| 
 
33 
- 
İKİNCİ CİLD - 76.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, mevlânâ 
Hüseyne yazılmış olup, Arşı ve Kürsîyi bildirmekdedir: 
Allahü 
teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâm olsun! 
Arş-ı Mecîd, Allahü teâlânın 
şaşılacak mahlûklarından biridir. Âlem-i halk ile âlem-i emr arasındadır. Âlem-i 
kebîrdendir. Âlem-i halkın en büyüğüdür. Âlem-i halka da benzer, âlem-i emre de 
benzer. (Âlem-i halk), [madde âlemidir] yerler, dağlar, gökler olup, [bu 
âleme (Âlem-i şehâdet) de denir. (Âlem-i mülk) de denildiği, (Reşehât)da 
yazılıdır] bu âlem, altı günde yaratılmışdır. Fussılet sûresinde, dokuzuncu 
âyetde meâlen, (Yer küresini iki günde yaratdı) buyuruyor. Arş, âlem-i 
halkdan önce yaratıldı. Nitekim, Hûd sûresinde, yedinci âyet-i kerîmede meâlen,
(Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yaratdı ve Arşı, su üzerinde idi) 
buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını 
gösteriyor. Demek ki Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da 
benzemez. Çünki Arş, âlem-i emre çok benzer. Bunlar ise, hiç benzemez. Arş, 
yerden ziyâde, göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmakdadır. Fekat o, yer 
küresi olmadığı gibi, gök de değildir. O hâlde, yere ve göke benzer tarafı 
yokdur. 
Kürsîye 
gelince, Bekara sûresi, ikiyüzellibeşinci âyeti olan Âyet-el-kürsîde meâlen, 
(Onun Kürsîsi, göklerden ve yerden genişdir) buyuruldu. Demek ki, Kürsî de, 
göklerden başka bir şeydir. Kürsî, âlem-i emrden değildir. Çünki, Arşın altında 
olduğu söylenilmişdir. (Âlem-i emr) ise, Arşın üstündedir. [Maddeli ve 
zemânlı değildir. Âlem-i emre, (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) 
da denir.] Kürsî, âlem-i halkdan olunca ve göklerden ayrı olarak yaratıldığı 
için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım geliyor. Nitekim, âlem-i halkdan 
olan su, altı günün dışında yaratıldı ve dahâ önce yaratıldı. Kürsî için bize 
birşey bildirilmediğinden onu başka zemâna bırakıyorum. Bilgi vermesini, Hak 
celle ve âlânın lutfünden, kereminden bekliyorum. Yâ Rabbî! Bilgimizi artdır! 
Yukarıdaki yazı, iki şübheyi 
aydınlatmış oldu: Biri, yer ile gökler olmayınca, altı gün nasıl belli olur? 
Pazar günü, pazartesiden nasıl ayırd edilir? Arşın göklerden önce yaratıldığı 
bilinince, zemânın belli olacağı anlaşılır ve günler hâsıl olur. [Gece gündüz 
olması lâzım değildir. Nitekim, kutublarda altı ay gündüz ve altı ay gece 
oluyor. Fekat altı aylık, ya’nî yüzseksen günlük zemân diyoruz.] Günlerin 
birbirinden ayrı olması için, güneşin doğup batması şart değildir. Nitekim, 
Cennetde günler ayrı ayrı olacakdır. Hâlbuki, Cennetde güneşin doğup batması 
yokdur. 
İkinci şübhe, bu fakîrin [ya’nî 
İmâm-ı Rabbânînin] bilgisine göredir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde, (Yere ve 
göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Buradan 
anlaşılıyor ki, tam zuhûr, mü’min kulun kalbine mahsûsdur. Hâlbuki, birkaç 
mektûbda tam zuhûr, Arşa mahsûsdur demişdim ve kalbdeki zuhûr, Arşdaki zuhûrdan 
bir şuâ’ olduğunu bildirmişdim. [Kelimeleri Peygamberimizden “sallallahü aleyhi 
ve sellem”, ma’nâları, Allahü teâlâdan olan hadîs-i şerîflere, (Hadîs-i kudsî)
denir.] Yukarıda bildirilenden anlaşıldı ki, Arş-ı mecîdin hâli, hükmü, 
yerin ve göklerin hâli, hükmü gibi değildir. Mü’minin kalbine sığmaz ve Arşa 
sığar. Cevâbı şudur ki, yer ve gökler ve bunların içinde bulunan herşey, böyle 
geniş değildir. Yalnız mü’min kulun kalbinde bu genişlik vardır. Hadîs-i kudsîde, 
kalbin, yer ve göklere göre geniş olduğu bildirildi. Bütün mahlûkâta göre geniş 
buyurulmadı ki, Arş da hesâba katılmış olsun. O hâlde, başka mektûblardaki 
yazılarımız, hadîs-i kudsîye uymuyor denilemez. 
Arş-ı mecîde tam zuhûr 
vardır. Yeri ve gökleri, içindekilerle berâber, Arşın karşısına korsak, hemen 
yok olurlar ve eserleri bile kalmaz. Yalnız, mü’min insanın kalbi kalır. Çünki, 
ona benzemekdedir. 
Arşın üstündeki âlem-i emre 
olan zuhûr öyledir ki, Arş da bunun yanında hiç kalır. O hâlde, her üst makâma 
olan zuhûr, aşağısına göre hep böyledir. Âlem-i emr bitince, hayret ve cehl 
âlemi başlar. Bu âlem için, ma’rifet olursa, mahlûkların aklına, anlayışına 
uymıyan, bilinmiyen bir ma’rifetdir. 
İnsanın ve kalbin kemâlini 
de biraz bildirelim: Arş-ı mecîd herne kadar en genişdir ve tam zuhûra mâlikdir. 
Fekat, kavuşmuş olduğu bu ni’metden haberi yokdur. Bu kemâle şü’ûru olmaz. İnsan 
kalbi ise, şü’ûrludur. Kendini bilir. Kalbin bir ikinci şerefi, üstünlüğü de 
şudur ki, bir insanın hepsi (Âlem-i sagîr) [küçük mahlûk]dir. (Âlem-i 
halk) ile (Âlem-i emr)den meydâna gelmişdir. Bunların toplanması ile, 
bir hey’et, birlik hâsıl olmuşdur ki, ayrı bir ehemmiyyet, hükm taşır. 
(Âlem-i kebîr)de [insandan başka, bütün mahlûklarda] böyle bir hey’et yokdur. 
Eğer varsa, hakîkî değil, görünüşdedir. Bu hey’et yolu ile insana ve insanın 
kalbine gelen feyzler, fâideli şeyler, Âlem-i kebîre ve bu âlemin kalbi gibi 
olan Arş’a pek az nasîb olur. İnsanda bulunan toprak maddeleri, bütün âlemin 
yapı taşıdır. Çok uzak olduğu hâlde, en çok onda zuhûr etmekdedir. Toprak 
maddelerinin kemâlâtı, âlem-i sagîrin [insanın] bütün hey’etine sirâyet etmişdir. 
Âlem-i kebîrde böyle bir hey’et [topluluk] bulunmadığından, orada sirâyet etmez. 
O hâlde, insan kalbi, bu kemâlâta da mâlikdir. Arş ise, mâlik değildir. 
Kalbe mahsûs olan bu kemâlât, 
bu üstünlükler, bir bakımdan olan üstünlükdür. Her bakımdan üstünlük, Arşa olan 
zuhûrdadır. Arş’a, çölleri, ovaları aydınlatan, geniş bir ışık kaynağı dersek, 
kalb, o kaynakdan yakılmış bir kibrit gibidir. Şu kadar var ki, ba’zı şeyler 
katarak, bu kibritin ışığı başka dürlü parlatılmakdadır. Bu parlaklık, bir 
bakımdan olan bir üstünlükdür. Herşeyin hakîkatini, özünü doğru olarak, ancak 
Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bizlere verdiğin nûru temâmla, günâhlarımızı 
magfiret et! Sen herşeyi yapabilirsin! Efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve Âline 
ve Eshâbına “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ve Peygamberlerin ve yakın olan 
meleklerin hepsine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Allahü teâlâ iyilikler, 
selâmetler ve bereketler versin! 
  
Azrâil, başına geldiği 
zemân, 
kırılır ayakla kol, 
yavaş yavaş. 
Mevlâm 
nasîb etsin din ile îmân, 
akar gözlerinden sel, 
yavaş yavaş. 
  
Yüksek uçan gönül, 
yorulur birgün, 
ölçü terâzîsi, kurulur 
birgün. 
Herkesin yapdığı, 
sorulur birgün, 
döner mi, yâ Rabbî, 
dil yavaş yavaş. 
  
Hep nefsine uydun, 
tevbe etmedin, 
her bulduğun yidin, 
şükr etmedin. 
Nihâyet, bu kara 
toprağa geldin, 
çekilir dünyâdan el, 
yavaş yavaş. 
  
Kabrin üzerine 
dikerler taşı, 
bir avuç toprağa 
koyarsın başı. 
Baba, oğlun görmez, 
kardeş kardeşi, 
gider, geri dönmez 
yol, yavaş yavaş. 
  
Kâfûrlu, ılık suyu 
koyarlar, 
o nazlı bedeni, tekmîl 
soyarlar. 
Öldüğünü konu komşu 
duyarlar, 
gelir geri ahbâblar, 
yavaş yavaş. 
                                                |