| 
 
53 
- 
İKİNCİ CİLD - 45.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, hakîkatleri 
bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmış olup, bu kâinâtın 
hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynası olduğu, Zât-i ilâhîden 
ise, hiç nasîbleri olmadığı ve maddenin kendi kendine varlıkda duramıyacağı, 
maddenin hakîkî varlık olmadığı ve birçok şeyler bildirilmekdedir: 
Allahü teâlâya hamd-ü 
senâlar olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmetler olsun! Muhterem 
efendim. Fârisî mısra’ tercemesi: 
  
Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ 
tatlı! 
  
İşitilmemiş, duyulmamış 
ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi dinleyiniz! En yüksek insanların murâkabe 
yolunu bildiriyorum. Çok dikkatli okuyunuz! Biliniz ki, âlem [ya’nî herşey], 
Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının nümûnesi, örneği, aynasıdır. Mahlûkun 
hayâtı, Onun hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti de, Onun 
kudretinin görünmesidir. Kulların herşeyi de böyledir. Fekat âlemde, Zât-i 
ilâhînin, [ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem ile 
hiç münâsebeti yokdur. Hiçbirşeyle ortaklığı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve 
görünüşde, iştirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirşeye muhtâc 
değildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle değildir. Sıfatlarının bu 
âlem ile, ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüşleri müşterekdir. Allahü 
teâlâda ilm sıfatı vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda, 
kudret sıfatı olduğu gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî, 
böyle değildir. Mahlûkların, bundan nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine varlıkda 
kalabilmek, onlara verilmemişdir. Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları sûretinde 
yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır. Hakîkatde hiçbiri madde değildir. 
Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî kendi kendilerine varlıkda durmuyorlar]. 
Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir. Fizikciler, kimyâgerler, eşyâyı, 
madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları, özellikleri diye ikiye ayırıyor 
[ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda kendi kendine duruyor 
ve dünyânın temel taşını teşkîl ediyor diyorlar]. Bu sözleri, maddeyi 
bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton ve Robert 
Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde bilgisini, çok 
mühim bir şeklde değişdirmişdir. Bugünkü fiziğin temellerinden biri olan 
Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi, bir kütlesi 
vardır. Belki de madde, teksîf edilmiş kudretden başka birşey değildir.] 
Kimyâcılar der ki: Sıfat, 
ya’nî özellik yalnız başına bulunamaz. Hep madde ile birlikde bulunur ve 
maddenin nasıl olduğunu bildirir. Bunların, sıfat madde ile bulunur demeleri, 
hakîkatde, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî ile 
kâim olmakda, varlıkda kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur. Bütün 
cismleri, herşeyi varlıkda durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-i 
âlemdir. Madde kendi kendine varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla 
durabilsin. Sıfatlar, maddenin zâtı, kendisi olmadığı gibi ve yalnız madde ile 
bulunup, kendi kendilerine bulunamıyacakları gibi, bütün eşyâ da, madde de, 
Zât-i ilâhî ile bulunmakdadır. Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] 
olmayınca, sıfatları onunla bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Herşey, 
Onun zâtı ile varlıkdadır. Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, 
herşeyi varlıkda durduran bir Zâtı göstermekdedir. 
(Ben) 
diyenler, neye işâret 
etdiğini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla berâber, Allahü teâlâ, 
hiçbir işâretle gösterilemez. Hiçbirşeyle birleşmiş değildir. Bu ince bilgileri 
iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile karışdırmasın! Vahdet-i vücûdü söyliyen, bir 
zâtdan başka mevcûd yokdur der. Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî kabûl 
edilmiş bilir. Mahlûkların hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemişdir. (A’yân 
[eşyâ], varlığın kokusunu duymamışdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i 
ilâhiyyeyi, hâricde [ya’nî ilmde değil, nazarî değil] ayrıca var bilirim. Ehl-i 
sünnet âlimleri de, böyle bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu 
âlemi de mevcûd bilirim. Kendi kendine varlıkda durmağı, ya’nî maddeliği bu 
âlemde göremem. Herşeyin, Zât-i ilâhî ile kâim olduğunu [varlıkda durduğunu] iyi 
bilirim. 
Süâl: 
Demek ki, mahlûkların zâtı, 
Zât-i ilâhîden başka değildir. Herşey, Zât-i ilâhî ile birleşmişdir. Bu ise, 
olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu? 
Cevâb: 
Mahlûkların zâtı, ya’nî 
mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynaları olan 
birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin aynı değildir. Zât-i 
ilâhî ile birleşik değildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır. Herşeyin 
kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur. 
Süâl: 
Herkes kendi zâtına ben 
deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı, mâhiyyet ve hakîkatleri, 
Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, kendi hakîkatini, 
mâhiyyetini gösterir. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu? 
Cevâb: 
Evet, herkes, ben deyince, 
kendi hakîkatine işâret eder. Fekat, hakîkatleri, a’râz ya’nî hâller topluluğu 
olduğundan, bunlara işâret olunamaz. Çünki, hâllere, yalnız olarak işâret 
edilemez. İnsanın hakîkati, işâret kabûl etmeyince, bu işâret, bu hakîkatin 
kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk başkadır. Hâlık başkadır. 
Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi değildir. Şaşılacak şeydir ki, mahlûkun 
ben demesi ile Hâlık teâlâya işâret edilmiş olmakla berâber, mahlûk, kendi 
hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek 
doğru olmuyor. Belki de, ayrılığı görerek, bunları söyliyemiyor. 
Süâl: 
Mahlûkun Zât-i teâlâ ile 
varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda değişiklik olması değil midir? Bu ise 
olamaz. 
Cevâb: 
Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl 
etmemiş, birleşmemişdir. Yalnız varlıkda kalması, Zât-i teâlâ iledir. 
Süâl: 
Mahlûklar hep a’râz, hâller 
ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır. Çünki hâl, kendi kendine 
bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem [yokluk da] olamaz. Bu yer 
neresidir? 
Cevâb: 
A’râz [ya’nî hâller, 
özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Başka birşeyde bulunur. Fizikciler, 
bu berâberliği, hulûl şeklinde anladıklarından, a’râz için bir yer arar. A’râz 
[hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söylediğimiz ma’nâda varlıkda durmak için, 
yer lâzım değildir. Biz anlıyoruz ki, herşey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır ve 
hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister 
inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördüğümüzü, bildiğimizi değişdiremez. 
Böyle olduğunu biliyoruz. Onların şübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir 
misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb şeyler gösterir. Herkes, bu 
gösterilerin, kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile 
durduklarını ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar 
hokkabaza hulûl etmemişdir. Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. İşte Hak 
teâlâ, eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır. Onları varlıkda 
durdurmakdadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara bağlı 
kılmışdır. Bu eşyâ, varlıkda kendi kendilerine durmuyor. Hulûl olmadan, 
birleşmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. İkinci bir misâl, bir dağın veyâ gök 
yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism sanır. Kendiliklerinden 
aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki şeklleri sıfat sanır ve ayna ile 
bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse, bu 
kimse de abdaldır ki, başkalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr 
etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu şekllerin yeri olmadığını, yere muhtâc 
olmadıklarını bilir. İşte, keşf ve şühûd erbâbı, bütün eşyâyı, aynadaki sûretler 
gibi görür. Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermiş, yok olmakdan korumuşdur. 
Âhıretdeki sonsuz işleri, bunlara bağlamışdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve 
mu’tezîle mezhebi âlimlerinden Nizâm, herşeyi sıfat bilmiş, maddeyi inkâr 
etmişdir. Kısa görüşlü olduğundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durduğunu 
bilemedi. Aklı olanlar tarafından ayblandı. Çünki, sıfatın, başkası ile 
bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının 
sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, herşey sıfatdır ve hepsi, bir 
varlık ile durmakdadır demiş ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir demişdir. Fekat bu 
sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz. Âlem, her ân, yok 
olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demişdir. Bu fakîre göre, bu 
bir görüşdür. Hakîkat değildir. Bunu, (Şerh-i rubâ’ıyyât) hâşiyesinde 
açıklamışdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün 
âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var 
görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ ile 
şerefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle 
olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir. 
                                                |