11
-
BİRİNCİ CİLD - 163.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Îmânın gitmesine sebeb olan şeyler
11 — İki cihân
se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed
aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve ahkâm-ı
islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmânın bulunmasına alâmet,
kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri
yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin
bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz.
Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü
teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok
merhametli olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düşmanları ile
cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki,
islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslâmiyyetin izzeti ve
şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren,
hurmet eden, müslimânları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. [Hak teâlâ, İmrân
sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve
pişmân olacaklarını beyân buyurarak meâli, (Ey benim sevgili Peygamberime
“sallallahü aleyhi ve sellem” inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp
da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrılırsanız,
kendilerine müslimân süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine
kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda ve âhıretde ziyân edersiniz)
olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.]
Allahü teâlâ,
kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanı
olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla
kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine “sallallahü aleyhi ve
sellem” düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini müslimân zan eder. Kelime-i
tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki,
bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden
götürür.
[Kâfirler,
ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği islâm dînini
beğenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler,
müslimânlarla ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslimânları
aşağı görüyorlar. Müslimânlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve
içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, müslimânlığa gericilik,
îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. (Mürted)
demek, müslimân evlâdı oldukları hâlde, müslimânlıkdan haberleri
olmadığından ve hiç bir din âliminin kitâbını okumadıklarından ve
anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyâlığa kavuşmak için ve
akıntıya kapılmış olmak için, müslimânlığı beğenmiyenler, terakkîye mâni’dir
diyenlerdir.
Bunlardan
ba’zısı, temiz yavruları aldatmak için (İslâmiyyetde herşey “miş” ile bitiyor.
Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya
dayanmıyor. Diğer ilmler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmakdadır)
diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir
islâm kitâbı okumamışlar. İslâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birşeyler
tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, hayâllere
tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç yehûdînin ortaya çıkardığı, heykellere,
taşlara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed
aleyhisselâma tâbi’ olmakda, haber verdiği, mi’râc gecesinde görüp konuşduğu ve
hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleşdiği bir Allaha ibâdet
etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri ilmler, fenler,
vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şu’besi, dallarıdır. Meselâ bugün
liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitâbları, ilk
sahîfelerinde, (Dersimizin esâsı, müşâhede [gözetleme], tedkîk [inceleme] ve
tecribedir) diyor. Ya’nî fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü
de, islâmiyyetin emr etdiği şeylerdir. Ya’nî, dînimiz, fen bilgilerini emr
etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî’atı, ya’nî mahlûkâtı, canlı ve
cansız varlıkları görmek, incelemek emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”,
birgün Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: (Yemene
gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka dürlü aşıladıklarını ve dahâ iyi
hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz
gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, dahâ iyi ve dahâ
bol mu elde edelim?) dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara
şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl “aleyhisselâm” gelince, ona sorar,
anlar, size bildiririm. Veyâ, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu
bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve (Tecribe edin! Bir kısm ağaçları,
babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile
aşılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!)
buyurdu. Ya’nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmeği emr buyurdu.
Kendisi melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette doğar idi. Fekat, dünyânın
her tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne
güvenmelerini işâret buyurdu. Hurma ağaçlarını aşılama kıssası (Kimyâ-i
se’âdet)de ve (Ma’rifetnâme)nin yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır.
İslâmiyyet, bütün fen kollarında, ilm ve ahlâk üzerinde, her çeşid çalışmağı
ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitâblarda
yazılıdır. Hattâ, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta
yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân zarar görürse, o şehrin idârecilerini,
âmirlerini, islâmiyyet mes’ûl tutmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Oğullarınıza
yüzmek ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel
eğlencedir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, harb için lâzım olan her çeşid
bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emr etmekdedir.
Bunun içindir ki, bugün, bir islâm milletinin, atom bombası, sun’î peyk yaparak
müslimânlığı dünyâya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günâh olur.
Müslimânların
bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık
bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek
sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubâhdır. İslâm bilgileri, başlıca iki büyük
kısma ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri)
de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, (Edille-i şer’ıyye)
denilen dört kaynakdan meydâna çıkarmışdır. Din bilgileri de ikiye ayrılır:
Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere (Fıkh bilgileri) veyâ
(Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma’rifet)
denir. Ahkâm-ı islâmiyye, mürşidlerden ve fıkh kitâblarından öğrenilir.
Ma’rifet, kalblere, mürşidlerin kalblerinden akar, gelir.
İslâm
bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i akliyye)dir. Canlıları öğretene
(Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denir.
Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine
(Ulûm-i tabî’ıyye) demişlerdir. Ulûm-i akliyye, matematik, mantık ve tecribî
bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akl ile incelenerek, tecribe
ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve
onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar,
zemânla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, (Tekmîl-i sınâ’ât, telâhuk-ı
efkâr iledir) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı (San’atın, fennin, tekniğin
ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur) demekdir.
Nakl yolu ile
edinilen bilgiler, ya’nî din bilgileri çok yüksekdir. Aklın, insan dimâgı
gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zemânda, kimse tarafından
değişdirilemez. Dinde reform olmaz sözünün ma’nâsı da budur. Akl ile elde edilen
bilgileri, islâmiyyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakl bilgileri
ile birlikde öğrenilmesini ve sonuçlarının ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara
fâideli olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr
etmişdir. Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır. Pusula
687 [m. 1288] de keşf edildi. İğneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762 [m.
1361] de keşf edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. İslâmiyyet, islâma karşı
olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilm şekline sokdukları, ders, vazîfe
adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, islâmiyyete yapılan
iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakda, zararlı, kötü
propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini
istemekdedir.
İslâmiyyet,
fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecribeyi emr eden bir dindir.
Müslimânlar, fenni sever, fen adamının tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım
diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]
Kâfirler
ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder. Veyâhud, müslimânları, kendi
uydurdukları yola sokarlar.
[Nitekim
masonların [m. 1900] senesi ictimâ’ına âid zabtların yüzikinci sahîfesinde
(Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asl maksadımız, dinleri
yok etmekdir) yazılıdır.
Bunlar,
kitâblarında ve konuşmalarında, düşmanlıklarını açıkca ve hayâsızca
bildiriyorlar. İlmden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler
söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî’at kuvvetleri karşısında
âciz, zevallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere
tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom
asrındayız. Tabî’ate hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabî’at kuvvetleri
hâricinde birşey yokdur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu
şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecribe edilmiyen şeylere inanılır
mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden de haberleri olmadığını
gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller, kendilerini akllı, bilgili,
eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asrda gönderilen
dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur’ân-ı
kerîmin birçok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb
verilmekdedir. Meselâ Mü’minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden sonra,
(Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yaratdığımız
insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz.
İbâdet edilecek, Ondan başkası yokdur. Onun azâbından korkunuz! dedik.
Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünyâ
ni’metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip
içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâc olan birine inanırsanız, aldanmış,
ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak
oldukdan sonra, tekrâr dirilerek kabrden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur
mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ
böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler)
meâlindeki âyet-i kerîmeleri gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini,
ahlâkını yıkmak için, mekteblerde öğretmenler ve askerlikde de subaylar,
çocuklara, kızlara, askerlere, Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir,
verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın
vermiyor. O hâlde yokdur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır.
Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle
hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir diyorlar.
Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edeb
ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zevallı yavruları aldatıp, kendi alçak
istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti,
Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi’
olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi’ olur. İmâm-ı
Gazâlî buyuruyor ki, (İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların his uzvları,
hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda,
onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde
akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp,
pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük olduğunu söylüyor). Bu
kâfirler acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyâdan dahâ büyük olur mu
diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla
inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünyâ işlerinde, hislerine değil, akllarına
uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız
diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da,
insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar? İslâmiyyet, insanların tekrâr
yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyâmetde hesâblaşdıkdan
sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayât va’d ederek,
hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm
kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve
ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu,
ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine
dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek
yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır
diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri, dahâ
inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin
ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki
yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan başka ne olabilir?
Rusyada bir
komünist mu’allim, ders arasında, (Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz.
O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünki, bu dağları da görüyoruz. Yok
olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir.
İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir
yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır.
Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir) der. Bir türkmen
çocuğu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi söylüyorsun? Sende akl olduğuna
inanmak, bunları akl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünki,
aklın olsaydı, görürdük) der. Mu’allim, bu haklı söze cevâb veremeyip,
mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden
dışarı atar. Çocuk bir dahâ hiçbir yerde görülememişdir.
Bugün,
dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya’nî
hıristiyân ve yehûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü
teâlâdan getirdiği kitâba ve öldükden sonra dirilmeğe, âhıretdeki sonsuz hayâta
inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.
İkincisi, (Kitâbsız
kâfirler) ya’nî (Müşrik)ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna
inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba’zı mahlûklarda
(ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı,
kanûn ile, devlet baskısı ile, zulm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni
öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı
sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Ma’neviyyâtdan, din bilgilerinden
mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca
insanı aldatıyor, din câhili yetişdiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyyetden,
fenden, insan haklarından bahs edip, bir tarafdan da, insanları
hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor.
Avrupa ve
Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Hıristiyanların ve yehûdîlerin bir
kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papas
idi. İngilterenin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas idi.
Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papas olup, fizik ve geometri kanûnları keşf
ederken, din kitâbları yazmışdı. Fransanın en büyük başvekîli olup, memleketine
Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papas olup, ruhbân sınıfında
ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâ’iri Şiller de, papas idi.
Bugün, bütün dünyâca büyük felesof tanınan, Fransız fikr adamı Bergson,
kitâblarında, maddîcilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfe’a etmişdir.
(Madde ve hâfıza) ve (Din ve ahlâkın iki kaynağı) ve (Şu’ûrun
vergileri) kitâblarını okuyanlar dîne, kıyâmete seve seve inanır.
Amerikanın
büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş, (Dînî tecribeler)
ve diğer kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. Bulaşıcı hastalıklar,
mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur,
cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. Nihâyet, ikinci
cihân harbinde dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile İngiliz
başvekîli Çörçil, dindâr idi. İsmini hâtırlayamadığımız dahâ nice fen ve siyâset
adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların,
bütün bunlardan dahâ akllı olduğunu kim iddi’â edebilir? Bunlar, islâm
kitâblarını görüp okumuş olsalardı, iyi müslimân olurlardı. Fekat papasları
islâm kitâblarını okumağı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç
saymışlardı. İnsanların dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmalarına mâni’
olmuşlardı. İkinci kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!
İmâm-ı Alî
“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Müslimânlar, âhırete inanıyor. Kitâbsız kâfirler,
inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz,
müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb
çekeceklerdir). İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekde, inanmıyanların
hücûmlarına akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir. Müslimânlar, sözlerini isbât
etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir
ihtimâl bile olsa, bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir
ihtimâl değil, meydânda olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.
İslâm dînini
bilmiyenlerin ba’zısı ise, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak
bozamıyacaklarını, islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıkdığını
görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlığı beğenici
ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında
müslimânlığın esâs ve temel mes’elelerini, sanki müslimânlık değilmiş gibi ele
alıp kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan soğutmağa ve ayırmağa
çalışıyorlar. Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını ve
şekllerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu
diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden,
fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî
fâidelere âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek,
insanlar için kusûr ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak
bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan
müslimânlar ise, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ ahmakdır. Böyle sinsi
kâfirlerden, câhillerden bir kısmı da (Evet islâmiyyet iyi ahlâkı, sıhhatli
olmağı, çalışmağı emr etmekde, kötülükleri yasaklamakda, insanları
olgunlaşdırmakdadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fekat, islâmiyyetde sosyal
hükmler, âile ve cem’ıyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın şartlarına
göre konmuşdur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyâclar artmışdır.
Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar
lâzımdır. Kur’ânın hükmleri bu ihtiyâcları karşılayamaz) diyorlar. Böyle sözler,
islâm hukûkunu bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve
yersiz düşünüşleridir. İslâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine
karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı
haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar
üzerinde, temel hükmler kurmuşdur. Bu değişmez hükmlerin, hâdiselere, vak’alara
tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emr etmişdir.
(Mecelle)nin 36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-ül-hükkâm)
şerhinde diyor ki, (Zemânın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan ahkâm
değişebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla değişmez. Hükm-i küllî
değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla değişebilir. İbâdetlerde, Nass
ile bildirilmiş olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler delîl
olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve müctehidlerin
kullanmış olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu’âmelâtdaki hükmler için, bir
beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur. Bunları, fıkh âlimleri
anlıyabilir). Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde, her yeniliği ve buluşu
karşılayacak şeklde kurmuşdur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtda değil,
ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş,
başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımışdır. Hazret-i Ömer
ve Emevîler zemânında ve koca Osmânlı imperatorluğunda, kıt’alara yayılan
çeşidli milletler toplulukları, bu ilâhî hükmlerle idâre edilerek, başarıları,
şânları, târîhlere ün salmışdır. Gelecek zemânlarda, büyük, küçük her millet de,
islâmiyyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları
uygulayacağı kadar, râhata, huzûra, se’âdete kavuşacakdır. İslâmiyyetin
bildirdiği sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler,
sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle
olduğunu târîh yazmakdadır. Gelecekde de, elbette böyle olacakdır. Târîh,
tekerrürden ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve berâberliğe çok ehemmiyyet
vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din
bilgilerini iyi öğrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara
karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı
ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya’nî anarşi çıkarmamalı,
vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor. Müslimânın birinci
vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere,
anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmakdan, Allahü teâlâya karşı da
günâh işlemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi,
şahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetişdirecek, sıhhatli, edebli, iyi
huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk öğrenecek, halâl lokma
kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir.
Zevcesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacakdır.
Üçüncü vazîfesi, cem’ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komşularına, hocalarına,
talebesine, âilesine, emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün vatandaşlara,
dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli
ile, dili ile kimseyi incitmemesi, kimseye zarar vermemesi, hiyânet etmemesi,
herkese fâideli olması, devlete, hükûmete, kanûnlara karşı, hiç ısyân etmemesi,
herkesin hakkını, vergilerini hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ, hükûmet,
devlet işlerine karışmayı emr etmedi. Hükûmete yardım etmeği, fitne çıkarmamağı
emr etdi.]
O hâlde
müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ
îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve
islâmiyyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun,
hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak,
kâfirlerden cizye almağı, ya’nî vergi vermelerini emr buyurmuşdur. Bundan maksad,
onları tahkîrdir. Bu hakâret, o derece te’sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan,
kıymetli elbise giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yaşarlar. Cizyenin
gâyesi, kâfirlerin hakâret ve rüsvâlığıdır. Müslimânlığın izzet ve şerefini
göstermekdir. Zimmî, müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân
bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve
herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir.
Ancak, zarûret
ve ihtiyâc îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevişmek
olmamalı ve zarûret bitince, sona ermelidir.
|