47
-
TEVEKKÜL
1 -
Mal kazanmakda, fâideli şeyleri almakda tevekkül:
Burada,
bekârların, yalnız yaşıyanların tevekkülü ile evlilerin, bakacak kimsesi
bulunanların tevekkülü birbirine benzemez.
Bakacak kimsesi
olmıyanların, mal kazanmasında, ihtiyâclarını gidermesinde tevekkül, sebeblere
göre üç kısmdır:
I - Birinci
kısm sebebler: Allahü teâlânın birşeyi yaratması için [Yaratmak, hiç yokdan var
etmek veyâ mevcûd şeyleri, fizik, şimik, fizyolojik veyâ metafizik kanûnlarla,
bir şeklden başka hâssalı şekllere çevirmek demekdir], arada bulundurması,
âdet-i ilâhiyyesi olan sebeblerdir. Bu sebebler, tecribe ile anlaşılır. Böyle
sebeblere yapışmamak, tevekkül değil, delilik, ahmaklık olur. Meselâ, aç iken,
birşey yimeyip, Allah isterse beni yimeden doyurur veyâ ben elimi sürmeden
ekmeği, yemeği ağzıma gönderir demek ve nikâh etmeden, evlenmeden, bana çocuk
verir demek, tevekkül değil, abdallıkdır. Tecribe ile anlaşılan, sebeblere bağlı
işlerde tevekkül, sebebi bırakmak değildir. İlm ile ve hâl ile tevekkül etmekdir.
İlm ile tevekkül, açlıkdan kurtulmak için sebebleri, ya’nî eli, ağzı, dişi,
mi’deyi, hazm [sindirim] sebeblerini, yemekleri, ekmeği, fizyolojik hareketleri,
hep Allahü teâlâ yaratmış olduğunu bilmekdir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü
teâlânın ihsânına güvenmesi, yimeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir
ânda felc olabilir. İnsan birgün, hazm hastalıklarına tutulabilir. Yemek,
fâideli olmıyabilir. O hâlde, gıdânın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazm
edilmesinde kendi hareketine, kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına,
iyiliğine güvenmelidir.
II - İkinci
kısm sebebler: Te’sîri yüzde yüz olmayan, fekat çok def’a lâzım olan sebeblerdir.
Böyle sebebleri terk etmek de, tevekkül değildir. Meselâ, yola giderken yiyecek
ve içeceği berâber almak, çok zemân fâideli ise de, ba’zan böyle sebeblere lüzûm
kalmaz. Böyle sebeblere yapışmak, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
sünneti ve âlimlerimizin âdeti idi. Tevekkül bu sebeblere güvenmemekdir ki,
ba’zan fâideleri olmaz. Sebebleri yaratana ve gönderene güvenmelidir. Böyle
sebebleri bırakmak günâh değildir. Tevekkülün çok olmasındandır. Demek ki,
yimemek, içmemek günâhdır. Yolcunun yiyecek taşımaması günâh değildir. Fekat,
günâh olmaması için iki şart vardır: Birkaç gün açlığa dayanabilecek kadar
kuvvetli olması ve yolda bulunan şeyleri yimeğe alışık olmasıdır. İbrâhîm-i
Havvâs “kuddise sirruh” tevekkül sâhibi idi. Uzak yolculukda, yiyecek almaz,
fekat iğne, çakı, ip, kova alırdı. Çünki bunlar, yüzde yüz te’sîr eden, ya’nî
her zemân fâidesi olan sebeblerdir. Çünki çölde, kuyudan su, ipsiz ve kovasız
çıkmaz. Elbise yırtılınca iğnenin işini, başka birşey yapamaz. Tekrâr bildirelim
ki, te’sîri kat’î olmıyan sebebleri de terk etmek tevekkül değildir. Sebebe
yapışmak ve sebebe değil, Allahü teâlâya güvenmek tevekküldür. Demek ki,
şehrlerden uzak, bir mağarada oturup tevekkül ediyorum demek harâmdır. Kendini
ölüme atmak demekdir. Allahü teâlânın âdetine, kanûnuna karşı gelmek demekdir.
Böyle kimsenin hâli, bir kimseye benzer ki, avukat tutar ve avukatının âdeti,
dosyayı, kâğıdları okumadan mahkemeye gitmez olduğunu bildiği hâlde, dosyayı
avukata vermeden, avukata tevekkül eder. Vaktîle bir kimse, zâhid olmak,
dünyâdan el çekmek ister. Dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızk bekler.
Günler geçdiği hâlde, birşey gelmez. Açlıkdan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o
zemânın Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” emr eder ki, git, o ahmak adama
söyle! Şehre girip insanlar arasına karışmazsa, onu açlıkdan öldürürüm. O, benim
âdetimi bozmak mı istiyor? Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehrde, her
tarafdan birşey getirilir. (Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip,
kullarımın eli ile, onlara göndermeği severim) meâlindeki âyet-i kerîme
meşhûrdur. Bir kimsenin, şehrde saklanıp veyâ evinde kapanarak, tevekkül etmesi
harâmdır. Kat’î olan sebebleri bırakmak câiz değildir. Şehrde, evin kapısını
kapamaz veyâ gelenlere açarsa, tevekkül etmiş olursa da, aklı kapıda olmamak,
birşey getiren var mı diye düşünmemek lâzımdır. Kalbi Allahü teâlâ ile olmalı.
İbâdet ile meşgûl olmalıdır. Hiçbir sebeb görünmese de, rızkın kesilmiyeceğini
iyi bilmelidir. İnsan, rızkından kaçarsa, rızkı onu kovalar demişlerdir ki
doğrudur. Bir kimse, cenâb-ı Hakka, yâ Rabbî! Bana rızk verme diye düâ etse,
Allahü teâlâ buyurur ki, (Ey câhil! Seni yaratdım. Rızkını vermez miyim?). O
hâlde, tevekkül etmek, sebeblere yapışmak, fekat sebeblere değil, sebebleri
yaratana güvenmek demekdir. Herkes, Allahü teâlânın rızkını yimekdedir. Fekat,
bir kısmı dilencilik zilletini, aşağılığını çekerek, bir kısmı da [meselâ esnâf,
tüccâr] beklemek sıkıntısını çekerek, ba’zıları da [san’at sâhibleri, işçiler]
yorularak, bir kısmı ise [meselâ ilm adamları], izzet ile, râhatca, Allahü
teâlâdan başka, kimseden beklemeden yiyorlar.
III - Üçüncü
kısm sebebler: Te’sîri kat’î olmadığı gibi, her vakt lâzım olmıyan ve düşünerek,
arayarak ele geçirilebilen sebeblerdir ki, böyle sebeblerle para kazanmak, fal
ile, efsûn ile, dağlamak ile, hasta tedâvî etmeğe benzer ki, Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, tevekkülü anlatırken, (Tevekkül edenler,
falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez!) buyurdu. Yoksa,
(Tevekkül edenler, çalışmaz, şehrde yaşamaz, dağlara gider) demedi.
Sebeblere
yapışmakda, tevekkül üç mertebedir:
a) Tevekkülün
yüksek mertebesinde olan bekâr bir kimse, kul hakkı altında kalmamak için
şehrden uzak yaşar. Yanına birşey almaz. Acıkdığı zemân, eline geçeni yir.
Yiyecek bulamazsa, aç ölmekden korkmaz. Açlıkdan ölecek olursa, bunu kendisi
için hayrlı bilir. Çünki, yanına yiyecek alan yolcunun, yolda soyulması, hattâ
öldürülmesi de çok olmuşdur. Bundan sakınmak ise, vâcib değildir.
b) İkinci
mertebede olan, para kazanmaz. Fekat, şehrleri terk etmez. Câmi’lerde ibâdet
eder. Kimseden birşey beklemez. Allahü teâlâdan bekler. [İstemeden gelen
hediyyeyi kabûl etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, ikinci kısmın kırkıncı madde
sonunda yazılıdır.]
c) Üçüncü
mertebede olan, para kazanmak için çalışır. Fekat, her hareketinde ahkâm-ı
islâmiyyeyi, sünneti gözetir. Hîle yapmakdan, ince sebebler aramakdan, ticâret
bilgileri ile uğraşmakdan sakınır. Bunlardan sakınmıyan kimse, üçüncü kısm
sebeblere dalmış olup, tevekkül etmiş olmaz.
Tevekkül etmek,
çalışmamak demek değildir. Çünki Ebû Bekr “radıyallahü anh”, her işinde tevekkül
sâhibi idi. Halîfe seçildiği zemân, çarşıda kumaş satıyordu. (Yâ Halîfe! Devlet
idâre ederken, ticâret yapmak olur mu?) dediklerinde, (Çoluk çocuğuma bakmazsam,
millete nasıl bakarım?) buyurdu. Bunun üzerine, halîfeye Beyt-ül-mâldan aylık
vermeği uygun buldular. Bundan sonra, her sâat, millet işleri ile uğraşdı.
Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği iken, ticâret ederdi. Fekat, para
kazanmağı düşünmezdi. Kazancını sermâyesinden, çalışmasından bilmez, Hak
teâlâdan bilirdi. Malını, din kardeşlerinin malından dahâ çok sevmezdi.
Tevekkül etmek
için zühd lâzımdır. Zâhid olmak için ise, tevekkül lâzım değildir. Ebû Ca’fer-i
Haddâd, Cüneyd-i Bağdâdînin hocası idi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. [Haddâd,
demirci demekdir.] Çok tevekkül ederdi. Yirmi sene, tevekkül etdiğini, kimseye
belli etmemişdi. Hergün, pazarda bir dînâr kazanırdı. [Dînâr, bir miskal
altındır. Bir miskal, dört gram ve seksen santigramdır.] Hepsini fakîrlere
sadaka verirdi. Cüneyd onun karşısında tevekkülden söylemezdi. (Onun yanında,
Onda bulunan şeyden konuşmağa utanırdım) buyururdu.
Tesavvuf
adamlarının çarşıda, pazarda, halk arasında dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna
alâmetdir. Evlerinde oturmaları, Allahü teâlâdan beklemeleri lâzımdır. Meşhûr
yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda oturmak gibidir ki, kalblerinin râhat
etmesinin, şöhretlerinden ileri geldiği tehlükesi vardır. Fekat, şöhret
hâtırlarına gelmezse, çalışan insan gibi, tevekkül etmiş olurlar.
Hulâsa,
tevekkülün esâsı, insanlardan birşey beklememek, sebeblere güvenmemek, herşeyi,
yalnız Allahü teâlâdan beklemekdir. İbrâhîm-i Havvâs “rahmetullahi teâlâ aleyh”
buyuruyor ki, (Hızır aleyhisselâmı gördüm. Benimle arkadaşlık etmek istedi. Ben
istemedim. Kalbimin ona güvenerek, tevekkülümün azalmasından korkdum). Ahmed
ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir işçi tutmuşdu. Talebesine, (İşçiye,
gündeliğinden fazla birşey ver) dedi. İşçi, almadı. İşçi gidince, talebesine,
(Arkasından gidip, o şeyi ver! Şimdi alır) dedi. Talebe, sebebini sordukda: (O
zemân, birşey vereceğimizi kalbi umuyordu. Onun için almadı. Şimdi, giderken hiç
ümmîdi kalmadığı için, alması, tevekkülüne zarar vermez) dedi.
Demek ki,
çalışanların tevekkülü, sermâyeye güvenmemekdir. Bunun alâmeti de, sermâye elden
giderse, kalbinin hiç sıkılmaması, rızkdan ümmîdi kesilmemesidir. Çünki, Allahü
teâlâya güvenen bir kimse, hiç ummadığı yerden rızk göndereceğini bilir. Eğer
göndermezse, benim için böylesi hayrlı imiş der.
Böyle bir
tevekkül elde edebilmek kolay değildir. Bir kimsenin bütün malı çalınır veyâ
felâkete uğrayıp da, kalbinin hiç değişmemesi, herkesin yapacağı şey değildir.
Böyle tevekkül eden pek az bulunur ise de, yok değildir. Böyle tevekküle
kavuşmak için, Allahü teâlânın fazl, rahmet ve ihsânının sonsuzluğuna ve
kudretinin kemâl üzere büyük olduğuna, kalbin tam inanması, yakîn hâsıl etmesi
lâzımdır. Birçok kimseye sermâyesiz rızk gönderdiğini, birçok sermâyenin de,
felâkete sebeb olduğunu düşünmelidir. Kendi sermâyesinin elinden gitmesinin,
hayrlı olduğunu bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o iş, bu
kimsenin felâketine sebeb olacakdır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi
yapdırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmıyor. Kim
yapdırmıyor. Bana kim düşmanlık ediyor diye arkadaşlarına kötü gözle bakmağa
başlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, ona merhamet ederek felâketden korumuşdur).
Bunun için, Ömer “radıyallahü anh”, (Yarın fakîr, muhtâc kalırsam hiç üzülmem.
Zengin olmağı da, hiç düşünmem. Çünki, hangisinin benim için hayrlı olacağını
bilmem) buyurdu.
İkinci olarak,
bilmesi lâzım olan şey, fakîrlikden korkmak, uğursuzluğa inanmak şeytândandır.
Nitekim, sûre-i Bekaradaki âyet-i kerîmede meâlen, (Şeytân, muhtâc hâle
düşeceğinizi, size söz veriyor) buyruldu. Allahü teâlânın merhametine
güvenmek, yüksek ma’rifetdir. Ummadık yerlerden, düşünmedik sebeblerle, bol rızk
gönderdiği her zemân görülmekdedir. Fekat, gizli sebeblere de güvenmemeli,
sebebleri yaratana sığınmalıdır. Tevekkül eden birisi, bir mescidde ibâdet
ederdi. Mescidin imâmı, buna (Fakîrsin, bir iş tutsan iyi olur) dedi. Bu da,
(Bir yehûdî komşum, hergün bana lâzım olan şeyleri gönderiyor) deyince, imâm:
(Öyle ise, sen işini sağlama bağlamışsın, çalışmazsan zararı yok) dedi. Bu da,
imâma: (Öyle ise, sen de, herkese imâm olmakdan vazgeç ki, yehûdînin sözünü,
Allahü teâlânın sözünden üstün tutan, imâm olmağa lâyık değildir) dedi. Başka
bir mescid imâmı da, cemâ’atden birine, (Nereden geçiniyorsun?) demiş, o da,
(Dur! Önce senin arkanda kıldığım nemâzı yeniden kılayım) dedi. Ya’nî senin,
Allahü teâlânın rızk göndereceğine inancın yok. Nemâzın kabûl olmaz, demek
istedi. Böyle, tâm tevekkül eden, her zemân, hiç ummadık yerlerden rızklanmış,
sûre-i Hûddaki âyet-i kerîmenin, (Yer yüzündeki her cânlının rızkını, Allahü
teâlâ, elbette gönderir) meâline îmânı kuvvetlenmişdir. Huzeyfe-i Mer’aşî,
İbrâhîm-i Edheme hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında, “Mekkeye giderken çok
acıkmışdık. Kûfeye gelince, açlıkdan yürüyemez oldum. (Açlıkdan kuvvetsiz mi
kaldın?) dedi. (Evet!) dedim. Hokka, kalem, kâğıd istedi. Bulup getirdim.
Besmele ve (Her şeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Herşeyi veren sensin!
Sana her ân hamd ve şükr ederim. Seni bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak
kaldım. İlk üçü, benim vazîfemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin.
Senden bekliyorum) yazıp, bana verdi ve (Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka
kimseden birşey umma ve ilk karşılaşdığın adama bu kâğıdı ver!) dedi. Dışarı
çıkdım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kâğıdı ona verdim. Okudu,
ağlamağa başladı. (Bunu kim yazdı?) dedi. (Câmide birisi) dedim. Bana bir kese
altın verdi. İçinde altmış dînâr vardı. Bunun kim olduğunu sonradan,
etrâfdakilere sordum. Nasrânîdir [ya’nî hıristiyandır] dediler. İbrâhîm-i Edheme
bunları anlatdım. (Keseye elini sürme! Sâhibi şimdi gelir) buyurdu. Az zemân
sonra, nasrânî geldi. İbrâhîmin ayaklarına düşüp, öpdü. Müslimân oldu.” Ebû
Ya’kûb-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, “Mekke-i
mükerremede on gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış bir
şalgam gördüm. Almak istedim. İçimden, sanki bir ses: On gün sabr etdin de,
şimdi çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip
oturdum. Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve bâdem koydu ve
(Denizde idim, fırtına çıkdı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakîre, bunları vermeği
adadım) dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyyem olsun dedim.
Demek ki; Allahü teâlâ, bana rızk göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu
kimseyi kurtarıp, adak ile bana gönderdi diyerek şükr etdim. Sokakda rızk
aradığıma pişmân oldum.” Îmânı kuvvetlendirmek için, böyle nâdir olayları okumak
lâzımdır.
Bekâr bir
kimsenin îmânı kuvvetli olur, hiç günâh işlememek için para kazanmakdan
kaçınırsa, rızk sebebleri onun önüne gelir. Çocuk, ana rahminde iken,
çalışmakdan âciz olduğu için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyâya gelince,
anasının göğsünden gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri
yaratıyor. Anası, babası ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet
gibi, başkalarına da verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle
dolduruyor. Önce, ona yalnız anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce,
binlerce kişiyi, ona şefkatle bakdırıyor. Dahâ büyüyünce, çalışmak için kuvvet
veriyor. Para kazanmak arzûsunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine
yerleşdiriyor. Bir kimse, bu arzûdan vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm
hâline korsa, ona karşı kalbleri, yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah
yolundadır. Herşeyin iyisini buna vermelidir der. Para kazanırken, kendine,
yalnız kendi acırdı. Şimdi herkes acır. Fekat, takvâ yolundan ayrılır, nefsine
uyar ve çalışmazsa, kalblerde ona karşı şefkat hâsıl etmez. Böyle kimselerin,
tevekkül ediyorum diye çalışmaması, tenbel oturması, hiç câiz değildir. Kendini
düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyâclarını elde etmeği de düşünmesi lâzımdır.
Demek ki, Allah yolunda olup, yetîm gibi olana karşı, herkesin kalbinde şefkat,
merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan kimsenin, açlıkdan öldüğü
görülmemişdir. Bir kimse, âlemlerin sâhibinin, herşeyi, ne büyük nizâm ve kemâl
üzere yaratdığını anlarsa, âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlânın rızk vermediği,
yer yüzünde bir mahlûk yokdur) meâlini pek kolay görür. Âlemi çok güzel
idâre edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir. Açlıkdan öldürdüğü pek az kimse
varsa da, onlara hayrlı olduğu için öldürmüşdür. Yoksa, çalışmadıkları için
değil. Çünki, çok mal kazanmış olanları da, ba’zan, malını alarak açlıkdan
öldürür. Hasen-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu inceliği açık gördüğü
için, (Basra ehâlisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday dânesi bir dînâr
olsa, hiç sıkıntı çekmem!) buyurmuşdur. Veheb bin Verd diyor ki, (Gök demir
olsa, yer tunç kesilse, rızk için üzülürsem, kendimi müslimân bilmem!). Allahü
teâlâ rızkı gökden göndermekdedir.
[Bunu âyet-i
kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça haber veriyor. Bugün fen adamları, bu
hakîkati anlamağa başlamışdır. Yağmurlu havalarda, şimşekler sebebi ile, havanın
azot gazı, oksigen gazı ile kimyâca birleşerek, azot monoksid denilen, renksiz
gaz hâsıl oluyor. Bu gaz havada serbest hâlde kalamaz. Tekrâr oksigenle
birleşerek azot dioksid hâline dönüyor. Turuncu renkli ve boğucu olan bu gaz da,
havadaki nem [su buhârı] ile birleşerek, nitrik asid [ya’nî kezzab ismi ile
satılan mâyı’] teşekkül ediyor. Yine şimşeklerin te’sîri ile havadaki su
buhârının parçalanmasından serbest hâle geçen hidrogen [müvellidülmâ’] gazı da,
havanın azotu ile birleşerek amonyak gazı hâsıl oluyor ki, bu gaz, o esnâda
hâsıl olan nitrat asidi ile ve havada zâten mevcûd olan karbon dioksit gazı ile
birleşerek amonium nitrat ve amonium karbonat tuzları meydâna geliyor. Bu iki
tuz, diğer bütün alkali ma’denlerin tuzları gibi, suda eridiğinden, yağmurla
toprağa iner. Toprak, bu maddeleri kalsium nitrat hâline çevirerek, nebâtlara
verir. Nebâtlar, bu tuzları albüminli maddelere [proteinlere] çevirir.
Proteinler, bitkiden, ot yiyen hayvanlara ve insanlara geçer. İnsanlar,
nebâtâtdan ve ot yiyen hayvanlardan alır. Bu maddeler insanların ve hayvânların
hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru proteinlerin içinde % 14 [yüzde ondört] azot
gazı vardır. İşte, yağmur suları vâsıtası ile toprağa, her sene dörtyüzmilyon
tondan ziyâde hava azotunun gelerek gıdâ hâline döndüğü bugün hesâb edilmişdir.
Denizlere gelen, elbette dahâ çokdur. Semâdan, bu sûretle rızk indiğini bugün
fen yolu ile anlıyabiliyoruz. Dahâ nice şekllerde de inmekdedir. Fen, ileride bu
yollardan ba’zısını da belki anlıyacakdır].
Allahü teâlâ,
herkesin rızkının gökden indirildiğini bildirmekle, kimsenin rızkına
dokunulamıyacağını anlatıyor. Cüneyd-i Bağdâdîye “kuddise sirruh” (Rızkımızı
arıyoruz) dediklerinde, (Nerde olduğunu biliyorsanız, orada arayınız!) buyurdu.
(Allahü teâlâdan istiyoruz) dediklerinde, (Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız,
hâtırlatınız!) buyurdu. (Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek) dediklerinde,
(İmtihân ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şübhe bulunmasını gösterir)
buyurdu. (O hâlde ne yapalım?) dediklerinde, (Emr etdiği için çalışmalı, rızk
için üzülmemeli, tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır) buyurdu. Rızk için, Allahü
teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaşdırır.
Evli
olanların tevekkülü:
Evli olanın, tevekkül etmek için, şehrlerden
uzaklaşması doğru değildir. Çalışıp, sebeblere yapışması lâzımdır. Ya’nî, evli
olanların tevekkülü, üçüncü mertebede olmak lâzımdır. Ya’nî, çalışmakla tevekkül
etmelidir. Nitekim, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” çalışarak tevekkül
etmişdi. Çünki, tevekkül iki kısmdır: Birisi açlığa sabr edip, bulduğunu
yimekdir. İkincisi, açlık ve ölüm, başına yazılmış ise, kendisi için, bunun
hayrlı olduğuna inanmakdır. Çoluğa, çocuğa bu iki tevekkülü emr etmek, kimseye
câiz değildir. Hattâ, kendi sabr edemiyen kimsenin de, çalışmadan tevekkül
etmesi câiz değildir. Eğer, çoluk çocuk da sabr etmeğe râzı iseler, çalışmadan
tevekkül câiz olur. Kısaca deriz ki, kendini, sıkıntıya sabr etmeğe zorlamak
câiz ise de, çoluk çocuğu zorlamak câiz değildir.
|