| 
 
50 
- 
İKİNCİ CİLD - 50.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, Mirzâ 
Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve 
tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım olduğu 
bildirilmekdedir: 
Allahü teâlâya hamd olsun! 
Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış 
görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü 
teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve 
islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve 
yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen 
şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin 
sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin 
sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, 
orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde 
ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) 
deyince nefsini bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. 
Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı 
ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu 
için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru 
olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, 
müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan 
râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk 
etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, 
inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti, hem de 
hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de 
yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda 
islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır. 
Cennetin yalnız sûretine ve 
yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden 
yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, 
mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı 
meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır. Duydukları lezzet, hep 
aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün olmaları 
lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”. Bunun 
gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından dahâ üstün 
olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında 
bulunacaklardır. İslâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, 
sonsuz se’âdete kavuşacaklardır. Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme)
ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî, seçilmiş olanların vilâyeti. 
İslâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye kavuşmuş olurlar. Meâl-i 
şerîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meşhûrdur. 
İslâmiyyetin sûretini elde 
eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine kavuşanlar, tarîkatda, 
ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavuşabilirler. Bu yolda 
ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş, 
emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi 
bilmelidir ki, vilâyet-i hâssaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep islâmiyyetin 
sûretine uyması şartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i 
ilâhî), islâmiyyetin emrlerinden biridir. İslâmiyyetin yasaklarından 
sakınmak da, bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini 
kolaylaşdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da 
islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide sûresinde, (Ona kavuşmak için vesîle 
arayınız!) buyurulmuşdur. [(Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîflerde 
buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir), (Evliyâ ol 
kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herşeyin hâsıl olduğu yer 
vardır. Takvânın elde edildiği yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü 
teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
müslimânların fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak 
ibâdetdir!), (Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şakî olmaz!), 
(Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), 
(Allahın öyle kulları vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allah o şeyi 
yaratır), (Âlimlerin yanında bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, 
ümmeti arasında Peygamber gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehr halkının 
ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr 
edenlerdir), (İnsanların en kıymetlisi, mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, 
nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr 
etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr ederdi), (İnsan, 
sevdiğini çok zikr eder).] 
Görülüyor ki, islâmiyyetin 
hakîkatine kavuşmak için, islâmiyyetin sûretine uymak şartdır. Çünki, vilâyetin 
ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti üzerine kurulmuşdur. 
İslâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine kavuşur. Hem sûretine, 
hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur. Bunu, aşağıda 
inşâallah dahâ açıklıyacağız. 
Vilâyete kavuşmak, tesavvuf 
yolunda çalışmakla olur. Vilâyete kavuşmak için, ya’nî Velî olmak için, 
mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan başka şeyler 
demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı ile, 
mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ)
hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra 
(Seyr-i fillah) denilen (İsbât) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu 
makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) 
makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde 
fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavuşan sâlik, vilâyete kavuşmuş, Velî 
olmuşdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmuş, küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden 
râzı olmuşdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık 
yok olmuşdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna 
kavuşan nefs, azgınlığından kurtulmaz demişler. Fârisî beyt tercemesi: 
  
Mutmainne olsa da nefs, 
kötülükleri hiç gitmez. 
  
demişler ve bir gazâdan 
dönüşde buyurulmuş olan (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız!)
hadîs-i şerîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karşı yapılan cihâddır 
demişlerdir. Bu fakîre keşf olunan ve vicdânım ile anladığım ise, bunların 
dediği gibi değildir. İtmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taşkınlık 
bulmuyorum. İslâmiyyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı 
temâmen unutmuş olan kalb gibi olmakda, Allahdan başka hiçbirşeyi görmez ve 
bilmez hâle gelmekdedir. Mevkı’ sevgisi, birşeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca 
üzülmek onda hiç kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taşkınlık 
yapması nasıl olabilir? İtmînâna kavuşmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar 
ayrılmasına, azgınlık, taşkınlık derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, 
itmînâna kavuşdukdan sonra, islâmiyyete uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu 
fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri] çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için 
pek uğraşdım. Nefs mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık 
yapamamakdadır. İslâmiyyete tam teslîm olmuş, her kötülüğü yok olmuşdur. Sâhibi 
için kendini yok etmişdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete uymaması, olacak şey 
değildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ da ondan râzı olunca, 
artık taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı olunmaz. Allahü 
teâlânın râzı olduğu nefs, râzı olmıyacak bir şey yapabilir mi? 
Hadîs-i şerîfde bildirilen
(Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladığına göre, bedene, cesede karşı yapılan 
cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan dört dürlü 
maddelerden yapılmışdır. Her çeşid madde, başka şeyler istemekde ve başka 
şeylerden kaçmakdadırlar. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın 
şehvânî istekleri, bedenden doğmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de bedenden 
ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da şehvet, 
gadab, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna 
ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavuşması ile, bu 
cihâd yok olmaz. İnsanda bu cihâdın bulunması, çeşidli fâideler sağlamakdadır. 
Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavuşur. Dünyâ hayâtında, 
beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, iş bunun tersinedir. Orada, kalb bedene tâbi’ 
olur. İnsan ölünce, âhıret hayâtı başlar. Bu cihâd da biter. 
Allahü teâlâ, lutf ederek, 
ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete uymakla şereflenince,
(İslâm-ı hakîkî)ye kavuşulur ve îmânın hakîkati hâsıl olur. Bundan sonra 
yapılacak her iş, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca, nemâzın hakîkati 
kılınmış olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmuş olur. Hac yapınca, haccın 
hakîkati yapılmış olur. İslâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da, hep böyledir. 
Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati 
arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile şereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden 
kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavuşulmaz. [İslâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı 
mecâzîdir. İslâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir 
müslimân, Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur, islâm-ı 
hakîkî ile şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak,
(Kemâlât-i nübüvvet) denilen makâma kavuşabilir. O yüksek derecenin 
ni’metlerini bol bol elde edebilir. İslâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet 
meyvelerini meydâna getiren mubârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de, 
mubârek bir ağaç gibi olan islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin 
kemâlâtı, sûretin meyveleridir. Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin 
meyveleridir. Bunun içindir ki, vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının 
sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı, bu sûretlerin hakîkatleridir. 
Şunu iyi anlamalıdır ki, 
islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı birbirinden 
ayrılmakdadır. İslâmiyyetin sûretine kavuşanın nefs-i emmâresi taşkınlık 
yapmakda ve inanmamakdadır. İslâmiyyetin hakîkatine kavuşunca, nefs mutmainne 
olmakdadır. Müslimân olmakla şereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret gibi olan 
(Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i 
nübüvvet) arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet 
makâmında, bedeni meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi 
azgınlıklarındadır. Meselâ, nefsi itmînâna kavuşmuş olan bir Velînin bedenindeki 
enerji, kudret, iyi olduğu, üstün olduğu da’vâsındadır. Bedendeki toprak 
maddeleri, kötülük ve aşağılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki 
maddeler de, fizik ve kimyâ özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek 
çabasındadır. Kemâlât-i nübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki maddelerin hepsi, 
adâlet, denge hâlini alır. Aşırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi 
ve alâ Âlihissalâtü vesselâm” (Şeytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu 
buyurması, belki de bu denge hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dışında 
şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun 
kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik 
hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm 
olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir. 
(Kemâlât-i nübüvvet)
hâsıl olan bir 
Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna kavuşmuşdur. Hem de bedendeki üç çeşid 
maddesi ve enerjisi denge hâline gelmişdir. Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de 
şöyle böyle itmînâna kavuşmuşdur. Nefsin itmînâna kavuşmasına şöyle böyle dedik. 
Ya’nî az çok, yaklaşık olarak dedik. Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun 
olarak kavuşması, beden maddelerinde denge hâsıl oldukdan sonra olur. İşte 
bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki maddeler dengeye gelmedikleri 
zemân, mutmainne olan nefsin eski sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir. 
Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden sonra, itmînâna kavuşan nefs, eski 
sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski kötülüklerine dönmesini ve 
dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüşlerinin başka olmalarından ileri 
gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı söylemişdir. 
Süâl: 
Bedendeki maddeler de 
dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taşkınlıkları kalmadıkdan sonra, 
bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan nefs ile cihâd yapılmadığı gibi, 
bu maddelere karşı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan kalkmaz mı? 
Cevâb: 
Nefsin mutmainne olması ile 
bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri, birbirine benzemez. Nefs mutmainne 
olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan beş latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, 
nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda kaldıkca, islâmiyyetin 
ahkâmına uymaları lâzım olduğundan sekr ve istihlâk ile ilgileri yokdur. 
İstihlâk olanda, ya’nî benliği yok olanda, emre karşı durmak, taşkınlık etmek 
kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benliği, şu’ûrü gitmiyen ise, emrlere uygunsuz 
davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşidli fâidelere sebeb 
olmakdadır. Bu davranış, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması ile, yalnız 
müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye gelmiş 
olan beden maddelerine karşı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs ile cihâd 
yapmak ise câiz değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde, büyük 
oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmış olduğum mektûbda 
[ikiyüzaltmışıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmişdim. Anlaşılamıyan yer kaldı ise, 
o mektûba da bakınız! 
Allahü teâlâ, lutf ederek, 
ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve meyveleri olan 
(Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla, 
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan herşey, rahmân olan 
Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda îmânın, 
ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu makâmlar, 
önceki makâmlardan pekçok dahâ yüksek ve pekçok genişdir. Öyle nûrludurlar ki, 
önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız (Ülül’azm) 
olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmişdir. Bunlara tam uyan 
pek az seçilmişlere de ihsân ederler.  
İslâmiyyet, bütün bu yüce 
makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir. Ağaç ne kadar dal budak 
verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek binâlar yapılsa da, köksüz 
ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc olurlar. Bir binâda ne kadar 
çok kat yükselirse yükselsin, aşağıdaki katlara hep muhtâcdırlar. Hiçbir kat, 
altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Aşağıdaki katlardan biri çürük 
olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri yıkılınca, 
yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda lâzımdır. 
Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymağa muhtâcdır. Allahü teâlâ, 
ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile değil, 
muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu olan 
Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü 
vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam uyanlardan ve 
izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle şereflendirirler. [Bu en yüksek 
makâm, âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmekdedir.] Bu köşk çok yüksek 
görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris olarak, 
bu köşkün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle 
şereflenmişdir. Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âişe-i 
Sıddîka da zevcelik bağı ile, bu köşkde görülmekdedir “radıyallahü anhüm 
ecma’în”. Her işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet 
et! Bizleri doğru yola kavuşdur! Kıymetli kardeşim, ma’rifetler sâhibi şeyh 
Abdülhay, senelerce sohbetde bulundu. Şimdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı 
kendisine verilmişdir. Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah 
[ya’nî Allah adamları, ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki 
insanlar için büyük bir ni’metdir. Bunların se’âdete kavuşmaları için büyük 
müjdedir. Onları tanıyabilenlere, anlıyabilenlere ne mutlu!  
[İmâm-ı Rabbânî 
“rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor ki, (İnsânın 
yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbâdet yapmak da, yakîn ya’nî hakîkî îmâna 
kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelîmesi, belki 
de (için) demekdir. İbâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. İbâdet 
yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve 
Bekâ demekdir. Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin, kalbden çıkmaları, 
kalbde kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği 
şeylerin kalbde bulunmasıdır). İbâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ 
olmak demekdir. Bu yola (İslâmiyyet) denir. İslâmiyyete tâbi’ olmak için, 
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın 
emrlerini yapmak ve harâmlardan, bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en 
kötüsü, kul hakkıdır. Hükümet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet 
yapmaları, islâmın en büyük düşmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh 
zemânında, zevk ve safâya sapmayıp, düşmanlardaki silâhları temîn etmeleri, 
milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve harb işlerinde yetişdirmeleri emr 
olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden öğrenilir. Bu âlime (Mürşid) denir. 
Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir 
mürşidin kitâbından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veyâ kitâbı, en büyük bir 
ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. İnsân, bu sebebi çok sever. (İhsân 
sâhibini sevmek, insânların yaratılışında vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur. 
İnsân, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavuşur. 
İbâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr 
söylemek de, fenâ makâmına kavuşdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavuşmak, 
dahâ sür’atli olur.] 
                                                |