İşte budur, miftâh-ı genc-i kadîm;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
(Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbını yazmağa E’ûzü ve Besmele okuyarak başlıyorum. E’ûzü okumak, (E’ûzü
billâhi mineşşeytânirracîm) demekdir. Besmele okumak, (Bismillâhirrahmânirrahîm)
demekdir. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur
ve Kur’ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir). Bunun için, bu kitâba bu ikisini
okuyarak başlanmasını, okuyucularımdan istirhâm ederim. Böylece kitâbı, bu iki
zînet ile süslemiş ve bu iki hazînede, dostlar için toplanmış olan fâidelere
kavuşmuş olursunuz! Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E’ûzü’ye yapışmakda,
Ondan korkanlar da, E’ûzü’ye sarılmakdadır. Günâhı çok olanlar E’ûzü’ye
sığınmışdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksanyedinci âyetinde meâlen,
Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ân-ı kerîm okuyacağın zemân
E’ûzü... söyle) buyurmuşdur. Bu emr, (Allahın rahmetinden uzak olan ve
gazabına uğrayarak dünyâda ve âhiretde helâk olan şeytândan, Allahü teâlâya
sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim de!) demekdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ,
çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için sened
yazdırır). Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” diyor ki, (Cehennemde azâb
yapan ondokuz melekden kurtulmak istiyen, Besmele okusun! Besmele, ondokuz
harfdir). Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdeme “aleyhisselâm” ilk
gelen, Besmeledir. Mü’minler, Besmele yardımı ile, Sırâtdan geçer. Cennet
da’vetiyyesinin imzâsı Besmeledir.
Besmelenin ma’nâsı: (Her var olana, onu
yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkda durdurmakla, yok olmakdan korumakla iyilik
etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile, bu kitâbı yazabiliyorum. Ârifler, Onu
ilah olarak tanıdı. Âlemler, Onun merhameti ile rızk buldu. Günâh işliyenler,
Onun rahmeti ile Cehennemden kurtuldu) demekdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîme
bu üç ismi ile başladı. Çünki, insanın üç hâli vardır. Dünyâ, kabr ve âhiret
hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaşdırır.
Kabrde ona acır, âhiretde günâhlarını afv eder.
Elhamdülillah! Herhangi bir kimse, herhangi
bir zemânda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden
dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve senâların, medhlerin hepsi,
Allahü teâlânın hakkıdır. Hamd, bütün ni’metleri Allahü teâlânın yaratdığına ve
gönderdiğine inanmak ve söylemek demekdir. Şükr, bütün ni’metleri islâmiyyete
uygun olarak kullanmak demekdir. Ni’met, fâideli şey demekdir. Ni’metler, Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, meşhûr olan
dört mezhebin âlimleridir. Herşeyi yaratan, terbiye eden, yetişdiren, her
iyiliği yapdıran, gönderen hep Odur. Kuvvet ve kudret sâhibi yalnız Odur. O
hâtırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmağı irâde, arzû edemez. Kulun
irâdesinden sonra, O da istemedikce, kuvvet ve fırsat vermedikce, hiçbir kimse,
hiçbir kimseye, zerre kadar, iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği herşeyi,
O da irâde ederse, dilerse yaratır. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük
yapmağı, çeşidli sebeblerle hâtırlatmakdadır. Merhamet etdiği kulları kötülük
yapmak irâde edince, O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde etdikleri
zemân, O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydâna gelir.
Gazab etdiği düşmanlarının kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder ve
yaratır. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep
fenâlık hâsıl olur. Demek oluyor ki, insanlar, bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin
elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan
(İrâde-i cüz’iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını istiyen, sevâb,
kötülük yaratılmasını istiyen, günâh kazanır. Allahü teâlâ, insanların istekli
işlerini onların irâdeleri ile yaratmasını ezelde dilemişdir. İşlerin insan
irâdesi ile yaratılması, ezeldeki ilâhî irâde ile yaratılması demekdir.
Bütün düâlar, iyilikler, Onun Peygamberi ve
en sevdiği kulu, insanların her bakımdan en güzeli, en üstünü olan Muhammed
Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Ehl-i beytine ve Eshâbına
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bunları sevenlere ve izlerinde gidenlere
olsun!
Orta mektebde okurken, mekteblerden Kur’ân-ı
kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve
islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu.
Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma
saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında
bocaladım. Küçük aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün
bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor,
bunları fedâ edemiyordum. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz
kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak,
ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. (Yâ Rabbî! Sana
inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek
istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü
teâlâ, bu ma’sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi,
ilm deryâsı Abdülhakîm efendi, önce rü’yâda, sonra câmi’de karşıma çıkdı. Beni,
cezb etdi. Talebe iken, Bâyezîd câmi’i şerîfinde va’zlarına gitdim. İslâmiyyetin
dünyâ ve âhıret se’âdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük
sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm.
Onların ilm diye söyledikleri ba’zı şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça
düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım.
Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu
küçük kitâbın, gazete ve mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları
asılmamış, köşedeki bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân
ecdâdının nûrlu ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile
dâimâ kalbi yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az
zemânda kapışdı.
Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş
arslanlar gibi döğüşerek, istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin
temiz çocukları, bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek,
istiklâlleri gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor.
Hakka, hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.
Târîh gösteriyor ki, yalnız kendi
râhatlarını, keyflerini düşünen krallar, diktatörler, islâm dîninin, kendi
zulmlerini, kötülüklerini meydâna çıkardığını görerek, cinâyetlerini,
hıyânetlerini gizliyebilmek ve yalanlarına herkesi inandırabilmek için,
islâmiyyete saldırmışlardır. Zâlim düşman kumandanları, müte’assıb haçlı
orduları, her zemân, karşılarında müslimân türk kahramanlarını bulmuşlar,
ecdâdımızın îmân dolu göğüslerini aşamamış, silâhlarını, ölülerini bırakarak hep
kaçmışlardır.
Târîh yine gösteriyor ki, islâmiyyet, her
zemân dahâ üstün, dahâ yeni ve dahâ fennî harb vâsıtalarının ve medenî
cihâzların yapılmasına ve dahâ akllı, dahâ kahraman milletlerin yetişmesine
sebeb olmuş; dinsizler, ilmde, fende, silâhda ve şecâ’atde dâimâ geri
kalmışlardır. Hattâ, bir islâm ordusu, her cihetden adâlete bağlılığı nisbetinde
gâlib geldiği hâlde, aynı orduda adâletden uzaklaşıldıkca, başarının azaldığı
görülmüşdür. İslâm devletlerinin, kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de
hep, adâlete bağlılıkları nisbetinde olmuşdur.
Dinsiz diktatörler, ellerini kana boyayıp,
memleketlere hâkim olmuş, zulm, fesâd ile insanları inleterek ve hayvan gibi
çalışdırarak, ağır harb sanâyı’i, büyük fabrikalar, üstün silâhlar yapmış,
dünyâyı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve târîh boyunca, la’netle
anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan tuzakları, sabâh rüzgârı gibi
ferâhlatıcı, hafîf bir kuvvetle uçmuş, insanlığa yarar birşey bırakmamışlardır.
Şimdi de, dinsiz bir temele dayanan devletler, ne kadar büyük ve kuvvetli
görünseler de, elbette yıkılacak, zulm pâyidâr olamayacakdır. Böyle kâfirler,
bir ânda parlıyan kibrite benzer ki, etrâfındaki saman, talaş gibi hafîf şeyleri
tutuşdurur, eli yakar, evleri harâb edebilir. Kendi ise, hemen söner, biter.
Adâlete dayanan milletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör,
birşeyi yakmaz, odaları ısıtarak, insanlara râhatlık verir. Sıcaklığı aşırı,
zararlı değildir. Fekat harâret, enerji kaynağına mâlikdir. İslâmiyyet de, böyle
fâideli bir enerji kaynağı olup, kendisine bağlanan ferdleri, âileleri ve
cem’iyyetleri besler, kuvvetlendirir.
Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, ni’metleri,
o kadar çokdur ki, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyâda râhat,
huzûr içinde, kardeşce yaşamaları, âhiretde de, sonsuz se’âdete, bitmez,
tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve
sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine, melek vâsıtası ile
bildirmiş, bunları bildiren bir çok kitâb da göndermişdir. Bu kitâblardan,
yalnız Kur’ân-ı kerîm bozulmamış, diğerlerinin hepsi, kötü kimseler tarafından
değişdirilmişdir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir
kimse, bilerek veyâ bilmeyerek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâma, ya’nî emr ve
yasaklara uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Bu, fâideli bir
ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz,
îmânsız çok kimsenin ve müslimân olmıyan, hattâ islâm düşmanı olan ba’zı
milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, râhat, huzûr içinde yaşamaları,
inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur’ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak
çalışdıkları içindir. Müslimân olduklarını söyliyen, âdet olarak ibâdetleri
yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de,
Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Kur’ân-ı
kerîme uyarak âhıretde sonsuz se’âdete kavuşabilmek için ise, önce buna îmân
etmek, inanmak ve bilerek, niyyet ederek uymak lâzımdır.
İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı
olanlar, asrlar boyunca yapdıkları kanlı ve acı tecribelerle anladılar ki,
îmânını yıkmadıkça, müslimân milleti yıkmağa, imkân yokdur. Hakîkatde her
ilerlemenin ve yükselmenin hâmîsi ve teşvîkcisi olan islâmiyyeti, ilmin, fennin
ve yeğitliğin düşmanı gibi göstermeğe yeltendiler. Genç nesllerin, bilgisiz,
dinsiz kalmasını, onları ma’nevî cebheden vurmağı hedef edindiler. Bu yolda
milyonlar dökdüler. İlm ve îmân silâhları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış
olan ba’zı câhiller, kâfirlerin bu hücûmları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir
kısmı, ismlerini siper edinip, müslimân görünerek, fen adamı, kalem sâhibi ve
din âlimi, hattâ müslimânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını
çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde, îmânsızlığı moda şeklinde
gösterdiler. Dîni, îmânı olanlara softa, gerici denildi. Din bilgilerine,
islâmın kıymetli kitâblarına, irticâ’, gericilik ve te’assub diyenler oldu.
Kendilerinde bulunan ahlâksızlık ve şerefsizlikleri, müslimânlara, islâm
büyüklerine atf ve isnâd ederek, o temiz insanları kötülemeğe, evlâdları
babalarından soğutmağa uğraşdılar. Târîhimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli
sahîfelerini karartmağa, temiz yazılarını lekelemeğe, vak’a ve vesîkaları
değişdirmeğe kalkışdılar. Böylece, gençleri dinden, îmândan ayırmağa,
islâmiyyeti ve müslimânları yok etmeğe çalışdılar. İlmi, fenni, güzel ahlâkı,
fazîleti ve yeğitliği ile dünyâya şân ve şeref saçan, ecdâdımızın sevgisini genç
kalblere yerleşdiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin kemâlâtından,
ululuğundan mahrûm ve habersiz bırakmak için, kalblere, rûhlara ve vicdânlara
hücûm etdiler. Hâlbuki, anlıyamıyorlardı ki, islâmiyyetden uzaklaşdıkca,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrıldıkca, ahlâk bozulduğu
gibi, her vâsıtayı yapmakda ve her asrın îcâb etdirdiği yeni bilgilerde,
üstünlüğü gayb ediyor, ecdâdımızın askerlikdeki, fen ve san’atdaki başarılarını
gösteremiyor, hattâ geri kalmağa başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, böylece, bir
tarafdan ilmde, fende geri kalmamıza çalışıyor, diğer tarafdan da, islâmiyyet
geriliğe sebeb oluyor. Garb sanâyı’ine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi
kaldırmamız, şark dîninden, çöl kanûnlarından kurtulmamız lâzımdır, diyorlardı.
Bu sûretle maddî ve ma’nevî kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize,
dışardaki düşmanların, asrlarca yapmak istedikleri, fekat yapamadıkları kötülüğü
yapdılar.
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak
kadar çok ni’met, iyilik vermişdir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak
da, Resûller ve Nebîler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndererek, islâmiyyeti,
se’âdet-i ebediyye yolunu göstermişdir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde
meâlen, (Ni’metlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, ya’nî emr etdiğim
gibi kullanırsanız, onları artdırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları
beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim) buyurmuşdur. Bir asrdan
beri islâmiyyetin garîb olması ve son zemânlarda büsbütün uzaklaşarak, dünyânın
küfr ve irtidâd karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni’metlerinin kıymetlerini
bilmeyip, onlara şükr etmemenin arka çevirmenin netîcesidir.
Allahü teâlâ, sevdiklerini hayrlı işlere
vâsıta kıldığı gibi, kendisine inanmıyanları, düşmanlık edenleri de, fenâ
yerlerde çalışdırmakdadır.
İslâm ni’metlerinin elden çıkmasına sebeb
olanlar iki kısmdır:
Birincileri, küfrlerini, düşmanlıklarını
açıklayan kâfirler olup, bunlar bütün silâhlı kuvvetleri ile, bütün propaganda
vâsıtaları ve siyâsî oyunları ile, islâmiyyeti yıkmağa uğraşıyorlar. Müslimânlar,
bunları biliyor ve onlardan üstün olmağa çalışıyor.
İkinci kısm kâfirler, kendilerine müslimân
ismini ve süsünü verip, din adamı tanıtdırıp, müslimânlığı, kendi aklları ile,
keyflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslimânlık ismi
altında, yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanları ile,
sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakcı yazılar ile, müslimânları aldatmağa
çalışıyorlar. Müslimânların çoğu bu düşmanları, ba’zı sözlerinden ve islâmiyyeti
yıkıcı davranışlarından seziyor ise de, çok kurnaz idâre edildikleri için,
birçok sözleri revâc bulup, müslimânlar arasında yerleşiyor. Müslimânlık dîni,
yavaş yavaş bozularak, bu kâfirlerin istedikleri, plânladıkları şekle dönüyor.
Ba’zıları da: (Bu asrda yaşıyabilmemiz için,
milletce, topluca garblılaşmalıyız) diyor. Bu sözün iki ma’nâsı vardır:
Birincisi, garblıların fende, tecribede, san’atda, i’mâr ve terfîh vâsıtalarında
bulduklarını öğrenmek, yapmak, bunlardan istifâdeye çalışmakdır ki, bunu
islâmiyyet de, zâten emr etmekdedir. Fen bilgilerini öğrenmenin farz-ı kifâye
olduğu, kitâbımın çeşidli yerlerinde, vesîkaları ile bildirilmişdir. Resûl-i
ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde: (Hikmet [ya’nî
fen ve san’at], mü’minin gayb etdiği malıdır. Nerede bulursa alsın!)
buyurdu. Fekat bu, garba uymak değil, ilmi, fenni onlarda bile arayıp almak ve
onların üstünde olmağa çalışmakdır. İkinci ma’nâda garblılaşmak ise, ecdâdımızın
doğru ve mukaddes yolunu bırakıp, garbın bütün an’anesini, âdetlerini,
ahlâksızlıklarını, pisliklerini ve hepsinden dahâ acı, dahâ şaşkın olarak,
dinsizliklerini ve putlarını alıp, câmi’leri kilise ve eski san’at eseri şekline
sokmak, müslimânlığa şark dîni, gerilik dîni, Kur’ân-ı kerîme çöl kanûnu, puta
tapmağa, ibâdete müzik karışdırmağa garb dîni, modern ve medenî din demek ve
islâmiyyeti bırakıp, hıristiyanlığa, mûsikî âletleri ile ibâdete dönmeğe,
(Dinde reform) ismini vermekdir.
Herkes şunu iyi bilsin ki, bu milletin
damarlarında dolaşan asîl kan, ne bugün, ne de, onların ümmîd ile bekledikleri
günlerde, bu ma’nâda aslâ garblılaşmayacak ve dinsiz olmayacakdır. Ecdâdının
mukaddesâtını ayaklar altında çiğnetmiyecekdir!
İslâmiyyeti yıkmağa çalışan diğer bir kuvvet
de, din bilgisi vermek için, din düşmanlarını (gûyâ) susdurmak için yazılan
mecmû’alar ve kitâblardır. Îmândan ve islâmdan haberi olmıyan, tesavvufun
hakîkatine, rûhuna, inceliklerine ermemiş olan din câhilleri, dünyâ işlerinde
söz sâhibi olunca, kendilerini din âlimi görüyor ve müslimânlık sandıkları bozuk
düşüncelerini yaymak için veyâ yalnız para kazanmak için, din kitâbları
yazıyorlar. Bu kitâblarında, din büyüklerinin sözlerini anlamadıkları, birçok
bilgileri yanlış ve ters yazdıkları, acı acı görülüyor. Ba’zı memleketlerde
türeyen mezhebsizleri, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak tanıtıyorlar.
Bunların câhil kafaları ile, sapık düşünceleri ile yazdıkları yıkıcı ve bölücü
kitâblarını terceme ederek, din bilgisi diye gençliğin önüne sürüyorlar.
Bunların zararlarını, bozuk olduklarını ortaya koyan, yüzkaralarını meydâna
çıkaran, böylece kazançlarına, milleti sömürmelerine mâni’ olan kitâblarımın
basılmasına, yayılmasına mâni’ olmak için bu fakîre câhilce, ahmakca iftirâ
ediyorlar. Dünyâ çıkarları için dinlerini satan münâfıklardan bir kısmının, dahâ
da aşırı giderek, tarîkatçılık yapıyor gibi yalanları yaydıklarını, böylece beni
kanûna karşı suçlu duruma düşürerek, kitâblarımın yasaklatılmasına
uğraşdıklarını işitdim. Hâlbuki, hiçbir kitâbımda böyle birşey yazılı değildir.
Kitâbımda tarîkatler üzerinde bilgiler varsa da, bunlar, eski asrlarda yaşamış
olan, tesavvuf âlimlerinin yazmış oldukları kitâblardan terceme edilmişdir. Ben
de, bunları okuyup anlamağa çalışmakdayım. Bir tarîkat ile ve bir şeyh ile
hiçbir ilgim olmamışdır ve yokdur.
Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne
olduğunu ve islâmiyyetin yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun
islâm ilmlerinde ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve
islâm dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan,
şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin
kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete
ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını, zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın
her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf
kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî
menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç saymakdadır.
Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların din hırsızları
olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir. Kitâblarımda ve
konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması lâzımdır. Fitne çıkarmak
harâmdır) diyorum. Böyle söyliyen kimse, kanûna uymıyan iş yapar mı?
Hasedcilerimin, beni kendileri gibi münâfık zan etdikleri anlaşılıyor. Çok
yanılıyorlar! Münâfık kelimesini, burada kâfir ma’nâsına kullanmıyorum. Dışı
içine uymıyan, iki yüzlü demek istiyorum. Söz ile olan bu nifâkın küfr olmadığı,
harâm olduğu, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır. Bu zevallılar,
bilerek veyâ bilmiyerek, islâm düşmanlarının ekmeklerine yağ sürüyor ve
islâmiyyete, onlardan dahâ çok zararlı oluyorlar. Çünki, bunların kitâblarını ve
dergilerini okuyan sâf müslimânlar ve hele asîl ve kahramân ecdâdının mukaddes
dînini öğrenmeğe susamış olan temiz gençler, bunların yaldızlı kelimelerle
övdükleri sapıkları, din âlimi sanıp, bozuk ve yanlış yazılarına din ve îmân
diye sarılıyor. Böyle, para kazanmak, mevkı’, etiket ele geçirmek için, kısacası
dünyâlığa kavuşmak için, mukaddes dînimizi âlet eden câhillere (Ulemâ-i sû’),
ya’nî (Yobaz) denir. Bu din yobazları ve fen adamı olarak ortaya
çıkıp, fen bilgilerini değişdirerek ve kendi hâin düşüncelerini fen bilgisi imiş
gibi söyliyerek, islâmiyyeti yıkmağa çalışan (Fen yobazları) ya’nî
(Zındık)lar, bu millete çok zarar verdiler. Kardeşi kardeşe düşman yapdılar.
İç harblere sebeb oldular. Hâlbuki, islâm dîni, birleşmeği, sevişmeği,
yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi
çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr
etmekdedir. İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek,
dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını
korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr
bırakmışdır. Sonra gelen âlimler, bu kitâblara açıklamalar yapmış, bunlara
(hocamızın tarîkati) denilerek çeşidli tarîkatlar meydâna gelmişdir. Ehl-i
sünnet düşmanları, bid’at sâhiblerinin kitâblarına da bu mübârek ismleri
koymuşlardır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği
ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve
şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve
bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine
onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup
öğrenmeliyiz. İngiliz câsûslarının tuzaklarına düşmüş olan, satılmış hâinlerin
kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, aynı ismi taşıyan kitâbları
okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok dikkat
etmeliyiz!
Şunu da bildireyim ki, hadîs-i şerîfler ve
islâm âlimlerinin açıklamaları, din adamlarının siyâsete karışmalarını şiddetle
men’ etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu
yasağa titizlikle uymuşlardır. Müslimânlar, dîni siyâsete âlet etmez. Bunun için
ben, hiçbir zemân siyâsete karışmadım. Hiçbir yazımda, şu veyâ bu devlet
şeklinin savunuculuğunu yapmadım. Ba’zı kimselerin, böyle davranışımı
beğenmediklerini, bu yüzden de kitâblarıma bozukdur diyerek, vatandaşların
okuyup öğrenmelerine mâni’ olduklarını, (neresi bozukdur?) diyenlere karşı, bir
cevâb veremiyerek, şaşırıp kaldıklarını işitiyorum. Hased edenler, satılmış
olanlar, her zemân Ehl-i sünnet kitâblarına saldırdı. Sonunda rezîl oldular.
Bana iftirâ edenlerin gafletden uyanmaları, hidâyete kavuşmaları için (Yüz
karası) kitâbını hâzırladım. 1970 de basıldı.
Otuz madde ve altmış sahîfe olan (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbımı okuyanların teşvîki ile, ikinci kısmını da, üç yüz sahîfe
olarak hâzırladım. Bu da, (m. 1957) de basdırıldı. Bu iki kitâb, temiz gençlikde,
islâmiyyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, süâl yağmuru altında
kaldım. Bu çeşidli soruları cevâblandırmak için, mu’teber kitâblardan terceme
ederek yapdığım açıklamalar ve ilâvelerle, birinci kısmın otuz maddesine yetmiş
madde dahâ ekliyerek ikinci baskısı meydâna geldi ve dörtyüz sahîfe oldu.
Nihâyet Allahü teâlâ, ihsân ederek, yıpratıcı çalışmakla, üçüncü kısmın
hâzırlanması da müyesser oldu ve 1379 [m. 1960] da basıldı.
Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde,
yalnız İslâm âlimlerinin, aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve
onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin,
asîl gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret
se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı
olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de bir
araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile,
kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye de
terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi
tarafından beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir
bilgi ve fikr yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük,
mubârek zâtların yazıları olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk
aldıklarını ve bölücülere, kitâblarıma saldıran, iftirâ eden mezhebsizlere
aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu,
sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb düâlarına kavuşacağımı düşünerek
seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet günü için, biricik sermâyem biliyorum.
(Se’âdet-i Ebediyye)
ya’nî (Tâm ilmihâl) kitâbımdaki fıkh bilgileri, hanefî mezhebine göre
yazılmışdır. Bu bilgilerin çoğu, Muhammed Emîn ibni Âbidînin (Redd-ül-muhtâr)
kitâbının 1272 [m. 1856] senesinde Mısrda Bulak matba’asında beş cild olarak
yapılan baskısından terceme edilmiş, sahîfe numaraları bu baskıya göre
bildirilmişdir. Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi olan (Redd-ül-muhtâr)ın
çoğunu muhterem Ahmed Davudoğlu türkçeye terceme etmiş, Şâmil kitâbevi
tarafından 1982-1986 arasında onyedi cild olarak basdırılmışdır. Kitâblarımızda
âyet-i kerîmelerin tercemeleri değil, tefsîrleri ve meâlleri yazılmışdır.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ma’nâlara (Tefsîr)
denir. Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş
ma’nâlarından, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) ve bu
ma’nâya meâl denir. Âyet-i kerîmeyi başka lisâna nakl edince, tercemesi denir.
Âyet-i kerîmeler kısa ve tam terceme edilemez. İslâm âlimleri, âyet-i
kerîmelerin tercemelerini değil, uzun tefsîr ve te’vîllerini bildirmişlerdir.
Kitâbıma, ençok (Tefsîr-i Mazherî ) ve (Tefsîr-i Hüseynî)deki
açıklamalardan aldım. Âyet-i kerîmelerin sıra numaralarını hâfız Osmânın
“rahmetullahi aleyh” yazdığı Kur’ân-ı kerîme göre koydum.
Bu (Tam ilmihâl)i okuyanlar,
dedelerinin dînini şu’ûrlu olarak öğrenip, bölücülerin iftirâlarına aldanmıyacak,
câhillerin, münâfıkların ve tarîkatcı ismi altında gençliği zehrliyenlerin,
maddî ve ma’nevî soygunculuğundan kurtulacaklardır. Hak yolda birleşecekler,
sevgili kardeşler olacaklardır.
Müslimân, iyi insan, aklı başında kimse
demekdir. Hakîkî müslimân, Allahü teâlânın emrlerine itâat eder. Allahü teâlânın
emrlerine uymamak günâh olur. Kul haklarını, devlete olan borçlarını öder.
Devletin kanûnlarına karşı gelmez. Kanûna karşı gelmek suç olur. Müslimân günâh
yapmaz ve suç işlemez. Vatanını, milletini ve bayrağını sever. Herkese iyilik
eder. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle olan müslimânı Allah da sever,
kullar da sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar.
(Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbının her üç kısmının şimdi sekseninci baskısı yapıldı. Birinci kısmda
doksansekiz madde, ikinci kısmda yetmişüç madde, üçüncü kısmda yetmiş madde
vardır. Bu ikiyüzkırkbir [241] maddeden yüzsekiz [108] maddesi, büyük islâm
âlimi, tesavvuf bilgilerinin, zevklerinin kaynağı, Muhammed aleyhisselâmın
hakîkî vârisi, imâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed-i Fârûkînin (Mektûbât)
kitâbının ikinci ve üçüncü cildlerinden, yüzotuzüç [133] maddesi de,
salâhiyyetli islâm âlimlerinin kitâblarından toplanmışdır. Mektûbâtın birinci
cildinin hepsi Müstekîmzâde Süleymân Sa’deddîn efendi tarafından türkçeye
terceme edilmişdir. Hakîkat Kitâbevinin bu tercemeyi (Müjdeci Mektûblar)
ismi ile basdırdığını görerek Rabbime şükr eyledim. İslâm bilgilerinin deryâsı
ve tesavvuf ma’rifetlerinin mütehassısı seyyid Abdülhakîm efendi, (Kur’ân-ı
kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra, islâm kitâblarının en üstünü imâm-ı
Rabbânînin Mektûbâtıdır) ve (İslâm âleminde, imâm-ı Rabbânînin Mektûbâtı kadar
kıymetli bir kitâb dahâ yazılmamışdır) buyururdu. Evet, vilâyetin kemâlâtını
bildirmekde, (Mesnevî) gibi bir kitâb yazılmamışdır. Hem nübüvvetin, hem
de vilâyetin kemâlâtını açıklamakda, imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ı kadar
kıymetli bir kitâb dahâ yazılmamışdır. Nübüvvetin kemâlâtı yanında, vilâyetin
kemâlâtı hiç gibidir. Kitâbımda yazılı ismlerden bin [1000] adedinin hâl
tercemeleri de sonuna eklenmişdir.
Bu kitâb bir ilm kitâbıdır. Her ilmde olduğu
gibi, din bilgisinin de kendine mahsûs kelimeleri vardır. Bu kelimelerin
ma’nâları, sırası geldikçe bildirildi. Bunlar, kitâbı temâmen okuyunca,
öğrenilir. Bunları öğrenmiyen, kafasını yormıyan bir câhil, kitâbdaki ilmleri
anlıyamaz. (Bu kitâb anlaşılmıyor) diyerek, kendi kusûrunu kitâba yükler. (Câhil
kimse, anlıyamadığı şeyi beğenmez) sözü meşhûrdur. Gülün kıymetini bülbül bilir.
Altının hâlisini sarrâf seçer. Bir kayada ne cevher bulunduğunu kimyâger anlar.
Bunun için, bu kitâbı, gazete okur gibi, bir göz gezdirip elinden bırakmamalı.
Her kelimesini iyi düşünmelidir. Her cümlesinin ma’nâsını iyi anlamağa
çalışmalı, her maddeyi bitirince tekrârlamalı, bir hülâsa hâlinde hâfızaya
yerleşdirmelidir. Evlâda, ahbâba da öğretmelidir. Çalışmalı, bu yolda
ilerlemelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İki gün aynı
hâlde bulunan, [ya’nî hergün ilerlemiyen, yeni bir şey öğrenmiyen],
aldandı, ziyân etdi) buyurdu. Görülüyor ki, islâm dîni, gerilemeği değil,
duraklamağı bile red ediyor. Dâimâ ilerlemeği ve yükselmeği emr ediyor. Bu
kitâbı hâzırlamakdan ve neşr etmekden hâsıl olan sevâbları ve okuyup istifâde
eden müslimânların düâlarının hepsini, kitâbdaki ilmlerin kaynağı olan seyyid
Abdülhakîm Arvâsînin mubârek rûhuna hediyye ediyorum. Kıyâmet günü, Onun kölesi
olarak yanında bulunmağı, kendime se’âdet biliyorum. Hakîkat Kitâbevinin neşr
etdiği kitâblar, (İnternet) ve bilgisayar vâsıtası ile her memlekete
gönderilmekdedir. (Kıymetsiz Yazılar) kitâbımızın sonuna bakınız!
TENBÎH:
Bugün müslimân ismi altında üç büyük islâm fırkası vardır. Şî’îliği yehûdîler
kurdu. Vehhâbîliği ingilizler kurdu. İslâmiyyeti türkler korudu. Misyonerler,
hıristiyanlığı yaymağa, yehûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat
Kitâbevi, islâmiyyeti yaymağa, masonlar ise, dinleri yok etmeğe çalışıyorlar.
Aklı, ilmi ve insâfı olan, bunlardan doğrusunu iz’ân, idrâk eder, anlar. Bunun
yayılmasına yardım ederek, bütün insanların dünyâda ve âhıretde se’âdete
kavuşmalarına sebeb olur. İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve dahâ fâideli bir
hizmet olamaz. Bugün hıristiyanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât ve İncîl
denilen din kitâblarının, insanlar tarafından yazılmış olduklarını kendi
adamları da söyliyor. Kur’ân-ı kerîm ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği
gibi tertemizdir. Bütün papazların ve hahamların, Hakîkat Kitâbevinin neşr
etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf ile okuyup anlamağa çalışmaları lâzımdır.
Mîlâdî Hicrî şemsî Hicrî kamerî
2000 1378 1420
|