98 -
SÜBHÂNE RABBİKE ÂYET-İ
KERÎMESİ
Kur’ân-ı kerîm
okudukdan, düâ etdikden ve ders ve va’zlardan sonra (Sübhâne rabbike)
âyet-i kerîmesini okumak, islâm memleketlerinde yapılagelen bir sünnetdir. Ba’zı
kimseler, bu âyet-i kerîmeyi değişdirerek, Sübhâne rabbinâ şeklinde okumak dahâ
iyidir diyor. Meselâ, Çarşamba kazâsı müftîsi Hasen Hulûsî efendi, (Mecma’ul
âdâb) kitâbının son sahîfesinde böyle söylüyor. Bunun gibi, Rükn-ül-islâm
Muhammed bin Ebû Bekrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, meşhûr (Şir’at-ül-islâm)
kitâbını şerh eden, Ya’kûb bin Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, düâ
faslına yapdığı ilâvelerde ve (Mecma’ul fetâvâ)da diyor ki, (Düâlardan
sonra, Sübhâne rabbinâ demek, Sübhâne rabbike demekden dahâ yerinde olur. Çünki,
maksad, âyet okumak değil, düâ ve senâdır) yazmakdadır. Muhammed Es’ad efendinin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-i yektâ), doksanüçüncü sahîfesi, son
satırında bildirdiği gibi, Yeni Şehrli şeyh-ül-islâm Abdüllah-ı Rûmî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbında da, böyle
demekde ve bunu, (Hidâye) kitâbının sâhibi olan, Burhâneddînin
(Tecnîs) ismindeki fetvâ kitâbından terceme etdiğini söylemekdedir. Diğer
tarafdan:
1 -
Müfessirlerin baş tâcı Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde diyor ki,
Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü, bol bol sevâba kavuşmak
istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne rabbike âyetini sonuna kadar okusun!). Bu
haber, tefsîrlerin çoğunda, meselâ Hüseyn Vâ’ız-ı Kâşifînin fârisî (Mevâhib-i
aliyye) tefsîrinde ve bunun türkçe tercemesi olan (Mevâkib)
tefsîrinde yazılıdır.
2 - Sa’îd bin
Mensûrun ve ibni Ebî Şeybenin ve hâfız [hadîs âlimi] Ebû Ya’lânın “rahmetullahi
aleyhim ecma’în” bildirdikleri bir hadîs-i şerîfde, Ebû Sa’îd-i Hudrî
“radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda,
selâm vereceği zemân, Sübhâne rabbike âyetini okurdu).
3 - Hadîs ilmi
mütehassısı meşhûr Taberânî diyor ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda, selâm
vermeden evvel, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).
4 - Yine imâm-ı
Taberânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, Abdüllah ibni Zeyd bin Erkam,
babasından işiterek diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Bir kimse nemâz sonunda, üç def’a
Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okursa, yetişir mikdârda sevâba kavuşur).
5 - Hatîb-i
Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâbında bildiriyor ki, Ebû Sa’îd-i Hudrî
“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzdan
selâm verince, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).
6 - Hadîs
âlimlerinin büyüklerinden, hâfız Ebû Ya’lâ “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (El
müsned) ismindeki kitâbında diyor ki, (Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh”
buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzdan selâm verince, üç
def’a Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).
7 - İbni
Hibbân, Ebû Şa’bîden alarak diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Kıyâmet günü büyük
ölçeklerle, bol sevâb kazanmak istiyen kimse, bir meclisden kalkınca Sübhâne
rabbike âyet-i kerîmesini okusun!).
Bu çeşidli
hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu
âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsıye buyururken, Kur’ân-ı kerîmdeki
şeklini değişdirmemiş, hep (Sübhâne rabbike) demişdir. (Sübhâne rabbinâ) dediği
işitilmemişdir. O hâlde, bu âyet-i kerîmeyi (Sübhâne rabbinâ) şekline sokmak,
Kur’ân-ı kerîme el uzatmak olduğu gibi, sünnet-i seniyyeye de tecâvüz etmek, çok
çirkin bir hareket olur. İslâm âlimleri hadîs-i şerîflere bakarak, ibâdetlerden
ve toplantılardan sonra, (Sübhâne rabbike) âyet-i celîlesini okumağı âdet
buyurmuş ve kitâblarında bildirmişlerdir. Meselâ, allâme Muhammed Alâüddîn-i
Haskefî (Dürr-ül-muhtâr) kitâbında, (Nemâzdan sonra, düâyı Sübhâne
rabbike âyet-i kerîmesini okuyarak temâmlamalıdır) demekdedir. Şernblâlî
hazretleri, molla Hüsrevin (Dürer)i hâşiyesinde buyuruyor ki, (Nemâzdan
ve düâdan sonra hazret-i Alînin “radıyallahü anh” bildirdiği üzere, (Sübhâne
rabbike) âyet-i kerîmesini okumalıdır). (Merâkıl-felâh)da böyle
yazmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin, kitâbının başında (ilm deryâsı,
zemânının bir dânesi, asrının süsü) diye medh etdiği ve İbni Âbidîn
hazretlerinin, şerhinde, çok övdüğü, şeyh-ül-islâm Hayreddîn Remlînin fetvâları,
İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesi, Yeni câmi’ kısmında vardır. (Fetâvâ-i
Hayriyye) denilen bu kitâbın beşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Nemâzda,
düâların hepsinde müfred olarak [ya’nî rabbike diyerek] okumak, yalnız kunût
düâsında cem’ [ya’nî rabbinâ şeklinde] okumak sünnetdir). Dört mezhebin
inceliklerini iyi bilen, ârif-i billah, seyyid Abdülhakîm efendi, birçok
derslerinde, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, değişdirmeden okumak lâzım
olduğunu beyân buyururdu.
Görülüyor ki,
hadîs-i şerîfler, fıkh kitâbları ve fetvâlar, bu âyet-i kerîmenin
değişdirilmeden okunmasını istemekdedir. Yalnız, (Tecnîs) kitâbı ve
bundan alınmış birkaç kitâbda, bu âyet-i kerîmenin şekli bozulmakdadır. Hâlbuki,
âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerde, ictihâd
edilemiyeceği ve bunların değişdirilemiyeceği dört mezheb kitâblarında da
bildirilmekdedir. Nass bulunan yerde ictihâda izn yokdur denilmekdedir.
(Tecnîs) kitâbı da, baş tarafında (Bu kitâb, büyüklerin söylemeyip, sonra
gelenlerin çıkardığı mes’eleleri bildirmekdedir) diyerek, kendinden önce
gelenlerin bu âyet-i kerîmeyi değişdirmeğe cesâret etmemiş olduklarını
anlatmakdadır. Mezhebimizin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Mezhebim, hadîs-i şerîflere yapışmakdır) buyurduğu için, hadîs-i şerîfi
bozan bir fetvâya nasıl uyulabilir? Evet, (Tecnîs) kitâbının sâhibi çok
büyükdür ve tercîh sâhiblerindendir. Fekat bu mes’ele, bir tercîh, imâmların
sözleri arasından birini seçmek mes’elesi değildir. (Tecnîs) kitâbının,
(Bu âyet-i kerîme, nemâzda selâmdan önce, Kur’ân olarak değil, düâ olarak
okunduğu için, Sübhâne rabbinâ demek dahâ uygun olur) sözü, hadîs-i şerîflere
uymamakla berâber, şeyh-ül-islâm Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”in
fetvâsı, bunun aksini emr etmekdedir. Bu fetvâ, (Tecnîs)in sözü
bilinerek, ona cevâb olarak, sonradan verilmişdir. (Tecnîs)de, nemâzın
son teşehhüdündeki düâları anlatan bir sahîfeye yakın yazıyı okuyan âlimler, bu
yazıların edeb, belâgat, me’ânî, mantık ve fıkh ilmlerinin kâ’idelerine
uymadığını da görerek, bu satırların, büyük âlim Burhâneddîn-i Mergınânî
hazretlerinin kaleminden çıkmadığı, câhiller tarafından sokulduğu düşüncesi de
hâsıl olmuşdur. Hattâ bu satırları terceme ve kabûl eden (Behce)
kitâbının sâhibi, bu hatâları görerek, tercemesini değişdirip, yeniden düzeltmek
zorunda kaldığı, her iki kitâbı okuyanlara, açıkça görünmekdedir. (Behce)nin
sâhibi, ne yazık ki, burada ma’nâyı da değişdirerek, (Yalnız nemâzda selâmdan
önce) sözünü (her düâda) diye terceme etmek sûretiyle (Tecnîs)e iftirâ
eylemişdir. (Dürr-i yektâ) şerhi, (Mecma’ul-âdâb) gibi toplama
kitâblar da, bu fetvâ tercemesine uyarak, milleti yanlış yola sürüklemiş,
sünnetden ayırmışdır, bid’at ateşini körüklemişlerdir.
(Tecnîs)
sâhibi, bu âyetin nemâz içinde düâ sonunda
okunmasını söyliyerek, mühim bir sünnetin yapılmasına sebeb olmak şerefini ve
sevâbını kazanmış ise de, âyet-i kerîmeyi değişdirmek hatâsına düşmüşdür. Bu
hatâsı, onun yüksek derecesini sarsmaz. Çünki, mezheb imâmlarımız, büyük
müctehidler ve hattâ Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” bile ictihâdlarında
yanılmış, bu yanılmaları kusûr sayılmamışdı. O hâlde, (Tecnîs) sâhibinin,
hadîs-i şerîflere muhâlif sözünün hatâ olduğunu söylemek ve bu sözüne uymamak
lâzımdır. Böyle söylemek, onu küçültmek olmaz.
Şunu da
söyliyelim ki, (Rabbike), senin Rabbin demekdir. Âlemlerin, her şeyin üstünü
olan Muhammed “aleyhisselâm”ın Rabbi demekdir. Ya’nî, (Ey, kıymetli, şerefli
Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni bu kemâle ve şerefe ve bu izzete
kavuşduran Rabbin) demekdir. (Rabbinâ) ise, bizim Rabbimiz diyerek, kendimizi
Onun yerine koymak olup, güneş yerine yıldızları koymak demekdir. Allahü teâlâ,
sevgili Peygamberini, insanların hepsinden dahâ yüksek tutarak, hepsi yerine Onu
söylemişdir. Onun şerefini bu âyet-i kerîme ile de anlatmışdır. Bu kelimeyi
değişdirmek, Onun şerefine dokunmak olur. O şerefi Ondan alıp, kendimize vermek
olur.
(Rabb-il-izzeti) ya’nî izzet, kıymet sâhibinin Rabbi, (Rabbike)nin bedelidir.
Allahü teâlâ, izzeti, şerefi, sevgili Peygamberine bedel yapmışdır. Bu şerefi,
Onun Peygamberinden ayırarak, kendisine almak, değişdirmek, bir pırlantayı taşa
atıp parçalamak gibi oluyor. Kur’ân-ı kerîmin belâgati altüst oluyor.
(Sübhâne
rabbike)
demek, (Bütün insanların üstünde, aklların ermediği kemâlâtın, üstünlüklerin
sâhibi olan senin gibi bir Peygamberi yaratan, yetişdiren Rabbin, her aybdan
münezzehdir) demekdir. Hâlbuki, (Sübhâne rabbinâ) demek, (Biz günâhı çok, âsî
kulların yaratanı, yetişdireni her aybdan münezzehdir) demekdir. Allahü teâlâyı
tenzîh etmekde, senâ etmekde günâhkâr kulları araya sokmanın, ne kadar yersiz
olduğu, ilmi ve aklı olan kimse için, pek meydândadır. O hâlde (Sübhâne rabbike)
makâmı, (Sübhâne rabbinâ) makâmından, edeb, fesâhat ilmleri bakımından, katkat
dahâ yüksekdir. Ya’nî (Sübhâne rabbike) demek, (Sübhâne rabbinâ)
demekden, tenzîhe ve senâya dahâ ziyâde uygundur. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ,
kendi kendini medh ve senâ ediyor. İnsan, bundan dahâ iyi senâ yapabilir mi?
(Sübhâne
rabbike)
deyince, Peygamber efendimiz hâtırımıza gelir ki, se’âdet-i ebediyyemize sebeb
olan Zât-ı risâletpenâhîyi hâtırlıyarak, Onun tevassut ve şefâ’atine sığınarak
yapılan senâ ve düâ, kendimizi hâtırlıyarak yapılandan, elbette dahâ lâyık olur.
Bunun içindir ki, her nemâzda, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü) diyerek, Onu
hâtırlamamız, kalbimizi Ona bağlamamız emr olundu.
Hülâsa, tesbîh,
senâ ve düâ için, bu âyet-i kerîmeyi değişdirmek câiz olsaydı, Peygamberimiz
(Sübhâne rabbinâ) derdi. Hâlbuki böyle hiç okumamışdır.
(Behcet-ül-fetâvâ)
gibi kitâblar, fetvâ kitâbları değil, fetvâları nakl eden, ulaşdıran
mecmû’alardır. Bunları yazanlar müftî değil, birer nâkıl ve toplayıcıdır. Fetvâ
verenin, ya’nî müftî ismi verilecek zâtın, müctehid olması, fetvâ denilen
sözlerin de, müctehidlerin ağzından ve kaleminden çıkmış olması lâzımdır.
Âlimlerin
kitâblarından, ilmden haberi olmayıp da, yalnız kulakdan, gazetelerden birşeyler
duyan kimseler, (Sübhâne rabbinâ) demekle, düâya kendimizi de katmış oluyoruz
diyor. Bu sözleri ile, ilmden hiçbir şeyleri olmadığını anlatıyorlar. Çünki,
(Sübhâne) kelimesi, fi’l değildir. Mef’ûl-i mutlakdır. Bunun fi’li, söyliyene
göre, üsebbihu veyâ nüsebbihudur ki, dinliyen çok ise, fi’l kendiliğinden cem’
olur ve düâya hepsi dâhil olur. (Rabbike) ile (Rabbinâ)nın her ikisi de, buna
te’sîr etmez. Bu ikisi arasındaki fark, tenzîh ve senânın kuvvetine te’sîr eder.
Düâ niyyeti ile
Kur’ân-ı kerîm hiç değişdirilebilir mi? Âlimlerimiz buyuruyor ki, düâ kelimeleri
tevkîfîdir. Ya’nî değişdirilmesi câiz değildir. Hattâ birgün, Resûl
“aleyhisselâm”, Eshâb-ı kirâmdan Berâ’ bin Âzib “radıyallahü anhüm ecma’în”
hazretlerine bir düâ öğretdi. Berâ “radıyallahü anh”, düâyı tekrâr ederken,
(Nebiyyike) yerine, (Resûlike) okuyunca, Resûlullah, (Hayır,
Resûlike deme, Nebiyyike diyerek oku!) buyurdu. Böylece, değişdirilmesini
red eyledi. Herhangi bir düâyı değişdirmek câiz olmayınca, Kur’ân-ı kerîmi
değişdirmek hiç câiz olur mu?
(Hadîka)da
dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki düâları okurken
değişdirmek, Kur’ân-ı kerîmi kasden değişdirmek olur). (Kitâb-üt-tibyân fî
âdâb-i hamelet-il-Kur’ân)da, (Âlimlerimiz sözbirliği ile bildiriyor ki,
Kur’ân-ı kerîmde bulunmıyan bir harfi ekliyen veyâ bir harfini değişdiren kâfir
olur) buyurulmakdadır. (Hazînet-ül-esrâr)da da böyle yazılıdır.
Âyet-i kerîme,
düâ niyyeti ile okunurken de, değişdirilmez.
Müslimânlar, bu
mes’elede (Tecnîs)e, (Behcet-ül-fetâvâ)ya ve (Mecmâ’ul-âdâb)
kitâbına ve bunlardan alınan yazılara ve sözlere değil, hadîs-i şerîflere ve
fıkh kitâblarına ve şeyh-ul-islâm Remlî hazretlerinin fetvâsına ve takvâ ehli
Sôfiyye-i aliyye büyüklerinin sözlerine uymalıdır. Fıkh kitâblarını fetvâlara
tercîh etmek usûldendir. (Tecnîs)e uymağı gerekdiren hiçbir şer’î lüzûm
da yokdur.
(Bezzâziyye)de
ve (Hindiyye) beşinci cüz’de diyor ki, (Kalbim gâfil diyerek, düâyı terk
etmemelidir. Kalbine geleni düâ etmek, ezberlediği düâyı okumakdan efdaldir.
Yalnız, nemâzda okunacak düâları ezberlemelidir. Sünnet olan ibâdetleri yapmak,
düâ etmekden efdaldir. Vâ’ız, imâm, cemâ’ate öğretmek için, mesnûn olan düâları,
sesle okur. Cemâ’at de, sessiz tekrâr eder. Cemâ’at öğrenince, imâm da sessiz
okumalıdır. Sesle okuması bid’at olur. Ramezânda ve başka zemânlarda cemâ’at ile
hatm düâsı yapmak mekrûhdur. Fekat, böyle yapanları men’ etmemelidir.) Üçüncü
kısm, 59. cu maddeye bakınız!
Kâdızâde,
(Ferâid) kitâbında, (Esmâ’ül-hüsnâ)yı anlatırken diyor ki, düâ ibâdet
demekdir. Bunun için nemâza düâ denilir. İslâmiyyetde düâ, Allahü teâlâya
yalvararak murâdını istemekdir. Allahü teâlâ, düâ eden müslimânı çok sever. Düâ
etmeyene gadab eder. Düâ mü’minin silâhıdır. Dînin temel direklerinden biridir.
Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Düâ, gelmiş olan derdleri, belâları giderir.
Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni’ olur. (Bana hâlis kalb ile düâ
ediniz! Böyle düâları kabûl ederim) meâlindeki âyet-i kerîmeden anlaşılıyor
ki, düâ etmek, nemâz, oruc gibi ibâdetdir. (Bana ibâdet yapmak istemiyenleri,
zelîl ve hakîr yapar, Cehenneme atarım) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur.
Allahü teâlâ, herşeyi sebeb ile yaratmakda, ni’metlerini sebeblerin arkasından
göndermekdedir. Zararları, derdleri def’ için ve fâideli şeyleri vermek için de,
düâ etmeği sebeb yapmışdır. Peygamberler “aleyhimüssalevât”, hep düâ etdiler.
Ümmetlerine düâ etmelerini emr etdiler. Düâ etmenin de şartları vardır. Önce,
günâhlarına pişmân olup, tevbe etmeli, istiğfâr okumalı, sadaka vermeli, îmânını
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak düzeltmeli, düânın kabûl
olacağına inanmalı, güvenmeli, iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd
ve salevât okumalı. Düâyı üçden fazla söylemeli. Harâm şeyleri ve hâsıl olmuş
şeyleri istememeli. Kabûl olmadı diyerek, ümmîdi kesmemeli, kabûl oluncaya
kadar, uzun zemân tekrâr etmelidir. Harâm yimemeli, harâm içmemeli, harâm
şeyleri söylememelidir. (Makâmât-ı mazheriyye)de, 98. ci sahîfede diyor
ki, (Düânın kabûl olması için, ekl-i halâl ve sıdk-ı makâl ve ihlâs ile yapmak
şartdır). (Tezkiret-ül-Evliyâ)da diyor ki, (Talebesinden bir kısmı sefere
çıkarken, Ebül Hasen-i Harkânîye “rahmetullahi aleyh” gelip, yol uzundur ve çok
korkuludur. Bize bir düâ öğret! Önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım
dediler. Önünüze bir belâ çıkarsa, yâ Ebel-Hasen deyiniz buyurdu. Hocalarının bu
cevâbı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıyâ çıkdı. İçlerinden
biri, yâ Ebel-Hasen dedi. O ve eşyâsı ve hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin
mallarını haydutlar götürdüler. Eşkıyâ gidince, ona, sen nasıl kurtuldun
dediler. Yâ Ebel-Hasen dedim. Yanıma gelmediler dedi. Geri döndüler. Biz yâ
Allah dedik. Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu, yâ Ebel-Hasen dedi kurtuldu.
Bunun sebebini bildirmesi için, hocalarına yalvardılar. Siz Allahü teâlâyı,
harâm giren, harâm çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise, Ebül-Hasen ile tevessül
eyledi. Allahü teâlâ, bunun sesini Ebül-Hasene duyurdu. Ebül-Hasen de, bunun
halâs olması için düâ etdi. Düâsı kabûl oldu buyurdu). [Mâide sûresinin
yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiblerinin
[ibâdetlerini, düâlarını] kabûl eder) buyuruldu. Hadîs-i kudsîde de, (Bir
kulum bana yaklaşırsa, ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm)
buyuruldu. Birinci kısm, 41. maddenin sonuna, ikinci kısmda 54. cü maddeye
bakınız! Ma’nâları bilinmiyen şeyleri söylememelidir. Âdil hükûmet memûrlarının,
mazlûmların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin, müsâfirin, oruclunun iftâr
vaktindeki düâsı, anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve
hocasının ve müslimânın arkasından yapılan düâ ve sabr eden hastanın düâsı ve
mubârek zemânlarda ve mubârek yerlerde ve nemâzlardan sonra ve Peygamberimizin
ve Evliyânın kabrleri yanında, onları vesîle ederek yapılan düâlar çabuk kabûl
olunur.
Hiç usandırma ili, il usandırmaz seni,
hîleli iş yapma hem, kes dolandırmaz seni!
din düşmanından bir su, içme kandırmaz seni,
korkma kâfirden âteş, olsa yandırmaz seni!
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Her zarar, insana bil, kendi nefsinden
gelir,
yüz karası âdeme, sû’-i fehminden gelir
şeref-ü şân mekâna hep mekininden gelir,
istikâmet insâna, elbet dîninden gelir.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Herşey geçer âlemde, bir hâlde yokdur sükûn!
bil ki değmez teessüf etmeğe dünyây-ı dûn!
İstikâmet zarardan, seni hep eyler masûn.
Hak eder sâdıkların hasmını elbet zebûn.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Birini tezlîl için, zulmle etme iştigâl,
arkadaş kazanmağa, olur mâni’ sû’-i hâl,
yüz suyu dökme sakın, hem de etme kîl-ü kal,
müstekîm ol, hep çalış, verir elbet
Zülcelâl.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
İster ise hıfz eder, hep Allahü lem yezel,
ırzına mü’minlerin, düşman verse de halel,
tâ ezelden söylenir, halk dilinde bu mesel:
celb eder mükâfâtı, insâna elbet amel.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
At riyâyı, tezyin et, ihlâsla ef’âlini,
boş buğazlık eyleme, fikr et önce kâlini!
ne dürlü saklayayım, desen de ahvâlini,
Hak teâlâ a’lemdir, bilir bütün hâlini.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Magrûr olmaz mal ile, mülk ile, ehl-i hired,
insanın işi döner, herşeye vardır bir had,
ölüm vakti gelince, kimseden gelmez meded,
nefsine uyma sakın, hâk olur birgün cesed.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Sonsuz cihânı düşün, zıllı âbâd eyleme,
Ehl-i sünnet kitâbı, oku inâd eyleme,
fırsat eldeyken uyan, ömrü berbâd eyleme,
yakmağa sürükliyen fi’li mu’tâd eyleme!
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
Hâline şeytân güler, görünce bu gafleti,
kendine gel azîzim, güldürme ol şirreti,
hâin olma, cihâna, ver keremle şöhreti,
herşeyin üstündedir, hüsn-ü hulkun rif’ati.
Müstekîm ol, hazret-i Allah
utandırmaz seni!
|