| 
 
35 
- 
FENÂ-FİLLAH 
İmâm-ı Rabbânî 
“rahmetullahi aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, yirmialtıncı ma’rifetde 
buyuruyor ki: 
(Fenâ) 
Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak demekdir. (Âlem-i emr)de bulunan 
beş latîfenin, insanda, birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye, (Kalb), 
(Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ) ismleri verilmişdir. Evliyânın çoğu, 
bunları birbirinden ayırd etmemiş, hepsine rûh demişlerdir. Rûh deyince, beşi de 
anlaşılmakdadır. İşte bu rûh, ya’nî latîfeler, bu bedene te’alluk etmeden, 
bununla birleşmeden önce, Allahü teâlâyı biliyordu. Allahü teâlâya karşı, biraz 
teveccühü, tanıması, sevgisi vardı. Kendisine ilerlemek, yükselmek kuvveti, 
hâssası verilmişdi. Fekat, bu bedenle birleşmeden önce bu bedene karşı muhabbet 
verildi. Sonra bu bedene doğru bırakıldı. Kendini bedene atdı. Çok latîf, 
yayılma kuvveti pek çok olduğundan, bedenin her yerine sindi, işledi. Bedende 
tanınmaz, bilinmez oldu. Kendini unutdu. Kendini beden sandı. Bedende fânî oldu. 
İşte insanların çoğu, kendini yalnız beden sanıyor. Rûhun varlığını bilmiyor ve 
rûha inanmıyorlar. 
Allahü 
teâlâ, çok merhametli olduğu için, merhamet ederek, insanlara, ya’nî rûhlara, 
Peygamberlerle “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber gönderdi. Onları kendisine 
çağırdı. Bu karanlık bedene bağlanmalarını yasak etdi. Ezelde iyi olmaları 
takdîr edilmiş olanlar, bu emri dinleyip bedene olan bağlılığına son verir. Ona 
vedâ’ eder. Yükseklere döner. Bedenle birleşmeden önceki asla olan sevgisi, 
yavaş yavaş çoğalır. Geçici bir varlığa olan sevgisi azalır. Bu zulmânî, 
karanlık sevgilisini tam unutunca, onun sevgisi hiç kalmayınca, (Bedenin 
fenâsı)na kavuşmuş olur. Böylece, tesavvuf yolunun iki temel basamağından 
birincisi aşılmış olur. Bundan sonra, Allahü teâlâ, eğer ihsân ederse, nasîb 
ederse, buradan da ilerliyerek, kendini de unutmağa başlar. Bu unutkanlık 
artarak, büsbütün unutur. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlığı bilmez olur. 
Böylece (Rûhun fenâsı)na da kavuşur. İkinci basamağı da atlamış olur. 
Rûhun bu dünyâya gelmesinin sebebi, bu ikinci fenâya kavuşmasıdır. Dünyâya 
gelmeksizin, buna kavuşamaz. 
(Hakîkat-i câmi’a) 
adı da verilen kalb latîfesi, eğer rûh ile birlikde, bu iki basamağı atlarsa, 
rûh ile birlikde kendi fenâsına kavuşur. Nefs de, bu yolculukda, kalb ile birlik 
olursa, bu da tezkiye bulur. Ya’nî fenâsına kavuşur. Fekat, nefs, kalbin 
makâmına gelince, kalb ile birlikde yükselmeyip orada kalırsa ve bu iki basamağı 
aşamazsa, nisyâna kavuşamaz. Mutmeinne olamaz. 
Rûhun fenâsına kavuşan bir 
kimse, kalbin fenâsına kavuşmayabilir. Rûh kalbin babası gibidir. Nefs, kalbin 
anası gibidir. Kalbin, babası gibi olan rûha doğru bir isteği olur. Anası gibi 
olan nefsden yüz çevirir. Bu isteği çoğalıp, kalbi, babasına doğru çekerse, onun 
makâmına yetişir. Ya’nî iki basamağı atlar. Kalbin ve rûhun fânî olmaları ile, 
nefsin de fânî olması lâzım gelmez. Nefsin, oğluna muhabbeti, isteği hâsıl olur. 
Bu istek çoğalırsa ve babasının makâmına yükselmiş olan oğlunun yanına varırsa, 
onlar gibi olur. Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin fenâ bulmaları da böyledir. 
Kalbden 
hâtıraların, düşüncelerin gitmesi, silinmesi, onun Allahü teâlâdan başka şeyleri 
unutduğunu gösterir. Hiçbir şeyi hâtırlayamamak, bunlara olan ilmin gitmesi 
demekdir. Fenâda, ilmin zevâli, gitmesi lâzımdır. 
  
Niçin kılmazsın sen, farz-u 
sünneti, 
değilmisin, Muhammedin ümmeti “aleyhisselâm”. 
Anmaz mısın, Cehennemi, Cenneti, 
Îmân sâhibi kul, böyle mi olur? 
                                                |