| 
 
01 -  
İKİNCİ CİLD 
- 23.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, üstâdı 
Muhammed Bâkî Billahın “kuddise sirruh” oğlu Hâce Muhammed Abdüllaha 
“sellemehullahü ve ebkâhu ve evsalehu ilâ gâyeti mâ yetemennâhu” yazılmış olup, 
işin başı, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atden kaçmak olduğu ve sâireyi 
bildirmekdedir: 
Allahü 
teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği insanlara selâmet ve iyilikler ihsân etmesini 
düâ ederim. Kıymetli oğlum “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”! Size ve diğer dostlara 
söyliyeceğim en birinci nasîhat, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden 
kaçınmakdır. İslâm dîni, garîb olmağa, za’îflemeğe başladı. Müslimânlar, 
kimsesiz kaldı. Bundan sonra da, dahâ garîb olur gider. O dereceye gelir ki, yer 
yüzünde Allah “celle celâlüh” diyen kimse kalmaz. Kıyâmet, dünyâdaki iyi 
insanlar kalmayıp, heryeri kötülük kapladığı zemân kopar, buyuruldu. 
[Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: 
(Bir zemân gelecek ki, ümmetimde müslimânlığın 
yalnız adı kalacak. Mü’min olanlar, yalnız birkaç islâm âdetini yapacak. 
Îmânları kalmıyacak. Kur’ân-ı kerîm yalnız, okunacak. Emrlerinden, yasaklarından 
haberleri bile olmıyacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Allahü teâlâyı 
unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak 
ile kanâ’at etmiyecekler. Çok kazanınca doymıyacaklar). 
Abdülvehhâb-ı 
Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında diyor ki: 
İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek. Elbisenin rengi, 
zîneti solduğu gibi, yer yüzünde islâmiyyet de solup kalkacak. Öyle olacak ki, 
nemâz, oruc, hac, sadaka unutulacak. Kur’ân-ı kerîmden yer yüzünde bir âyet 
kalmıyacak) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî buyuruyor ki, (İslâmın unutulması, Îsâ 
“aleyhisselâm” gökden inip, öldükden sonra olacakdır. Dahâ önce, müslimânlar 
garîb olacak. Kur’ân-ı kerîme uyulmıyacak ise de, büsbütün unutulmıyacakdır). 
(Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Kıyâmet alâmetleri çokdur. Câmiler çok, cemâ’at 
az olacak. Binâlar yüksek, elbiseler ince, kadınlar emîr olacak. Erkekler 
kadınlaşacak)]. 
En mes’ûd, en kazanclı 
kimse, dinsizliğin çoğaldığı bir zemânda, unutulmuş sünnetlerden birini meydâna 
çıkarandır ve yayılmış bid’atlerden birini yok eden kimsedir. Şimdi öyle bir 
zemândayız ki, insanların en iyisinden “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” bin 
sene geçmiş bulunuyor. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” zemân-ı 
se’âdetinden uzaklaşdıkca, sünnetler örtülmekde, yalanlar çoğaldığı için, bid’at 
yayılmakdadır. Bir kahramân lâzımdır ki, sünnete yardım edip, bid’ati durdursun, 
kaçırsın. Bid’ati yaymak, dîn-i islâmı yıkmakdır. Bid’at çıkarana ve işleyenlere 
hurmet etmek, onları büyük bilmek, islâmiyyetin yok olmasına sebeb olur. Hadîs-i 
şerîfde, (Bid’at işliyenlere büyük diyen, müslimânlığı yıkmağa yardım etmiş 
olur) buyurulmuşdur. Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir. Bir sünneti 
meydâna çıkarmak ve bir bid’ati ortadan kaldırmak için, son gayretle çalışmak 
lâzımdır. Her zemân, hele müslimânlığın çok za’îflediği bu zemânda, islâmiyyeti 
kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid’atleri yıkmak lâzımdır. Eskiden 
gelen islâm âlimleri, bid’atde bir güzellik görmüş olacaklar ki, bunlardan 
ba’zılarına, hasene [ya’nî güzel] ismini vermişlerdir. Fekat bu fakîr, bu 
noktada onlara uymuyorum ve bid’atlerden hiçbirini güzel görmüyorum. Hepsini 
karanlık ve bulanık görüyorum. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bid’atlerin 
hepsi dalâletdir, yoldan çıkmakdır) buyurdu. Müslimânlığın za’îflediği bu 
zemânda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla; dîni yıkmak 
ise, nasıl olursa olsun, herhangi bir bid’ate kapılmakla olduğunu görüyorum. 
Bid’atlerin herbirini, islâm binâsını yıkan bir kazma gibi, sünnetleri ise, 
karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum. Zemânımız 
hocalarına Allahü teâlâ insâf versin de, hiçbir bid’ate güzel demesinler ve 
hiçbir bid’atin işlenmesine müsâ’ade etmesinler. Bid’at gün doğması gibi, 
karanlıkları parlatıcı görünürse de, bunlara göz yummasınlar! Çünki sünnetlerin 
dışında, şeytânlar, işlerini kolay görür. Eski zemânlarda, islâmiyyet kuvvetli 
olduğundan, bid’atlerin zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden 
ba’zıları, islâmiyyetin her tarafı kaplıyan kuvvetli zıyâsı arasında, parlak 
sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu. Hâlbuki, bu bid’atlerde de, hiçbir 
parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise, müslimânlık za’îflemiş, kâfirlerin 
âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, müslimânlar arasına yerleşmiş [moda olmuş] 
olduğundan, herbir bid’at, zararını göstermekde, kimsenin haberi olmadan, 
müslimânlık sıyrılıp gitmekdedir. Hocalarımız, bu husûsda çok uyanık olup, eski 
fetvâlara dayanarak şu câizdir, bunun zararı yokdur, diye bid’atlerin 
yayılmasına ön ayak olmamalıdır. Din zemân ile değişir sözünün yeri işte 
burasıdır. Yoksa, kâfirlerin, müslimânlığı yıkmak, bid’atleri, küfrü 
yerleşdirmek için, bu sözü maşa olarak kullanmaları yanlışdır. Bu zemân, 
bid’atler dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmekdedir. Sünnetler 
çok azalmakda, nûrları da, bir karanlık gecede, tektük uçan ateş böcekleri gibi 
parlamakdadır. Bid’at işlenmesi çoğaldıkca, gecenin karanlığı artmakda, sünnetin 
nûru azalmakdadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakda, bu nûru 
çoğaltmakdadır. İstiyen, bid’at karanlığını çoğaltsın, şeytân fırkasını 
kuvvetlendirsin! İstiyen de sünnetin nûrunu artdırsın. Allahü teâlânın askerini 
kuvvetlendirsin! Şunu iyi biliniz ki, şeytân fırkasının sonu felâketdir, 
ziyândır. Allahü teâlânın fırkasında olan, se’âdet-i ebediyyeye erecekdir. 
[Tekrâr edelim ki, (Bid’at) 
demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun dört halîfesinin 
“rıdvanullahi aleyhim ecma’în” zemânlarında bulunmayıp da, dinde, sonradan 
meydâna çıkarılan, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere, şekllere ve âdetlere 
denir. Bunların hepsini din diye, ibâdet diye uydurmak veyâ dînin ehemmiyyet 
verdiği şeyleri dinden ayrıdır, din buna karışmaz demek bid’atdir. Bid’atlerin 
ba’zıları küfrdür. Ba’zıları da büyük günâhdır. Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı ho-parlörle 
okumak, radyoda okumak, bid’atdir. 
(Mektûbât) 
kitâbının arabî ve fârisî baskılarında, yüzseksenaltıncı mektûb hâşiyesinde 
diyor ki, (İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid’atleri ikiye ayırdı: Sünnete 
muhâlif olmıyan yeniliklere, reformlara, ya’nî birinci asrda aslı bulunanlara, 
Bid’at-i hasene dediler. Aslı bulunmıyanlara Bid’at-i seyyie dediler. İmâm-ı 
Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri ise, aslı bulunanlara, 
bid’at ismini bulaşdırmadı. Bunlara Sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, 
türbe yapmak böyledir. Bid’at ismini, yalnız aslı bulunmıyanlara verdi. 
Vehhâbîler, bu bid’at-i hasenelere de, bid’at-i seyyie dedi. Sünnet-i hasenelere 
de şirk dediler. Câhil din adamları da, bid’at-i seyyielerin çoğuna, bid’at-i 
hasene diyerek, kötü bid’atlerin yayılmalarına sebeb oldular. İmâm-ı Rabbânî 
hazretleri, bid’atleri kötülemekde, islâm âlimlerine karşı değil, câhil din 
adamlarına karşıdır.)] 
Zemânımızın 
tesavvuf adamları da, insâfa gelerek ve müslimânlığın za’îfliğini, uydurma 
şeylerin din ve ibâdet hâlini aldığını düşünerek, kendi pîrlerinin sünnete 
uymıyan sözlerini ve hareketlerini yapmamalıdır. Dinde bulunmıyan şeyleri, kendi 
pîrleri yapdı diye, kendilerine din ve ibâdet etmemelidir. Sünnete yapışmak, 
insanı elbette kurtarır ve iyiliklere, se’âdetlere kavuşdurur. Sünnetden başka 
şeyleri taklîd etmek, insanı tehlükelere, felâketlere götürür. Bizim vazîfemiz 
doğruyu bildirmekdir. Herkes istediğini yapar, yapdıklarının karşılığını da 
bulur. [Âkıl bâlig olan her erkek, kendi işinden, kendisi mes’ûldür.] 
Bizi yetişdiren 
büyüklerimize, Allahü teâlâ çok iyi mükâfât ihsân eylesin ki, bizim gibi 
câhilleri, bid’atlerden korudular. Kendilerine uyarak karanlık tehlükelere, 
uçurumlara sürüklemediler. Sünnetden başka bir yol göstermediler. Dînin sâhibine 
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” uymakdan ve harâmlarla berâber 
şübhelilerden bile kaçmakdan başka yol göstermediler. Bunun için, bu büyüklerin 
kazancları pek fazladır. Kavuşdukları dereceler, çok yüksekdir. Bunlar, tegannî 
ve raksa dönüp de bakmamış, vecde, tevâcüde [ve kendinden geçmeğe] ehemmiyyet 
vermemişlerdir. Başkalarının kalbleri ile buldukları, gördükleri, büyüklük 
dedikleri hâlleri, maksaddan uzak, matlûbdan başka bilmişler, onların 
kapıldıkları hayâlleri, def’ ve tard etmişlerdir. Bunların işleri, görmekle, 
bulmakla, bilinmekle anlaşılacak şeylerden değildir. İlmin, hayâlin, 
tecellîlerin ve zuhûrların, keşflerin ve görüşlerin üstündedir. Başkaları, 
birşey bulmak, birşeye kavuşmak için uğraşıyor. Bu büyükler ise, Allahü teâlâdan 
başka hiçbirşeyi istemiyor, hepsini kovuyor. Başkalarının Kelime-i tevhîdi 
tekrâr tekrâr söylemesi, Allahü teâlâya yaklaşmak içindir. Kelime-i tevhîdi 
söylemekle, Allahü teâlânın âciz bir mahlûku olan ve Onunla başka hiçbir 
münâsebeti bulunmıyan bütün bu kâinâtda, Hak teâlâyı bulmağa, görmeğe 
uğraşıyorlar. Bu büyükler ise; (Lâ ilâhe illallah) kelimesini, herşeyi 
yok bilmek, bütün görüşleri, buluşları, bilişleri ve hayâlleri, (Lâ) 
derken, red etmek, yok bilmek için tekrâr eder ve varlıkda birşey duyarlarsa, 
hepsini nefy eder ve hâtırlarına hiçbirşey getirmezler. [Bu mektûbun yarısı 
terceme edildi. Son kısmı terceme edilmedi.] 
  
Cihânda iki dürlüdür, mürâi, 
ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi. 
  
Birisi, yürür eski kisvetle, 
ki, zâhid sanılsın bu sûretle. 
  
Saf kimseleri bunlar, yimek ister, 
kendilerine dervîş denmek ister. 
  
Giyerler, yamalı, eski câme, 
dilerler böyle görünmek avâme. 
  
Haftalar geçer taramaz sakalın, 
ki, desinler, unutmuş kendi hâlin. 
  
İkincisi ise, ehl-i riyânın, 
işit imdi alâmetlerin ânın. 
  
Gider ardınca dâim nîk-i nâmın, 
diler makbûlü ola hâssu âmmın. 
  
Güzel kumaşları dikdirir ince, 
giyinir hergün moda âdetince. 
  
Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz, 
âlim geçinir, nemâz bile kılmaz. 
                                                |