11
-
BİRİNCİ CİLD - 163.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler
Süâl:
Kimseye sû’i zan etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir olduğunu gösteren işine,
sözüne değil, îmânı olduğunu gösteren işine ve sözüne bakmalıdır. Îmân kalbde
bulunur. Kalbde îmân olduğunu Allah bilir. Başka kimse bilemez. Kalbinde îmân
bulunan kimseye kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlığı açıkca
kötülemiyen herkese müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu
söz doğru mudur?
Cevâb:
Kimseye sû’i zan etmemeli sözü yanlışdır. Bunun
doğrusu (Müslimâna sû’i zan etmemeli)dir. Ya’nî, müslimân olduğunu
söyliyen ve küfre sebeb olan bir sözde ve işde bulunmıyan kimsenin bir sözünden
veyâ işinden hem îmânı olduğu, hem de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu
anlamalı, dinden çıkdı dememelidir. Fekat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri
kâfir yapmağa uğraşır veyâ harâmlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun
yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yâhud Allahü teâlânın emrlerinden
birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Müslimân
olduğunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir. Müslimânları
aldatan böyle iki yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]
Hak teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve
doksanbeşinci âyetinde Rics ya’nî pis buyurdu. O hâlde, müslimânların yanında,
kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mü’min sûresinin
ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu düşmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak
ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve
Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına,
sevgisine kavuşmakdan dahâ büyük ni’met olmaz.
Îmân ile küfr
birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir
araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı [ya’nî harâmları] terk etmek
lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeyler ile
berâber, mubâhları da, ya’nî günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp,
yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya’nî tenbel ve işsiz olarak
oturup da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her
dürlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zemânını, ibâdet ile ve müslimânların
râhatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan
ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklde yapmak ve
kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalışmakda
aramak ve bulmakdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi.
Dünyâyı, bu söylediğimiz şeklde terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr
edelim ki, bundan maksad, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak için, bütün
râhatı ve zevkleri fedâ etmekdir.]
İkincisi,
dünyâda harâm ve şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu kısm da,
hele bu zemânda, çok kıymetlidir.
O halde,
islâmiyyetin harâm etdiği şeylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır.
Yediyüzseksendokuzuncu [789] sahîfeye bakınız!
[Bunların harâm
olmasına ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, ya’nî Allahü teâlânın
yasak etmesine aldırış etmeyen veyâ bunları beğenen, ne güzel diyen (Kâfir)
olur. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacakdır. Allahü teâlânın harâm etmesine
ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan
ve sonra akllarını toparlayıp pişmân olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını gayb
etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık) denir ve (Günâhkâr)
denir. Bunlar, günâhları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de,
Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır.]
Allahü teâlânın
mubâh etdiği, ya’nî müsâ’ade etdiği şeyler pek çokdur. Bunlarda bulunan lezzet,
harâmda bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü teâlâ sever. Harâm
kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk
için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, harâm olan şeylerin
sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.
[Dünyâ, ednâ
kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir.
Birinci masdardan gelince, çok yakın demekdir. (Biz en yakın olan gökü,
çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı
yerde de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ (Denî, alçak şeyler
mel’ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ mel’ûndur) demekdir.
Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî,
harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen
dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak mala
hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, bütün mahlûkların ve
insanlığın üstünlükde ikincisi olan İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız
yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu.]
|