05 -
TEFSÎR KİTÂBLARI, HADÎS-İ
ŞERÎFLER
Bu mektûb,
râsih ilmli, hakîkî din âlimi, seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi aleyh”
bir mektûba cevâbı olup, tefsîri ve hadîs-i şerîfleri bildirmekde, din
âlimlerini medh eylemekdedir:
Efendim,
Kıymetli
mektûbunuzun başında, din âlimlerinin, müslimânların öğrenmesi lâzım olan
bilgilere (Ülûm-i islâmiyye) denir, dediklerini yazıyorsunuz. İslâm
dîninin emr etdiği bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ikiye
ayırmış, (El-ilmü ilmân, ilmü ebdân ve ilmü edyân) buyurmuşdur. Biri (Ülûm-i
nakliyye) ya’nî din bilgileri, diğeri (Ülûm-i akliyye) ya’nî fen
bilgileridir, buyurmuşdur. Dinde reformcular, fen bilgilerine (Rasyonel
bilgiler), din bilgilerine (Skolastik bilgiler) diyor.
[İslâm dînine
inanmıyanlar, gençleri aldatmak için, (Dinleri insanlar çıkarmış, önce totem,
sonra çok tanrı, en son tek tanrı fikri çıkmış, dinler, fenne, medeniyyete mâni’
olmuş) diyorlar. İslâmiyyete iftirâ ediyor, alçakca yalan söylüyorlar. Fen
bilgilerini, akl bilgilerini islâmiyyetin içinden ayırıyorlar. İslâmiyyeti akl
bilgilerinden ayrı, bunlara karşı imiş gibi gösteriyorlar. Akl, fen bilgilerini
öğrenmek için islâmiyyeti bırakmalı imiş düşüncesini yaymağa çalışıyorlar.
İlmihâl kitâblarını okuyarak islâmiyyetin akl bilgilerine, fenne verdiği
ehemmiyyeti anlayan uyanık kimseler, bu yalanlara elbette aldanmaz].
Din bilgileri,
dünyâda ve âhıretde huzûru, se’âdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma
ayrılır: (Ülûm-i âliyye) ya’nî yüksek din bilgileri ve (Ülûm-i
ibtidâiyye) ya’nî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekizdir:
1 - (Tefsîr)
ilmi.
2 - (Üsûl-i
kelâm) ilmi. Kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl
çıkarıldığını öğreten ilmdir. Bu ilm, (Hadîka)da açık anlatılmakdadır.
3 - (Kelâm)
ilmi. Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan, îmânın altı temel bilgisini öğreten
ilmdir.
4 - (Üsûl-i
hadîs) ilmi. Hadîs-i şerîflerin çeşidlerini öğreten ilmdir.
5 - (İlm-i
hadîs). Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ef’âl, akvâl ve ahvâlini
öğretir.
6 - (Üsûl-i
fıkh) ilmi. Fıkh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden
nasıl çıkarıldığını öğretir. (Menâr) adındaki üsûl kitâbı meşhûrdur.
7 - (Fıkh)
ilmi. Ef’âl-i mükellefîni öğretir. Ya’nî, beden ile yapılması ve sakınılması
lâzım olan emrleri ve yasakları ve mubâhları öğretir. Fıkh bilgisi dörde
ayrılır: İbâdât, münâkehât, mu’âmelât ve ukûbât.
8 - (İlm-i
tesavvuf), Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin,
rûhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (İlm-i ahlâk), (İlm-i ihlâs)
da denir.
Bu sekiz ilmden,
kelâm, fıkh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna
öğretmek, her müslimâna (Farz-ı ayn)dır. Öğrenmiyenler ve çoluk çocuğuna
öğretmiyenler büyük günâh işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeğe
lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen ise, kâfir olur, îmânı gider. Bu üç ilmin
lüzûmundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi
öğrenmek (Farz-ı kifâye)dir. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Kur’ân-ı
kerîmden bir mikdâr ezberledikden sonra, fıkh öğrenmek lâzımdır. Çünki, Kur’ân-ı
kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkh bilgilerini
öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen Şeybânî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” buyurdu ki, her müslimânın harâmları, halâlları bildiren ikiyüzbin fıkh
bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilm ve
fıkh öğrenmekdir).
[(Hadîka)da,
islâmiyyetin yasak etdiği zararlı ilmleri anlatırken diyor ki, kelâm ilmini, Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri i’tikâdı öğrenecek ve bunları akl
ile nakl ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı
ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına
câiz değildir. Dîne yardım etmek için, fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu
ancak, Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Başkaları
öğrenirlerse, bâtıl yollara kayar. [(Zındık) ya’nî sinsi islâm düşmanı
olurlar.] İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (İlm-i kelâm ile
uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günâh işlemek hafîf kalır). İmâm-ı Şâfi’înin
zemânındaki ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa
görüşleri ve hayâlleri ile yazdıkları din kitâblarını okumanın yasaklık
derecesini ve zararlarını artık düşünmelidir. İmâm-ı Şâfi’î yine buyurdu ki, (Ehl-i
sünnet i’tikâdını iyi öğrenmeden önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş
olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmakdan, arslandan kaçar gibi kaçınılırdı). Şimdi,
kendi aklı, kendi görüşü ile kelâm ilmi kitâbları yazanlar çoğaldı. Bunların
kitâbları şirk ve dalâlet ile doludur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, (Kelâm ilmi ile
uğraşanların imâm olması câiz değildir) buyurdu. Bezzâziyye fetvâsında, (İlmi
kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur) buyuruldu. Fıkh ilmi ile uğraşmak,
ya’nî farzları ve harâmları öğrenmek ise, her müslimâna farz-ı ayndır. Fazlasını
öğrenmek de, farz-ı kifâye olup, çok sevâbdır. Hiç zararı yokdur. (Hadîka)dan
terceme temâm oldu. Kendi noksan bilgileri ve sapık düşünceleri ile din kitâbı
yazmak moda hâline geldi. Bu kitâblarına (Kur’ân tercemesi) ve (Kur’ânın
hakîkatleri) gibi ismler takıp, gençliğin önüne sürüyorlar. Yalnız bu kitâbları
okuyun diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru din bilgilerinin
öğrenilmesine mâni’ oluyorlar. Bunlar, müslimânları dalâlete, felâkete
sürüklemekdedirler. Hakîkî müslimân olmak için, sâlih müslimânların yazdığı
(İlmihâl) kitâblarını okumalıdır].
Bu sekiz yüksek
din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan (Âlet ilmleri) onikidir.
Bunlar: Sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat,
beyân, me’ânî, bedî’, belâgât, inşâ ilmleridir. Bunlar, (Hadîka)nın 328.
ci ve (Berîka)nın 329. cu sahîfelerinde yazılıdır. Din bilgileri, böylece
yirmi olmakdadır.
Din âlimi olmak
için, sekiz yüksek din bilgisini, bütün incelikleri ile öğrenmek, fen
bilgilerinde de lüzûmu kadar ilm sâhibi olmak lâzımdır. İslâm âlimleri de iki
kısmdır: Biri, din imâmlarıdır. Bunlar, Müfessirîn-i ızâm, Muhaddisîn-i kirâm ve
Mütekellimîn, Mütesavvifîn ve Fükahâ-i fihâmdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”. Bunların her sözü, her beyânı, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem ve muhakkak doğrudur.
Müfessirler,
tefsîr kitâbı yazanlar demek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı
ilâhîyi anlayandır. (Tefsîr), ancak Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve
sellem” mubârek lisânından, Sahâbe-i kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
ve onlardan Tâbi’ ve Tebe’i tâbi’lere ve böylece sağlam, kıymetli insanların
söylemesi ile, tefsîr kitâbı yazanlara, dahâ doğrusu fıkh ve kelâm âlimlerine
gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsîr denemez, (Te’vîl)
denir. Te’vîl, bir kelimenin muhtelif ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı
seçmekdir. Te’vîllerin doğruluğu da, tefsîr ile ölçülerek anlaşılır. Te’vîl,
tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa, alınabilir denildi. Tefsîr kitâblarını yapanlar,
tefsîr kısmlarını tefsîr olarak, te’vîl kısmını da, tefsîre uygun olduğu için,
meâlen tefsîr olarak kabûl buyurmuşlardır.
Bunlardan başka
olan tefsîr kitâblarının bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmin te’vîllerini bildiriyor.
Ya’nî tefsîr değildirler. Murâd-ı ilâhîyi bildirmiyorlar. Şeyh-i ekberin ve
Necmeddînin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” tefsîrleri, te’vîl kitâblarıdır.
Bunlar, dînin temel bilgileri olan kelâm ve fıkh ilmleri için sened olamaz.
İslâm
âlimlerinin ikinci kısmı, bildirdiğimiz tefsîr, hadîs, kelâm, tesavvuf ve fıkh
âlimlerinden başka olanlardır ki, bunlar dinde müctehid kabûl edilmiyenlerdir.
Bunların sözleri, lehde ve aleyhde huccet, sened olamaz.
Dîn-i islâmın
esâslarını, temellerini açıklıyan, birinci kısm âlimlerdir. Bunlar, bütün
bilgilerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir.
Kendiliklerinden hiçbirşey söylememişlerdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ
aleyhim ecma’în” yolunda oldukları için, bunlara (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)
denilmişdir.
Fıkhda
mezheb sâhibleri, dört imâmdır. Bunların mezhebleri içinde müctehid-i fil-mezheb
yüksek makâmına yetişenler vardır. Bunlar; Hanefîde, imâm-ı Muhammed ve imâm-ı
Ebû Yûsüf, Şâfi’îde, imâm-ı Nevevî ve imâm-ı Râfi’î, imâm-ı Muhammed Gazâlî gibi
olanlardır. Bunlardan başkasının ictihâdları, bunların ictihâdıdır. Ya’nî
bunların ictihâdına uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, bunlara uydurulabilirse,
uydurulur. Uydurulamazsa, din temelleri bunların üzerine kurulmaz. Bu işi yapan,
ya’nî uyup uymadığını anlıyan, ancak, bu yeni ictihâd sâhiblerinin üstünde,
ilme, derin anlayışa mâlik olanlardır. Bunlar da, o büyük imâmların yetişdirdiği
islâm âlimleri, ya’nî dînini seven ve kayıran âlimlerdir ki, herbiri dünyânın
her yerinde yüksek tanınmışdır. Mektûbunuzda ismi geçen Şemseddîn Sehâvî, tabî’î
bu dâirenin dışındadır. (El-mekâsıd-ül-hasene) ismindeki kitâb da,
kıymetli din kitâblarından sayılmaz. Bunun ölçüsü de, kıymetli islâm
kitâblarıdır. Bu kitâblara uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, evirip çevirip,
uydurmağa çalışılır. Uydurulamazsa, mes’ûliyyeti sâhibine bırakıp, o kitâbdan el
çekilir. Dînin temelini kuran tefsîrler, böyle kitâblarla red ve tenkîd edilmez.
Bundan dolayı, Melâhime [ya’nî büyük savaş, muhârebe] ve mürtekıbe ve müntezıra
[Her ikisi de gözetmek, beklemekdir. Bu üç ilm, muhârebenin netîcesini, önceden
keşf etme yollarını öğretir] hakkında pek az hadîs var demesi, üzerinde
durulacak bir noktadır. Hadîslerin az veyâ çok olması aranmaz. Hadîs olduğu
anlaşılınca, bir hadîs-i şerîf de yetişir. Çünki, Muhbir-i sâdıkdan “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” gelen her habere inanılır. Azlık ve çokluk, ölçü ile
anlaşılır. Az ve çok olması, ne ile ölçülecekdir. Kıymetli hadîs kitâblarında,
bunlar için bulunan hadîs-i şerîflerin sayısı, başka şeyler için olanlardan dahâ
çokdur.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” gizli kalması lâzım olan birçok şeyi, Huzeyfet-ibni
Yemâna söyledi. Bu zât ve Ebû Hüreyre “radıyallahü anhümâ” buyurdular ki:
(Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, âlemin yaratıldığı zemândan, yok
olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan
bildirilmesi câiz olanları bildirdik. Örtmesi lâzım olanları, sakladık,
bildirmedik.) Bildirilenlerin hepsi de, belki bizlere gelememişdir. Bizlere
gelmiyen hadîs-i şerîflere, yok denemez. Bununla berâber, Melâhime kitâbları,
dînin temelini kuran kitâblardan değildir. Sakınılacak şeyleri bildirmekdedir.
Böyle kitâblarda, mübâlaga bulunur ve sakınmak, böyle mümkin olur. İslâm dîninin
sağlamlığı, Melâhime kitâblarının doğruluğuna bağlı değildir ki, kitâbların
yanlış olması, dîne bir ayb ve kusûr olsun. Bu kitâblar, târîh gibidir.
Târîhler, elbette böyle olur.
Sehâvînin
(İmâm-ı Ahmed, üç kitâbın aslı yokdur demişdir) dediğini yazıyorsunuz! Bu Ahmed,
imâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” olmasa gerek. Çünki, böyle
büyük bir imâm, bir kalemde (Üç kitâbın aslı yokdur) demez. Bu büyük âlimler,
şübheli yerleri ayırırlar. Bir kitâbın hepsi yanlışdır demezler. Bununla
berâber, Melâhim, Megâzî [ya’nî harb târîhi] kitâbları, islâm dîninin kıymetli
kitâblarından olmadığı için (Melâhim hakkında, hiç doğru hadîs kabûl etmiyor)
sözünün bir ehemmiyyeti yokdur. Şunu da bildirelim ki, kabûl etmemek, yok
olduğunu bildirmez. Yok olan şeyler, isbât edilemez. Çünki, yokluğu gösteren
şâhid bulunmaz.
Sehâvînin
bildirdiğine göre: (İmâm-ı Ahmed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i Kelbî)
başdan başa yanlışdır demiş). Yukarıda bildirdiğimize göre, (Tefsîr-i Kelbî)
zâten dînin temel kitâbı değildir. (Mukâtil tefsîri) de böyledir.
Şevkânînin
(Tefsîr-i Hakâyık [Sülemî]) gibi, sôfiyye tefsîrleri, tefsîr değildir,
dediğini yazıyorsunuz. Yukarıda tefsîrler için verilen bilgi, bu tefsîri de
içine almakdadır. Sôfiyye-i aliyye büyükleri, tefsîr diye birşey yazmamışdır.
Te’vîl diyerek yazmışlardır. Bunların sâf zihnlerine gelen ilhâmlar, Allahü
teâlânın dilediği bilgiler olabilir denilmişdir. Bunların sözleri, vicdâna bağlı
şeylerdir. Bunlara inanmak, vicdân sâhiblerinin vicdânlarına bırakılır.
Başkaları için sened olamaz. Ya’nî, îmân olunacak şeyleri isbât etmezler ve amel
ve ibâdetleri gösteremezler. Onların hâlini, onları tanıyanlar anlar ve onların
yüksek derecelerine erişenler bilir. Şevkânî gibi kimseler, bu derecelerden çok
uzakdır. Şevkânînin sözü bunlara karşı sened olamaz. (Onlarda, bâtınî tefsîrler
çokdur) diyorsunuz. Bâtın demekle, bâtıniyye mezhebi söylenmek isteniliyorsa, bu
mezhebdekiler, zâten yoldan çıkmışdır. Eğer bâtın âlimlerini demek istiyorlarsa,
bu sözü, söyliyenin yüzüne çarpmak lâzımdır.
[Şihristânînin
(Milel-nihâl) kitâbı, Mısr, Hind ve Londrada arabca basdırılmış, latince,
ingilizce ve başka dillere çevrilmişdir. Türkçeye, Nûh bin Mustafâ “rahmetullahi
teâlâ aleyh” tarafından çevrilmiş olup, kırküçüncü sahîfesinde diyor ki: (Şî’î
mezhebi yirmi fırkadır. Onsekizinci fırkası, İsmâ’ilî fırkasıdır. Bu fırkaya,
Bâtiniyye de denir. Çünki, bunlar, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî, ya’nî anlaşılan
ma’nâsı olduğu gibi, bâtınî, ya’nî gizli, iç ma’nâsı da vardır. Bâtınî ma’nâsı
lâzımdır, zâhirî ma’nâsı lâzım değildir diyorlar. Bu ise küfr ve ilhâddır, ya’nî
doğru yoldan sapmak, ayrılmakdır. Çünki, islâm âlimlerinin hiçbir sözüne
inanmıyorlar). Bunlara (Şî’î) de denmez. Şî’îlerin şimdi Îrânda ve
Hindistânda en çok bulunan fırkaları, (İmâmiyye) fırkasıdır. Bunlar,
kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferî kelimesi üzerinde, kitâbın
sonundaki ism cedvelinde (Ca’fer-i Sâdık) isminde geniş bilgi vardır.
Bugün, Şî’î denilince, imâmiyye fırkası anlaşılmakdadır].
Mektûbunuzun
bir yerinde, Şevkânînin (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir) dediğini
yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs
“radıyallahü anhümâ”, kitâb yazmadı. Kendisi, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi
ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş ve
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında, en âlimlerinden biri olarak tanınmış
olduğundan, hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de
beyânâtda bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânâtı alarak,
tefsîrlerini süslemişlerdir. Bu tefsîrlerin ise, pek yüksek derecede olduğunu,
islâm âlimleri, sözbirliği ile bildirmekdedir. Şevkânînin sözünü düzeltmek
lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince
kâ’idelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin bu derecelere erişmiş olması ise belli
değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin üsûllerine uymıyan
sözde bulunmazdı.
Sa’lebî
tefsîri, ya’nî (Keşf-ü beyân) ismindeki tefsîr için de, yukarıdaki
îzâhları gözönünde tutmalıdır. (Vâhidî tefsîri) de böyledir.
Zemahşerî,
mu’tezile mezhebinde idi. Bunun için, (Keşşâf) tefsîrinde, murâd-ı
ilâhîyi anlamakda, yine yukarıdaki îzâhat göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak,
Zemahşerî, Kur’ân-ı azîm-üş-şânın mu’ciz olduğunu anlatmakda; esâs, sened olan
belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin
tefsîr âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini anlatan kısmları, onun tefsîrinden
almışlardır.
Kâdî
Beydâvî ise, “beyyedallahü vecheh” [Allahü teâlâ onun yüzünü nûrlandırsın
demekdir] ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin baş
tâcıdır. Tefsîr ilminde, en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir.
Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. Her fende mâhir, her üsûlde
bürhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır.
Böyle derin bir âlimin tefsîrinde mevdû’ hadîs var demek, büyük bir cesâretdir.
Dinde derin bir uçurum açmakdır. Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi,
dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, mevdû’
hadîsleri sahîhlerinden ayıramaz mı idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa,
hadîs uyduracak kadar ve böyle yapanlar için, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi
ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve
Allah korkusu yok mu idi? Yokdu demek, ne kadar şenâ’ât, çirkinlik olur. Böyle
söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları
çok gördüğünden, bir çâre arayarak, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz. (Fâideli
Bilgiler) 107.ci sahîfeye bakınız! Sırası gelmişken, mevdû’ hadîsleri
anlatalım:
Mevdû’
kelimesinin, bir lügat ma’nâsı, bir de, ıstılâh [ya’nî her ilme mahsûs, ayrı
bir] ma’nâsı vardır. Ya’nî, (Üsûl-i hadîs) ilminin verdiği ma’nâsı
vardır. Lügatde, mevdû’, bir yere sonradan konulmuş, uydurma demekdir. Ya’nî,
Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından çıkmayıp da, bir
zındık, bir münâfık, bir yalancı tarafından iftirâ olarak konulmuş ve hadîs
denilmişdir. Bu ise, iki yol ile anlaşılabilir. Birincisi: Hadîs-i şerîfin
sâhibi olan Fahr-i Rusül “sallallahü aleyhi ve sellem”, (bu benim hadîsim
değildir), ya’nî, bunu ben söylemedim, demesi iledir. İkincisi: Nübüvvetin ve
risâletin başladığı günden beri, âhırete teşrîf edinceye kadar, hergün,
Resûlullah efendimizin yanında bulunup, her sözüne, her hâline, her huyuna,
titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında, bu mevdû’ hadîsin bulunmaması ile
anlaşılır ki, bu yol ile de anlamak elbette mümkin değildir. O hâlde, nasıl
mevdû’ denilebilir? Böyle söze kimse kıymet vermez.
Server-i âlemin
“sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin başladığından vefâtına kadar, mubârek
ağızlarından sâdır olan her söz ve sükûn ve hareketleri hep hadîsdir. Hadîs
ilmini ta’rîf ederken, (Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini ve
hâllerini bildiren ilmdir) buyurmuşlardır.
(Üsûl-i
hadîs)
isminde başka bir ilm dahâ vardır ki, bu ilmin üsûlleri, metodları ile, hadîs-i
şerîflerin nev’leri, çeşidleri ayırd edilir. Mütevâtir, meşhûr, sahîh, hasen,
merfû’, müsned, mürsel, da’îf [za’îf], mevdû’ ve dahâ birçok hadîs çeşidlerinin
ayrı ayrı ve uzun ta’rîfleri, îzâhları, tesbitleri, kitâblar doldurmakdadır.
Herbir hadîsin şartları, kaydları vardır. Bu geniş bilgiler, ancak üsûl-i hadîs
ilminde, ictihâd derecesine yükselen büyük âlimlere “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” mahsûsdur.
Hadîs ilmi
büsbütün başkadır. Üsûl-i hadîs ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadîsin
mevdû’ olduğunu isbât edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdû’ demesi lâzım
gelmez. Çünki, mevdû’ diyen müctehid, bir hadîsin sahîh olması için, lüzûm
gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için, benim mezhebimin üsûlünün
kâ’idelerine göre, mevdû’dur der. Yoksa, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve
sellem” sözü değildir demek istemez. Ya’nî, hadîs-i şerîf denilen bu sözün hadîs
olması, bence anlaşılmamışdır demekdir. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakîkatde
hadîs olmadığını göstermez. Hadîs üsûlü ilminin başka bir müctehidi de, hadîsin
doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadîsdir, mevdû’ değildir
diyebilir. O hâlde, Şevkânînin, (ba’zı tefsîrlerin hadîsleri mevdû’dur) demesi
ile mevdû’ olmaz. Meselâ Şevkânîyi, hadîs üsûlü ilminde müctehid tanısak da,
onun mezhebinin (Üsûl-i hadîs ilmi) kâidelerince, hadîs olduğu meydâna çıkmamış
olur ise de, mevdû’ hadîs olduğunu hangi cesâretle söyliyebilir. Din büyüklerine
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” karşı böyle sözlerde bulunmanın çirkinliği
meydândadır. Meşhûr dört mezheb arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış
olacağını göstermediği gibi, hadîsler için de böyle düşünebilirsiniz! Böyle
şeyler, ictihâd işi olduğundan, bir müctehidin mevdû’ demesi ile, hakîkatde
mevdû’ olması lâzım gelmez.
(Ebüssü’ûd
tefsîri),
Beydâvînin ve Zemahşerînin tefsîrinden ve
(Tefsîr-i kebîr)den alınmışdır. Zât-ı âlîniz, Tefsîr-i kebîri hiç
yazmamışsınız. [Tefsîr-i kebîre (Mefâtîh-ul-gayb) da denir. Onüç cilddir.
Fahreddîn-i Râzî yazmışdır.]
Selefden
bildirilen tefsîrlere güvenilemez sözü, hiç doğru değildir. Ba’zı hadîslerin
mevdû’ olduğunu anlatmak için gösterdiği delîl, şâhid, (Münâzara) ilmine
göre, kendi yanlışını meydâna çıkarmakdadır. Hele, sûrelerin fazîletini,
kıymetini bildiren hadîs-i şerîflere mevdû’ demesine, lâ havle... okumakdan
başka cevâb verilmez.
Evet,
zındıklar, hadîs diye, ba’zı sözler uydurdu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunları
ayırıp, çıkardı. Şimdi din kitâblarımızda bunlardan hiç yokdur.
(Hâzin
tefsîri),
[Bu tefsîrin ismi (Lübâb-üt-te’vîl fî me’ânit-tenzîl)
olup Alâüddîn-i Bağdâdî yazmışdır] ve (Rûh-ul-beyân) tefsîri, dahâ ziyâde
birer va’z kitâbıdır. Bunlardaki hadîs-i şerîfler, nihâyet za’îf hadîs olabilir.
Za’îf hadîsler, ibâdetlerin fazîletlerini, sevâblarını bildirmekde kıymetli
olabilir. Dînin temel bilgileri bu tefsîrlerden alınmaz. İslâm dîninin esâsları
için, bu kitâblar sened olmaz. Va’z ve hutbe kitâbları ve tesavvufun aşağı
derecelerinde bulunanların kitâbları, nutk ve konferans gibidir. Böyle
kitâblarda sened, vesîka aranmaz. Bundan dolayı, mevdû’ hadîsden başka, her
çeşid hadîs yazabilirler. Dînin temeli olan kelâm kitâblarında ancak kuvvetli
hadîs-i şerîfler delîl ve sened olur. Fıkh, ibâdet kitâblarında ise, âhâd
hadîslerden ve za’îf ve mevdû’ hadîslerden başka hadîsler delîl ve sened olur.
Sevâbının çok olduğu za’îf hadîslerle bildirilen ibâdetler yapılabilir. Mevdû’
hadîs ile ibâdet yapılması, harâm, belki küfr olduğunu, (İbni Âbidîn)
“rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest düâlarında bildirmekdedir.
(Câmi’-us-sagîr)
ve (Câmi-ul-kebîr) kitâblarının [bunlar, büyük hadîs kitâblarıdır]
sâhibi, Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs ilminde imâmlık
derecesine çıkmışdır. Bunun ve imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ
aleyh” kitâblarında aslâ, bir mevdû’ hadîs yokdur.
Bir hadîsin
mevdû’ olduğunu bildiren kimsenin, herşeyden önce, üsûl-i hadîs ilminde müctehid
olması lâzımdır. Böyle bir müctehid, üsûl-i hadîs ilminin kâ’idelerine göre, bir
hadîsin mevdû’ olduğunu isbât ederse, yalnız onun mezhebinde mevdû’ olur. Üsûl-i
hadîs ilminde müctehid olan başka âlimlerin mezheblerinde de, mevdû’ olması
lâzım gelmez. Bu âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hadîsleri,
kitâblarında, sahîh hadîs olarak yazar. Müslimânlar da, onu hadîs olarak tanır.
(Hayât-ül-hayvân)
kitâbının sâhibi, Muhammed Demîrîdir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. (Kısas-ı
enbiyâ) [imâm-ı Alî bin Hamza Kisâînindir] ve (Müstatraf) [(Müstatraf
fî külli fenni Müztezraf) ismindeki bu kitâbı, Muhammed bin Ahmed Ebşîhî
yazmışdır] ve (Enîsül-celîs) [bu kitâbı Alî bin Hasen Hullî yazmışdır] ve
(Hazînet-ül-esrâr) kitâbı [Muhammed Hakkî yazmışdır] ve (Tuhfet-ül-ihvân)
[Kur’ân-ı kerîm okumak hakkında olup, Halîl bin Osmân yazmışdır] ve (Mekârim-i
ahlâk) [ibni Ebiddünyâ yazmışdır] ismindeki kitâblar, dînin temelini kuran
kitâblar değildir. Bununla berâber, bu kitâbların sâhibleri büyük olduğundan,
kendi mezheblerinde mevdû’ olan hadîslerin bulunmaması lâzım gelir. Mevdû’
diyenlerin kendi mezheblerinde mevdû’ olsa bile, mevdû’dur diyerek, âlimlerin
inceden inceye gözden geçirdiklerini kıymetden düşürmek lâzım gelmez. Böyle,
dışardan görenlerin safsataları ile, dîn-i islâm lekelenmez. Hadîs-i şerîflere
mevdû’ diyen bir kimse, bir hadîsi eline alıp, delîl, şâhid ve sened ile mevdû’
olduğunu isbât edebilmelidir.
[Cehenneme
gidecek olan yetmişiki fırkanın adamları ve münâfıklar, zındıklar, Ehl-i sünneti
parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadîs-i şerîfe mevdû’
demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan ba’zıları da, bu düşmanların kitâblarına
aldanıp, birçok sahîh hadîsleri, mevdû’ sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını kavrıyamayıp düşmanlara
aldananlardan biri de, Aliyy-ül-kâridir. Çok kitâb yazmış, kıymetli kitâbları
şerh etmiş ise de, (Ehâdîs-ül-mevdû’at) kitâbında, sahîh hadîslere mevdû’
demişdir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitâblardaki sahîh hadîs-i
şerîflere mevdû’dur diyenler, din düşmanlarına, dîn-i islâmı yıkmağa yardım
etmiş oluyor].
(Tahzîr-ül-müslimîn)
ismindeki bir kitâbın doğru olduğuna hiç inanmıyorum ve perde arkasından, dîni
yıkmak için söylenen yalanlar olduğunu anlıyorum.
Mektûbunuzun
birinci sahîfesinin sonunda yazılı kitâblar, dînin temel kitâbı değildir. [Bu
kitâblardan biri (Dürret-ün-nâsıhîn) olup, Osmân Hopavî yazmışdır.]
Birisi de (Ettergîb-vetterhîb) adlı hadîs kitâbı olup, İsmâ’îl
Isfehânînindir. Aynı ismde bir hadîs kitâbını, Abdül’azîm yazmışdır ki, bu
kitâbı İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” medh etmekdedir. Biri de (Acâ’ib-ül-Kur’ân)
ismindeki kitâb olup, Mahmûd-i Kirmânî yazmışdır. İslâm dîni, bu kitâbları
müdâfe’a etmez. Çünki, ne kendileri, ne de yazanları, din âlimlerince yüksek
tanınmış değildir. Bununla berâber, bunlardaki hadîslerin hepsinin veyâ
birkaçının mevdû’ olduğu söylenemez. Herbir hadîsin, ayrı ayrı mevdû’ hadîs
olduğunu isbât etmek lâzımdır. Mevdû’ hadîs bulunsa da birşey lâzım gelmez.
Dînin temelleri bu kitâblar üzerine kurulmuş değildir. Ayb ve kusûr, kitâbların
sâhiblerine âid olur. Sâhibleri de, dinde söz sâhibi, üstün kimseler
olmadığından, bunlara karşı söylenilecek sözlerden din lekelenmez.
Tesavvufcuların
bildirdiği hadîslere mevdû’ diyenler, eğer tesavvuf büyüklerinin bildirdiklerine
karşı söyliyorlarsa, bu sözlerinin hiç kıymeti olamıyacağından, onlara bir cevâb
vermeğe değmez. O büyüklerin dinden bildirdikleri her haber, doğru, sağlam ve
senedlidir. Yok eğer tekke şeyhlerine ve tarîkatcilere karşı söyliyorlarsa,
istedikleri kadar söylesinler, biz onları müdâfe’a etmeyiz.
(Rahmânın
cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinnîlerin sevâbları gibidir)
hadîsini, Muhammed Emîn-i Tokâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri (Sülûk)
risâlesinde bildiriyor. Bu risâle, Süleymâniyye, Dâr-ül-mesnevî, [169] numarada
mevcûddur. Hadîs olduğu, (Ma’rifetnâme)nin üçyüzseksenaltıncı sahîfesinde
de yazılıdır. (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) hadîsini (Künûz-üd-dekâık)
onbirinci sahîfesinde yazmakda ve (Deylemî) “rahmetullahi teâlâ aleyh” de
bulunduğunu bildirmekdedir. (Letâif-ül-minen)de, Ebül Abbâs-ı Mürsînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” bunun hadîs olduğunu bildirdiği ve yapdığı uzun
te’vîli yazılıdır. (Keşf-ün-nûr) birinci sahîfesinde ve (Salât-ı
Mes’ûdî), bunun hadîs olduğunu açıkça yazmakda, ve (Kendi aczini anlıyan,
Rabbinin azametini anlar) şeklinde tefsîr etmekdedir. İbni Teymiyyenin ve
Zerkeşînin ve Abdülkerîm ibni Sem’ânînin buna Yahyâ bin Mu’az-ı Râzînin sözüdür
demeleri, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Bunun hadîs olduğu (Salât-i Mes’ûdî)nin
onüçüncü bâbında da yazılı olduğunu (Fıkh-ı Gîdânî) fârisî şerhi
bildiriyor.
(Dünyâ
sevgisi, bütün günâhların başıdır)
hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Beyhekî bunun sahîh olduğunu bildirmekdedir.]
Dünyânın ne demek olduğunu bilmiyenler bunu kabûl etmiyor.
(Ümmetim
yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin
hepsi Cehenneme girecekdir)
hadîsinin sahîh
olduğunu, (Şerh-i mevâkıf) sonunda yazıyor. (Milel-nihâl) kitâbı
tercemesinde, (Sünen) ismindeki hadîs kitâblarını yazmış olan hadîs
imâmlarından dördünün, bu hadîsi, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” rivâyet
etdiğini bildiriyor. Büyük islâm âlimi, şeyhul-islâm Ahmed Nâmıkî Câmî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Miftâh-un-necât) ve (Üns-üt-tâibîn)
kitâblarında, bu hadîsi yazmakdadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî gibi
müctehidler de, bu hadîs-i şerîfi yazıyorlar. Bu hadîs-i şerîfe herhangi bir
kimsenin mevdû’ demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Her hâlde, Ehl-i sünnet
düşmanlarının inkârıdır.
(Ümmetimin
âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir)
hadîs olduğunu İmâm-ı Yâfi’î, (Neşr-ül-mehâsin) kitâbında ilmin kıymetini
anlatırken bildiriyor. Birçok kitâblarda, meselâ imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının
268 ve 294. cü ve üçüncü cildinin yüzyirmibirinci mektûblarında ve (Letâif-ül-minen)
kitâbı başında açıkca yazılıdır. Abdülganî Nablüsînin (El-hâmilü fil-fülk)
kitâbında da yazılıdır. Bu kitâb, Süleymâniyye kütübhânesinin (Es’ad efendi)
“rahmetullahi teâlâ aleyh” kısmında [3606] sayıda vardır. (Ebrârın
ibâdetleri, mukarreblere göre günâhdır) hadîsdir. [Bu hadîsi, Ebû Sa’îd-i
Harrâzın (Âriflerin riyâsı, mürîdlerin ihlâsından dahâ iyidir) sözü ile
karışdırmamalıdır.] (Mü’minin artığı şifâdır) hadîsdir. (Dünyâ,
âhıretin tarlasıdır) hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Deylemî, bunun sahîh
olduğunu bildiriyor.] Ma’nâlarını bilmiyen kimse, karşı gelmekden başka çâre
bulamıyor. (Vatan sevgisi, îmândandır) hadîs olduğunu, (Mesnevî)
bildiriyor. (Küntü kenzen mahfiyyen...) hadîs-i kudsî olduğu, (Mektûbât)da
ve (Kenz-i mahfî)de ve (Lâ Yase’unî Erdî...) hadîs-i kudsî olduğu,
ikinci cild, 76. cı mektûbda yazılıdır.
Tesavvufun
yüksek derecelerinde bulunanların bildirdiği hadîs-i şerîflerin hepsi sahîhdir.
(Delâil-ül-hayrât), hadîs kitâbı değildir, düâ kitâbıdır. Düânın mevdû’
olmasının ne demek olduğunu bilemiyorum.
(İhyâ)
kitâbı, imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhyâ-ül’ulûm)
kitâbı ise, bütün âlimlerin söz birliği ile, doğru ve yüksekdir. Bir gayr-ı
müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslimân olmakla şereflenir.
(Kût-ül-kulûb)
kitâbı ve (Behcet-ül-esrâr-fî-menâkıb-il-ahyâr) kitâbı [Bunu Alî bin
Yûsüf yazmışdır. Tesavvuf büyüklerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâl
tercemeleridir] dînin temel bilgilerini bildiren kitâblar olmadığından, müdâfe’a
etmiyorum.
Dünyânın
yaratılmasını anlatan hadîslere mevdû’ demek, mechûle taş atmak demekdir. Her
hadîsin sahîh olup olmaması uzun tedkîk ister. Akla uyup uymamasının bir kıymeti
yokdur. Dînimiz, nakle dayanmakdadır. Nakl doğru olunca, inanmak lâzımdır.
İbrâhîm
aleyhisselâmın zevceleri hakkındaki hadîs, mevdû’ değildir. Peygamber
efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinin çıkarılıp
temizlendiği doğrudur. Dünyâya gelirken sünnetli olduğu görülmüşdür. Bütün
Peygamberler de “aleyhimüsselâm” böyle idi. Peygamberlik mührü bulunduğu
doğrudur. [Aşûre için, kitâbımızın birinci kısmı, seksenbeşinci maddesinde bilgi
verilmişdir.]
(Esnelmetâlib]
kitâbı, İbni Hacer-i Mekkînin kitâbı ise, söz
götürmez, elbette doğrudur ve seneddir ve çok sağlamdır. Eğer diğerleri ise,
ehemmiyyeti yokdur.
Şa’bân
ayının onbeşinci gecesi için hadîs sahîhdir. Receb ayının üstünlüğü de böyledir.
Mi’râc vardır. Fekat hangi gecede olduğu kesin olarak belli değildir. [Mi’râcın
nasıl olduğu, birinci kısm, seksenbeşinci maddede uzun bildirildi.]
[Muhammed
Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” fârisî (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbında
buyuruyor ki, (Mi’râca inanmıyanlar çeşid çeşiddir:
Cebriyye
fırkasının ikinci kısmı olan (Cehmiyye) ile mu’tezile fırkasının onikinci kısmı
olan Kâ’biyye, mi’râc yokdur dedi. Mu’tezile fırkası, mi’râc rü’yâdır dedi.
Zemânımızda, mu’tezile fırkasını taklîd edenler çoğalmakdadır. (Bâhilî)
fırkası ise, mi’râc, Kudüse kadar olmuşdur, göklere çıkmamışdır, dedi.
Allahü
teâlâya cism diyenlerden (Haşeviyye) ve (Müşebbihe) fırkaları ise,
mi’râc bir gece sürdü. Bu gece, üçyüz sene uzun idi. Bütün insanlar, bu kadar
zemân uykuda kaldı dedi. (İbâhâtî), ya’nî İsmâ’ilî fırkasında olanlar, mi’râc,
rûha oldu. Beden yerinden ayrılmadı dedi.
Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at âlimleri buyurdu ki, mi’râc, rûh ve cesed birlikde olarak,
Mekke-i mükerremeden Kudüse ve oradan, yedi kat göke ve sonra Sidre denilen yere
ve Sidreden (Ka’be kavseyn) makâmına, uyanık olarak, gece, bir ânda götürülmüş
ve getirilmişdir. Bunu yapan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir, dedi ve
çeşidli şeklde isbât etdi). Yalnız rûh ile olan başka mi’râcları da vardır].
Terâvîh
nemâzlarını bildiren hadîs sahîhdir. İnsanların en iyisi arab olduğu ve Kureyş
ve Hâşimîlerin üstünlüğü, [birinci kısm, doksanyedinci maddedeki] hadîs-i
şerîflerde bildirilmekdedir.
[(Basîret-üs-sâlikîn)
de, ba’zı sahîh hadîs-i şerîfleri yazarak, Süyûtî, bunların aslı yokdur dedi
diyor. Hâlbuki, İbni Âbidîn, yevm-i şekde oruc tutmağı anlatırken buyuruyor ki,
(Hadîs âlimlerinin aslı yokdur demesi, bu hadîsin merfû’ olmasının aslı yokdur
demek olup, mevkûf hadîs olduğunu bildirmekdedir.)]
(Râbıta-i
şerîfe)
risâlesindeki yazılar çok dikkat ile okunursa, öteki süâllerinizi de çözmüş
olursunuz! Râbıtaya inanmıyan, râbıtanın ne demek olduğunu bilmiyenlerdir. Bin
sene içinde gelen Hanefî âlimlerinin çoğunun kitâbında, (Râbıta)
anlatılmakdadır. Buna inanmamak, Hanefî âlimlerine inanmamakdır. Bunlara karşı
gelenlerin, önce müctehid olması, sonra o büyüklerin derecesinde olması
lâzımdır. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ çıkarmak, herkesin yapacağı
iş değildir. Müctehid olmak şartdır. Câhillerin, evet, hayır demesi, hakîkatleri
değişdiremez.
İnsanların
birbirine yardımı, ancak şefâ’at ile olacakdır. Rûhlardan yardım beklemek, bütün
müslimânlar ve bütün insanlar arasında âdet hâlini almışdır.
Efendim!
Ramezân-ı şerîfde, ancak bu kadar yazabildim. Dahâ geniş bilgi almak istiyen ile
ferahlı bir günde, uzun zemân görüşmek lâzımdır. Fekat, insâflı ve tahsîlli
olmak lâzımdır. Çünki, inâdcı ile konuşulamaz. İmâm-ı Alînin “radıyallahü anh”,
Hasen ve Hüseyne “radıyallahü anhümâ” yardım etmemesini anlamak için, görüşmemiz
lâzımdır. Ma’zûr görmenizi istirhâm eylerim.
28 Ramezân
1347 [m. 1929]
Abdülhakîm
Bu bağçede benim için, ne gül, ne
lâle var,
bu pazarda ne alış veriş, ne de
pâra var,
ne kudret ve tesarruf ve ne mal, ne
de mülk var,
ne derd, ne zevk ve ne de merhem,
ve ne yâre var,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim,
hem neyim var?
Vücûd, lutf-i ilâhî, hayât,
rahmet-i Kerîm!
ağız, atıyye-i Rahmân, kelâm fadl-ı
Kadîm!
beden, binâ-yı Hudâ, rûh, nefha-i
tekrîm,
kuvvet, ihsân-ı kudret, duygular,
vaz’ı Hakîm,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim,
hem neyim var?
Bu dünyâda gerçekden, benim hiçbir
şeyim yok,
ne varsa hep Onundur, mülkünde
şerîki yok.
Cihâna gelip gitme, benim de elimde
yok,
bu benimdir demeğe, güvenecek sened
yok,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim,
hem neyim var.
Varlığım bir görünüş, rûhum bir
emânetdir,
ben demek bile, Ona, pek çirkin bir
şirketdir,
kula düşen vazîfe, sâhibe itâ’atdır,
bana (kulum!) demesi, lütûfdur,
inâyetdir,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim,
hem neyim var?
Benim fakîr ve muhtâc, gınâ, ihsân
Hakkındır,
(adem) benim sermâyem, vücûd, hayât
Hakkındır.
Ezel, ebed ve hem de, kahr, galebe
Hakkındır,
dünyâda ve ukbâda her görünen
Hakkındır.
Bu dünyâda bilseydim, ben neyim,
hem neyim var.
|