| 
 
78 
- 
ZEKÂT VERMEK 
ZEKÂT 
KİMLERE VERİLİR? - 
Zekât, yalnız aşağıda yazılı, yedi sınıfda bulunan 
müslimânlara verilir. Sekizinci sınıf, (Müellefet-ül-kulûb) idi. Ya’nî, 
azılı kâfirlerin şerlerini def’ için bunlara zekât verilirdi. Ebû Bekr 
“radıyallahü anh” zemânında buna lüzûm kalmadı. 
1 - (Fakîr):
Nafakasından fazla, fekat nisâb mikdârından az malı olana fakîr denir. 
Ma’âşı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her fakîr me’mûr, îmânı 
var ise, zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz. [Birinci 
kısm seksenbirinci maddeye bakınız!]. 
2 - 
(Miskîn): Bir günlük nafakasından fazla birşeyi olmıyan müslimâna miskîn 
denir. Din adamı olarak tanıtılan Hamîdullah (İslâma giriş) kitâbında, miskîn, 
gayr-i müslim vatandaş demekdir diyor. Bu fikri yanlışdır. Dinde reform 
yapmakdır. Müslimân olmıyana zekât vermek câiz değildir. 
3 - (Âmil):
Ya’nî Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan (Sâ’î)
ile, şehr dışında durup rastladığı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplıyan
(Âşir), zengin dahî olsalar, işleri karşılığı zekât verilir. 
4 - (Mükâteb):
Ya’nî efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd olacak köle. 
5 - (Münkatı’):
Cihâd ve hac yolunda olup, muhtâc kalanlar. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor 
ki, din bilgilerini öğrenmekde ve öğretmekde olanlar da, zengin olsalar bile, 
çalışıp kazanmağa vaktleri olmadığı için zekât alabilirler. İbni Âbidîn bunu 
açıklarken buyuruyor ki, (Câmi-ul-fetâvâ)da bildirilen hadîs-i şerîfde,
(İlm öğrenmekde olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek 
câizdir) buyuruldu. 
6 - 
(Medyûn): Borcu olan ve ödeyemeyen müslimânlar. 
7 - (İbnüs-sebîl):
Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan 
ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtâc kalan. 
Bunların 
hepsine veyâ birine vermelidir. Zekât parası ile meyyite kefen alınmaz. Meyyitin 
borcu ödenmez. Câmi’, cihâd, hac yapılmaz. Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim 
vatandaşa zekât verilmez. Zimmîye fıtra, adak, sadaka, hediyye verilebilir. 
Zenginin kölesine ve zenginin küçük oğluna da verilmez. Zenginin büyük çocuğu 
veyâ zevcesi veyâ babası veyâ yetîm kalan küçük çocuğu fakîr iseler bunlara, 
başkaları zekât verebilir. Küçük çocuk akllı ise, ya’nî parayı başka şeyden 
ayırabiliyor ve aldatılarak elinden alınamıyor ise, buna verilir. Böyle âkıl 
değilse, babasına veyâ vasîsine yâhud akrabâsından veyâ yabancıdan çocuğa bakan 
kimseye vermek lâzım olur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve 
amcalarının evlâdlarından, kıyâmete kadar geleceklere zekât verilmez. Çünki, her 
mühârebede, düşmandan alınan ganîmetin beşde biri bunların hakkıdır. Ahmed 
Tahâvî, (Emâlî) kitâbının şerhinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam buyurdu ki, 
bunlara ganîmet hakları verilmediği için, zekât ve sadaka vermek câizdir). Câiz 
olduğu (Dürr-i Yektâ)da da yazılıdır. 
Anaya, babaya 
ve dedelerin, ninelerin hiçbirine ve kendi çocuklarına ve torunlara zekât 
verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtr, adak ve keffâret gibi vâcib olan sadakalar da 
verilmez. Fakîr iseler, nâfile sadaka verilebilir. Zevceye de zekât verilmez. 
İmâm-ı a’zam buyurdu ki, kadın da, fakîr olan zevcine zekât veremez. İmâmeyn 
ise, fakîr zevcine zekât verir dediler. Fakîr olan gelinine, dâmâdına, kayın 
vâlideye, kayın pedere ve üvey çocuğuna zekât verilir. Zimmîye sadaka ve hediyye 
verilir. 
Zekât 
verilebileceğini soruşdurup anlıyarak, zekâtını verdikden sonra, bunun zengin 
veyâ zimmî olan kâfir veyâ ana, baba, evlâd veyâ kendi zevcesi olduğu anlaşılsa, 
zararı olmaz. Ya’nî kabûl olur. (Nehr-ül-Fâik)da diyor ki, (Zekât 
verilecek olan kimse, fakîrler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yâhud fakîr 
olduğunu söyleyip, zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almağa hakkı olup 
olmadığını araşdırmağa lüzûm yokdur. Buna zekât verince, soruşdurarak, 
araşdırarak vermiş sayılır). 
Abdülkâdir 
Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh hâşiyesi)nde diyor ki, (Debbûsînin
(Mültekıt)de bildirdiği gibi, vasîsi bulunduğu yetîme, zekât olarak 
giyecek ve yiyecek vermek câizdir. Çünki, yetîm onun ıyâli, evlâdı gibidir). 
Vasîsinin, zekât malı ile yetîme lüzûmlu şeyleri alıp buna vermek hakkı vardır. 
Yetîm, alış verişi anlıyacak kadar akllı ise, giyeceği ve yiyeceği, çocuğun 
eline vermek lâzımdır. 
Fakîrin, hiç 
olmazsa, bir günlük ihtiyâcını karşılayacak kadar vermek müstehabdır. Borcu 
olmıyan ve çoluk çocuğu bulunmıyan fakîre, nisâb mikdârı veyâ malını nisâb 
mikdârına temâmlıyacak kadar zekât vermek mekrûhdur. Çoluk çocuğu olan fakîre, 
bunların herbirine bölünce, nisâb mikdârı düşmiyecek kadar, çok zekât vermek 
câizdir. Zekâtı, fakîr olan kardeşe ve hala, amca, dayı ve teyze gibi yakın 
akrabâya vermek dahâ sevâbdır. Yakınları muhtâc iken, başkalarına verirse, 
sevâbı olmaz [İmdâd]. Zî-rahm mahrem olan akrabâsına nafaka vermesine 
mahkemece hükm olunan kimsenin zekât niyyeti ile, zekât malından nafaka vermesi 
câizdir. Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh ise de, akrabâya vermek için veyâ 
kendi şehrinde fakîr müslimân bulamazsa, başka şehre göndermek câizdir. Zekâtı, 
borcu olana vermek, fakîre vermekden dahâ iyi olduğu (Bezzâziyye) 
fetvâsında yazılıdır. Malını isrâf edene, harâmda kullanana zekât vermek lâyık 
olmadığı (Dürr-i Yektâ)da yazılıdır. 
Zenginin 
vekîli, zekâtı, zenginin emr etdiği kimseye verir. Başkasına veremez. Başkasına 
verirse veyâ gayb ederse, öder. Vasıyyet de böyledir. Emr olunan fakîre verilir. 
Zengin, vekîline, dilediğine ver derse, vekîl kendi fakîr olan çocuğuna ve 
zevcesine de verebilir. Kendi fakîr ise, kendi de alabilir. Hâlbuki, nezr böyle 
değildir. Vekîl, adak sâhibinin emr etdiğinden başkasına da verebilir. İbni 
Âbidîn, bu satırları açıklarken, onikinci sahîfe başında buyuruyor ki, (Vekîl 
zenginden aldığı altın ve gümüş yerine, kendi altın ve gümüşünü fakîre verip 
sonra zenginin verdiğini, kendi kullanması câizdir. Fekat, zenginin parasını 
önce kendi kullanıp, sonra kendi parasından zekâtı verirse, câiz olmaz. Kendi 
için sadaka vermiş olur. Zekâtı, zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borc 
ödemek için aldığı parayı kullanan vekîl de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi 
malından ayırıp vermek şart değildir. Zenginin vekîli, zekâtı vermek için, izn 
almadan bir başkasını da vekîl edebilir). 
Zekât 
ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veyâ vekîlinde iken gayb 
olursa, tekrâr ayırıp vermesi lâzımdır. Vekîli gayb edince, öder. (Âmil)in 
veyâ fakîr vekîlinin gayb etdikleri zekâtı tekrâr vermek lâzım olmaz. Vekîl 
fakîre öder. (Âmil), hem (Sâ’î), hem de (Âşir) demekdir. 
Meyyit 
kefenlemek ve câmi’ yapmak, cihâd edenlere yardım etmek için, kâğıd para 
zekâtını anlatırken bildirdiğimiz gibi, fakîrler, zekâtlarını alması ve 
bildirdiği yere vermesi için, güvenilen birini vekîl ederler. Bu vekîl, fakîrler 
için zekâtları alır. Fakîrlerin emr etmiş olduğu yere verir. Hayr 
cem’ıyyetlerine zekât vermek için de, böyle yapılır. Vekîlin zekâtı alırken ve 
verirken, birşey söylemesi lâzım değildir. Yalnız, vekîl eden fakîrlerin, zekât 
alabilecek müslimân olmaları lâzımdır. Zekâtı kâğıd para olarak verebilmek için 
de, böyle yapılacağını yukarıda bildirmişdik. 
Alacaklarını ve 
malını eline geçiremeyen, elindeki bononun ödeme zemânı gelmeyen zengin kimse, 
fâizsiz ödünç veren bulamazsa, ihtiyâcı kadar, zekât alabilir. Malına kavuşduğu 
zemân, almış olduğu zekâtı, fakîrlere dağıtmaz. Hâlbuki fakîr, ihtiyâcından 
fazla, nisâbdan az zekât alabilir. Altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının 
zekâtının fakîre veyâ fakîrin vekîline teslîm edilmesi lâzımdır. Başka yerlere, 
kurumlara verilen zekât, müslimân fakîrin eline geçmezse, zekât ödenmiş olmaz. 
Bir günlük 
yiyeceği bulunan kimsenin ve hiç yiyeceği yok ise de, sağlam çalışacak, ticâret 
edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veyâ bunları almak için para 
istemesi, dilenmesi harâmdır. Bunun varlığını bilerek, istediğini vermek de 
harâmdır. İstemeden verilmesi ve verileni alması câizdir. Bu kimsenin yiyecek, 
içecekden başka ihtiyâclarını meselâ, elbise, ev eşyâsı, kirâ paraları istemesi 
câiz olur. Aç veyâ hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi câizdir. 
Bir günlük yiyeceği olan, olmasa da, çalışabilecek hâlde olan kimse, ilm 
öğrenmekle [veyâ öğretmekle] meşgûl ise, yiyecek istemesi, yine câiz olur. 
[İkinci kısmda, otuzsekizinci maddeye bakınız!] Parasını harâma sarf edene ve 
isrâf edene sadaka verilmez. 
BEYT-ÜL-MÂL 
- 
Uşr ve kırda otlıyan hayvanların zekâtı, fakîrlere 
verileceği gibi, beyt-ül-mâla da teslîm edilmesi câizdir. Beyt-ül-mâla verilmesi 
lâzım olan bir şeyi eline geçiren kimse, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, bu şeyi 
kendi kullanır. Kendi hakkı yoksa, beyt-ül-mâldan hakkı olan bir müslimâna 
verir. Bu şeyi, beyt-ül-mâla vermez. İbni Âbidîn, ikinci cild, ellialtıncı 
sahîfede buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâldan hakkı olan fakîrler, zekât me’mûrları, 
âlimler, mu’allimler, vâ’ızlar, din dersi öğrenen talebe, borclular, Ehl-i beyt-i 
nebevî, ya’nî seyyidler ve şerîfler, askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine 
geçerse, hakları kadar almaları câizdir). 
(Bezzâziyye)
fetvâsının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 
Halvânîden alarak diyor ki, (Elinde emânet bulunan kimse, sâhibi ölürse, emâneti 
vârislerine verir. Vârisleri yoksa, beyt-ül-mâla verir. Beyt-ül-mâla verince 
zâyı’ olacak ise, kendi kullanır veyâ beyt-ül-mâldan nasîbi olanlara verir). 
Zekât, 
fakîrlerin hayâtını, ihtiyâclarını, cem’ıyyetin tekeffül eylemesi, garanti 
etmesi demekdir. Bir şehrin bir köşesinde, bir müslimân, açlıkdan ölse, şehrdeki 
zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun kâtili olur. Zekât, 
müslimânlar arasında, sigorta teşkilâtıdır. İslâmiyyet (beyt-ül-mâl) 
denilen sigortayı, şahsların, açık gözlerin, kendi menfe’atlerini düşünenlerin 
eline bırakmamış, devletin emrine vermişdir. Bu sigorta, başka sigortalara 
benzemez. Fakîrlerden para istemez, zenginlerden alır. Zekât veren zenginlerin 
dünyâda malı artar. Âhıretde de, bol sevâb verilir. İslâm sigortası, her fakîre 
yardım eder. Bir âile reîsi ölünce, fakîr âilesine ma’âş bağlayıp, herkesi 
mes’ûd eder. İşte islâmiyyet, zekât ile, böyle sosyal bir sigorta kurmuşdur. 
İbni Âbidîn 
“rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Dört nev’ zekât malından ikisine, ya’nî 
zekât hayvanları ile toprakdan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) 
denir. Bunların zekâtlarını, halîfenin me’mûrları gelip toplar. Bu me’mûrlara 
(Sâ’î) denir. Hükûmet, bu toplanan malı [ve (Âşir) denilen 
me’mûrların, yolcu tüccârdan aldıkları emvâl-i bâtına zekâtını] beyt-ül-mâlda 
saklayıp, yedi sınıfdan herbirine sarf eder. Zekât mallarından altın, gümüş ve 
ticâret eşyâsına (Emvâl-i bâtına) denir. Bunların mikdârını sâhibine 
sormak câiz değildir. Bunların zekâtını mal sâhibi, yedi sınıfdan dilediğine, 
kendi verir. Böyle verilmiş olan zekâtları, hükûmet ayrıca istiyemez. Bir 
şehrdeki zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlaşılırsa, emvâl-i bâtınalarının 
zekâtını da hükûmet toplıyabilir. (Dıyâ-ul-ma’nevî) ve (Îzâh)da 
diyor ki, (Hükûmet beş malı alamaz: Emvâl-i bâtına zekâtı, fıtra, kurban, nezr 
ve keffâret). 
[Son zemânlarda, 
Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüklerini 
anlıyamıyanlar çoğalmakdadır. Çünki, âlimi âlim anlar. Câhiller anlıyamaz. Din 
adamı geçinen câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini, millete, 
islâm âlimi diye tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur’âna ve hadîslere inanırız 
diyerek, Selef-i sâlihînin ictihâdlarını beğenmiyorlar. Kur’ân-ı kerîmden ve 
hadîs-i şerîflerden, kısa görüşlerine ve kısır düşüncelerine uygun yeni yeni 
ma’nâlar çıkarıyorlar. Hadîs-i şerîfde öğülmüş olan ikinci yüzyılın büyüklerine, 
din imâmlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitâblarını lekelemeğe 
uğraşıyorlar. İbni Teymiyye, Mevdûdî, Reşîd Rızâ, Seyyid Kutb, Hamîdullah, 
fizikci Abdüsselâm ve Ahmed Didad gibi mezhebsizlerin kitâbları, islâm 
âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymakdadır. 
Meselâ, (Cihân Sulhu ve İslâm) ve (İslâma Giriş) kitâblarında, (Zekât hükûmete 
verilen vergi demekdir. Zenginlerin, diledikleri fakîrlere verdikleri paraya 
zekât denmez. Zekât yalnız hükûmete verilir. Hükûmet, bunu kâfirlerin 
fakîrlerine de verebilir. Çünki (Miskîn), kâfirlerin fakîrleri demekdir) 
yazılıdır. Mezhebsizlerin yanlış yolda oldukları, (Fâideli Bilgiler) 
kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) kısmında uzun bildirilmekdedir.] 
Zâlim olan 
sultânlar, (Emvâl-i zâhire)den vergi alırken, zekât niyyeti ile 
verilirse, kabûl olur diyen âlimler vardır. (Emvâl-i bâtına)dan alırlarsa 
veyâ kâfir ve mürted olanların aldığı her nev’ vergi verilirken, zekât olarak 
niyyet edilse de, zekât yerine geçmez. Ayrıca zekât vermek lâzım olur. 
Beyt-ül-mâlda, 
birbirlerinden ayrı dört cins mal bulunur: 
1 - 
Hayvânlardan, toprak mahsûllerinden alınan ve (Âşir)in, ancak yolda 
rastgeldiği müslimân tüccârdan aldığı zekâtlar olup, yukarıdaki yedi sınıfa 
verilir. 
2 - Ganîmetin 
ve yerden çıkarılan ma’denlerin beşde biri olup, yetîmlere, miskînlere ve 
parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de, önce (Benî Hâşim) ve
(Benî Muttalib) olanlara verilir. Petrol gibi sıvılardan ve oksidler, 
tuzlar gibi ateşde erimiyen filizlerden ve denizden çıkarılanlardan birşey 
alınmaz. 
3 - Gayr-i 
müslimlerden alınan, harâc ve cizye ve âşirin bunlardan aldığı maldır. Bunlar, 
yol, köprü, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâclara ve millî müdâfe’aya sarf 
edilir. Memleket hudûdunu bekliyen, memleket içindeki yolları bekliyen 
müslimânlara, köprü, mescid, havuz, nehr yapmağa ve ta’mîrlerine, imâma, 
müezzine, hademe-i hayrâta, islâm ilmlerini, ya’nî din ve fen bilgilerini 
okutanlara ve okuyanlara, kâdîlara, müftîlere, vâ’ızlara ve dîni ve milleti, 
devleti yaşatmak için çalışanlara verilir. Bunlar, zengin olsalar bile, 
çalışmaları, hizmetleri karşılığı, âdete ve ihtiyâc eşyâsının değerine göre, 
uygun bir pay verilir. [(Hadîka) el âfetlerinde, beyt-ül-mâldan hakkı 
olanları geniş anlatmakdadır.] Öldükleri zemân, çocukları değerli ise, 
başkalarına tercîh olunur. Çocukları câhil, fâsık iseler, babalarının yerine 
ta’yîn edilmez. (Eşbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, 
(Sultân, câhil birini, mu’âllim, hatîb, vâ’ız ta’yîn ederse, sahîh olmaz. Zulm 
etmiş olur). 
4 - Vârisi 
olmıyan zenginlerin bırakdığı mal ve (lukata), ya’nî yerde bulunup sâhibi 
çıkmayan şeyler; hastahânelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmağa sarf edilir 
ve çalışamıyacak hâlde olan kimsesiz fakîrlere verilir. Bu dört sınıf malı, 
hakkı olanlara ulaşdırmak, hükûmetin vazîfesidir. 
Hükûmet şehr 
dışına (Âşir) adında me’mûr koyar. Bunlar, tüccârı hırsızdan ve her 
tehlükeden korur. Bu âşir, yoldan geçen tüccârdan, yanındaki malın mikdârını 
sorar. Nisâb mikdârı ise ve yanında bir sene kaldı ise ve ticâret malı ise, her 
çeşid maldan, müslimândan kırkda birini, zimmîden yirmide birini, harbîden onda 
birini alır. Müslimândan alınan bu mal, onun zekâtı yerine geçer. Şehrde 
zekâtını vermişdim veyâ bir yıl olmadı diyenden birşey almaz. Müslimân tüccârdan 
birşey almayan kâfir memleketin tüccârından birşey alınmaz. Onların müslimân 
tüccârlardan ne kadar aldıkları bilinirse, o kadar alınır. [Kâfir 
memleketlerinde çalışanların, o hükûmete vergi vermelerinin lâzım olduğu buradan 
da anlaşılmakdadır.] 
İbni Âbidîn 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” ikinci cild, elliyedinci sahîfede buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâlın 
dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç hazînesinde bulunan maldan 
buraya ödünc olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı olan yerlere dağıtılır). Buna 
göre de, üçüncü hazînede harâc, cizye malı bulunmadığı zemân, din adamlarına ve 
cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve uşr mallarından verilir. Din 
düşmanlarının yazı ile, her çeşid propaganda ile islâmı yıkmağa, müslimân 
yavrularını dinden çıkarmağa saldırdıkları zemân, bunlara cevâb veren ve 
müslimânları aldanmakdan koruyan yazarlar, dernekler, Kur’ân-ı kerîm kursları, 
matba’a ve kitâblar ve gazeteler hep mücâhid ve islâm kahramanıdırlar. Böyle 
soğuk harbde, islâmiyyeti ve müslimânları koruyan bu mücâhidlere, beyt-ül-mâlda 
bulunan uşr ve zekât mallarından vermek farzdır. Sultân uşru kaldırsa, 
müslimânların uşr vermesi afv olmaz. Uşru kendilerinin vermesi farzdır. Bu 
mücâhidlere vermelidirler. Hem farz yapılmış olur, hem de cihâd sevâbı 
kazanılır. 
İbni Âbidîn 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl, 
halâl olarak, hak üzere toplanmayıp, zulm ile alınmış ise, böyle haksız alınan 
malları sâhiblerine geri vermek farz olur. Beyt-ül-mâldan hakkı olanlara 
verilmez. Bunların alması harâm olur. Mal sâhibleri ma’lûm değilse, beyt-ül-mâlın 
dördüncü kısmına konur. Buradan hakkı olanlara verilir). 
ZEKÂT 
VERMİYENLER - (Riyâd-un-nâsıhîn) 
kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: Emîrülmü’minîn Alî 
“kerremallahü vecheh” buyuruyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, vedâ’ 
haccında buyurdu ki, (Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını 
vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve cihâdı ve îmânı yokdur). Ya’nî, zekât 
vermeği vazîfe bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günâha 
girdiğini bilmezse, kâfir olur. Senelerle zekât vermiyenlerin zekât borcları 
birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslimânların o malda hakkı 
olduğunu, hâtırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı 
sarılmışdır. Böyle kimseler, müslimân olarak tanınır. Fekat bunlardan, îmânını 
kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur’ân-ı kerîmin otuziki yerinde, nemâzla 
birlikde emr edilmekdedir. Tevbe sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesi, böyle 
kimseler için olup, meâl-i  şerîfi, (Malı, parayı birikdirip zekâtını, 
müslimân fakîrlerine vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!)dir. Bu azâbı, 
bundan sonraki âyet-i kerîme bildirmekde olup, meâl-i şerîfinde: (Zekâtı 
verilmiyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sâhiblerinin 
alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi basdırılacakdır) 
buyurulmuşdur. 
Ey mağrûr 
zengin! Dünyânın çabuk geçip, gidici malı, parası, seni aldatmasın! Bunlar, 
senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da, başkasının olacak. Cehennemin 
şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o 
buğday, hakîkatde zehrdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, Onun 
vekîlleri, me’mûrları, fakîrler de, âilesi, akrabâsı demekdir. Vekîllerin, 
Allahü teâlânın borcunu fakîrlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden 
iyiliğini bulacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, iyilik edenlere, 
karşılığını elbette verecekdir) buyuruldu. Haşr sûresi, dokuzuncu âyet-i 
kerîmede, (Zekâtını veren, elbette kurtulacakdır) müjdelendi. İmrân 
sûresinde, yüzsekseninci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlânın ihsân 
etdiği malın zekâtını vermeyenler, iyi etdiklerini, zengin kalacaklarını 
sanıyor. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış oluyorlar. O malları, Cehennemde 
azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, başdan ayağa kadar onları 
sokacakdır) buyurulmuşdur. (Elbasît) ve (Vasît) tefsîrlerinde 
böyle yazılıdır. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin, mallarının 
zekâtını, tarla mahsûllerinin, meyvelerin uşrunu vererek, bu azâblardan 
kurtulmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Zekât vererek, malınızı zarardan 
koruyunuz!) buyuruyor. (Tefsîr-i Mugnî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ 
aleyh” diyor ki: (Kur’ân-ı kerîmde üç şey, üç şeyle berâber bildirildi. 
Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz. Peygambere “sallallahü aleyhi 
ve sellem” itâ’at edilmedikce, Allahü teâlâya itâ’at edilmiş olmaz. Anaya, 
babaya şükr edilmedikce, Allahü teâlâya şükr edilmiş olmaz. Malın zekâtı 
verilmedikce, nemâzlar kabûl olmaz). Ey gaflet şerâbının serhoşu! Dünyânın zevk 
ve safâsı peşinde, dahâ ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli ömrü harâmdan, halâldan 
mal yığmakda, ne zemâna kadar ziyân edeceksin? İslâmiyyetin emr ve yasaklarına 
aldırış etmezsin! Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını zorla alacağı, ecel arslanı 
pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytânın, îmânını 
çalmak için kasd edeceği, dostlarının, vah vah öldü, siz sağ olun, diye evlâdına 
ta’ziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip, bize yarayan birşey yapmadın. 
Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yapdığın gibi yaparız, 
diyecekleri zemândan korkmuyor musun? 
Düşün, kabr ve 
âhıret süâllerine ne cevâb hâzırladın? Allahü teâlânın tekdîrine ne behâne 
yapacaksın? Kendine acı! Süâle çekileceksin. Hâlbuki, verecek cevâbın yok. 
Cehenneme girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, 
başkası iyilik yapınca, sen yapdın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme 
ki, başkası bir fenâlık yapınca, sen yapdın sanmasınlar. 
(Sahîh-i 
Müslim)deki 
bir hadîs-i şerîfde, (Ey Âdem oğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan 
senin olan, yiyerek yok etdiğin, giyerek eskitdiğin ve Allah için vererek, 
sonsuz yaşatdığındır) buyuruldu. Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına 
bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen, 
bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder. Bunu da 
yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Nükte [güzel ma’nâlı söz]: 
Hiratlı üstâd, Hâce Abdüllah-i Ensârî diyor ki: (Malı seviyorsan, yerine sarf et 
de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, yi de, yok olsun!). 
Hikâye:
Ferîdeddîn-i Attâr, (Tezkire-tül-Evliyâ) 
kitâbında diyor ki: (Cüneyd-i Bağdâdî, yedi yaşında idi. Mektebden gelince, 
babasını ağlıyor görüp sordu: Bugün, zekât olarak, dayın Sırrî Sekatîye birkaç 
gümüş göndermişdim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip 
almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum, dedi. Cüneyd, babacığım, o 
parayı ver, ben götüreyim deyip, dayısına gitdi. Kapıyı çaldı. Dayısı sorunca, 
ben Cüneydim. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al! dedi. 
Dayısı, almam, deyince, Cüneyd: (Adl edip, babama emr eden ve ihsân edip, seni 
serbest bırakan Allahü teâlâ için al!) dedi. Sırrî: (Babana ne emr etdi ve bana 
ne ihsân etdi?) dedi. Cüneyd: (Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emr etmekle 
adâlet eyledi. Seni de fakîr yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında 
serbest bırakmakla ihsân eyledi) dedi. Bu söz, Sırrînin hoşuna gidip, (Oğlum! 
Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl etdim) dedi. Kapıyı açıp parayı aldı.
(Riyâd-un-nâsıhîn)in sözü burada temâm oldu. 
  
Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir 
nazar, 
gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, 
bozar. 
  
Herbir çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz 
eder, 
kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka 
âvâz eder. 
  
Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın, 
ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi 
döner. 
  
Rengi döner günden güne, toprağa dökülür 
yine, 
bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer. 
  
Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye 
idin, 
yerinde eriye idin, insan değil misin, 
meğer. 
  
Bilir, gelen gider imiş, konan geri 
göçer imiş, 
mevt şerbetin içer imiş, her kim, 
bu ma’nâdan geçer. 
                                                |