15 -
TİCÂRETDE ADÂLET VE
İHTİKÂR
Aşağıdaki yazı, (Kimyâ-i
se’âdet)den terceme
edildi:
Bu kitâbımıza her zemân
karşılaşılan şeyleri
seçip yazdık. Bu
kadarını bilmiyen,
harâma ve fâize düşer de
haberi olmaz. Sormasını
da bilemez. Ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun birçok
alışveriş yapanlar
vardır ki, bunların
müslimânlara zarâr ve
ziyânı da dokunuyor.
Bunları yapanlar, la’net
içinde kalıyor.
Alışverişde müslimânlara
ziyân yapmak iki dürlü
olur: Birisi, herkese
zararı dokunmak olup, bu
da iki kısmdır: Biri
ihtikârdır, [diğeri ise
piyasaya kalp para
sürmekdir]. İhtikâr eden
mel’ûndur.
(İhtikâr)
demek, insan ve hayvân
gıdâ maddelerini
piyasadan toplayıp,
yığıp, pahâlandığı zemân
satmakdır. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki,
(Bir kimse gıdâ
maddelerini alıp, pahâlı
olup da satmak için kırk
gün saklarsa, hepsini
fakîrlere parasız
dağıtsa, günâhını
ödiyemez). Yine
buyurdu ki, (Bir
kimse gıdâ maddelerini
kırk gün saklarsa,
Allahü teâlâ ona
darılır. O, Allahü
teâlâyı saymamış olur).
Bir hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki, (Bir
kimse, hâricden gıdâ
maddesi satın alıp,
şehre getirir ve
piyasaya göre satarsa,
sadaka vermiş gibi sevâb
kazanır veyâ köle âzâd
etmiş gibi sevâb
kazanır). İmâm-ı Alî
“radıyallahü anh”
buyuruyor ki, (Gıdâ
maddelerini kırk gün
saklıyanın kalbi
kararır). Ona, bir
muhtekiri haber
verdiklerinde, emr etdi,
sakladığı şeyleri
yakdırdı. Âlimlerden
birisi, tüccâr idi.
Vâsıt şehrinden, Basraya
gıdâ gönderip
satılmasını vekîline emr
etdi. Basrada ucuz
olduğu için, vekîli bir
hafta bekleyip, pahâlı
satdı ve âlime müjde
yazdı. Cevâbında buyurdu
ki, (Biz, az kâr ile çok
sevâb kazanmağı dahâ çok
severiz. Fazla kazanmak
için, dînimizi fedâ
etmemeli idin. Çok büyük
cinâyet yapmışsın. Bunu
afv etdirmek için
sermâyeyi ve kârı hemen
sadaka olarak dağıt!).
İhtikârın harâm olması,
müslimânlara zarârlı
olduğu içindir. Çünki,
gıdâ maddeleri,
insanların ve
hayvânların
yaşıyabilmesi için
lâzımdır. Satılınca,
herkesin alması mubâhdır.
Bir kişi alıp
saklayınca, başkaları
alamaz. Sanki çeşme
suyunu saklayıp, herkesi
susuz bırakmağa benzer.
Gıdâ maddelerini bu
niyyet ile satın almak
günâhdır. İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe “rahmetullahi
aleyh” buyurdu ki,
(Köylü, tarlasından
aldığı gıdâ maddelerini
istediği zemân
satabilir. Acele satması
vâcib değildir. Fekat,
acele etmesi sevâbdır.
Pahâlı olunca satmasını
düşünmesi çirkindir.
İlâclarda ve gıdâ
maddesi olmıyan ve
herkese lâzım olmıyan
şeylerde ihtikâr harâm
değildir. Ekmek ve
benzerlerinde çok harâm
olup, et, yağ gibilerde
az harâmdır). İmâmeyne
göre, bunların hepsi
ihtikârdır. İnsanlara
lâzım olan herşeyde
ihtikâr harâmdır.
Hükûmet, ihtikâr edeni,
haber alınca, evine
yetecek kadar bırakıp,
fazlasını halka
satmasını emr eder.
[İmâm-ı a’zam
“rahmetullahi aleyh”,
ilâcların saklanarak
yüksek fiyâtla
satılmasını beklemek
ihtikâr olmaz, buyurdu.
İlâcların çoğu böyle ise
de, kininin sıtmaya,
ensülinin diyabete ve
aşı ile serumların,
belli mikroplara karşı
kullanılması, ekmeğin
açlığa karşı
kullanılması gibi,
muhakkak şifâya sebeb
olduğundan, bu gibi,
te’sîri kuvvetli
ilâcları saklıyarak,
ihtikâr [kara
borsacılık] yapmak harâm
olur]. Gıdâ maddelerinde
ihtikârın harâm olması,
az bulundukları
zemândadır. Çok olup,
herkes kolay alabilirse,
ihtikâr harâm olmaz.
Fekat, böyle zemânlarda
da, mekrûh olur. Çünki,
insanların zararını
beklemek, iyi değildir.
Herkese yapılan zararın
ikinci kısmı, (Kalp
para sürmek)dir.
Alan, anlamazsa, zulm
edilmiş olur. Anlarsa, o
da başkasını, başkası
da, bir diğerini,
zincirleme aldatırlar.
Elden ele dolaşdıkca,
günâhı, hep birinci
kimseye de yazılır.
Bunun için, (Bir sahte
lira vermek, yüz lira
çalmakdan dahâ fenâdır)
buyurmuşlardır. Çünki,
hırsızlığın günâhı bir
kerredir. Bunun günâhı
ise, öldükden sonra bile
devâm eder. En zavallı
kimse, ölüp gitdiği
hâlde, bırakdığı kötülük
sebebi ile günâhı
tükenmiyen kimsedir.
Öldükden senelerce sonra
günâhı yazılır ve
azâbını çeker. Eline
sahte para geçen, onu
yok etmeli, kimseye
vermemelidir. İnsan
paraları iyi tanımalı ve
aldanmamakdan ziyâde,
kimseyi aldatmamağa
dikkat etmelidir.
Bilmiyerek alıp vermek
de günâhdır. Çünki,
(İnsanın, başına gelen
her işin, dindeki ilmini
öğrenmesi vâcibdir). Yok
etmek niyyeti ile, kalp
para almak sevâbdır.
Ayârı bozuk ma’den
paraları yok etmemeli,
söyliyerek emîn
kimselere, hükûmete
vermelidir. Hîle edecek
kimselere vermesi,
silâhı yol kesene
satmağa benzer ki,
harâmdır.
Ziyânın ikinci dürlüsü,
alışveriş edilen kimseye
yapılan zarardır. Zarar
veren her iş, zulm olur.
Zulm ise harâmdır. Her
müslimân, kendisine
yapılmasını istemediği
birşeyi, kâfirlere dahî
yapmamalıdır.
Başlıca dört şey
yapmamak lâzımdır:
1 - Satılan malı,
olduğundan aşırı medh
etmemelidir. Çünki, hem
yalan söylemiş, hem
aldatmış, hem de zulm
etmiş olur. Hattâ, doğru
olarak da, müşterînin
bildiği şeyi
söylememelidir. Çünki,
bu da fâidesiz söz olur.
Kıyâmet günü her sözden
süâl olunacakdır.
Beyhûde söyliyenler, hiç
özr bulamıyacakdır.
Yemîn ile satmağa
gelince, yalan yere
yemîn etmek harâmdır.
Ya’nî büyük günâhdır.
Doğru yemîn ederse, az
birşey için Allahü
teâlânın ismini söylemek
saygısızlık olur.
Hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki, (Alışverişde
vallahi böyledir,
vallahi öyle değildir
diye yemîn edenlere ve
san’at sâhiblerinden,
yarın gel, öbür gün gel
diye sözünde
durmıyanlara yazıklar
olsun!). Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki,
(Malını yemîn ederek
beğendiren kimseye
kıyâmet günü merhamet
edilmiyecek,
acınmıyacakdır).
Yûnüs bin Abîd
“rahmetullahi teâlâ
aleyh” ipekli kumaş
tüccârı idi. Malını
satarken hiç medh
etmezdi. Çırağı, birgün,
kumaşı gösterirken,
müşterînin yanında, (Yâ
Rabbî! Bu Cennet
kumaşından bana da nasîb
et!) deyince, Yûnüs, bu
sözün kumaşı medh etmek
olacağını düşünerek,
kumaşı kaldırıp
satdırmadı.
2 - Malın aybını,
müşterîden gizlememeli,
hepsini, olduğu gibi
göstermelidir. Kusûru
gizlemek, hıyânetdir.
Mü’mine, nasîhat
etmemekdir. Zâlim, âsî
olmakdır. Malın iyi
tarafını göstermek,
karanlıkda göstermek
zulm, hîle olur.
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” buğday
satan birisinin
buğdayına, mubârek
parmaklarını sokup,
içinin yaş olduğunu
görünce, (Bu nedir?)
buyurdu. Yağmur
ıslatmışdır deyince,
(Niçin saklayıp
göstermiyorsun? Hîle
eden, bizden değildir)
buyurdu. Birisi, üçyüz
dirhem gümüşe bir deve
satdı. Devenin ayağında
ârıza vardı. Eshâb-ı
kirâmdan
“aleyhimürrıdvân” Vâsile
bin Eska’ orada idi. O
ânda dalgın idi. Devenin
satıldığını anlayınca,
alanın arkasından koşup,
devenin ayağı ârızalıdır
dedi. Müşterî deveyi
geri getirip, parasını
aldı. Bâyı’, satışımı
niçin bozdun? deyince,
Vâsile dedi ki,
Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve
sellem” işitdim. Buyurdu
ki, (Satılan birşeyin
kusûrunu gizlemek halâl
değildir. O kusûru bilip
söylememek de, kimseye
halâl değildir.)
Vâsile yine dedi ki,
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” bizden
söz aldı ki,
müslimânlara nasîhat
edelim. Onlara merhamet
edelim. Malın kusûrunu
saklamak, nasîhat
etmemek olur.
Satıcıların, kusûr
saklamamaları çok gücdür.
Büyük cihâd demekdir. Bu
cihâdı kazanmak için,
mal alırken dikkat
etmeli, kusûrlu mal
almamalıdır. Eğer
kusûrlu mal alırsa,
müşterîye söylemeği
niyyet etmelidir. Eğer
aldanırsa, ziyân etmiş
olur. Başkasını da
ziyâna sokmamalıdır.
Kendisi, başkasına
incinince, başkalarını
da kendinden
soğutmamalıdır. Şunu iyi
bilmelidir ki, hîle ile
rızk artmaz. Belki,
malın bereketi gider.
Hîle ile azar azar
birikdirilen şeyler,
ânsızın gelen bir
felâketle, birden bire
giderek geride yalnız
günâhları kalır. Nitekim
bir sütcü, süte su
katardı. Birgün, ânsızın
sel gelip, ineği boğdu.
Adam şaşkın bir hâlde
düşünürken, çocuğu dedi
ki, katdığımız sular
birikerek, gelip ineği
götürdü. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki,
(Ticârete hıyânet
karışınca, bereket
gider). Bereket
demek, az malın çok
fâidesi olmak, çok işe
yaramak demekdir. Az bir
mal, bereketli olunca,
çok kimsenin râhat
etmesine, çok iyi
işlerin yapılmasına
yarar. Bereketli olmıyan,
çok mal vardır ki,
sâhibinin dünyâda ve
âhıretde felâketine
sebeb olur. O hâlde,
malın çok olmasını
değil, bereketli
olmasını istemelidir.
Bereket, emîn olanlarda
bulunur. Hattâ çokluk
dahî emîn tüccârlarda
bulunur. Çünki, her
müşterî, emîn tüccâra
gider. Hıyânet edenlere
kimse gitmez. Bir tüccâr
düşünmeli ki, ömrü yüz
seneden çok değildir.
Âhıretin ise, sonu
yokdur. Birkaç günlük
ömrünün altın ve
gümüşünü artdırmak için,
ebedî ömrünü ziyâna
sokmağı kim ister? Böyle
düşünen bir satıcı
hıyânet yapamaz.
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Lâ ilâhe
illallah diyenler,
dünyâyı dinden üstün
tutmadıkca, Allahü
teâlânın gadabından,
azâbından kurtulurlar.
Dîni bırakıp, dünyâya
sarılırlarsa, bu
kelime-i tevhîdi
söyleyince, Allahü teâlâ,
onlara, yalan
söylüyorsun! buyurur).
Her san’atde de hîle
yapmamak farzdır. Çürük
iş yapmak ve gizlemek
harâmdır. İmâm-ı Ahmed
ibni Hanbelden
“rahmetullahi teâlâ
aleyh”, gizli yama
yapmağı sordular. Kendi
giymesi ve müşterînin
giymek istemesi ile
câiz olup, hîle olarak
yapmak, ya’nî gizli
yamayı, yeni diye satmak
günâhdır. Aldığı para
harâmdır, buyurdu.
[İnsanlar fâsıkdır,
kâfirdir diyerek, hiyle,
hıyânet yapmanın câiz
olacağını sanmak doğru
değildir. Hiyle, hıyânet
ve başkalarının
haklarına saldırmak
harâmdır. Harâmlar,
zarûret olmadıkca,
hiçbir yerde, hiçbir
sebeble halâl olmaz.
İslâmın güzel ahlâkını
her yerde tatbîk etmek
lâzımdır. Güzel ahlâklı
olmak sûreti ile
müslimânlığı tanıtmak,
Emr-i ma’rûf yapmak
olur. Dâr-ül-harbde de,
kâfirlerin haklarına
dokunmamak,
hükûmetlerinin
kanûnlarına uymak,
kimseyi dolandırmamak,
müslimânlığın îcâbıdır.
Hasen el-Bennâ ve Seyyid
Kutb ve Mevdûdî gibi
mezhebsizler, Hac
sûresinin otuzdokuzuncu
âyet-i kerîmesine yanlış
ma’nâ vererek, gençleri
hükûmete karşı ısyân
etmeğe teşvîk etdiler.
Kardeşi kardeşe, düşman
yapdılar. Anarşiyi
körüklediler. Hâlbuki,
bu âyet-i kerîmenin
meâli, (Mü’minlere
saldıran zâlimlerle
cihâd yapmağa izn
verildi)dir. Mekkede
kâfirler, müslimânlara
zulm ediyorlar,
yaralıyor,
öldürüyorlardı. Bu
zâlimlerle döğüşmek
için, Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve
sellem” tekrâr tekrâr
izn istediler. İzn
verilmedi. Zâlimlerin
zulmünden kurtulamıyacak
olanların, kâfir
memleketi olan
Habeşistâna hicret
etmelerine izn verildi.
Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”
Medîneye hicret edince,
bu âyet-i kerîme
gelerek, yeni kurulan
islâm devletinin,
Mekkedeki zâlimlerle
cihâd yapmasına izn
verildi. Bu âyet,
müslimânların zâlim
hükûmete karşı ısyân
etmeleri için değil,
islâm devletinin,
insanların islâm dînini
işitmelerine, müslimân
olmalarına mâni’ olan,
zâlim diktatörlerin
orduları ile cihâd
yapmasına izn
vermekdedir. Görülüyor
ki, müslimân olsun,
kâfir olsun, âdil olsun,
zâlim olsun, hiçbir
hükûmete karşı, isyân
etmek, kanûnlara karşı
gelmek, hiçbir zemân
câiz değildir. Fitne
çıkarmamalı, fitne
çıkaranların arasına
karışmamalıdır. Komünist
memleketde bulunan bir
müslimân, zulm ve
işkenceden usanır,
islâmiyyete uygun
yaşaması, ibâdetlerini
yapabilmesi imkânsız
olur ise, zâlimlere yine
karşı gelmemeli, bir
islâm memleketine,
hicret etmelidir. İslâm
memleketine hicret
imkânı bulamazsa, insan
haklarına, dîne, ibâdete
saldırmıyan herhangi bir
memlekete gitmelidir.]
3 - Ölçüde hîle
etmemeli, doğru
dartmalıdır. Kur’ân-ı
kerîmde, Mutaffifîn
sûresi, birinci âyetinde
meâlen, (Verirken
noksân, alırken fazla
ölçenlere acı azâblar
yapacağım) buyuruldu.
Büyüklerimiz, her
aldıklarını biraz
noksân, verdiklerini de,
biraz fazla ölçerdi. Bu
az fark, Cehennem ile
aramızda perdedir
derlerdi. Bunu tam doğru
ölçememek korkusundan
yaparlardı. Yedi kat yer
ve yedi kat gökler
genişliğinde olan
Cenneti, birkaç kuruşa
satanlar ne kadar
ahmakdır ve birkaç arpa
dânesi için, Cehennem
azâbı ile müjdelenenler
ne kadar ahmakdır,
buyururlardı. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve
sellem” herne satın
alsaydı, parasını biraz
fazla verirdi. Fudayl
bin İyâd “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, oğlunu,
birşey satın alıp,
vereceği altının
kirlerini temizlerken
görünce, (Ey oğlum! Bu
yapdığın iş, sana iki
nâfile hacdan ve iki
umreden dahâ fâidelidir)
buyurdu. Büyüklerimiz
buyuruyor ki, fâsıkların
en kötüsü, alırken çok,
satarken az ölçenlerdir.
Manifaturacılardan,
kumaşı alırken gevşek,
satarken gergin tutup
ölçenler de böyledir.
Kemiğini, âdetden fazla
koyan kasablar da
böyledir. Hubûbât içine
toz toprak karışdırıp
satan köylüler de
böyledir. Malın iyisi
ile kötüsünü karışdırıp,
hepsini iyi diye satan
pazarcılar da böyledir.
Bunların hepsini yapmak
harâmdır. Vel-hâsıl,
alışverişde herkese
karşı doğru hareket
etmek vâcibdir. Hattâ,
kendine söylenmesini
istemediği sözü
başkalarına
söylememelidir. Böyle
harâmlardan kurtulmak
için de, kendini, din
kardeşinden üstün
görmemek lâzımdır. Bunu
da, herkesin yapması
gücdür. Bunun için
Allahü teâlâ,
(Hepiniz Cehennemden
geçeceksiniz!)
buyuruyor. Ammâ, herkes
Allahü teâlâdan
korkusuna göre, oradan
çabuk veyâ geç
kurtulacakdır.
4 - Satış fiyâtında hîle
yapmamakdır.
Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Müslimânların,
şehre mal getiren
köylüleri karşılayıp
piyasa fiyâtını
gizliyerek, ucuz satın
almalarını) men’
buyurdu. Köylünün bu
sûretle yapdığı satışdan
vaz geçmesi câizdir.
Köylü ucuz birşey
getirince, bunu
karşılıyarak, malı bana
bırak, ben sonra yüksek
fiyâtla satarım demekden
de men’ buyurdu. Bir
malın pahâlı satılması
için, herkesin yanında,
onu yüksek fiyâtla satın
almakdan da men’
buyurdu. Müşterîler,
böyle bir satış olduğunu
anlarsa, satışı
bozabilir. Piyasayı
bilmiyenlere yüksek
fiyâtla mal satmak da
harâmdır. Hattâ, acemî
olup, ucuz satan veyâ
pahâlı alanlar ile
alışveriş etmemelidir.
Bunlarla alışveriş sahîh
ve câiz ise de,
piyasadaki fiyâtı
bunlardan gizlemek
günâhdır. Basrada büyük
bir tüccâr vardı. Îrânda,
Süs şehrinde bulunan
adamlarından biri,
mektûb yazarak, bu sene
şeker kamışı verimli
olmadı. Başkaları
duymadan, çok şeker al
dedi. Tüccâr da, çok
şeker satın alıp, şeker
piyasadan çekilince,
pahâlı satarak, otuzbin
dirhem gümüş kâr etdi.
Sonra, düşünüp, şeker
kamışlarına âfet
geldiğini müslimânlardan
saklıyarak, onlara
hıyânet etdim, bu nasıl
müslimânlıkdır deyip,
otuzbin dirhemi,
şekerlerini almış olduğu
kimselere götürdü. Her
birine, bu para senindir
dedi. Niçin,
dediklerinde, yapdığı
yanlış işi anlatdı.
Hiçbiri almayıp, sana
halâl olsun dediler.
Akşam evinde düşündü ki,
belki utanarak
almamışlardır. Din
kardeşlerime hıyânet
etdim, diyerek, ertesi
gün tekrâr götürdü. Her
birine yalvararak
otuzbin dirhem gümüşü
taksîm etdi. Müşterîye
doğru söylemeli, hiç
hîle etmemelidir. Malda
bir ârıza oldu ise,
haber vermelidir. Malı,
akrabâ veyâ ahbâbından,
ona yardım olsun diye
yüksek fiyâtla aldı ise,
müşterîsine bunu
söyliyerek, doğru
değerini bildirmelidir.
Meselâ, on lira etmiyen
malı, on lira vererek
aldı ise, o malı
satarken, on liraya
aldığını söylememelidir.
Ucuz aldığı bir malın
fiyâtı yükselip pahâlı
satıyor ise, aldığı
fiyâtı söylemelidir.
Böyle misâller pekçokdur.
Böyle hıyânetleri
bilmiyerek yapan çokdur.
Hıyânet yapmakdan
kurtulmak için, herkes,
kendine yapılmasını
istemediği şeyleri,
başkalarına
yapmamalıdır. Çünki,
herkes, dikkat ile,
pazarlıkla uğraşarak,
tam değerini verip
aldığını sanır. O hâlde,
aldatarak satmak,
hıyânet ve
dolandırıcılık olur.
[(Mecelle)nin
yirmialtıncı [26]
maddesinde, (Çok kimseyi
zarârdan kurtarmak için,
bir kimseye zarâr
yapılabilir) diyor. Gıdâ
maddelerini satanlar,
piyasadaki değerin iki
misline satarak halka
zarâr verirlerse, hâkim
piyasadaki değerine
satdırır. Kıtlık
zemânında, hükûmet,
(İhtikâr) yapanın,
ya’nî karaborsacıların
yığdığı gıdâ
maddelerini, uygun fiyât
ile, aç kalanlara
satdırabilir.
Abdülganî
Nablüsî hazretleri
“rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Hadîka)
kitâbının ikiyüzyedinci
[207] sahîfesinde
buyuruyor ki, (Mezheblerin
ruhsatlarını, ya’nî
kolaylıklarını
araşdırarak, işini
bunlara uygun olarak
yapan kimseye (Müleffık)
denir. Böyle yapmak câiz
değildir. Ahkâm-ı
islâmiyyeye uymak
istemiyenin yapacağı
şeydir. İhtiyâcdan
dolayı veyâ zarûret ile,
bir işini veyâ her işini
başka mezhebe uyarak
yapmak câizdir. Kolaylık
için başka mezhebe
geçmek, nefse uymak
olur. Câiz olmaz.
Harâmı halâl ve halâli
harâm yapmak için, yâhud
birinin hakkına mâni’
olmak veyâ haksız mal
ele geçirmek için,
(Hîle-i bâtıla)
yapmak câiz değildir.
Hanefî ve Şâfi’î
mezheblerinde,
(Hîle-i şer’ıyye)nin
câiz olması, harâm bir
işi yapmağa izn vermek
değildir. Bir hâkime,
bir da’vâ geldiği zemân,
bunda hîle olduğunu
bilmezse, lâzım gelen
hükmü vermesi câiz olur.
Hîle olduğunu bilerek
hükm verirse günâha
girer). İmâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe “radıyallahü anh”,
müslimânlara böyle hîle
öğreten müftî hicr
olunur dedi. Evet,
İmâm-ı a’zam, hîle-i
şer’ıyye yapılması câiz
olur buyurmuşdur. Fekat
bu söz, islâmiyyete
uymıyan sebeblerin
kullanılmasına izn
vermek değildir. Böyle
sebeb kullanınca, bundan
hâsıl olacak hükm
mu’teber olur demekdir.
Meselâ fâsid bey’ yapmak
câiz değildir, harâmdır.
Fekat fâsid bey’
yapılınca, bunun
ahkâmına uymak lâzım
olur. Cum’a ezânı
okununca bey’ yapılması
da böyledir. Iyne
satışının harâm kısmını
yapmak da böyledir.
Harâm sebeble yapılan
hîleden hâsıl olan hükme
uymak, Şâfi’î mezhebinde
de lâzımdır. Mâlikîde ve
Hanbelîde lâzım
değildir. Nisâba mâlik
kimsenin, bir sene temâm
olmadan önce, mâlını
güvendiği birine temlîk
etmesi, sene temâm
oldukdan sonra geri
alması, böylece zekâtın
farz olmasına mâni’
olmak için hîle yapması,
Hanefîde de câiz
değildir. Bir kimse,
kadını nikâh etmişdim
diyerek, iki yalancı
şâhid gösterse, kadın
inkâr etse de, onun
zevcesi olur. Fekat, bu
hükmün hâsıl olması
için, yalancı şâhid
kullanmak harâm olur.
Ödünç vermekde fâizi,
mu’âmele satışı şeklinde
câiz yapmak da böyledir.
Bid’atdir. [Ödünç
alırken fâiz vermesi
îcâb edenin, mu’âmele
satışı yaparak fâiz
cezâsından kurtulacağı,
üçüncü kısmda, 12. ci
maddenin üçüncü
sahîfesinde
bildirilmişdi. Bu fetvâ,
nafaka temîninden âciz
olup, fâizsiz karz-ı
hasen vereni bulamıyan
kimse içindir. Ya’nî,
fâiz ile ödünç almak
zarûreti bulunan fakîri
fâiz günâhından korumak
içindir. Yoksa, herkes
mu’amele satışı yapmak
sûreti ile, fâiz vererek
ödünç alabilir demek
değildir.] Böyle
sözleşmelerde, elfâz
değil, ma’nâ mu’teberdir.
Harâmı halâl yapmak için
(Hîle-i bâtıla)
yapmak yehûdîlerin
âdetidir.)
(Fetâvâ-yı Hindiyye)de
altıncı cüz’de diyor ki,
(Harâmdan kurtulmak
için, halâla kavuşmak
için hîle-i şer’ıyye
yapmak câizdir ve
iyidir. Böyle hîlenin
câiz olmasına sened, Sâd
sûresinin kırkdördüncü
âyetidir. Bu âyet-i
kerîme, Eyyûb
aleyhisselâm, zevcesine
yüz sopa vurmağa yemîn
edince, bu yemîni
yapmakdan kurtulması
için yapılacak hîle-i
şer’iyyeyi
bildirmekdedir.) (Eşi’at-ül-leme’ât)da
had cezâlarında diyor
ki: Sa’îd bin Sa’d dedi
ki, babam Sa’d,
Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem”
yanına, hasta, sarsak
birini getirdi. Bunu
zinâ yaparken yakaladık
dedi. (Buna, üzerinde
yüz filiz bulunan bir
dal ile bir kere
vurunuz!) buyurdu.
Böylece, bir vurmakla,
yüz sopa vurulmuş, had
cezâsı yapılmış olur.
Eşi’a tercemesi, hîle-i
şer’ıyyenin câiz ve
lâzım olduğunu
göstermekdedir.]
Hevâ ve hevesden kaçmak
isterim,
beni bana komaz, divâne
nefsim.
İyiyi kötüden seçmek
isterim,
beni bana komaz, divâne
nefsim.
Özümü düzene koymak
isterim,
hayrımı, şerrimi, bilmek
isterim.
Aklımı başıma dermek
isterim,
beni bana komaz, divâne
nefsim.
Dünyâya her gelen,
gitmekde dâim,
Yolcuya düşeni, derim
yapayım.
Gelenden, gidenden ibret
alayım,
beni bana komaz, divâne
nefsim. |