| 
 
13 -  
ÜÇÜNCÜ CİLD - 27.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, 
molla Alî Keşmîye yazılmışdır. Kul, kendi dileklerini bırakıp, sâhibinin 
arzûlarına uymalıdır. Ayrıca, insanın kendinde bulunan ve dışardan gelen 
hastalıklarını bildirmekdedir: 
Kulun dileği ve 
isteği sâdece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka, hiçbir dileği 
bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikden kaçmış olur. 
Hep, kendi isteklerinin arkasında giden bir kul, kendi keyfine, arzûsuna esîr 
demekdir. Kendi nefsinin kölesidir. Hep, mel’ûn şeytânın emrlerini yapmakdadır. 
Allahü teâlâya kul olmak ni’metine kavuşmak, ancak (Vilâyet-i hâssa) 
hâsıl olunca ele geçer. Böyle velî olmak da, tam (Fenâ) ve olgun 
(Bekâ)dan sonra nasîb olur. 
Süâl: 
Böyle olan Evliyânın da dilekleri, istekleri oluyor. Çeşidli şeyler istiyorlar. 
Peygamberlerin önderi ve Evliyânın sultânı da “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü 
vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, serin ve tatlı şerbetleri severdi. Ümmetinin 
iyi olması için çalışıp didindiğini, Kur’ân-ı kerîm bildiriyor. Böyle 
isteklerin, bu büyüklerde bulunması nedendir? 
Cevâb: 
Birçok istekler, tabî’at kanûnlarından ileri 
gelir. İnsan hayâtda oldukca, bu isteklerden kurtulamaz. Sıcak olunca, beden 
serinlemek ister. Soğukda da, ısınmak duygusu hâsıl olur. Bedenin, yaşayabilmek 
için lâzım olan ihtiyâcları istemesi, kulluğa ters düşmez. Bu istekler, nefsin 
istekleri değildir. Nefsle ilgileri yokdur. Tabî’at kanûnlarından hâsıl olan 
istekleri, yasak edilmemişdir. Bunları istemek, nefse uymak olmaz. Bu istekleri 
yapmak mubâhdır. Çünki nefs, yâ mubâhların fazlasını ister. Mubâhların fazlasına
(Fudûl) denir. Yâhud, şübheli ve harâm şeyleri ister. Yaşamak için 
(Zarûrî) lâzım olan şeylerin de nefsle ilgileri yokdur. Görülüyor ki, nefse 
uymak, kötü iş demek, fudûlî işleri istemek, yapmak demekdir. Çünki, mubâhların 
fazlası, harâmlara yakındır. Şeytânın aldatması ile biraz dahâ aşırı gidilirse, 
harâma düşülür. Bunun için mubâhları, zarûret olduğu kadar yapmak lâzımdır. 
Böyle yapınca, ayak kayarsa, fudûle düşülür. Eğer, fudûl işlerken ayak kayıp, 
dışarı taşılırsa, harâma düşülür. 
Bir çok 
istekler, insanda bulunmaz. İnsana dışardan gelirler. Bunlardan fâideli 
olanlarını, Allahü teâlâ, merhamet ederek insana gönderir. [Uzun bir hadîs-i 
şerîfde] (Her mü’minin kalbinde, Allahü teâlânın bir vâ’ızı vardır) 
buyuruldu. Zararlı olanlarını, şeytân gönderir. Şeytân, insanlara hep kötülük ve 
düşmanlık yapmalarını vesvese eder. Nisâ sûresinin yüzyirminci âyetinde meâlen,
(Şeytân insana çok şeyi sözverir ve birçok şeyi hâtırlatır. Şeytânın 
sözverdiği şeylerin hepsi yalandır) buyurulmuşdur. Bu fakîr (Guvalyar) 
kal’asında habs iken, birgün, sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, bu yolun âdeti 
olduğu üzere, sessizce oturmuşdum. Fâidesiz birçok düşünceler beni kapladı. O 
kadar oldu ki, pek sıkıldım. Kalbimi bir dürlü toparlıyamadım. Az bir zemân 
sonra, Allahü teâlânın yardımı ile kendimi toparladım. O düşüncelerin, 
bulutların açılması gibi, dağılıp gitdiklerini gördüm. Bunları gönlüme getiren 
de, onlarla birlikde uzaklaşdı. Kalbimi boş ve temiz bırakdı. Bu düşünce ve 
isteklerin dışardan gelmiş oldukları, içerden hâsıl olmadıkları anlaşıldı. 
İçerden hâsıl olsalardı, kulluğa uygun olmazdı. Sözün kısası, nefs-i emmâreden 
hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehrdir ve kullukla 
bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytândan gelmiş olmakla berâber, 
geçici hastalıklardan olur. Ufak bir ilâc ile, kolayca giderilebilir. Nisâ 
sûresinin yetmişaltıncı âyetinde meâlen, (Şeytânın aldatması, elbette 
za’îfdir) buyuruldu. En büyük düşmanımız, nefsimizdir. Can düşmanımız, her 
zemân yanımızda bulunan bu azılı arkadaşımızdır. Dışardaki düşmanımız, bu iç 
düşmanın yardımı ile bize saldırıyor. Onun yardımı ile bizi yaralıyor. Varlıklar 
içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Çünki, nefs-i emmâre kendine düşmanlık 
yapmakdadır. Hep, kendini yok edici şeyleri istemekdedir. Her isteği, Allahü 
teâlânın yasak etdiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin 
sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmekdir. Hep, kendi can düşmanı olan 
şeytâna uymakdadır. 
İnsanın, 
kendinden olan hastalığı ile, dışardan gelip geçici olan hastalığı ayırd etmesi 
pek güçdür. İçden olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü ayırmak çok zordur. 
Câhil olan, kendi hastalığını, dışardan gelmiş, geçici hastalık sanıp, kendini 
beğenir, olgun sanır. Böylece, felâkete sürüklenebilir. Bunu düşünerek korkduğum 
için, bu ince bilgiyi yazamamışdım. Bunu açıklamağı iyi bulmamışdım. Onyedi 
seneden beri yazmadım. İçerden olan kötülükle, dışardan gelen kötülüğü birbiri 
ile karışdırıyordum. Şimdi, Allahü teâlâ, hak ile bâtılı birbirinden ayırdı. 
Bunun için ve böyle sayısız ni’metleri için Rabbime hamd ve şükrler olsun! Böyle 
gizli bilgileri açıklamanın bir sebebi de, kısa görüşlülerin, olgun kimselerde 
dışardan gelen arzûlar bulunduğunu görerek, o büyükleri aşağı sanmamaları 
içindir. Böyle sananlar, o büyüklerin bereketlerinden istifâde edemezler. 
Kâfirlerin, Peygamberlere uymak şerefinden mahrûm kalmaları, bu büyüklerde 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” böyle sıfatların bulunması oldu. Tegâbûn 
sûresindeki bir âyetde meâlen, (İnsanlar mı bize doğru yol gösterecekler 
dediler. Böylece kâfir oldular) buyuruldu. Büyüklerimiz, (Ârifin kendi 
istekleri yok oldukdan sonra, Allahü teâlâ, bunlara kendinden irâde ve ihtiyâr 
ihsân eder) buyurmuşlardır. Bu sözlerini, inşâallahü teâlâ, başka yerde 
açıklıyacağım. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn. 
                                                |