51 -
ÜÇÜNCÜ CİLD - 121.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, Mirza
Hüsâmeddîn Ahmede yazılmışdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin seksenyedinci
mektûbundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve
Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Şefkat ve merhamet ederek bu fakîre [ya’nî
İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] gönderdiğiniz kıymetli
mektûbu okuyarak şereflendim. Diyorsunuz ki, Ecmîrde iken yazmış olduğunuz
mektûbun birkaç yerine buradaki büyüklerden biri karşı gelmekdedir. Bunları
açıklayınız! O mektûbda şübheli görülen yerleri birkaç sevdiğimiz de
bildirmişdi. Bu şübheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz
yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize doğru yolu göstersin!
Kıymetli efendim! (Seyr-i
murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen tesavvuf yolculukları, bu
yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile anladıkları bir yolculukdur.
Başkasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan şeylerden değildir. Bu sözleri
isbât etmek için delîl göstermeğe lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin
görüşlü, anlayışlı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin
hâllerini, gidişlerini inceler, bereketlerini, ilmlerini ve ma’rifetlerini
görürse, onun (Seyr-i murâdî) dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş
olduğunu hemen anlar. Sözünü isbât etmesini, delîl, sened göstermesini istemez.
Gökde kamerin her gece doğuş ve batış yerlerini ve aldığı şeklleri gören
anlayışlı bir kimsenin, ayın güneşden aldığı ışıkları yaydığını anlaması
gibidir. Keskin görüşlü, bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek ve incelemek
delîl olmaz. Üstâdım hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin
(Seyr-i murâdî) olduğunu dahâ başlangıçda bildirmişdi. Orada bulunan
kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevînin aşağıdaki
beytlerinin bu fakîrin hâline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevî
tercemesi:
Ma’şukların sevgisi, gizlidir
gizli,
Âşıkın aşkı da, davul sesi gibi,
Fekat aşk, âşıkları üzer eritir,
Ma’şûkları ise, besler, sevindirir.
Murâdlardan vâsıl olanlar,
(Râh-i ictibâ) ile, [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar. Bu yol,
Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. (Avârif)
kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i
sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkca bildirmişdir.
İkinci yola, (Râh-i mürîdân) ve murâdların yoluna (Râh-i ictibâ)
demişdir. (Şûra) sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ,
dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak isteyenlere de, kavuşduran yolu
gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında Peygamberlere mahsûsdur
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden onlara tâbi’ olanlara da, onlara
mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, bunu da nasîb ederler. Yoksa,
ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olup,
ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek değildir. Böyle olduğu işitilmemişdir.
Kıymetli efendim! Sâlike
feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”,
(Muhammedî-meşreb) olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-i Muhammedî)
ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü teâlânın
lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat ile birleşince,
Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birşeyin başka birşeye vâsıta, aracı
olması, bu iki şeyin başka başka oldukları zemândadır. İkisi birleşince, bunlar
için, birbirlerine vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi şeyler
düşünülemez. İki şey birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik, tâbi’ iken,
uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki işler, hizmetci ile hizmet olunan
kimsenin işleri gibi başka başkadır.
Sâlikin hakîkati,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkati ile birleşir sözünü
açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”,
bütün hakîkatleri kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate
(Hakîkat-ül-hakâik) de denir. Başkalarının hakîkatleri bu hakîkatin
parçaları gibidirler. Muhammedî-meşreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir
parçasıdır ve onun özelliğindedir. Muhammed-il-meşreb olmıyan sâlikin hakîkati
de, o hakîkatin bir parçası ise de, onun özelliği başkadır. Böyle sâlik, urûc
ederken, yükselirken, hakîkati eğer hakîkat-i Muhammedî ile birleşirse, önce
aynı özellikde olan bir Peygamberin hakîkati ile birleşir. O Peygamberin
kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin
hizmet olunana olan ortaklığı gibidir. Sâlik, Resûlullaha tam uyarsa, belki de
yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde Resûlullahın hakîkatine
karşı sevgi hâsıl olur. Onunla birleşmek ister, iki hakîkat birleşir. İki
hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde hâsıl olmuşdu.
Bu sevgi kapladığı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın Rabbi olduğu
için seviyorum) demişdim. Meyân şeyh Tâc ve başkaları, benim bu sözüme
şaşırmışlardı. Sizin de, bunu hâtırlayacağınızı sanıyorum. Böyle fazla sevgi
hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birleşemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir
ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.
Resûlullahın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyz gelmesine vâsıta olmasını açıklıyorum.
İyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdiği için ve tâlibe çok
ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk) yolunda
ise, tâlib ilerlemeğe çalışdığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım
değil ise de, cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd ve
başka belli şeyleri yapmağa çalışmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz
olan cezbe, temâm olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden,
sapıklardan, cezbesi olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine
uymadıkları için cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüşden ileri
gidememişdir.
Süâl:
Cezbeye kavuşmak için, hiç
olmazsa biraz seçilmiş ve sevilmiş olmak lâzımdır. Allahü teâlânın düşmanı olan
kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?
Cevâb:
Kâfirlerden bir kısmının
hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu yoldan, kendilerine cezbe hâsıl
olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar. Bu
cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir. Cehl
ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ, hiçbir
kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk ederek,
ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymağa çalışarak kavuşanlar, arada vâsıta ve perde
olmadan kavuşurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya
kavuşurdunuz!) sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en
bilinmiyen makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir
perde bulunmaz demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah
hazretleri “kuddise sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak
yolundan kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. Terbiye yolu
ile, ya’nî sülûk ile kavuşmakda, aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmuşdu. Ma’ıyyet
yolu, cezbe yollarından biridir. (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i
şerîfi bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. Çünki bir kimse, sevdiği ile berâber
olunca, aradan vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz! Her zıllın, görüntünün, kendi
aslı ile bağlılığı vardır. İkisi arasında hiçbirşey perde olmaz. Allahü teâlâ
lutf ederek, zıl aslına doğru çekilirse ve islâmiyyetin sâhibine uymak ni’metine
de kavuşursa, bu zıl aslına ulaşır. Bu ulaşmak, aralarında vâsıtasız, perdesiz
olur. Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism olduğu için, ism ile ismin
sâhibi arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece, aslının aslına, ya’nî ismin
sâhibine kavuşur. Demek ki, Allahü teâlânın zâtına, kendisine, bî-çûn olarak,
ya’nî bilinmiyen, anlaşılamıyan bir şeklde kavuşanlar için, vâsıta ve perde
bulunmaz. Böyle kavuşana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde olmayınca,
başka şeyler perde olabilirler mi?
Süâl:
Allahü teâlânın sıfatları,
kendisinden ayrı değildirler. Allahü teâlâya kavuşanlara sıfatların vâsıta,
perde olmaması, nasıl olur?
Cevâb:
Sâlikin aslı, Allahü
teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır, görüntüsüdür.
Sâlik, bu aslına kavuşunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir vâsıta, bir
perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun için,
sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin
hakîkat-i Muhammedî ile birleşmesini anlatırken bildirmişdim. Zıllın aslına
kavuşmasını bildirirken de biraz geçmişdi.
Tenbîh:
Cezbe yolunda aracı, vâsıta
bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü
vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacağı anlaşılmamalıdır. Resûlullaha
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları kalmıyacağı
sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve Onun dînine
inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd olan cezbe
noksân olur, bozuk olur ve ni’met şeklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde hesâba
çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Doğru keşfler ve açık olan ilhâmlar,
kesin olarak bildirmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine
kavuşulamaz. Başlangıçda ve yolda bulunanlar için olduğu gibi, sona varmış
olanlar için de, O yüce Peygambere uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin
artıklarını toplamadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz.
Fârisî beyt tercemesi:
Ey Sa’dî! Safâ yolunda ilerlemek,
Mustafâya uymakla nasîb olur hep!
Ahmak Eflâtun, yapdığı
mücâhedelerle ve riyâzetlerle nefsinde hâsıl olan safâyı görünce, Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lâzım olmadığını sandı. (Biz temizlenmiş
insanlarız. Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamışdır) dedi. Peygamberlere
uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla örtülen
bakır gibi veyâ şekerle kaplanan zehr gibi olduğunu anlıyamadı. Bakırla karışık
altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi emmârelikden kurtarıp itmînâna
kavuşdurmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak
için gönderdi. Onu yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakdan başka çâre olmadığını bildirdi. Bu
büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve
mücâhedeler yapılsa, onun emmâreliği kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlığı
artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Bundan başka hiçbir şey, nefsi felâketden
kurtaramaz!
Cezbe için sülûk lâzımdır.
İster cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz cezbe fâidesizdir,
kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce olması dahâ kıymetlidir. Böyle olunca,
sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan sonra olan cezbe ise, sülûke hizmetci
olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye kavuşdurur. Cezbenin önce olması, böyle
değildir. O önceden çekilmekdedir, da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce
olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi
Muhammed aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmış, önce O çağırılmışdır “aleyhi
ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”. Başkaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl
olunmakdadırlar. İster murâd olsunlar, ister tâlib olsunlar, Onun
arkasındadırlar. Hadîs-i kudsîde, (O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları
elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini belli etmezdi) buyuruldu. Başkaları Onun
gerisinde bulundukları için ve bu da’vet yalnız Ona yapıldığı için, herkes Ona
muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası ile kavuşurlar. Bunun için, bütün
insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”.
Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca kemâle kavuşamazlar.
Hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlı olunca, varlıkdan hâsıl olan kemâller, O
vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, elbet böyle
olur “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”!
İyi dinleyiniz! Keşf yolu
ile anlaşıldı ki, Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü
vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat ve şân ve i’tibâr
karışık değildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir. Başka
kullarını sevmesi böyle değildir. Şuyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ ve sıfat ile,
hattâ ismlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.
Bunu dahâ açıklıyalım.
Resûlullahın vâsıta olması, iki dürlüdür: Birincisinde, sâlik ile matlûb
arasında perde olur. İkincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta ederek,
Ona uyarak, matlûba kavuşur. Sülûk yolunda ve hakîkat-i Muhammedîye varmadan
önce, vesîle olmanın bu iki dürlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki, bu yolda
vâsıta olan âlim, sâlikin şühûduna vâsıta ve perde olmakdadır. Yolun sonunda,
cezbe imdâda yetişmezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünki, cezbe
yolunda ve hakîkat-ül-hakâika kavuşdukdan sonra, yalnız ikinci dürlü vâsıta
olmak vardır. Ya’nî, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla değildir.
Ya’nî, şühûd ve müşâhede için ve bunların benzeri için, perde olmak yokdur.
Süâl:
Yalnız bir ma’nâda olsa
bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için bir kusûr, bir noksânlık
olmaz mı “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?
Cevâb:
Arada vâsıta olmaması,
Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini, üstünlüğünü gösterir. Onun için
kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr olur. Çünki, tâbi’ olunanın
arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin hepsine kavuşmak, Onun
kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında vardır. Vâsıta olduğu zemân,
böyle değildir. Vâsıta olmadığı zemân, şühûd perdesizdir. Bu ise, kemâl
derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl olan şühûd ise, perdelidir.
Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir, üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur,
noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymakdadır. Ona uymakla, Onun
ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklüğünü, şerefinin
çokluğunu gösterir. Bunun içindir ki, Resûlullah “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü
vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir!)
buyurdu. Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız ve perdesiz olacakdır.
Sahîh olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan nemâza başlayınca, Allahü
teâlâ ile kul arasında olan perde kalkar). Bunun için, nemâz mü’minin
mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc olması, tesavvuf yolunda sona kavuşanlar için tamdır.
Çünki, perdenin kalkması, sonda olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde
aradan kalkmakdadır. Bu ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu
fakîre [ya’nî imâm-ı Rabbânîye] bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir.
Fârisî beyt tercemesi:
Ben o toprağım ki, behâr bulutları,
saçıyor üzerime sâf damlaları.
Şu beyt de ne güzel
söylenmişdir:
Fakîrin kapısına gelirse şâh,
şaşırıp ey hoca, sakın çekme âh!
Tesavvuf büyüklerinden çoğu,
Resûlullah vâsıta olur dedi. Çoğu da, olmaz buyurdu. Hiçbiri sözlerini
açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusûr olduğunu bildirmediler. Zâhir
âlimleri, vâsıta olmaması tam îmân iken, buna küfr dediler. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düşer, sapık olur
sandılar. Vâsıta olmağı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle söyliyenleri kâmil
sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın tâm olduğunu
gösterir. Vâsıta olması ise, Ona uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle
olduğunu yukarıda bildirmişdik. Bunlar, işin özünü anlamamışlardır. Yûnüs
sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar.
Onun sözünün özünü anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamışlardı)
buyruldu.
Efendim! Tesavvufcuların
(Üveysî) demeleri, üstâdı yokdur demek değildir. Çünki, üveysî demek, onun
yetişmesinde rûhâniyânın da hizmeti olmuşdur demekdir. Hâce-i Ahrâr “kuddise
sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetişdiği hâlde], üstâdı bulunduğu
hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de yardım gördüğü için, Hâce-i
Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin üstâdı, Seyyid Emîr
Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık Goncdüvânînin
rûhâniyyetinden de istifâde etdiği için, Behâüddîn-i Buhârîye Üveysî
denilmişdir. Bir kimse, üstâdı bulunduğunu söylemekle berâber, Üveysî olduğunu
da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek şaşılacak insâfsızlık olur.
[(Dürr-ül-me’ârif)
kitâbının seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki,
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine üveysî olmak
için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak,
sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep onun rûhunu
düşünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî) risâlesi,
(Makamât-i Mazheriyye)nin sonunda Hindistânda basılmışdır. Bu risâlede,
Abdüllah Dehlevî hazretlerinin melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” üveysîsi olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde,
Resûlullahın iki mubârek ellerini tutup, yâ Resûlallah! Beş şey için sana bî’at
eyledim: Bunlar, Kelime-i şehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında
oruc tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle
yapınca, murâdına kavuşur. Bir Velînin üveysîsi olmak için, tenhâ bir yerde, iki
rek’at nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna göndermeli ve rûhunu düşünerek
beklemelidir). Ehl-i sünnet i’tikâdında olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette
O Velînin üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm,
otuzsekizinci mektûbunda diyor ki, (İnsanın Allahü teâlânın rızâsına kavuşmasına
mâni’ olan en büyük hicâb, onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitâb okumakla,
işitmekle olmaz. İnsân-i kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasîb olmazsa,
uzaklardan kalb ona bağlanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyzler,
bereketler, muhabbet mikdârınca, tâlibin kalbine akarak kemâle kavuşur. Hadîs-i
şerîfde, (Kişi sevdiği ile berâberdir) buyuruldu.)]
Efendim, (Abdülbâkî) sözü,
bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demekdir. Yoksa bir insanın ismi olarak
söylenilmiş değildir. Bu söz her ne kadar insanların ismi olarak da kullanılmış
ise de, benim mürşidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de, beni terbiye eden,
yetişdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada kelimeyi değişdirmek ve
edebe uygunsuz davranmak nasıl düşünülebilir?
Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî
“kuddise sirruh”, sekr hâlinde, ya’nî şu’ûrsuz iken (Sübhânî) dedi. Bu
söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım gelmez. Bunun
için, başkasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan hâle, vakte
göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, başka vaktde ve başka hâlde, o
ma’rifetlerin noksânlık olduğunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların üstündeki
ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok zemân sekr
hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir. Fekat,
sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep şu’ûrlu olanların böyle şeyler
söylememeleri lâzımdır. Efendim, böyle şeyleri söyliyenlerin ve yazanların, sekr
hâlinde oldukları anlaşılmalıdır! Sekr karışmıyan hâllerde böyle şeyler
yazılamaz. Fekat, şunu da bilmelidir ki, sekrin çeşidli dereceleri, muhtelif
mertebeleri vardır. Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur.
Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok olduğundan, (Benim bayrağım, Muhammed
aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) demişdir. Sahv hâlinde olanlarda,
sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis,
karışıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv hâline kıymet verenler, sahvın çok olduğu
hâli demişlerdir. Sekr bulunmıyan sahvı demek istememişlerdir. Sekre kıymet
verenler de, sekrin dahâ çok bulunduğu hâli söylemişlerdir. Çünki, sahv
karışmamış olan hâlis sekr, âfetdir, felâketdir. Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise
sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi olduğu hâlde ve sahv sekrden dahâ kıymetlidir
dediği hâlde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki, saymakla bitmez.
(Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulunduğu kabın
rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklaşınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o
söylemişdir. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv
sâhiblerinin üstünlerinden iken kitâbında sekr karışık o kadar çok ma’rifetler
vardır ki, sayılmakla bitmez. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri], onun
sekr karışık ma’rifetlerinden birkaçını toplamışdım. Evliyânın gizli
ma’rifetleri açığa vurmaları, hep sekr karışık hâllerinde olmuşdur. Övünmeleri,
üstünlük göstermeleri de, hep sekrdendir. Kendisinin başkasından dahâ kıymetli
olduğunu bildirmeleri, hep sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı
meydâna çıkarmak, bu yolda küfr sayılır. Kendini başkasından üstün bilmek de,
şirk olur. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz
karışdırmağa benzer. Tuzsuz ta’âm, tadsız olur. Kimse beğenmez. Fârisî beyt
tercemesi:
Eğer aşk olmasaydı, aşk derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim
duyardı!
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî
“kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayağım, Evliyânın hepsinin boyunları
üzerindedir) sözünü sekr hâlinde söylemiş olduğunu, (Avârif) kitâbının
sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi, bu sözün
kusûr olduğunu anlatmak için değildir. Onu övmek içindir. Çünki bildiğini
söylemişdir. Övünmeği, üstünlüğü bildiren böyle sözler, ancak sekr karışık
hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konuşamazlar. Bu fakîr
[ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda, bu
tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün bunların tam sahv
hâlinde yazılmış oldukları hâtır-ı şerîfinize gelmesin! Hiç öyle değildir.
Çünki, bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok
kimseler vardır ki, hiç sekr karışmamış sahv hâlinde, çok konuşurlar. Bunlar,
niçin böyle esrâr söylemezler? İnsanları hayrete düşürmezler? Fârisî beyt
tercemesi:
Hâfızın feryâdı boşuna değildir,
Sözlerinde şaşılacak çok şey vardır!
Efendim, esrârı ortaya
dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler. Bu
yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zemân böyle şeyler
söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin âdeti olmuşdur. Bu fakîrin ortaya
çıkardığı bir yenilik değildir. (Bu, islâmda ilk kırılan şişe değildir) sözünü
burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu sataşmalar niçindir?
Eğer islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak,
ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir. Böylece, bir müslimâna kötü gözle
bakmakdan kurtulmak lâzım olur. Kötü işleri yaymak ve fâsıkın yüz karasını
ortaya koymak, dînimizde harâmdır ve çirkin bir işdir. Bir zan ile, bir şübhe
ile, bir müslimâna kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolaşıp, onu sapık
olarak yaymağa çalışmak bir din adamına yakışır mı? Müslimân olan ve
müslimânları seven bir kimse, bir insandan islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz
işitince, bu söyliyeni incelemelidir. Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna
cevâb vermeli, doğrusunu söylemeli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır. O sözün
sâhibi müslimân ise, Allaha ve Resûlüne îmân etmiş ise, onun sözünü düzeltmeğe
çalışmalı, iyi ma’nâ vermeğe uğraşmalıdır. O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz
sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa, kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i
ma’rûf) ve (Nehy-i münker) islâmiyyetin emridir. [(Ahkâm-ı
islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyler demekdir.] Fekat
bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Eğer
fâideli olmak için değil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa, buna
birşey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Şuna dahâ çok
şaşdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu] gösterip
dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karşı şübhe ve
soğukluk hâsıl olduğu, şerefli mektûbunuzdan anlaşılmakdadır. Sakın bu hâl,
onlara mürşidlerinden aksetmiş olmasın. Şübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz,
aydınlatmanız, işi bu fakîre kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi
söndürmeniz îcâb ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki, şübheyi
gidermeğe güçleri yetdiği hâlde, susmuşlar, yardım etmekden kaçınmışlardır. Yâ
Rabbî! Bizlere acı, doğru yolda bulunmamızı nasîb eyle!
|