43 -
İKİNCİ CİLD - 66.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb,
arabî olarak Hindistân vâlîlerinden Hân-ı hânâna “rahmetullahi teâlâ aleyh”
yazılmış olup, tevbe, inâbet, vera’ ve takvâyı anlatmakdadır:
Mektûbuma
Besmele ile başlıyorum. Ya’nî bu mektûbu yazabilmek için, rahmeti, ihsânı bol
olan Allahü teâlâya sığınıyor, Ona güveniyorum. Her hamd, şükr Onun hakkıdır.
Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâm ederim. Kıymetli ömrümüz, günâh
işlemekle, kusûr, kabâhat yapmakla, yanılmakla, fâidesiz, lüzûmsuz konuşmakla
geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz,
vera’ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Nûr sûresi, otuzbirinci âyet-i
kerîmesinde meâlen, (Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz!
Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurmuşdur. Yirmisekizinci cüz’ sonundaki,
Tahrîm sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey îmân eden
seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Hâlis tevbe edin! Ya’nî tevbenizi bozmayın!
Böyle tevbe edince, Rabbiniz, sizi belki afv eder ve ağaçlarının, köşklerinin
altından [önünden] sular akan Cennetlere sokar) buyurmuşdur. En’âm
sûresi, yüzyirminci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Açık olsun, gizli olsun
günâhlardan sakınınız!) buyurmuşdur. Günâhlarına tevbe etmek, herkese farz-ı
ayndır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi tevbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve
en yükseği olan Muhammed “aleyhi ve aleyhimüssalevât” buyuruyor ki, (Kalbimde
[envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan] perde hâsıl oluyor. Bunun için
hergün, yetmiş kerre istigfâr ediyorum). Yapılan günâhda, kul hakkı
bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara
bakmak, Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve [şî’î, nusayrî, vehhâbî ve başka]
yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa,
böyle günâhlara tevbe etmek, pişmân olmakla, istigfâr okumakla, Allahü teâlâdan
utanıp, sıkılıp, Ondan afv dilemekle olur. Farzlardan birini özrsüz terk etdi
ise, tevbe için, bunlarla birlikde, o farzı da yapmak lâzımdır.
[(Tergîb-üs-salât)da
diyor ki, Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı özrsüz, vaktinden sonra
kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacakdır. Bir hukbe seksen senedir. Her senesi
üçyüzaltmış gündür. Her günü, seksen dünyâ senesidir). Kazâya kalan nemâzı
kılacak kadar vaktlerin herbiri geçdikçe, bu bir nemâzın günâhı katkat artar. Yâ
birkaç nemâz olursa, çok çetin olur. Her ne behâsına olursa olsun, bir ân önce,
kazâ etmek ve afvı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Nemâz kılmıyanın,
Allahü teâlânın büyüklüğü karşısında titremesi, erimesi lâzımdır].
Günâhda kul
hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla halâllaşmak,
ona iyilik ve düâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona düâ,
istigfâr edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır.
Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve cinâyet mikdârı parayı fakîrlere,
miskînlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyyet yapılana niyyet
etmelidir. Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” doğru
sözlüdür. Ondan işitdim ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâh
işliyen biri, pişmân olur, abdest alıp nemâz kılar ve günâhı için istigfâr
ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette afv eder. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ
sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günâh işler veyâ kendine zulm eder, sonra
pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve
afv ve magfiret edici bulur, buyurmakdadır) dedi. Bir hadîs-i şerîfde,
(Bir kimse, bir günâh işler, sonra pişmân olursa, bu pişmânlığı, günâhına
keffâret olur. Ya’nî, afvına sebeb olur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde,
(Günâhı olan kimse, istigfâr eder ve tevbe eder, sonra bu günâhı tekrâr yapar,
sonra yine istigfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tevbe
ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günâh yazılır) buyurdu. Bir hadîs-i
şerîfde, (Müsevvifler helâk oldu) buyurdu. Ya’nî, ileride tevbe ederim
diyenler, tevbeyi gecikdirenler ziyân etdi. Lokman hakîm Velî veyâ Peygamber idi
“radıyallahü teâlâ anh”. Oğluna nasîhat ederek, (Oğlum, tevbeyi yarına bırakma!
Çünki, ölüm ânsızın gelip yakalar) dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, (Her sabâh
ve akşam tevbe etmiyen kimse, kendine zulm eder). Abdüllah ibni Mubârek buyurdu
ki, (Harâm olarak ele geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka
vermekden dahâ sevâbdır). Âlimlerimiz buyuruyor ki, (Haksız alınan bir kuruşu
sâhibine geri vermek, kabûl olan altıyüz hacdan dahâ sevâbdır). Yâ Rabbî!
Kendimize zulm etdik. Bize acımaz, afv etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.
Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ey
kulum! Emr etdiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak etdiğim
harâmlardan sakın, vera’ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâ’at eyle, insanların
en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın). Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Vera’ sâhibi
ol ki, insanların en âbidi olursun!). Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh”
buyurur ki, (Zerre kadar vera’ sâhibi olmak, bin nâfile oruc ve nemâzdan dahâ
hayrlıdır). Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Allahü
teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar vera’ ve zühd sâhibleridir). Mûsâ
aleyhisselâma vahy edilmişdir ki, (Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar
içinde, vera’ sâhibleri gibi yaklaşan olmaz). Büyük âlimlerden ba’zısı
buyurdu ki, (Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikce, tam vera’ sâhibi
olmaz: Gîbet etmemeli. Mü’minlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile
alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini
beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yapdığı ihsânları, ni’metleri
düşünmeli. Malını halâl yere harc edip, harâmlara vermemeli. Nefsi, keyfi için,
mevkı’ makâm istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakt nemâzı
vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği
îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân
etdiğin nûru, hidâyeti artdır. Bizi afv et! Sen herşeyi yapabilirsin).
Kerem, şefkat
ve ihsân sâhibi kıymetli efendim! Bütün günâhlara tevbe etmek nasîb olur ve
vera’ ile takvâ [ya’nî harâmların ve şübheli olanların hepsinden sakınmak]
müyesser olursa, büyük ni’met, yüksek devlet ele geçmiş olur. Bu, ele geçmezse,
ba’zı günâhlara tevbe etmek ve ba’zı harâmlara vera’ eylemek de ni’metdir. Bu
ba’zıların bereket ve nûrları, belki hepsine sirâyet eder de, bütün günâhlara
tevbe etmeğe ve tam vera’ sâhibi olmağa yol açar. (Birşeyin bütünü ele geçmezse,
hepsini elden kaçırmamalıdır) buyuruldu. Yâ Rabbî, bize beğendiğin şeyleri
yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref
yolcularının reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i
küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâtî ekmelühâ” sadakası olarak,
bizleri senin dîninde bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!
[Dünyâya
milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların
ba’zıları zengin imiş, ba’zıları fakîr. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim
imiş, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçdi, unutuldu. Onların bir kısmı
inanmış, müslimân idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz
yok kalacak. Yâhud kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb
çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Ammâ
ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak
ölmüş olanlar, şimdi tâm râhat ve huzûr içindeler. Îmânsız olanlar ise, sonsuz
olarak ateşde yanmak ihtimâli, korkusu içindeler. Ey insan! İyi düşün! Birkaç
sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir
hayâl oldu ise, o zemân, bütün ömrün, bütün hayâtın, çalışmaların, didinmelerin
hep hayâl, bir rü’yâ gibi olacak. O zemân, sen o iki kısmın hangisinden olmak
istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkân yok! Çâresiz, onların
arasına gideceksin! Sonsuz ateşde yanmağı, ihtimâl bile olsa, ister misin?
Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmağı, akl da, ilm de, fen de red
edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akl ile,
fen ile bir vesîka gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren
vesîkalar sayılamıyacak kadar çokdur. Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren
kitâblarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar.
Zevklerinden başka birşey düşünmiyorlar. Hâlbuki, islâmiyyet zevkı yasak
etmemişdir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamışdır. O hâlde, aklı olan
kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan te’mîn eder. İslâmın güzel
ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle
karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabr eder. Bölücü olmaz. Yapıcı
olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur. Hem de,
âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün râhatlıkların,
se’âdetlerin başı, îmân etmekde, müslimân olmakdadır. [Ya’nî, ahkâm-ı
islâmiyyeye uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, fâideli
şeyleri yapmalarını emr etmişdir. Bu emrlere (Farz) denir. Zararlı
şeyleri yasak etmişdir. Bunlara (Harâm) denir. Farzların ve harâmların
hepsine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Dinler, Allahü teâlânın kullarına
rahmetidir, ihsânıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur.
Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara bakanın ve harâm yiyenin, içenin, ahkâm-ı
islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunun düâları kabûl olmaz. İslâmiyyete inanan ve
uyan, Allahü teâlânın ihsânına kavuşur, mes’ûd olur. İnanmıyan, bu se’âdetden
mahrûm kalır.] Îmân etmek de, çok kolaydır. Îmân etmek için, bir yere para
vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izn almak gibi, hiçbir şey
yapmak lâzım değildir. Hattâ, îmânlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek
bile lâzım değildir. Îmân, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak
demekdir. Îmân eden, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olur. Ya’nî seve seve
yapar. Böylece, müslimân olur. Kısacası, her mü’min müslimândır. Her müslimân,
mü’mindir.]
|