| 
 
29 -  
MÜSLİMÂNLAR NİÇİN GERİ KALDI? 
Târîhin her 
devrinde, dürlü kanı taşıyan, dürlü dil konuşan, başka başka âdet ve an’anelere 
bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veyâ 
fikr etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz. 
Böyle kurulan 
imperatorluk veyâ devletlerin en büyüğüne, en güzeline orta çağda rastlıyoruz. 
Hiç bozulmamış, değişdirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı ile 
bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşidli ırklardan, büyük insan 
topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakda tutan temel, Hak 
teâlânın emr etdiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. 
Osmânlı türklerini, Sakarya kenârından, kısa bir zemânda, Viyana kapılarına 
götüren kuvvet, Sultân Osmânın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm 
dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül etdiren ışıklı yolu idi. Çünki, islâmiyyetde 
müslimânlar birbirinin kardeşidir. 
Hıristiyan 
Avrupanın tek kal’ası Fransa kapılarını zorlamağa  giden Attilâ [Hicretden (168) 
yıl önce öldü] idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne mensub olsalardı 
ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömerin 
“radıyallahü anh” ordusundaki adâlete, şefkate hayrân olup, seve seve müslimân 
olan Şâm hıristiyanları gibi, papasların baskısından, kralların işkencesinden 
usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara âğuşlarını açmaz mı idi ve bu günkü 
Avrupanın din çehresi ne olurdu? 
Emevîler, 
islâm dînini, İspanyadan, Avrupaya sokdu. Fas, Kurtuba ve Gırnata 
üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık 
âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünyâ yüzündeki 
ilk üniversitenin, Fasın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün 
ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 244 [m. 859] yılında kurulmuşdur. 
(Kâmûs-ül-a’lâm)da 
diyor ki, (Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 
memleketini genişletdi. Kuvvetlendirdi. Fasda hükûmet süren İdrîsîleri, 
Fâtımîlere karşı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel donanma da 
yapdı. Kendisi ve adamları ilm ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok 
kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilm ve fen çok ilerledi. Serâyı ve devlet 
dâireleri birer ilm kaynağı oldu. Her memleketden ilm öğrenmek için Kurtubaya 
akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu. 
Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, 
tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, 
müsâfirperverliğe hayrân kalırlardı. Altıyüzbin kitâb bulunan bir kütübhâne de 
yapdırdı. Kurtubadan üç sâatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenârında, 
(Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir serây ile mükemmel 
bağçeler ve büyük bir câmi’ yapdırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetişdi. 
Endülüsdeki (Benî Ümeyye) halîfelerinin sekizincisi olan Abdürrahmân-ı 
sâlis, elli sene adâlet ile hükm sürüp, 350 [m. 961] senesinde yetmiş iki 
yaşında vefât etdi). 
Fekat 
sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emrlerini bırakdıklarından, hattâ Ehl-i 
sünnet i’tikâdını bozarak, islâmiyyeti içerden yıkmak alçaklığı başladığından, 
Pirene dağlarını aşamadılar. 423 [m. 1031] de Ümeyye devleti çökdü. Bunlardan 
sonra Endülüse, önce (Mülessimîn) veyâ (Murâbitîn) denilen devlet, 
bundan sonra da, (Muvahhidîn) devleti hâkim oldu. Fekat İspanyollar, 897 
[m. 1492] de, Gırnata şehrini de alıp müslimânları öldürdüler. Sözde müslimân 
olup da, Allahü teâlânın emrlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâci’ası 
olmasaydı, felsefeci İbnürrüşdün ve İbni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve 
îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce 
meydâna çıkacakdı. 
O hâlde, 
beşeriyyeti ızdırâbdan, felâketden kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, islâm 
ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları 
ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuşdur. 
Bunlar, islâm ilmlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tutdular. Fekat, 
ne yazık ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Devlet 
reîslerini şehîd etdiler. Birçok işletmeler, din câhillerinin, mason uşaklarının 
baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emr etdiği gibi sevişmeği, çalışmağı 
bırakdılar. Masonlar, müslimânların geri kalması için, medreselerden fen 
derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetişdirilerek, islâmiyyeti 
içden yıkmağa başladılar. Bir tarafdan, ilm, fen yok edildi. Bir tarafdan da, 
ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. İmperatorluk çökdü. Hâlbuki, islâmiyyet, 
tecribî ilmleri, fenni, san’ati, endüstriyi, ehemmiyyet ile emr etmekdedir. 
İşte bu 
devletlerde de din mütehassıslarının bildirdiği belli sebeblerden dolayı, 
i’tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. 
Nihâyet yok oldular. (Eş-şer’u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber 
verdiği gibi, islâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı. 
Attilânın 
büyük imperatorluğu da, islâm dîni geldikden sonra olsaydı ve islâm dîninin 
getirdiği adâlet duygusu ile bezenmiş olsaydı, onun ölümünden kısa bir zemân 
sonra, parçalanmaz, yıkılıp gitmezdi. 
Büyük Selçuklu 
hükümdârı Muhammed Alb Arslanın “rahmetullahi teâlâ aleyh” [463] hicrî ve [1071] 
mîlâdî yılında, Malazgirdde rum imperatoru Diojen idâresindeki ikiyüzbinden 
ziyâde orduya karşı, kırkbin kahramân ile kazandığı zaferden sonra, Anadoluya 
gelip yerleşen ve batı türkleri diye anılan, biz oğuz türklerini, hıristiyan 
Avrupalılar, çok kerre, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadoludan çıkarmak için 
saldırdıkları hâlde, yirminci asrda [14. cü hicrî asrda], büyük bir müslimân 
türk milleti hâlinde ayakda tutan, yaşatan en büyük kuvvetin, milletin kalbinde 
bulunan sağlam îmânı olduğunda kimin şübhesi vardır? 
Onbirinci 
asr [Hicrî beşinci asr] içinde, türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmetde, 
yayılma hareketini biliyoruz: 
Birincisi, 
Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer türk boylarının, Hindistâna olan 
yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün 
Hindistânda yüzmilyonu aşan bir müslimân topluluğunun bulunması, bu istîlâ 
hareketinin bir netîcesidir. Osmânlı donanması 940 [m. 1533] de Hindistâna gitdi. 
Beş sene sonra Ciddeye avdet etdi. 
İkincisi, Oğuz 
türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgird zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan 
Anadoluyu istîlâsıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmiş idi. 
Bugün, aradan asrlar geçdiği hâlde, ancak müslimân olarak kalışları sâyesinde, 
yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyâsetine karışıyor. 
Üçüncü istîlâ 
hareketi, Karadenizin şimâlinden, Balkanlara doğru oldu. İçlerinde bir kısm 
Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman türkleri, Balkan yarımadasına yerleşdi. Ne 
yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişdi. Etrâflarını saran 
hıristiyan devletlerin tazyîki ile, kısa zemânda kendiliklerini unutdular. 
An’anelerini gayb etdiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve 
başka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin 
yaşıyamadı? Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu? 
Görülüyor ki, 
Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca 
kuvvet, îmândır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve 
doğruluk ve fedakârlık kudretidir. 
[Batının inanç, 
örf ve âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet değildir. 
Müslimân milletin bünyesinde tahrîbât yapmakdır]. 
Osmânlı 
devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, 
sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan, 1237 
[m. 1821] Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra 
yazdığı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir: 
“Türkleri 
maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler, müslimân oldukları 
için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân 
sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ 
göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına [devlet adamlarına, 
kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir. 
Türkler 
zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib 
oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün 
meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ’at duyguları da an’anelerine olan 
merbûtiyyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekdedir. 
Türklerde 
evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını (bağlarını) kesr etmek 
(parçalamak), dînî metânetlerini (sağlamlığını) zâ’fa uğratmak (zayıflatmak) 
îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye (millî geleneklerine) ve 
ma’neviyyelerine uymayan hâricî fikrler ve hareketlere alışdırmakdır. 
Ma’neviyyâtları 
sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren 
hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî 
vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble Osmânlı 
Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler kâfî 
değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk 
edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir. 
Yapılacak olan, 
Türklere birşey his etdirmeden, bünyelerindeki tahrîbi temâmlamakdır.” 
Bu mektûb ders 
kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret alınacak çok şey 
varsa da, en önemlisi şu iki husûsdur: 
1 - Türklerin 
ma’neviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikr ve âdetlere 
alışdırmak, 
2 - Türklere 
his etdirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamakdır. 
Bu hedeflere 
ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd etdirmekle 
ulaşılır. 
Batının ilm, 
fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten 
islâmiyyet bunu emr eder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler 
haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini öğrenmeği emr eyledi. Öğrendim. 
Yehûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen 
mektûbları bana okuturdu). Bu haber, Tirmizîde uzun yazılıdır. Zeyd, böylece 
ibrânî ve süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm 
efendi, mükemmel arabî, fârisî konuşduğu hâlde, (Yabancı dil bilseydim, bütün 
dünyâya fâideli olurdum) derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok 
üzülürdü. (İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve 
medeniyyete, fende ve ahlâkda ilerlemeğe ışık tutduğunu dünyâya bildirmek için, 
kısacası, islâmiyyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek 
muhakkak lâzımdır) derdi. 
Bütün dinleri 
iyi incelemiş olan, İngiliz ilm adamlarından Lord Davenport, yirminci asr 
başlarında Londrada basdırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) 
adındaki ingilizce kitâbında diyor ki: 
Ahlâk üzerinde 
son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zemânda sür’atle yayılmasına sebeb 
olmuşdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, 
dâimâ afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara 
karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü’minlere revâ gördüğü mu’âmele, 
aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, [980] hicrî ve [1572] mîlâdî yılı Ağustosun 
yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe 
Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Sent 
Bartelemi, oniki havârîden biri olup, mîlâdî [71] yılında, Ağustos ayında 
hıristiyanlığı neşr ederken Erzurumda şehîd edilmişdi. Böyle nice işkencelerde 
dökülen hıristiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri 
hıristiyan kanlarından katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış 
insanı, islâmiyyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle 
yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yokdur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine 
varan işkenceleri yanında, müslimânların, gayrı müslimlere karşı davranışları, 
ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuşdur. İslâmiyyet, başka dinlerin 
hurâfeler ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir 
aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuşdur. 
Milton 
der ki, (Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papaslar makâm ve servet hırsını 
artdırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi). 
İslâmiyyet, 
ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun 
yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal 
adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyâya 
kolayca yayıldı. İlm da’vâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet 
gelmemişdir denilebilir. Hazret-i Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” pekçok 
hadîsleri, samîmî bir ilm teşvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, 
ilme maldan dahâ çok kıymet vermişdir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü 
ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır. 
Bugünkü fennin 
ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, 
Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zemânındaki müslimânlar 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olmuşdur. 
Buraya kadar 
ba’zı parçalarını yazdığımız ingilizce kitâb, misyonerler ve yehûdîler 
tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmişdir. İlk misyoner teşkilâtı 
olan Cizvit cem’iyyetleri 918 [m. 1512] de teşekkül etmişdir. 
EK: 
İslâm hukûkunu inceliyenler, islâmiyyetde sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve 
hürriyyete verilen önemi görerek hayrân kalıyorlar. İslâmiyyetin, insan hakları 
ve mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini ortaya koymak için,
(Mecelle)den birkaç maddeyi aşağıya yazmağı uygun görüyoruz: 
1192 - Herkes 
mülkünü dilediği gibi kullanır. Fekat, başkasının hakkına dokunursa, bu 
kullanması sınırlanır. Meselâ, islâmiyyetde kat mülkiyyeti vardır. Fekat, üst 
kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı vardır. 
Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz. 
1194 - Bir 
arsaya sâhib olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de mâlik olur. İstediği 
kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir. 
1196 - Bir 
kimsenin bağçesindeki ağacın dalları komşusunun hânesi veyâ bağçesi üzerine 
uzanmış olsa, o dalları bağlayarak geri çekdirmeğe veyâ kesdirmeğe komşusunun 
hakkı vardır. Fekat, ağacın gölgesi komşusunun bağçesindeki sebzelere zarâr 
veriyor diyerek kesdiremez. Âtıf beğ 1330 [m. 1912] baskılı şerhinde, bu maddeyi 
şerh ederken diyor ki, (Komşusu, ağacın sâhibine veyâ hâkime mürâceat ederek 
geri çekdirir veyâ kesdirir. Komşusu, bunlara mürâceat etmiyerek, bağçesine 
uzanmış olanları kendi de kesebilir. Bağçesine uzanmamış mahalden kesip zarâra 
sebeb olursa, zarârı ağaç sâhibine tazmîn eder, öder. Bağlıyarak çekdirmesi 
mümkin olan dalları, mürâceat etmeden keserse, yine zarârı tazmîn eder. Ağaç 
sâhibine mürâceat edip de, dallarını, çekmediği takdirde, bağçe sâhibi 
kesebileceği gibi, kesdirme masrafını da, ağaç sâhibinden istiyebilir). 
1200 - Bir evin 
kanalizasyonundan, komşunun evine sızarak zarâr verirse, ta’mîr etmesi lâzım 
olur. 
1212 - Komşunun 
su kuyusuna yakın lağım yaparak, kuyu kirlenirse, ta’mîri mümkin olmazsa, lağım 
oradan kaldırılır. 
1216 - 
Hükûmetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fekat parası 
verilmedikce evi alınamaz. 
1248 - Mülk 
sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, bey’ ve hibe [ve sadaka ve 
ödünc vermek] gibi bir akd, ya’nî sözleşme ile alanın mülkü olur. Mîrâs ile akd 
olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele 
geçirmekle mülk olur. 
1254 - Mubâh 
olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez. Başkasına 
zarâr verirse, yasak olunur. 
1288 - Bir 
kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi bozulsa, ikinci 
dükkân kapatdırılamaz. 
1297 - Av, 
tutanındır. Bir kimse, bir avı vurup düşürdükden sonra, av kalkıp kaçarken, 
başkası yakalarsa, av yakalıyanın olur. 
1308 - Ortak 
mülkün ta’mîri, hisselere göre ortaklaşa yapılır. Hisse sâhiblerinden biri yok 
ise ve ta’mîr edecek olan kimse hâkimden izn alırsa, masrafdan ötekine düşen 
payı ondan istiyebilir. 
1312 - 
Bölünebilen bir mülkün ta’mîri için, ortak zorlanamaz. Ta’mîrini istemezse, 
mülkün bölünmesi için, zorlanır. 
1321 - 
Nehrlerin, göllerin, barajların ta’mîrini beyt-ül-mâl, ya’nî devlet yapar. 
Devletin parası yetişmezse, istifâde edenlerden toplanır. 
950 - Başkasına 
satılmış olan bir mülkü, satış değeri ile satınalmak hakkına (Şüf’a) 
denir. Bu hakka mâlik olan kimseye, (Şefî’) denir. 
1008 - Şefî’ üç 
kimse olabilir: Birincisi, satılacak mülkde ortak olandır. İkincisi, satılacak 
mülkde kullanma hakkı olan kimsedir. Üçüncüsü, satılacak mülke bitişik mülkün 
sâhibidir. Apartman katlarının sâhibleri, birbirlerine bitişik komşu demekdir. 
Bir kimse, mülkü olan binâyı satınca, bir şefî’ bunu işitdiği zemân, şefî’ 
olduğunu hemen söylemesi, sonra iki şâhid yanında alıcıya ve satıcıya şüf’a 
hakkını bildirmesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır. Böyle 
yapınca, önce birinci şefî’ satın alır. Başkasına satılamaz. Eğer birinci şefî’ 
yoksa veyâ satın almak istemezse, ikinci satın alır. İkinci şefî’ de yoksa, 
üçüncü şefî’a satması lâzımdır. Bu da satın almak istemezse, ilk satılmış olanda 
kalır. 
1017 - Nakl 
edilebilen şeylerin ve vakf ve mîrî toprak üzerindeki mülklerin satılmasında 
şüf’a olmak yokdur. 
(Fetâvâ-i 
Hayriyye)de 
diyor ki, (İki odalı bir evin üstü teras katıdır. Sâhibi, bir odayı satmış, 
sonra ölmüşdür. Vârisler, ikinci odayı başkasına satmışlardır. Teras, iki kişi 
arasında yarı yarıya ortak olur. Biri ötekinden iznsiz, buraya oda yapamaz. Bir 
evin on odası birinin, bir odası da başkasının olsa, teras veyâ bağçe, yarı 
yarıya ortak olur). Aynı kitâbda diyor ki, (Bir binânın iki katından herbirinin 
sâhibi başkadır. Alt kat yıkılsa, bunun sâhibi ta’mîr için zorlanamaz. Üst katın 
sâhibi, isterse, aşağı katı ta’mîr eder. Mahkeme karârı ile ta’mîr etdi ise, 
yapdığı masrafı almadıkca, kendiliğinden yapdı ise, yapılanın kıymetini 
almadıkca, aşağının sâhibi evine sokulmaz). (Üst kat sâhibi, aşağı kata zarârlı 
olmadıkca, üstüne kat yapabilir). 
(Hadîka)da 
el âfetlerinde diyor ki, (Başkasının malını ondan iznsiz, zorla almağa, (Gasb 
etmek) denir. Gasb, harâm olduğu gibi, gasb edilen malı kullanmak da 
harâmdır. Başkasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayb 
ve kusûr hâsıl olmasa bile, harâm olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan 
veyâ gasb etdiği malı, parayı ticâretde veyâ başka yerde kullanıp da, bundan 
kazanc sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey harâm olur. Bunu fakîre sadaka 
vermesi lâzım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak 
harâmdır. Çünki, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek 
harâmdır). 
(Fetâvâ-yı 
Feyziyye)de 
diyor ki, bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyâcı yok iken, kendisi 
için kullansa, çocuklar bâlig olunca, bunu tazmîn etmesini istiyebilirler. Baba 
muhtâc olsaydı, kullanması câiz olurdu. 
                                                |