetin tahakkukuna imkân
yoktur. Öldükden sonra ruhı şahsînin bakasına daha doğrusu şahsın ba's
ba'delmevt diğer bir neş'et ve ebedî bir hayat ile ba'sine inanmıyan ve eyyamı
ma'dude olan hayatı Dünyaya veda edince büsbütün hiç olup gideceğine ve bu
hiçlikten tekrar çıkması imkânı bulunmadığına kail olan ferdler böyle
fedakârlığa ve nice nice hayatların ifnasına mütevakkıf bulunan öyle nev'î bir
ümniye için nasıl can verebilirler, nasıl fedakârlık edebilirler? Öldükden sonra
hakikî Ahıret mükâfatı yoksa asırlarca sonra gelecek insanların konacağı bir
saadet için bu günkü insanlar nasıl ve neden dolayı bezli mesai ve fedakârlık
etsin? Butün bunlar mahza hayr olduğundan dolayı, mahza Allah rızası için
yapılacaksa ba'delmevt, ma'dumı mahz olacaklarını zanneden kimseler için hayrın,
Allah rızasının manası nedir? Âlemde böyle ferdlerden mürekkeb bir heyeti
içtimaiyenin öyle bir ümniyeyi tahakkuk ettirmesine asla imkân yoktur. Bunu
yapabilecek milletin efradı her halde Dünyada fedayı hayatı göze
aldırabilmelidir. Bunu yapabilmek de ba'delmevt bir mükâfatın tahakkukuna iman
ile mümkindir. Yehudîler ise böyle bir Ahırete inanmadıkları için Müşriklerden
ziyade hayata harıstırlar, ölümden fevkalâde korkarlar, dari Ahıret namını
verdikleri Arzı mukaddes ve Devleti Dünya ümniyesi de bu şerait altında
tahakkuku kabil olmıyan mütenakız bir ümniyeden ibarettir. Eğer onlar hakikî
Ahırete inanmadan buna inanıyorlarsa yalana inanmaktan ibaret bir imanı Şeytanî
olur. Buna da (........) okunur. Diğer taraftan
onlarca Ahıret yalnız bu ise ve eyyamı ma'dude azab, o vakte kadar geçecek
fertlerin Dünyadaki ömürleri müddetinden kinaye ise bu ümniye uğrunda ve ondan
evvel çalışıp ölmüş olanların hepsinin canı Cehennemden başka bir şey görmiyecek
demektir. Bu ise bir zulümdür. Bu telâkkiyi veren din ne zalimane bir din olur.
Ve bu fikir altında hubbi hayat Cehennem muhabbetinden ibaret bir delilik değil
midir? O halde bunlar için saadetin bir manası varsa o da hiç olmak için bir an
evvel ölüp kurtulmaktan ibarettir binaenaleyh hepsi ölümü temenni etmelidir ki,
bir gün evvel eyyamı ma'dudeyi bitirsin, halbuki bunlar kadar ölümden kaçınan,
bunlar kadar hayata hırs gösteren hiç bir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da
yalandır. Bilfarz bu hırs Arzı mukaddes ümniyesinin ancak Dünyada görülebileceği
için olsun o halde Dünyada fedayı hayata mütevakkıf, uzun mücadeleler, büyük
muharebeler yapılmaksızın istihsali mümkin olmıyan Dünyevî bir gayeye böyle bir
hubbi hayat ile irişmek sevdası tenakuzlarla dolu bir hayali muhalden başka ne
olur? Bu gayenin tahakkukunu istiyenler bu uğurda şehid olmak için mevti temenni
edebilmelidirler. Bunu yapabilmek ise hakikî manasile Ahıret imanına tevakkuf
eder. Bu da ancak (........) hükmünce
Hatemül'enbiyayı ve ona nazil olan kitabı tasdik ile mümkindir. Ve ancak o
zamandır ki, (.......) va'di tahakkuk edebilir.
Görülüyor ki, burada sade Yehudîler için değil bu münasebetle umum beşeriyet
için pek büyük bir ders vardır.
Bir de bu Yehudîler vahiy ve nübüvvet aleyhinde söz
söylemiş olmak için vasıtai vahyolan Cibrili
emine «o bizim adüvvümüzdür» diye ızharı adavet etmişlerdi ki, buna karşı şu iki
âyet nazil olmuştur: (........)
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulü
olan bu adavetin sureti izharı hakkında bir kaç rivayet vardır:
Birincisi - Turuki
muhtelifeden varid olan rivayetlerin hasılına göre
aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz
Medineye hicret buyurdukları zaman Fedek Yehudîlerinin ahbarından Abdullah İbn-i
Suriya, münazara etmek için bir kaç kişi ile gelmiş.
Evvelâ: ya Muhammed!
demiş, uykun nasıldır. Zira âhır zamanda gelecek
Peygamberlerin uykusu bize haber
verilmiştir. aleyhissalâtü ves-selâm
Efendimiz «gözlerim uyur kalbim uyumaz» buyurunca, doğru, demiş.
Saniyen nutfe babadan iken
çocuk anasına nasıl benzer? haber verir misin demiş,
Resulullah «kadının da suyu vardır
hangisi galebe ederse müşabehet ona olur» buyurmuş, doğru, demiş,
salisen «İsrailin nefsine haram kıldığı taam ne
idi haber ver, Tevrata nazaran nebiyyi ümmî bunu haber verecektir.» demiş.
Resulullah Efendimiz buyurmuş ki,
«Mûsaya Tevratı indiren Allah namına söylerim, bilir misiniz? İsrail şiddetli
bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu
hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği taamı, şarabı kendisine haram olsun
diye nezretti ki, deve eti ve deve sütü idi». Abdullah buna da evet dedikten
sonra «rabian bir şey kaldı, onu da söylersen
sana iman ettim: sana hangi Melek geliyor da Allah tarafından söylediklerini
getiriyor?» diye sormuş, Resulullah «Cibril»
buyurmuş, bunun üzerine Yehudî «o bizim düşmanımızdır, o kıtal, şiddet getirir,
bizim Resulümüz -sefirimiz- Mîkâildir ki, müjde, ucuzluk, bolluk getirir, sana
gelen o olsa idi iman ederdik» demiş, derhal hazreti Ömer sormuş: «Bu adavet ne
zaman başladı?» İbn-i Suriya «bunun iptidası demiş: Buhtü nassar denilir bir
adam tarafından Beytülmakdisin tahrip olunacağını
Allahü teâlâ Peygamberimize
vahyen bildirmiş ve onu ta'rif etmiş idi. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek
için adamlar gönderdik o zaman Babilde henüz miskin bir çocuktu, fakat
Cibril «eğer Allah sizi bunun katline
musallat kılarsa haber verdiği adam bu değilmiş demek olur, binaenaleyh bunun
katli faidesizdir» diye onu müdafaa etti, sonra o, büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar
oldu, harb açtı, Beytülmakdisi tahrib etti ve bize katliâm yaptı, bunun için biz
onu düşman tanırız». Bunun üzerine bu ayetler nâzil olmuştur.
İkincisi -
Sebeb-i nüzul doğrudan doğruya Hazret-i
Ömerle olan bir muhavere olmuştur şöyle ki, Medinenin yukarı tarafında
müşarünileyhin bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu Yehudîlerin
dershaneleri önünden geçerdi, o da ara sıra gider onları dinlerdi. Bir gün «ya
Ömer!. dediler eshabı Muhammed içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir
geçer, iltifat etmez, canımızı sıkar, sen öyle yapmazsın bunun için sana çok
ümid besliyoruz.» Müşarünileyh sordu, sizce en büyük yemin nedir? Turisinada
Mûsaya Tevratı indiren rahman namına yemindir» dediler, binaenaleyh bu suretle
kendilerine yemin vererek «Muhammedi kitabınızda buluyor musunuz» diye sordu,
sükût ettiler «ne oluyorsunuz söyleyin vallah ben size dinimde şekkim bulunduğu
için sual sormuyorum» dedi, birbirlerinin yüzüne baktılar, içlerinden biri
kalktı, «söyleyin veya söyleyeceğim» dedi, onun üzerine dediler ki, «evet biz
onu kitabda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek
Cibrildir,
Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azab, kital, zelzele gibi
şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen Mîkâil olsa idi her halde iman ederdik,
çünkü Mîkâil bütün rahmet-ü merhamete, ucuzluğa, selâmete müvekkeldir.» Hazret-i
Ömer sordu
«Turısinada Mûsaya Tevratı indiren rahman hakkı için
söyleyin indallah Cibrilin mevkii nedir?»
dediler ki, Cibril sağında, Mîkâil
solundadır» müşarünileyh: Öyle ise şahid olun ki, Allah’ın sağındakine düşman
olanlar, solundakine de düşmandırlar ve bunlara düşman olan Allah’a da
düşmandır» dedi ve macerayı Peygambere
haber vermek için avdet etti, huzurı risalete varınca gördü ki,
Cibril ondan evvel vahiy getirmiş,
Resulullah kendisine bu âyetleri
okuyuvermiştir.
Üçüncüsü - «Allah teala
Cibrile nübüvveti bize getirmesini emrettiği
halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı düşmanımızdır» dedikleri de mervidir.
Filvaki birinci âyetin mazmununa nazaran sebebi
adavetin Kur’ân’ı kalbi Muhammedîye indirmesinden başka bir şey olmadığı ve
bunun ise Allah’ın iznile yapıldığı ve ayni zamanda getirdiği Kur’ân’ın şiddet-ü
azab değil, kütübi salifeyi müeyyid ve müminlere hidayet ve bişaret olduğu beyan
buyurularak onlar tarafından dermiyan edilen diğer sebeblerin sebebi hakikî
olarak değil yalan olarak söylendiği ifham olunmuştur.
FAİDE - Cibril esasen
«cibr» ve «il» kelimelerinden mürekkeb İbranî bir kelime olarak fahri kâinat
Efendimize vahiy getiren melekin ismidir. İbranîde Abdullah gibi ve rivayete
nazaran ayni manada bir terkibi izafî ise de Arabca Ba'lebek gibi terkibi
mezcîye şebih bir tarzda kullanılmıştır. Alemiyet ve ucmeden dolayı gayri
munsarıftır. Arablar bunu sekiz lûgat üzere söylemişlerdir ki, bunlardan meşhuru
dörttür ve kıraeti Aşerede varid olmuştur:
1- Selsebil vezninde cebreil, Hamze ve kisaî kıraetleri.
2- Cebreil, Ebubekir rivayetile Asım kıraeti,
3- Cebril, İbn-i kesir kıraeti,
4- Cimin kesrile cibril, mütebaki altı iman ile rivayeti
Hafs üzere Asım kıraeti ki, bizim kıraetimiz budur ve Hicaz lûgatıdır. Diğer
dördü de cebraiyl, cebrail, cebral,
cebrindir. Arabın gayrı bazı lisanlarda da gabriyel, gabraiyl, gabril isimleri
bundandır ki, cimin Mısır lehçesile okunmasıdır.
Bu terkibin alemiyetten kat'ı nazarla esası mefhumu
hakkında İbranîce cebr (abd) manasına, il de
Allah isimlerinden biri olmakla Abdullah demek olduğu ekseriyetle söylenmekte
ise de bazı müfessirîn bunun
(........) manasına olduğunu göstermişlerdir.
Filvaki kelimenin Arapça (........) maddesile
zahirî bir alâkası vardır. Binaenaleyh Cibril,
karşısında hiç bir kuvvetin müzahamesine imkân olmıyan ve asârında gerek ilmî ve
gerek amelî her veçhile kat'iyet, zaruret, mübremiyet sabit olan, hasılı her
melekin, her kuvvetin, her satvetin her ruhun fevkında bulunan bir melek
mefhumunu ifade etmektedir. Filvaki vahiy de bu suretle bir ilmi zarurî ifade
edib şekk-ü şüpheye, kesb-ü iradei beşerin haylûletine imkân bırakmadığından
vasıtai vahyin bu isim ile tesmiyesi bir ta'rif mahiyetini de haiz demek olur.
Buna ruh, ruhullah ve ruhı emin ve ruhulkudüs denilmesi
(........)
evsafile tavsıf buyurulması dahi bu manayı müeyyiddir. Bundan vahyin ve
mu'cizatı Enbiyanın ne kadar büyük bir kat'iyeti haiz olabileceğini anlamak
kolay olacaktır. Binaenaleyh burada Yehudîlere karşı kendi lisanlarile alâkadar
olan bu ismin ıhtiyar buyurulması, buna karşı adavetin ve ne kadar manasız ve ne
kadar mecnunane ve ne kadar kâfirane olduğunu ifham için ne büyük bir belâğat
olmuştur. Binaenaleyh âyetlerin manasına geçelim:
97
Söyle, her kim Cibrile
düşman ise bilsin ki, o, o Kur’ân’ı senin kalbin üzerine Allah’ın iznile
indirdi, önündekileri tasdıklayıcı ve mü'minlere bir hidayet ve bişaret olmak
için
(........)
Ya Muhammed!. sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilân et ki,
(........) her kim
Cibrile duşman ise karşıma çıksın.-
Müfessirîn bunun
cümle-i şartiye olduğunda ittifak ediyorlar, fakat ekseriyet, cezanın
«sebebsizdir, manasızdır» yahut «kahrından çatlasın»
(........) gibi bir takdir ile mahzuf olup mabadindeki
(........) bu cezanın illeti olduğunu
söyliyorlar, Sahıb keşşaf bundan başka, cezanın mahzuf olmayıp mabadindeki
(........) cümlesi olabilceğini de söylemiş ve
meali «bunun sebebi Allah’ın iznile Kur’ân’ı sana indirmesinden ibarettir»
olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdid ifade ettiğini de anlatmıştır.
Lâkin buna (........) cümlesinde
(........) şartına ait bir zamir
bulunmadığından kaidesi lisana muhalif olduğu beyanile itiraz edilmiştir. Ancak
Zemahşerî burada «bunun adavetinin sebebi»
diye bir mübtedâ ile bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden Ebuhayyanın bu
itirazına cevabı da anlatmıştır. Demek oluyor ki, evvelki surette ceza mahzuf,
illeti onun makamına kaim ikinci surette ceza mezkûr, fakat cezadan rabıtalı bir
mübteda mahzuftur. Her iki takdirde kelâmın bir manayı tehdidi mutazammın olduğu
ve ikinci âyetin bunu izah ettiği unutulmamak lâzımgelir. Sebebin beyanı
vesiledir asıl sıyakı âyet, bu tevbihtir. Bunun için biz siyaka nazaran şu
takdiri zahir buluyoruz: söyle: her kim Cibrile
düşman ise Allah’a düşmandır (........) çünkü o
Cibril Kur’ân’ı senin kalbin üzerine
Allah’ın iznile indirmektedir. (........)
önündeki kütübi salifeyi musaddık (........) ve
mü'minlere hidayet ve bişaret olmak üzere. (........)
buyurulması iki cihetten şayanı dikkattir. Evvela:
(........) buyurulmayıp (........) ile
irad edilmiştir ki, (........) isti'lâ ifade
ettiğinden vahy-ü tenzil diğer varidat ve sanihatı adiye gibi kalbe yalnız bir
noktadan ilişivermekle kalmayıp bütün kalbi üzerinden istilâ ve diğer ihtisasat
ve idrakâtın cümlesini tatıl ederek gelen ve her yakînin fevkında bir ilmi
zarurî ve nakabili mukavemet bir hükmi ilâhî ifade eyliyen bir cebri ilâhî
olduğunu iş'ar etmektedir. Cibril, vahiy
getirdiği zaman Resulullahı öyle bir
sarıp tazyık ediyordu ki, canına tak diyordu. Bunun için
Resulullah
(........) buyurmuştu. Nitekim Buharînin
başında Hazret-i Aişeden rivayet olunduğu üzere eshab-ı kiramdan Harisibni Hişam
Hazretleri «ya Resûlullah sana vahiy nasıl geliyor?» diye sormuştu,
Resulullah buyurdu ki, «ahyanen salsalei
ceres -çan sesi- gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken kesilir, ben de
hepsini hıfz etmiş bulunurum, ahyanen de melek bir adame temessül eder, bana
söyler, ben de söylediğini bellerim. » Hazret-i Aişe bunu naklettikten sonra
demiştir ki, «filvaki ben gördüm gayet soğuk bir günde
Peygambere vahiy nazil oluyordu, vahiy
kesildi, Peygamberin alnından ter
fışkırıyordu, böyle ilk vahyin Hırada nasıl geldiği de Fatihada nakledilmişti.
İşte burada (........) veya
(........) hatta
(........) buyurulmayıp da (........)
buyurulması bilhassa vahyin kalbi Resulullahı
pek ziyade tazyik ve istilâ eden en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
Saniyen: bu kelâmı
söylemeğe Resulullah memur olduğu
için muktezayı zahir onun lisanından tekellüm sıgasile
(........) denilmek idi. Resulullah
söylerken benim kalbime demesi lâzım gelirdi, böyle iken hıtab ile
(........) buyurmuştur ki, bu da bu sözü
Resulullah kendi tarafından değil Allah
tarafından aynen söylemeğe memur olduğunu tansıs içindir.
Hulâsa, ya Muhammed!. Sen değil, ben söyliyorum, sen bunu
ilân et: her kim Cibrile düşmen ise şunu
muhakkak bilsin ki, o Cibril sana bu
Kur’ân’ı kendiliğinden değil benim iznimle indirmektedir, hem de ondan evvelki
bütün kütübi ilâhiyeyi müeyyid ve onlar gibi rahmet ve hattâ mü'minîne onlardan
fazla hidayet ve bişaret olarak indirmektedir, şu halde ona adavet etmek
Allah’a, Allah’ın bütün kitablarına, müminlere olan hidayet-ü bişaretine düşmen
olmaktır
98
her kim Allah’a ve Allah’ın Meleklerine ve Resullerine ve
Cibrile ve Mi'kale duşman olur ise bilsin
ki, Allah kâfirlerin duşmanıdır
(........)
her kim Allah’a ve Melâikesine ve Resullerine
(........) ve bilhassa Cibrile ve
Mikâile düşmen olur ise (........) bilsin ki,
Allah da kâfirlere düşmendir. -Belâlarını verecektir, onları yaşatması, imhal
etmesi nimet değil, mahzı nikmettir. Meğer ki, tevbekâr olsunlar da mü'minler
miyanına girsinler, o zaman bu hidayet-ü bişaretten onlar da müstefid ve
mütena'im olurlar.
Bu emirden sonra Cenâb-ı Allah
Resulûnü bir daha te'yid ederek Yehudîlerin son siretlerini ve haleti
ruhiyelerini bütün cezirlerile bildiriyor ve nihayet onlara bütün bunlardan vaz
geçerek yola gelmelerini rahîmane bir belâğatle tavsıye ediyor şöyle ki,
(........)
(........)
99
Şanım hakkı için sana çok açık âyetler: parlak mu'cizeler
indirdik öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onlara kâfirlik
etmez
(........)
Ey resuli ekmel!. Şanım hakkı için emin ol ki, biz sana gayet açık ve vazıh ve
maksudi hakkı i'vicacsız, şeksiz, şüphesiz gösterir ayetler, mu'cizeler inzal
ettik. -Bu Kur’ân’ın bilhassa maksadı tebliği gösteren, hakka davet eden âyatı
muhkemesi o kadar açık ve o kadar vazıhtır ki, zerre kadar akıl vs fehm-ü insafı
olan buna iman etmekte tereddüd (........) ve
dinden ve istikamet fıtretinden çıkmış, nakzı ahdetmeğe ve hakkın hilâfına
gitmeğe alışmış akidesi bozuk fasıklardan başka hiç kimse bunlara küfreylemez
-Buna küfredenler hep surenin başında beyan olunan o hasirun güruhu fasıklardır.
Bunlardan Malikibni Sayf «vallahi Muhammede iman etmemiz için bizim kitabımızda
ahd-ü misak alınmamıştır» diye inkâr etmişti. Bunun hakkında şu âyet nazil
olmuştur:
100
ya o fasıklar hem bunları tanımıyacaklar hem de ne zaman
bir ahd üzerine muahede yapsalar her def'asında mutlaka içlerinden bir güruh onu
bozup atıverecek öyle mi? hattâ az bir güruh değil ekserisi ahd tanımaz
imansızlar
(........)
ya onlar, o fasıklar her ne zaman bir ahde girişir, bir söz verirlerse
(........) içlerinden bir fırkası bu ahdi bozup
atacak mı, sade bir fırka değil (........)
hattâ bunların ekserisi imansızdırlar- Tevrata da iman etmezler, hiç dinleri
yoktur, bunun için nakzı ahdetmeyi günah saymaz, vaktile Tevrata ve
Peygamberlere karşı kaç def'alar nakzı
ahdettikleri gibi şimdi de sana ve Kur’âna karşı öyle yapıyorlar, dün işte geldi
geliyor diye seninle istiftah ederlerken bu gün ondan vazgeçip sana vahyi
getiren Cibrile bile husumet ilân ediyorlar.
101
hem Allah tarafından onlara beraberlerindekini tasdikleyici
bir Peygamber gelince, eski kitab
verilenlerden bir kısmı Allah’ın kitabını, omuzlarının arkasına attılar sanki
bilmiyorlarmış gibi de
(........)
hem Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı tasdik-ü te'yid eden,
gözledikleri bir resul, bir ahir zaman Peygamberi
gelince (........) ehli kitab olanlardan bir
fıkra (........) Allah’ın ellerindeki kitabını
sanki bilmiyorlarmış gibi büsbütün arkalarına attılar da
|