49 -
İRÂDE-İ CÜZ’İYYE
İrâde-i
cüz’iyye risâlesini Muhammed Akkermânî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır:
Dehr
sûresindeki, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz!)
meâlindeki âyet-i kerîmeden, Ebül-Hasen-i Eş’arî imâmımız “rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Allahü teâlâ, sizin istemenizi dilemedikce, birşey isteyemezsiniz!)
ma’nâsını anlamışdır. Ya’nî, Allahü teâlâ dilemedikce, kul, irâde-i cüz’iyyesini
kullanamaz demişdir. Eş’arî mezhebine göre, kullar, irâde-i cüz’iyyelerini
kullanmakda mecbûr oluyor. Çünki, Allahü teâlâ, bir kimsenin birşey yapmağa
irâde-i cüz’iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse irâde etmeğe, istemeğe
mecbûr olur. İrâde-i cüz’iyye, mevcûd ve mahlûk oluyor. Böyle olunca, şeytân,
insana: Ey kul! Niçin zahmet çekersin? Allahü teâlâ bir işini istemezse, sen o
işi irâde edemezsin! derse, şeytâna cevâb verilemez. Kul fâil-i muhtâr olmaz.
İbâdetlerine sevâb, kötülüklerine azâb vermeğe sebeb bulunmaz. Kul, Allahü
teâlânın dilediğini dilemekde, o işin yapılmasına, âlet olmakdadır.
Ebû Mensûr-i
Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi
teâlâ aleyh” anladığını açıklıyarak buyurdu ki, (İrâde-i cüz’iyye, bir varlık
değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz. İrâde-i cüz’iyye, kullarda bir
hâldir. Kuvveti, birşeyi yapmak ve yapmamakda kullanmakdır. Kullar, irâde-i
cüz’iyyelerini kullanmakda serbestdir. Mecbûr değildir). Bu mezhebe göre
şeytâna: İrâde, bende bir hâldir. İyiliğe kullanırsam, Allahü teâlâ iyiliği
yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de
yaratmaz, diye cevâb verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması
câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların kalblerinin ihtiyâr ve
irâde etmesini sebeb kılmışdır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebeb olması da, Allahü
teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir iş yapmağı ihtiyâr ve irâde edince, ya’nî
tercîh edip dileyince, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse o işi yaratır. Kul
ihtiyâr ve irâde etmezse, ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde, kul irâde-i
cüz’iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır. Eğer günâhlara
sarf ederse, günâhları yaratır. O zemân kul, dünyâda fenâ olur, âhıretde azâb
görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytân birşey diyemez.
Yukarıdaki
âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
şöyle açıklıyor: (İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin
irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde edip yaratır.) Görülüyor ki, işi
yapmakda, kullar müstekıl değildir.
Mu’tezile
yolunda olanlar, insan bütün işlerini, kendisi yaratır diyorlar. Yaratmakda,
kulları Allahü teâlâya şerîk ediyorlar. [Îrânda, kendilerine şî’î adını veren
kimseler de, kazâ ve kadere, mu’tezile fırkası gibi inanıyor. Böylece Ehl-i
sünnet âlimlerinin yolundan ayrılıyorlar. (Hak Sözün Vesîkaları) ve
(Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında, değerli kitâblardan alarak, bunların
yazılarına uzun cevâb verilmiş ve kazâ kader bilgisi anlatılmışdır.
(Mevâhib-i ledünniyye)de, Bedr gazâsını anlatırken, irâde-i cüz’iyye uzun
bildirilmişdir. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında da büyük âlim, veliyy-i kâmil,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”de (İrâde-i cüz’iyye)
risâlesi vardır. Mevlânânın kardeşi Mahmûd Sâhibin oğlu Muhammed Es’ad
“rahmetullahi aleyhim”, (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbunda,
bu risâleyi neşr etmişdir. Kitâb 1334 [m. 1915] de Şâmda basılmışdır. Kitâbda,
risâlenin şerhleri ve şârihleri de bildirilmişdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (İkdül-cevherî) kitâbında kulun ihtiyârını ve
irâde-i cüz’iyyesini uzun anlatmakdadır. Abdülhamîd Harpûtî, bunu şerh ederek
(Simtul’ akbarî) ismini vermiş, 1305 [m. 1888] de İstanbulda basılmışdır.]
İnsanın
ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydâna gelmekdedir: 1- O işi dimâgında tesavvur
etmek, hâtırlamak. 2- O şeyden lezzet duymak. 3- Sonra, o işi yapmağı kalbi ile
ihtiyâr etmek, seçmek ve irâde-i cüz’iyyeyi kullanmak. Ya’nî hareket etmeği
dilemek. 4- Hareketin meydâna gelmesi. Birinci ile ikinciyi Allahü teâlâ
yaratıyor. Çünki, tesavvur ile şevk, var olan şeylerdir. Var olan, yaratılmağa
muhtâcdır. İhtiyâr ve İrâde-i cüz’iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü
teâlâdır. Kuldan ihtiyâr ve irâdenin meydâna gelmesi de, ancak önce tesavvur ve
şevk yaratılması ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermeği ve sevâbını
tesavvur eylese, kendisinde şevk veyâ nefret hâsıl olur. Bunu ihtiyâr ve irâde
eder veyâ etmez. Şevk, irâde demek değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak
değildir.
Allahü teâlânın
kazâsı, takdîri ve Levh-i mahfûza yazması, ilm-i ezelîsine uygundur. Bilgisi de,
bildiği şeylere tâbi’dir. Ya’nî herşeyi, ileride ne zemânda ve nasıl olacak ise
veyâ olmıyacak ise, ezelde öylece bilmişdir. Bildiğini takdîr eder ve yazar.
Bundan dolayı, cebr olmaz. İlerdeki şeyler, ilmine tâbi’ olsaydı, cebr lâzım
gelirdi. Allahü teâlânın ilmi, eşyânın yaratılmasını ve sıfatlarını, hâllerini
îcâb etseydi, cebr olurdu. Fekat, böyle değildir. Bunun aksinedir. Allahü
teâlânın yardımı ile sözümüz temâm oldu.
(Dürr-i
yektâ)
şerhinin sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (İnsanların kalbleri ile
veyâ bedenleri ile yapdıkları her işin ve canlılarda ve cansız şeylerde meydâna
gelen her işin, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve halk etmesi ile
olmalarına (Kader) ve (Takdîr) denir. İnsan birşeyi yapmağı veyâ
terk etmeği ihtiyâr ve irâde eder ya’nî kuvvetini kullanır. Sonra, Allahü teâlâ
da, bunu irâde eder, kudretini kullanırsa, bu şey olur. İlk ikisine (Kesb),
son ikisine (Halk) denir. Bu şeyi Allahü teâlâ, beğenirse (Tâ’at)
olur. Bunun için, insana âhıretde (Sevâb) verilir. Bir tâ’at yapılırken,
sevâb kazanmak niyyet edilirse, (Kurbet) olur. Beğenmezse (Ma’sıyyet),
ya’nî günâh olur. Âhıretde (İtâb) veyâ (İkab) olunur. Mekrûh işliyen veyâ
müekked sünneti özrsüz terk etmeği âdet edinen, itâb olunur, azarlanır. Farzı
terk eden veyâ harâm işliyen, tevbesiz ölür ve şefâ’ate, afva kavuşmazsa, ikab
olunur, yanar. İnsanda ihtiyâr ve irâde ve kudret, ya’nî kesb bulunduğuna
inanmıyan (Mürted) olur.)
|