| 
 
28 
- 
ÜÇÜNCÜ CİLD - 3.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, Seyyid mîr 
Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmış olup, kelime-i tevhîdin ma’nâsını 
bildirmekdedir: 
Allahü 
teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâmlar, kusûrsuzluklar 
olsun! (Lâ ilâhe illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan, 
yalnız Allahü teâlâdır. Şerîki, ortağı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür, 
varlığı, elbette lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda 
yokdur. (Ma’bûd), ibâdet olunan şey demekdir. (İbâdet), kulluk 
etmek, tapınmak, ya’nî hudû’ ve tezellüldür. Ya’nî, kendini aşağılamak, 
alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât, yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, 
hiçbir noksânlığı olmıyan ve herşey, var olmak için ve varlıkda kalabilmek için, 
Ona muhtâc olan ve kendisi hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve herkese 
fâide ve zarâr yalnız Ondan gelen ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirşeyin, 
hiçbirşeye zarar ve iyilik yapamıyacağı, Ondan başka herşeyin önü ve sonu yokluk 
olup, hep var olan bir kimseye ancak ibâdet olunur. İbâdet, yalnız böyle bir 
kimsenin hakkıdır. Allahü teâlâdan başka, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu 
yüksek sıfatlar başkasında da var dersek, Ona, başkası denilemez. Başka olmak 
için, farklı olmak lâzımdır. Böyle bir başkasını, ondan farklı, ayrı düşünürsek, 
ülûhiyyet ve ma’bûdluk şartları, bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve 
ma’bûdluk hakkı olamaz. Çünki, bunun, birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk 
sıfatlarından birinin, bunda bulunmaması lâzımdır. Bunun için de, noksân olmuş 
olur. Bu ikincisinin, kemâl sıfatlarını temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için, 
noksân sıfatlardan bir dânesini kendisinde bırakırsak, yine kendisi kusûrlu 
olmuş olur. Meselâ, herşey Ona muhtâc olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi 
niçin lâzım olur? Eğer, bir işde, birşeye muhtâc olursa, yine noksânlık olur. 
Eğer herşeye iyilik ve zarar Ondan olmasa, Ona ne lüzûm olur. İbâdete neden 
lâyık olur? Eğer, Onun izni, haberi olmadan, bir kimse, birşeye iyilik ve zarar 
yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. İbâdet olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil 
sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak, şerîki, ortağı bulunmamak 
lâzımdır. İbâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır. O da bir olan, Allahü 
teâlâdır. 
Süâl: Söylenilen 
şeklde farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim bilmediğimiz, 
başka sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece, O da 
noksân olmaz. 
Cevâb: O 
bilmediğimiz sıfatları da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır. Her iki 
şeklde de, yine aynı mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmuş olur. Allahü teâlâdan 
başkasının ibâdete hakkı olmadığını göstermek için, şunu da söyliyelim ki, 
Allahü teâlâ, herşeyin varlığı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her şeye 
fâide ve zarar Ondan gelince, başka bir ma’bûd işsiz kalır. Hiçbirşey, Ona 
muhtâc olmaz. O hâlde, Onun ibâdet edilmeğe niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karşı 
zillete ve alçak görünmeğe ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan başkasına 
ibâdet ediyor, yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara, 
heykellere tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize şefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne 
kadar aldanıyorlar. Bunların şefâ’at edebileceğini nereden anlıyorlar? Yalnız 
zan ile veyâ başkasına aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya şerîk 
yapmak, ne büyük şaşkınlık, ne büyük zarardır. İbâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz 
birşey değildir ki, ölüp giden bir insana, taşa, heykele kulluk edilsin. Elinden 
birşey gelmiyene, hattâ kendinden dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı 
verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet edilmeğe hak olmaz. (Ülûhiyyet 
sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmıyanın ibâdet olunmağa 
hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci şartı ise, vücûb-i vücûddur. Ya’nî varlığı 
lâzım olmak, elbette var olması lâzım olmakdır. Varlığı lâzım olmıyan, ilâh 
olamaz ve ibâdete müstehak olamaz. Ne kadar ahmaklıkdır, şaşkınlıkdır ki, 
varlığı lâzım olan, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur, dedikleri hâlde, 
başkalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak 
için, varlığın lâzım olması şartdır. Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım kimse 
olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan başkası bulunmaması îcâb eder. Ondan 
başkasına ibâdet etmek, başkasının vücûdünü de lâzım bilmek olur. 
İşte (Lâ ilâhe illallah)
kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım olanın Allahdan 
başkası olmadığı ve Ondan başkasının ibâdete hakkı bulunmadığı bildirilir. Bu 
ikisinden en fâidelisi, başkasının ibâdete hakkı olmadığıdır ki, bunu ancak 
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmişdir. Peygamberlere 
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan başkasının vücûdü 
lâzım değildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak 
olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan başka, ibâdet olunmağa lâyık kimse 
olmadığını anlıyamıyor, başkalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan 
çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana 
tapınmağı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. 
Bunlar, Allahü teâlâdan başkasına tapanlara (Müşrik) demişlerdir. 
Müşriklerin, (Allahü teâlâdan başkasının varlığı lâzım değildir. Ondan başkası, 
olsa da olur, olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, başkasına 
tapdıkları için, yine müşrik olduklarını beyân buyurmuşlardır. Çünki, Allahü 
teâlâdan başkasına ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermişlerdir. Ya’nî söze 
değil, işe kıymet vermişlerdir. Çünki, Ondan başkasının ibâdete hakkı olmayınca, 
Ondan başka Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin 
dînine uymadıkca, ya’nî Allahü teâlâdan başkasının ibâdete lâyık olmadığını 
bilmedikce, şirkden, müşrik olmakdan kurtulamaz. Şirkin kısmlarından ve insanın 
kendinde ve dışarda bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. İnsanı bundan 
kurtaran, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. 
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, 
insanları bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, şirkden 
kurtulmak nasîb olmaz. Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ 
sûresi, kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, 
müşriki afv etmiyecekdir) buyruldu. Burada, müşrik kâfir demekdir. Çünki, 
dinlere inanmamak küfrdür. Şirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını 
söylemekle, hepsi söylenmiş oldu. Bunun için, şirk afv olmıyacağı gibi, 
islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O 
hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız şirk afv olunmaz, buyrulmuşdur?) demenin 
yeri yokdur. 
Allahü 
teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydândadır. Hattâ hadsîdir. Ya’nî 
düşünmeğe lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını iyi 
anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdiğimiz  sıfatlarını iyi düşünse, Ondan 
başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. Bunu bildirmek için 
söylenilenler, meydânda olan şeyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red 
olması, i’tirâz olunması, münâkaşa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan, 
kendiliğinden görmek için, îmân nûru, îmân ışığı lâzımdır. Meydânda olan, 
bedîhî, çok şeyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve 
a’sâbı bozuk çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âşikâr şeyleri 
göremez. 
Süâl: Tesavvuf 
büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin, ma’bûdun olur) 
buyurmuşdur. Bunun ma’nâsı nedir ve doğrusu nasıldır? 
Cevâb: Bir 
insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdiği, özendiği, sağ kaldıkca ele geçirmek 
istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmağa katlandığı, hiç vaz 
geçmediği şey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki 
ibâdet, zilletin, inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan başka ma’bûd 
tanımamak için, Ondan başka maksûd olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır. 
Bunun için de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksûd olmadığını 
bilmek lâzımdır. Bu ma’nâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir 
maksûdları kalmaz. Ondan başka birşey arzû edilmez. Böylece, başka ma’bûdumuz 
yokdur, sözleri doğru olur ve çeşidli ilâhlardan kurtulmuş olurlar. Ondan başka 
maksûd bırakmamak sûreti ile, Ondan başka ma’bûd bırakmamağa kavuşmak, îmânın 
kâmil olması için şartdır ve Evliyâya mahsûsdur. İnsanın, kendinde bulunan 
ma’bûdlarından kurtulmasına bağlıdır. Nefs, itmînâna kavuşmadıkca, bu derece ele 
geçmez. Nefsin itmînân bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır. 
Parlak olan islâm dîninin, ışıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli, 
kolaylık, hafîflik ve kulları zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki, 
insanlar, za’îf, nâzik yaratılmışdır. Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir 
kimse, maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin islâmiyyetin dışına çıkarsa, 
[farzlardan birini bırakır, bir harâm işlerse, meselâ nemâzı, orucu bırakır veyâ 
içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun ma’bûdu olur, ilâhı olur. Maksûdu 
için islâmiyyetin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, harâm işlemezse, 
islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu maksûd bilmez. Onun maksûdu 
yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir, der. O maksûda karşı, o 
kimsede, yaradılış îcâbı, bir arzû hâsıl olmuşdur. Fekat, bu arzûsu, islâmiyyete 
olan arzûsunun mikdârına yetişememişdir. 
Tesavvuf 
bilgileri îmânı kemâle ulaşdırdıklarından, burada Allahü teâlâdan başka maksûd 
olmamak lâzımdır. Çünki, başka maksûd olursa, ba’zan, nefsin yardımı ile, bunun 
arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını aşabilir. Onu ele geçirmek, Allahü 
teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb 
olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, başka maksûdların kalmaması, 
mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın azalması veyâ sönmesi önlenmiş, emniyyete 
alınmış olur. Evet, ba’zı bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan 
sonra, bunlara yeniden irâde ve ihtiyâr verilir. İrâde-i cüz’iyyeleri 
kendilerinden gitdikden sonra, bunları, irâde-i külliye ile şereflendirirler. 
[Tesavvuf bilgileri îmânı 
kemâle ulaşdırır dedik. Tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde 
yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde, her işinde, herşeyde islâmiyyete 
yapışmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri birçok câhiller, fâsıklar, alçak 
maksadlarına kavuşmak için, büyük âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak kullanıp, 
çeşidli ocaklar kurmuş, islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb 
olmuşlardır. Hele son zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün 
tekkeleri kaplamış, tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet 
hâlini almışdı. Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans 
ederek yapılan taşkınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler 
uyduruldu. Bunların bid’at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) 
şerhinde uzun yazılıdır. 
Şeyh ve tarîkatcı olarak 
ortaya çıkan ba’zı kimselerin, ağızlarına ateş koyduklarını, ağızlarından 
alevler çıkdığını, bir yanağına bıçak, şiş sokarak öteki yanağından çıkdığını, 
sokak ortasına yatarak, üzerinden kamyon geçirildiği hâlde, kendilerine 
hiçbirşey olmadığını görenlerden işitiyoruz. Bunların kerâmet olduğunu 
söyliyorlar. Görenler de inanıyorlarmış. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm 
zemânında da bulunduğunu haber veriyor. Bunlara kerâmet değil, sihr diyor. 
Böyle, göz boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzondokuzuncu 
sahîfesinde ve (Mektûbât)ın 266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde 
uzun bildirilmiş, harâm olduklarına fetvâ verilmişdir. Bu büyücü, üfürükcü 
şeyhlerin, tarîkatcıların yalan sözleri, (Hadîka) ve (Berîka)da da 
uzun yazılıdır. Bunların din adamı değil, müslimânları aldatan şeytân oldukları 
acı acı bildirilmişdir. Bu gösterileri, din değildir. Dinsizlikdir. Avrupadaki, 
Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden dahâ acîb, dahâ 
garîb şeyler gösteriyorlar. İslâmiyyet, oyun, komedi, maskaralık, müzik dîni, 
sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni değildir. İslâmiyyet, inanması, yapması, 
sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek ve emrlere uymak, 
herkese iyilik yapmak dînidir. Şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl efendinin (El-münîre)
kitâbında diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan şey, ahkâm-ı islâmiyyeye 
uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve 
sellem” emr ve yasak etdiği şeyler demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve 
sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz üzerinde 
yürüdüğünü yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat islâmiyyete uymıyan 
bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve 
insanları doğru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm 
oldu. Bu hadîs-i şerîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan 
tarîkatcıları, birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son 
senelerinde, memleketde, hadîs-i şerîfin haber verdiği sahte, câhil, fâsık 
tarîkatcılar türemişdi. Çok şükr olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i 
Sıddîk ve Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid 
şerîf Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen Alî bin Abdüllah Şâzilî, seyyid Abdülkâdir-i 
Geylânî, mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayrâm-ı 
velî ve Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bağdâdî gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini, 
kâtı’ı tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde ve dilinde oyuncak olmakdan 
kurtardı. Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i 
mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet, (Kutb-i medâr) her zemân bulunur. 
Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında da vardı. 
Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fekat, bunlara inzivâ lâzımdır. 
Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb-i 
irşâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve îmân, bunun vâsıtası ile 
gelir. İslâmiyyeti korur. Dîn-i islâm başı boş kalmaz. Din düşmanları 
pervâsızca, dîni yıkmağa, değişdirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü 
sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbeşinci ma’rifetde 
buyuruyor ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda 
herşeyin var olması ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. 
Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta 
olur. Herşeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, derdlerin, belâların 
giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin âfiyetde olması, Kutb-i ebdâlin 
feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, 
günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zemânda, her 
asrda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân, bunsuz olamaz. Çünki, 
âlem bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası 
ta’yîn edilir. Fekat, Kutb-i irşâdın her zemân bulunması lâzım değildir. Öyle 
zemânlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm kalır. Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irşâdı idi. O zemânın Kutb-i 
ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü teâlâ 
sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet 
gelmekdedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. 
Şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine 
benzer. Yâhud safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif)
kitâbından terceme, temâm oldu. 
(Berîka)nın 
üçyüzseksenbeşinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin çoğu derin âlim 
ve müctehid idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki 
hadîs-i şerîfde, (İlm üstâddan öğrenilir) buyuruldu. Ma’rifet ise, keşf 
ve ilhâm ile hâsıl olur. İlm, keşf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. İlmin kaynağı 
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir). Üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde diyor ki, 
(Tesavvuf büyüklerinin çoğu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve İbrâhîm bin Edhem 
böyle idi. Kutb-i irşâdlar böyle idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmişsekizinci 
sahîfesinde diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri, 
keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve 
bütün islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâmiyyet 
bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitâblar 
göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin, 
büyüklerin kitâblarından çalarak ezberlediği yaldızlı sözlerine aldanmamağa, 
câhil tarîkatcıların tuzağına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamağa çok dikkat 
etmelidir]. 
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân 
eylediğin îmân ve yakîn nûrunu artdır. İslâmiyyet ışığı ile aydınlanmamızı nasîb 
et. Kabâhatimizi ört. Günâhlarımızı afv eyle! 
                                                |