28
-
ÜÇÜNCÜ CİLD - 3.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, Seyyid mîr
Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmış olup, kelime-i tevhîdin ma’nâsını
bildirmekdedir:
Allahü
teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâmlar, kusûrsuzluklar
olsun! (Lâ ilâhe illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan,
yalnız Allahü teâlâdır. Şerîki, ortağı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür,
varlığı, elbette lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda
yokdur. (Ma’bûd), ibâdet olunan şey demekdir. (İbâdet), kulluk
etmek, tapınmak, ya’nî hudû’ ve tezellüldür. Ya’nî, kendini aşağılamak,
alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât, yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan,
hiçbir noksânlığı olmıyan ve herşey, var olmak için ve varlıkda kalabilmek için,
Ona muhtâc olan ve kendisi hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc olmıyan ve herkese
fâide ve zarâr yalnız Ondan gelen ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirşeyin,
hiçbirşeye zarar ve iyilik yapamıyacağı, Ondan başka herşeyin önü ve sonu yokluk
olup, hep var olan bir kimseye ancak ibâdet olunur. İbâdet, yalnız böyle bir
kimsenin hakkıdır. Allahü teâlâdan başka, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu
yüksek sıfatlar başkasında da var dersek, Ona, başkası denilemez. Başka olmak
için, farklı olmak lâzımdır. Böyle bir başkasını, ondan farklı, ayrı düşünürsek,
ülûhiyyet ve ma’bûdluk şartları, bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve
ma’bûdluk hakkı olamaz. Çünki, bunun, birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk
sıfatlarından birinin, bunda bulunmaması lâzımdır. Bunun için de, noksân olmuş
olur. Bu ikincisinin, kemâl sıfatlarını temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için,
noksân sıfatlardan bir dânesini kendisinde bırakırsak, yine kendisi kusûrlu
olmuş olur. Meselâ, herşey Ona muhtâc olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi
niçin lâzım olur? Eğer, bir işde, birşeye muhtâc olursa, yine noksânlık olur.
Eğer herşeye iyilik ve zarar Ondan olmasa, Ona ne lüzûm olur. İbâdete neden
lâyık olur? Eğer, Onun izni, haberi olmadan, bir kimse, birşeye iyilik ve zarar
yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. İbâdet olunmağa hakkı olmaz. Bütün kâmil
sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak, şerîki, ortağı bulunmamak
lâzımdır. İbâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır. O da bir olan, Allahü
teâlâdır.
Süâl: Söylenilen
şeklde farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim bilmediğimiz,
başka sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece, O da
noksân olmaz.
Cevâb: O
bilmediğimiz sıfatları da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır. Her iki
şeklde de, yine aynı mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmuş olur. Allahü teâlâdan
başkasının ibâdete hakkı olmadığını göstermek için, şunu da söyliyelim ki,
Allahü teâlâ, herşeyin varlığı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her şeye
fâide ve zarar Ondan gelince, başka bir ma’bûd işsiz kalır. Hiçbirşey, Ona
muhtâc olmaz. O hâlde, Onun ibâdet edilmeğe niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karşı
zillete ve alçak görünmeğe ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan başkasına
ibâdet ediyor, yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara,
heykellere tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize şefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne
kadar aldanıyorlar. Bunların şefâ’at edebileceğini nereden anlıyorlar? Yalnız
zan ile veyâ başkasına aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya şerîk
yapmak, ne büyük şaşkınlık, ne büyük zarardır. İbâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz
birşey değildir ki, ölüp giden bir insana, taşa, heykele kulluk edilsin. Elinden
birşey gelmiyene, hattâ kendinden dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı
verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet edilmeğe hak olmaz. (Ülûhiyyet
sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmıyanın ibâdet olunmağa
hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci şartı ise, vücûb-i vücûddur. Ya’nî varlığı
lâzım olmak, elbette var olması lâzım olmakdır. Varlığı lâzım olmıyan, ilâh
olamaz ve ibâdete müstehak olamaz. Ne kadar ahmaklıkdır, şaşkınlıkdır ki,
varlığı lâzım olan, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yokdur, dedikleri hâlde,
başkalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak
için, varlığın lâzım olması şartdır. Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım kimse
olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan başkası bulunmaması îcâb eder. Ondan
başkasına ibâdet etmek, başkasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.
İşte (Lâ ilâhe illallah)
kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım olanın Allahdan
başkası olmadığı ve Ondan başkasının ibâdete hakkı bulunmadığı bildirilir. Bu
ikisinden en fâidelisi, başkasının ibâdete hakkı olmadığıdır ki, bunu ancak
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmişdir. Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan başkasının vücûdü
lâzım değildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak
olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan başka, ibâdet olunmağa lâyık kimse
olmadığını anlıyamıyor, başkalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan
çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana
tapınmağı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”.
Bunlar, Allahü teâlâdan başkasına tapanlara (Müşrik) demişlerdir.
Müşriklerin, (Allahü teâlâdan başkasının varlığı lâzım değildir. Ondan başkası,
olsa da olur, olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, başkasına
tapdıkları için, yine müşrik olduklarını beyân buyurmuşlardır. Çünki, Allahü
teâlâdan başkasına ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermişlerdir. Ya’nî söze
değil, işe kıymet vermişlerdir. Çünki, Ondan başkasının ibâdete hakkı olmayınca,
Ondan başka Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin
dînine uymadıkca, ya’nî Allahü teâlâdan başkasının ibâdete lâyık olmadığını
bilmedikce, şirkden, müşrik olmakdan kurtulamaz. Şirkin kısmlarından ve insanın
kendinde ve dışarda bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. İnsanı bundan
kurtaran, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da,
insanları bu devlete, bu ni’mete kavuşdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, şirkden
kurtulmak nasîb olmaz. Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ
sûresi, kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ,
müşriki afv etmiyecekdir) buyruldu. Burada, müşrik kâfir demekdir. Çünki,
dinlere inanmamak küfrdür. Şirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını
söylemekle, hepsi söylenmiş oldu. Bunun için, şirk afv olmıyacağı gibi,
islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O
hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız şirk afv olunmaz, buyrulmuşdur?) demenin
yeri yokdur.
Allahü
teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydândadır. Hattâ hadsîdir. Ya’nî
düşünmeğe lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını iyi
anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdiğimiz sıfatlarını iyi düşünse, Ondan
başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. Bunu bildirmek için
söylenilenler, meydânda olan şeyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red
olması, i’tirâz olunması, münâkaşa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan,
kendiliğinden görmek için, îmân nûru, îmân ışığı lâzımdır. Meydânda olan,
bedîhî, çok şeyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve
a’sâbı bozuk çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âşikâr şeyleri
göremez.
Süâl: Tesavvuf
büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin, ma’bûdun olur)
buyurmuşdur. Bunun ma’nâsı nedir ve doğrusu nasıldır?
Cevâb: Bir
insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdiği, özendiği, sağ kaldıkca ele geçirmek
istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmağa katlandığı, hiç vaz
geçmediği şey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki
ibâdet, zilletin, inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan başka ma’bûd
tanımamak için, Ondan başka maksûd olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır.
Bunun için de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksûd olmadığını
bilmek lâzımdır. Bu ma’nâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir
maksûdları kalmaz. Ondan başka birşey arzû edilmez. Böylece, başka ma’bûdumuz
yokdur, sözleri doğru olur ve çeşidli ilâhlardan kurtulmuş olurlar. Ondan başka
maksûd bırakmamak sûreti ile, Ondan başka ma’bûd bırakmamağa kavuşmak, îmânın
kâmil olması için şartdır ve Evliyâya mahsûsdur. İnsanın, kendinde bulunan
ma’bûdlarından kurtulmasına bağlıdır. Nefs, itmînâna kavuşmadıkca, bu derece ele
geçmez. Nefsin itmînân bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır.
Parlak olan islâm dîninin, ışıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli,
kolaylık, hafîflik ve kulları zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki,
insanlar, za’îf, nâzik yaratılmışdır. Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir
kimse, maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin islâmiyyetin dışına çıkarsa,
[farzlardan birini bırakır, bir harâm işlerse, meselâ nemâzı, orucu bırakır veyâ
içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun ma’bûdu olur, ilâhı olur. Maksûdu
için islâmiyyetin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, harâm işlemezse,
islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu maksûd bilmez. Onun maksûdu
yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir, der. O maksûda karşı, o
kimsede, yaradılış îcâbı, bir arzû hâsıl olmuşdur. Fekat, bu arzûsu, islâmiyyete
olan arzûsunun mikdârına yetişememişdir.
Tesavvuf
bilgileri îmânı kemâle ulaşdırdıklarından, burada Allahü teâlâdan başka maksûd
olmamak lâzımdır. Çünki, başka maksûd olursa, ba’zan, nefsin yardımı ile, bunun
arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını aşabilir. Onu ele geçirmek, Allahü
teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb
olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, başka maksûdların kalmaması,
mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın azalması veyâ sönmesi önlenmiş, emniyyete
alınmış olur. Evet, ba’zı bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan
sonra, bunlara yeniden irâde ve ihtiyâr verilir. İrâde-i cüz’iyyeleri
kendilerinden gitdikden sonra, bunları, irâde-i külliye ile şereflendirirler.
[Tesavvuf bilgileri îmânı
kemâle ulaşdırır dedik. Tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde
yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde, her işinde, herşeyde islâmiyyete
yapışmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri birçok câhiller, fâsıklar, alçak
maksadlarına kavuşmak için, büyük âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak kullanıp,
çeşidli ocaklar kurmuş, islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb
olmuşlardır. Hele son zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün
tekkeleri kaplamış, tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet
hâlini almışdı. Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans
ederek yapılan taşkınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler
uyduruldu. Bunların bid’at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi)
şerhinde uzun yazılıdır.
Şeyh ve tarîkatcı olarak
ortaya çıkan ba’zı kimselerin, ağızlarına ateş koyduklarını, ağızlarından
alevler çıkdığını, bir yanağına bıçak, şiş sokarak öteki yanağından çıkdığını,
sokak ortasına yatarak, üzerinden kamyon geçirildiği hâlde, kendilerine
hiçbirşey olmadığını görenlerden işitiyoruz. Bunların kerâmet olduğunu
söyliyorlar. Görenler de inanıyorlarmış. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm
zemânında da bulunduğunu haber veriyor. Bunlara kerâmet değil, sihr diyor.
Böyle, göz boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzondokuzuncu
sahîfesinde ve (Mektûbât)ın 266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde
uzun bildirilmiş, harâm olduklarına fetvâ verilmişdir. Bu büyücü, üfürükcü
şeyhlerin, tarîkatcıların yalan sözleri, (Hadîka) ve (Berîka)da da
uzun yazılıdır. Bunların din adamı değil, müslimânları aldatan şeytân oldukları
acı acı bildirilmişdir. Bu gösterileri, din değildir. Dinsizlikdir. Avrupadaki,
Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden dahâ acîb, dahâ
garîb şeyler gösteriyorlar. İslâmiyyet, oyun, komedi, maskaralık, müzik dîni,
sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni değildir. İslâmiyyet, inanması, yapması,
sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek ve emrlere uymak,
herkese iyilik yapmak dînidir. Şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl efendinin (El-münîre)
kitâbında diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan şey, ahkâm-ı islâmiyyeye
uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve
sellem” emr ve yasak etdiği şeyler demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçduğunu ve deniz üzerinde
yürüdüğünü yâhud ağzına ateş koyup yutduğunu görseniz, fekat islâmiyyete uymıyan
bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve
insanları doğru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm
oldu. Bu hadîs-i şerîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan
tarîkatcıları, birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son
senelerinde, memleketde, hadîs-i şerîfin haber verdiği sahte, câhil, fâsık
tarîkatcılar türemişdi. Çok şükr olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid
şerîf Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen Alî bin Abdüllah Şâzilî, seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî, mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayrâm-ı
velî ve Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bağdâdî gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini,
kâtı’ı tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde ve dilinde oyuncak olmakdan
kurtardı. Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda bir Mürşid-i kâmil, bir Ârif-i
mükemmil bulunduğunu bilmiyoruz. Evet, (Kutb-i medâr) her zemân bulunur.
Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında da vardı.
Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fekat, bunlara inzivâ lâzımdır.
Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb-i
irşâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüşd ve îmân, bunun vâsıtası ile
gelir. İslâmiyyeti korur. Dîn-i islâm başı boş kalmaz. Din düşmanları
pervâsızca, dîni yıkmağa, değişdirmeğe saldıramaz. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü
sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbeşinci ma’rifetde
buyuruyor ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda
herşeyin var olması ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur.
Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta
olur. Herşeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, derdlerin, belâların
giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin âfiyetde olması, Kutb-i ebdâlin
feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek,
günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zemânda, her
asrda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân, bunsuz olamaz. Çünki,
âlem bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası
ta’yîn edilir. Fekat, Kutb-i irşâdın her zemân bulunması lâzım değildir. Öyle
zemânlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm kalır. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irşâdı idi. O zemânın Kutb-i
ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet
gelmekdedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner.
Şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine
benzer. Yâhud safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif)
kitâbından terceme, temâm oldu.
(Berîka)nın
üçyüzseksenbeşinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin çoğu derin âlim
ve müctehid idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki
hadîs-i şerîfde, (İlm üstâddan öğrenilir) buyuruldu. Ma’rifet ise, keşf
ve ilhâm ile hâsıl olur. İlm, keşf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. İlmin kaynağı
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir). Üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde diyor ki,
(Tesavvuf büyüklerinin çoğu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve İbrâhîm bin Edhem
böyle idi. Kutb-i irşâdlar böyle idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmişsekizinci
sahîfesinde diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri,
keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve
bütün islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâmiyyet
bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitâblar
göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin,
büyüklerin kitâblarından çalarak ezberlediği yaldızlı sözlerine aldanmamağa,
câhil tarîkatcıların tuzağına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamağa çok dikkat
etmelidir].
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân
eylediğin îmân ve yakîn nûrunu artdır. İslâmiyyet ışığı ile aydınlanmamızı nasîb
et. Kabâhatimizi ört. Günâhlarımızı afv eyle!
|