Malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin Ravzâ'sını* ziyaret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibadetlerin en şereflisindendir. Bunun aksine itikad eden kimse, Hak teâlâ hazretleri'ne, Resûlüne ve Müslüman cemaatine muhalefet edip islâm ipinden boşanmıştır. Allah saklasın.

Ravzâ: Aslında, ağacı, çayırı ve çimeni bol olan yer (yâni bahçe) demektir. Kâinatın iftiharı, varlığın özü ve ruhu mesabesinde olan Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin pâk bedeninin gömüldüğü o temiz toprak da cennetten bir köşe sayıldığı için oraya Ravzâ (bahçe) ismi verilmiştir. 

Mâlikî âlimlerinden kimisi, "O şerefli kabri ziyaret etmek vacibtir" diye ıtlâk etmiştir. Ama onun muradinin müekked sünnet vacipliği olduğu zannolunur, demişlerdir.

Kâdî Iyâd: "O şerefli kabri ziyaret etmek, resûllerin sünnetinden, üzerinde icmâ olan ve kendisinde terğib edilen bir fazilet bulunan bir sünnettir," diye buyurmuştur.

Dârekutnî'nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Beni ziyaret edene şefaatim vacib olur," demişlerdir.

Bazı hadîs âlimleri, mezkûr rivâyetin sıhhatine zâhib olmuşlardır. Taberânî, Mu'cem-i Kebîr'inde Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Bir kimse sadece beni ziyaret için gelir de ziyaret ederse kıyâmet günü ona şefaatçi olmak bana vacib olur," buyurmuşlar.

İbn-i Seken, mezkûr hadîsi doğru bulduğunu belirtmiştir. Yine Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Bir kimse bana gelmeğe kudret ve genişlik bulur da gelip beni ziyaret etmezse gerçekten o kimse bana cefâ etmiş olur," buyurmuşlar.

İbn-i Neccâr, Medine Tarihi'nde Enes'den rivâyet etmiştir ki: "Ümmetimden bir kimse imkân ve fırsat bulur da özrü olmaksızın beni ziyaret etmezse bana cefâ etmiş olur," buyrulmuş.

Ama hadîs ehlinden bazıları: "Her kim hacceder de beni ziyaret etmezse bana cefâ etmiş olur," diye rivâyet edilen hadîs sahih değildir, demişlerdir.

Beyhakî'nin naklinde Hâtib'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Beni ölümümden sonra ziyaret eden bir kimse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Haremeynden (iki haremden, yâni Mekke ve Medine'den) birinde vefat eden kimse eminler zümresinden olarak diriltilir," diye buyurmuşlar.

Eminler diye kıyâmet korkularını çekmeyenlere derler. Mezkûr hadis, Âl-i Hâtib'den bir kimseden rivâyet olunup ismi tayin olunmamıştır.

Âl-i Ömer'den biri de Hazret-i Ömer'den rivâyet etmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, 'Kim kabrimi ziyaret ederseyahut beni ziyaret ederse dediona şefaatçi ve şâhit olurum,' buyurdu," demişler.

Enes (radıyallahü anh) de: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri: 'Bir kimse, Hak teâlâ hazretleri'nden ecir ve karşılık umarak gelip Medine'de beni ziyaret ederse o kimse kıyamet gününde benim civarımda olur,' diye buyurdu," demiştir.

Şeyh Zeynüddin bin Hüseyini'l-Merâğî'nin buyurduğu üzre: "Her Müslümana lâyık olan, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ziyaretini kurbet (Allah'a yakınlık) itikad etmektir. Zira kurbet ve ibadet olduğuna mezkûr hadîsler delildir. Hak teâlâ hazretleri'nin: "Ve lev ennehum iz zalemû enfusehüm câüke festeğferullahe v'esteğfere lehümü'r-resûlü levecedüllahe tevvâben rahîmen — Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Hak'dan günahlarının bağışlanmasını dileseler ve resûl de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı tevbe verici, tevbeleri çok kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı," (Nisa sûresi: 4/64) âyeti kerimesi de buna delildir," demiştir.

Hatıra gelmesin ki, resûlün istiğfarı sağlığında olur, ziyaretinde olmaz. Bazı muhakkikler cevap vermişlerdir ki, Hak teâlâ hazretleri'nin "Tevvâb ve rahim — Tevbeleri çok kabul edici ve çok merhamet edici" olması üç nesneye talik olunmuştur:

1 . Resûlüllah hazretleri'ne gelmek,

2 . Gelenlerin istiğfar etmesi,

3 . Fahr-i Cihan hazretleri'nin onlar için istiğfar etmesi.

Sonuncunun mânâsı Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin kendisinden sudûr bulmuştur. Zira Hak teâlâ hazretleri'nin: "Vesteğfir li-zenbike ve lil-müminîne ve lilmüminâti — Kendin için, mümin erkekler ve mümin kadınlar için istiğfar et,"

(Muhammed sûresi: 47/19) kavl-i şerifi gereğince iman ehlinin cümlesi için istiğfar etmiştir. Onlarda Resûlüllah Haretleri'ne gidip istiğfar etmek mânâları bulunduktan sonra üçüncü iş gerçekleşmiş olur. Hak teâlâ hazretleri'nin fazl ve rahmetine müstehak olurlar.

Müslümanların icmâı kabir ziyaretinin müstehap olduğu üzerindedir. Zahir ehli olanlar vacibtir demişlerdir. Böylece Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin şerefli kabrini ziyaretin umum ve husus üzre matlub olduğu sâbittir.

Bir delil de şudur ki, kabirleri ziyaret etmek ta'zimdir. Fahr-i Kâinat hazretleri'nin ta'zimi ise vacibtir. Onun için bazı âlimler "Resûlüllah hazretleri'nin ziyaretinde erkekle kadın arasında fark yoktur," demişlerdir. Gerçi müstehaplığına dair icmâ mahalli erkeklerin ziyaretidir. Kadınlarda ihtilâf vardır. Bazıları câiz, bazıları mekruhtur, dediler.

Lâyık olan, Fahr-i Âlem hazretleri'nin ziyaretine niyet edenlerin, Mescid-i şerifin ziyaretini ve orada namaz kılmayı da beraberce niyet etmeleridir. Zira O'nun mescidi, şedd-i rihâl (hayvana semer vurmak, yola çıkmak) olunan üç mescidden biridir. Hattâ İmâm Mâlik katında onların en üstünüdür. Şedd-i rihâl'den murad, bir kimsenin evinden kalkıp ziyareti için yola girmesi üç mescide mahsustur:

1 . Mescid-i Haram,

2 . Mescid-i Aksâ,

3 . Mescid-i Resûl aleyhisselâm'dır.

Bunlardan başka mescidleri ziyaret etmek niyetiyle gitmekte fazilet yoktur. Zira şeriat bunların bulunduğu yerde gelmiştir, başkasında gelmemiştir.

Ziyaret âdâbı cümlesinden biri de şudur ki: Ziyareti murad edinen kimse, yolda giderken O'na salât ve selâmı çok etmeli. Medine'nin nişanlarından birini görünce yine salât ve selâm etmeli. Onu ziyaretiyle Hak teâlâ hazretleri'nden fayda dilemeli, "Yâ Rab, sen bu ziyaret sebebiyle bana iki dünya saadetini müyesser eyle," demeli. Gusletmeli ve temiz elbiseler giymeli. İnip şehre girinceye kadar ağlayarak yaya yürümeli. Medine'nin eserleri göründüğü zaman yaya olmanın meşruiyeti şuradan alınmıştır ki, Beni Abdül-Kays Peygamberi Medine'ye geldiklerinde Fahr-i Kâinat hazretleri'ni görünce develerinin üstünden kendilerini atıp Resûlüllah hazretleri'ne doğru koşuştular. Deveyi çöktürmediler. Fahr-i Âlem hazretleri, onların bu davranışlarını red ve inkâr buyurmadı, demişlerdir. Seleften nice ulular, Medine evlerine yaklaşınca inip yaya yürümeğe başlamışlardır. Hâsılı böyle etmek edep gereğidir. Bu tavır üzre edep ve riayet edenler, âcilen faydalarını görmüşlerdir.

Rivâyet olunur ki, allâme Ebû Abdullah bin Reşîd: "Altı yüz seksen dört senesinde Medine'ye geldim. Vezir Ebû Abdullah bin Ebî'l-Kasım benimle beraberdi. Gözleri ağrıyordu. Zül-Huleyfe'ye geldiğimiz gibi davarlarımızdan inip yaya olduk. Şerefli mezarın yakinina varmak şevki bize galip oldu. Mezkûr vezir de inip o şevkle yaya yürüdü. Hemen o saat gözlerine şifa ihsan buyrulduğunu müşahede edip kendi halinin vasfı hususunda beliğ bir kaside inşâd eyledi," demiştir.

Ziyaretten önce iki rek'at namaz kılmak müstehaptır. Ama bazıları dediler ki; "Bu, âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nin şerefli vechi cihetine uğramayıp başka bir cihetten gelenler hakkındadır. Ama karşısına uğramış olanlar için müstehap olan, ziyareti namazdan önceye almaktır."

İbn-i Ferhûn, Münsek'inde der ki: "Eğer sual olunup:

— Mescid-i şerif, Fahr-i Kâinat hazretleri'ne izafetle şereflenmiştir. O halde lâyık olan şu idi ki, önce Fahr-i Âlem hazretleri ziyaret olunsun, ondan sonra mescide girilip namaz kılınsın, denilirse bunun cevabı şudur: İbn-i Hubeyb, Namaz Kitabı'nın başlarında Câbir (radıyallahü anh) hazretleri'nden nakletmiştir ki: "Bir kere seferden gelmiştim. Hemen geldiğim gibi gidip âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'ne selâm verdim. O da Mescid'in önlerinde duruyordu:

Mescide girip namaz kıldın mı? diye sordu.

Ben de:

Hayır, dedim.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— O halde git, Mescid'e gir, orada namaz kıl. Ondan sonra gel, bana selâm ver, diye buyurdu," dedi.

Bazı âlimler, ziyareti namaz üzerine takdime izin vermişlerdir.

Lâyık olan şudur ki, ziyaret eden kimse, kadir olduğu kadar huşû ve huzû hazırlamalı ve selâm vermede sesini ne çok yüksek, ne de fısıltı derecesinde alçak etmeli, belki orta derecede çıkarmalı ki, edebe uygun olsun.

Sahîh-i Buhârî de Hazret-i Ömer'den nakledilmiştir ki, Resûlüllah'ın mescidinde Tâif halkından iki kişiyi gördü. Durmadan yüksek sesle, sert sert konuşuyorlardı.

— Eğer bu şehir halkından olsaydınız, Resûlüllah'ın mescidinde bu kadar yüksek sesle bağıra çağıra konuştuğunuz için sizi bir güzel döğer, canınızı yakardım, dedi.

Hazret-i Sıddık (radıyallahü anh): "Hayatında ve ölümünde Peygamberin huzurunda sesini yükseltmek yakışmaz," demiştir.

Rivâyet olunur ki, Peygamberimizin münevver Ravza'sı etrafında olan evlerin birinde bir kazık kaksalar veya bir çivi çaksalar, Hazret-i Âişe (radıyallahü anha):

Resûlüllah hazretleri'ne ezâ etmeyin! diye adam gönderirdi.

Bu mânâdan dolayı Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) sakındığı için evinin kapısını Menâsi' dedikleri yerde yaptı, getirip yerine geçirdi. Hâsılı sağlığı zamanında edep ve riayeti nasıl gerekli ise şimdi de öyle gereklidir.

Ayrıca ziyaret edene lâyık olan şudur ki, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin ziyaretine kıble tarafından gelmeli. Eğer sahâbenin ayakları ucundan beri gelirse edepte daha aşkındır. Mübarek vechine karşı durup arkasını kıbleye vermeli.

Naklolunur ki, Halife Mansur, İmâm Mâlik hazretleri'ne sual edip:

— Yâ İmâm! Resûlüllah hazretleri'ne dönüp dua mı edeyim? dedi.

İmâm Mâlik de:

Fahr-i Kâinat hazretleri, sana ve atan Âdem aleyhisselâm'a kıyamet gününde Hak teâlâ hazretleri'ne vesiledir. Ya ondan yüzünü nasıl döndürürsün? diye buyurdu.

Yine lâyık olan şudur ki, durduğu yerle şerefli kabrin arası dört arşın yer olmalı. Çok yakma varınamalı. Sağlığında, şerefli huzurunda nasıl dururlarsa öyle üstün edep ve huzû üzre durmalı. Gözlerini aşağı tutmalı, küstahça etrafa bakmaktan sakınmalı.

Peygamberimizin, Zahiren Vefatından Sonra Ümmetinin Hallerini Bilmesi:

Ümmetinin hallerini bilmekte Fahr-i Âlem hazretleri'nin hayatı ve ölümü arasında fark yoktur. Sağlığında nasıl bilgi sahibi olursa zahirdeki ölümünden sonra da öyle bilgi sahibi olur.

Abdullah bin Mübârek, Saîd bin Müseyyeb'den rivâyet eder ki: "Bir gün yoktur ki, Fahr-i Âlem hazretleri'ne ümmetinin amelleri arz olunmasın. Her gün sabah ve akşamda ümmetinin amelleri şerefli huzuruna arzolunur. Ümmetini simaları ve amelleriyle bilir. Onun için üzerlerine şehadet edecektir," diye buyurmuş.

O halde ziyaret eden kimsenin, bu mânâyı düşünüp şerefli huzurunda ona göre hareket etmesi gerektir. Sahâbe-i kirâm (Allah onların hepsinden razı olsun), Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ni ta'zimlerinden şerefli huzurunda söz söyleseler fısıltıyla söylerlerdi. Ziyaret eden kimseye, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin güzel yüzünü zihninde canlandırıp O'nun rütbesinin büyüklüğünü, makaminin yüceliğini ve hürmetinin üstünlüğünü hatırına getirmek lâzımdır.

Rivâyet olunur ki, bir kadın Hazret-i Âişe'ye gelip:

— Bana Beyt-i şerifi aç. Resûlüllah hazretleri'nin şerefli kabrini göreyim, dedi.

Âişe (radıyallahü anha) açtı. Kadın, görünce o kadar ağladı ki, sonunda ruhunu teslim etti.

Mukaddes hücrenin hademelerinden Ebû'l-Fezâil Hamevî hikâye etmiştir ki: "Ziyaret edenlerden bir kişi, hücrenin maksuresinin kapısına geldi de başını kapinin eşiğine koydu. Bir zamandan sonra onu sarstılar. Meğer canını teslim edip o şekilde kalmış. Kaldırıp yıkadılar, namazını kılıp defnettiler."

Ziyaretçi olan kimse, münevver Ravza'ya varınca âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'ne selâmı şöyle vermeli: "Esselâmü aleyke yâ Resûlâllah, esselâmü aleyke yâ Nebîyallah, esselâmü aleyke yâ Habîballah, esselâmü aleyke yâ Hiyeretallah, esselâmü aleyke yâ Safvetallah, esselâmü aleyke yâ Seyyîde'l-Mürselîne ve Hateme'n-Nebiyyîne, esselâmü aleyke yâ kaaide'l-garre'l-muhaccelîne, esselâmü aleyke ve alâ ehli beytike't-tayyibine'ttâhirîne, esselâmü aleyke ve alâ ezvâcike'ttâhirâti ümmühâti'lmüminîne, esselâmü aleyke ve alâ ashâbike ecınâîn, esselâmü aleyke ve alâ sâiri'l-enbiyâ ve şâiri ibadillahi's-sâlihin cezâkallahü annâ yâ resûlâllah efdâle mâ cezâu nebiyyen ve resûlen an ümmetihi ve sallâllahü aleyke küllemâ zekereke'z-zâkirûne ve ğafele an zikrike'l-ğâfilûne eşhedü en lâ ilâhe illâllahü ve eşhedü enneke abdühu ve resûlühu ve emînuhu ve hiyeretuhu min halkihi ve eşhedü enneke kad bellağte'r-risâlete ve eddeyte'l-emânete ve nasahte'lümmete ve câhedte fîllâhi hakka cihâdihi."

Eğer vakit dar olur yahut mezkûr salâvatın ezberlenmesine kadir olamazsa kolayına gelen ne ise onu söylemeli.

Tuhfe'de zikredilmiştir ki, İbn-i Ömer ve seleften de başkaları, dua ve selâmlarını gayet kısa ve özlü ederler, uzatmazlardı. İmâm Mâlik hazretleri'nden nakledilmiş olan şudur ki: "Esselâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühu," demeli.

Nâfi, İbn-i Ömer hazretleri'nden nakletmiştir ki, seferden geldiği zaman Mescid-i şerife girdi. Ondan sonra mukaddes kabir üzerine gelip: "Esselâmü aleyke yâ Resûlâllah, esselâmü aleyke yâ Ebâ Bekre's-Sıddîk, esselâmü aleyke yâ ebetâhu," derdi.

Lâyık olan, duada seci' ve kafiye için kendini zorlamamaktır. Zira bazen olur ki, huşûa halel verir. Muhammed bin Harbü'l-Hilâlî'den hikâye olunur ki: "Bir kere gelip münevver Ravza'yı ziyaret ettim. Sonra çekilip karşısında oturdum. Benden sonra bir Arabi gelip ziyaret etti ve:

Ey Resûllerin en hayırlısı! Gerçekten Hak teâlâ hazretleri sana sâdık kitap indirip onda: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Hak'dan günahlarının bağışlanmasını dileseler ve resûl de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı, tevbeleri çok kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı," (Nisâ sûresi: 4/64) buyurmuştur, işte ben, günahlarımdan istiğfar edip Rabbime seni şefaatçi tutunduğum halde geldim, deyip ondan sonra Fahr-i Âlem hazretleri'ni medh ve senâ etti. Sonra münevver Ravza'ya karşı ayakta durarak:

— Allahım, elbette sen kul azâd edilmesini emrettin. İşte senin Habîbin ve ben de senin kulunum. Beni cehennemden azâd eyle, dedi.

Hatiften bir ses geldi ki:

Ey Arabi! Ateşten sadece sen kendinin azâd edilmesini diledin. Niçin başkalarını da beraber dilemedin? Bütün halkı beraber dileseydin!.. O halde seni cehennemden azâd ettik, dediler."

Hasan-ı Basrî (Allah ona rahmet etsin) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Hâtem-i Asam, bir kere münevver kabrin üzerine varıp dikildi de:

— Ya Rab! Gerçekten senin peygamberinin şerefli kabrini ziyaret ettik. O halde bizi rahmetinden ümitsiz olarak gönderme, dedi.

Bir nida geldi ki:

— Biz, ancak daha önce seni kabul ettiğimiz içindir ki, Habîbimizin kabrini ziyaret etmene izin verdik. O halde sen ve seninle beraber olan ziyaretçiler, bağışlanmış olduğunuz halde geri dönün, denildi."

Bazı seleften nakledilmiştir ki, bir kimse mukaddes Ravza yakininda durur da: "İnnallahe ve melâiketehü yüsallûne ale'n-nebiyyi yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmen — Allah ve melekleri peygambere salât (yardım ve nusret) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin (ona teslimiyet ve anlayış göstererek işini kolaylaştırın, ona yardım edin) ve tam teslim olarak selâmet bulun," (Ahzab sûresi: 33/56) âyet-i kerimesini okursa, ondan sonra yetmiş kere "Sallâllahü aleyke yâ Resûlâllah" derse, bir melek nida edip "Sallâllahü aleyke yâ filân — Allah sana yardım ve nusret etsin ey filân!" der.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne selâm verdikten sonra sağ tarafına bir arşın miktarı çekilip Hazret-i Sıddîk'a selâm vermeli:

"Esselâmü aleyke yâ halifete seyyidi'l-mürselîne. Esselâmü aleyke yâ men eyyidallahü bihi yevme'r-riddeti'd-dîne. Cezâkallahü ani'l-islâmi ve'l-müslimîni hayren. Allahümme'rda anhü ve'rda annâ bihi."

Türkçesi:

"Selâm senin üzerine olsun, ey Resûllerin Efendisi'nin halifesi. Selâm senin üzerine olsun, ey dinden dönüldüğü gün Allah'ın kendisiyle dini desteklediği insan! Allah İslâm'a ve Müslümanlara ettiğin hizmetler karşılığında seni hayırla mükâfatlandırsın. Allah'ım, ondan razı ol ve onun vesilesiyle bizden razı ol."

Ondan sonra yine sağ tarafına bir arşın miktarı çekilip Hazret-i Ömer bin Hattâb'a selâm vermeli:

"Esselâmü aleyke yâ emîre'l-müminîne. Esselâmü aleyke yâ men eyyidallahü bihi'd-dîne cezâkallahü ani'l-islâmi ve'l-müslimîne hayren. Allahümme'rda anhü ve'rda annâ bihi."

Türkçesi:

"Selâm senin üzerine olsun, ey müminlerin emîri. Selâm senin üzerine olsun, ey Allah'ın kendisiyle dini desteklediği insan. Allah, İslâm'a ve Müslümanlara ettiğin hizmetlere karşılık seni hayırla mükâfatlandırsın. Allahım, ondan razı ol ve onun vesilesiyle bizden razı ol."

Ondan sonra yine Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin güzel yüzüne mukabil olan yere gelip Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâ etmeli, en üstün bağlılık ve teslimiyete lâyık olan Efendimiz hazretleri'ne salâvat getirmeli, dua ve tazarruu çok, yeniden ve ciddiyetle tevbe etmeli:

"Allahım, Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri'nin kutlu makamında ettiğim tevbemi, kötülüklerden kesin olarak yüz döndürücü gerçek tevbe olarak kabul eylemeni dilerim," demeli.

Peygamberimiz Halen Diridir, işitir ve Cevap Verir:

Ebû Dâvud'un naklinde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Bir Müslüman bana selâm verdiğinde Hak teâlâ hazretleri bana ruhumu iade eder, ben de onun selâmını ona iade ederim," diye buyurmuşlardır.

Kâdî Iyâd Şifâ'da Süleyman bin Sühaym'dan rivâyet eder ki: "Bir gece rüyada Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'ni gördüm:

Yâ Resûlâllah! Gelip sana selâm veren kimselerin selâmını bilir misin? dedim.

Evet, bilirim ve onların selâmını alıp selâmlarına mukabele ederim, diye buyurdu," demiştir.

İbn-i Ebî Şeybe'nin rivâyetinde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet edilmiştir ki: "Her kim bana kabrimin yanında salât eylerse onu işitirim ve her kim bana başkasından nâib olarak salât eylerse o bana vâsıl olur," diye buyurmuşlar.

Şu mânâda şek ve şüphe yoktur ki, peygamberlerin hayatları sâbit ve süreklidir. Malûmdur ki, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri, peygamberlerin en faziletlisidir. O halde O'nun hayatinin diğerlerinden daha tam ve daha mükemmel olması tabiidir. Ebû Davud'un hadîsindeki "Allah bana ruhumu iade eder," sözünden buna aykırı bir mânâ anlaşılmasın. Zira bundan murad, daima selâmı iade etmenin sübûtiyle hayat vasfinin sübûtunu bildirmektir. Hâsılı sebebin sürekli ve devamlı olması hasebiyle müsebbibi de sürekli ve devamlıdır. Hiç bir an yoktur ki, onda meleklerden, ins ve cinden Peygamber Efendimiz Hazretleri'ne salât ve selâm olunmasın. Belki her anda nice bin yerden salât ve selâm olunur. O halde aslâ hayattan hâli olmaması lâzım gelir.

Azizlerden birine sual edip:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, arzın doğusundan ve batısından selâm verenlerin selâmlarını nasıl alır? Yâni bir anda nice yerden selâm verilir. Onlara nasıl mukabele edebilir? dediler.

Ebû Tayyib'in şu beytiyle cevap verdi:

"Güneş gibidir ki, göğün ortasında durur,

Nuru Doğu ve Batıdaki bütün beldeleri aydınlatır."

Şunda da şek ve şüphe yoktur ki, Fahr-i Âlem hazretleri'nin berzah âlemindeki hâli meleklerin hâlinden daha üstün ve daha mükemmeldir. Azrâil aleyhisselâm, aynı anda bin ruh kabzeder. Bir kabz öbür kabza sıkıntı vermez, hepsine yetişir. Bununla beraber yine de Hak teâlâ hazretleri'ni tesbih ve takdis etmekle meşguldür. O halde Resûlüllah Efendimiz hazretleri hayattadır. Hak teâlâ hazretleri'ne salât ve ibadet etmekle meşguldür. Onun hitabını işitip onun hazretinde kurb ve tekarrub şerefinden hâli değildir.

Darimî, Saîd bin Abdülaziz'den rivâyet etmiştir ki: "Sıcak günlerde, yâni Medine'ye Müslim bin Kuteybe dedikleri zâlim geldiği zaman öyle sıcak oldu ki, Resûlüllah hazretleri'nin mescidinde ezan okunmadı. Saîd bin Müseyyeb hazretleri, Mescid-i şeriften dışarı çıkmamıştı. Namaz vakitlerini şundan bilirdi ki, münevver kabirden bir ses peyda olurdu."

İbn-i Neccâr ve İbn-i Zibâle şu siyak üzre nakletmişlerdir ki, İbn-i Müseyyeb (radıyallahü anh) anlattı: "Öğle namazı yetiştiği gibi şerefli kabirden ezan sesi işittim. Ondan sonra kalkıp iki rek'at namaz kıldım. Sonra kamet işittim, öğle namazını kıldım. Bundan sonra her namaz vakti geldiğinde mukaddes kabirden ezan ve kamet işitilirdi. Uç gece geçinceye kadar böyle oldu," demiştir.

Peygamberlerden ölümlerinden sonra namazlar ve haclar vâki olduğu daha önce yerinde zikredilmişti. Onların ölümünden sonra ettiği ibadetler, teklif yoliyle değil, belki telezzüz yoliyledir. Şu da muhtemeldir ki, berzah âleminde onlar hakkında amellerin çoğalması, ecirlerin artması mânâlarında dünya hükmü câri olur. Ama teklif ve emir yoliyle olmaz. En iyisini Allah bilir.

Peygamberimizin Ravzasının ve Medine'nin Fazileti:

Farz ve nâfile namazları, Resûlüllah Efendimizin mukaddes mescidinde kılmaya çalışmalı. Hususiyle Mescid'in o yerinde ki, Buhârî'nin naklettiği üzre: "Ravzatün min riyâdi'l-cenneti — Ravza (Peygamberimizin kabri) cennet bahçelerindendir," buyrulduğu sâbit olmuştur. Bu hadîs-i şerifin mânâsı, bazı âlimlerin buyurduğu üzre, "Mezkûr yer, aynen cennete naklolunup onun ravzalarından bir ravza (bahçelerinden bir bahçe) olur," demektir. Şu da muhtemeldir ki, "Orada ibadet etmek, ibadet edene cennette bir ravza verilmesini gerektirir," demektir. İki izah şeklinin beraber olması tercih edilmiştir. Zira aralarında aykırılık yoktur. Şimdi de cennet bahçelerinden bir köşe olması mümkündür. İbrahim aleyhisselâm mükerrem Hacer'le şereflendirildiği gibi âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri de mezkûr köşe ile şereflendirilmiş olabilir. İşin sonunda yine cennette bir ravza (bahçe) olur.

Mezkûr yerin diğer yerler arasından "Cennet bahçelerinden bir bahçe" olarak ayrılmasının hikmeti hakkında bazıları dediler ki: "Resûlüllah Efendimiz, Allah'ın ilminde bütün yaratıkların en şereflisi olarak öne geçirilmiş ve üstün tutulmuştur. Her şey ki, ona nisbetle mâsivâ olur, o şey kendi üzerine tafdil olunur. Allah'ın dilemesi, O'nun bir beyti ve bir minberi olmasını gerektirdiği vakit Fahr-i Kâinat hazretleri'nin o minberle o şerefli beyt (evi) arasında gelip gitmesinin çok vâki olmasını icap ettirdi. Hicretten tâ vefatı ânına kadar orada tâat ve ibadetlere devam etti. Bundan dolayı orasının şeref ve mevki bakımından kendi cinsinden olanların hepsinden yüksek olması, hattâ cennet bahçelerinden bir bahçe olması lâzım gelir. Bu cihettendir ki, mezkûr yer, mescid yerlerinden sairlerinin üzerine tafdil olunmuştur. Şerefli mescidinin yeri, dışarıda olan yerlerden üstündür. Medine'nin kendisi de diğer beldelerden üstün kılınmıştır. Netice olarak âlemlerin kerem sahibi hocası Efendimiz hazretleri'ne ilişkisi ve nisbeti bakımından her şey, kendi cinsinin fertlerinden daha fazla fazilet ve şeref hâsıl etmiştir. Şerefli mescidi mescidlerin en üstünü, şehri bütün şehirlerin en şereflisi mezkûr yer de bütün yerlerin en faziletlisidir."

Buna ilişkin söz, çok ayrıntılı olarak Mucizeler bahsinde geçmiştir.

İmâm Müslim'in naklinde İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Benim mescidimde kılınan namaz, başkasında kılınandan bin kere daha üstündür. Ancak Mescid-i Haram müstesnadır," buyurmuşlar.

Âlimler, mezkûr istisnadan muradın ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Nitekim Mekke ve Medine'den hangisinin daha üstün olduğunda da ihtilâf etmişlerdir.

Sahâbe-i kirâmden Ömer bin Hattâb, Ali, İbn-i Mes'ud, Ebû Derdâ, Câbir, İbn-i Zübeyr, Katâde ve âlimlerin çoğunluğunun kavilleri, Mekke'nin daha üstün ve daha şerefli olduğu şeklindedir. Zira orada olan ibadetlerin sair mekânlarda olan ibadetten daha üstün olduğu hakkında hadîs-i şerifin delâleti vardır. Böyle olunca kendi de diğer mekânlardan daha üstün olur. Zira mekânların birbirinden üstünlüğü ve şerefi, orada olan ibadetin üstünlük ve şerefi bakımındandır.

İmâm Mâlik'den de buna delâlet eden bir söz hikâye edilmiştir. Ama Mâlikîlerden meşhur olan söz şudur ki, onun mezhebinde Medine daha üstündür.

Şafiî âlimleri, üstünlüğü Mekke'ye vermiş ve bunu şundan istidlâl etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri devesinin üzerinde dururken Mekke'ye hitap edip: "Vallahi sen, Allah'ın arzinin Allah'a en hayırlı olanısın. Eğer senden çıkarılmasaydım, çıkmazdım," demiştir.

Bu hadîs-i şerifte açıkça zikredilmiştir ki, Mekke, yeryüzünün bütün mekânlarından daha üstündür. Abdullah bin Hamra (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri'nden böyle işitmiştir. İmâm Tirmizî: "Hadîs, hasendir, sahihtir," demiştir.

İmâm Şafiî ve cumhûr katlarında "Ancak Mescid-i Haram müstesna," demenin mânâsı, "Mescid-i Haram'da olan namaz benim mescidimde olan namazdan daha üstündür," demek olur. İmâm Mâlik ve ona muvafık olanlar katında, "Benim mescidimde olan namaz, ondan başkasında olan namazdan bin defa üstündür," demek olur. Bu takdirde Mescid-i Haram'ın Resûlüllah'ın mescidinden daha üstün olması kesinleşmiş olmaz. Resûlüllah'ın mescidinin üstünlüğünün başka cihetten olması mümkündür, diye de bir söz vardır. Ama bu sözün Şafiîlerin verdikleri mânâ üzerinde de denilmesi kabildir. Düşünülsün.

İmâm-ı Ahmed ve başkalarının rivâyetinde Abdullah bin Zübeyr, Peygamber Efendimiz hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Benim bu mescidimde kılınan namaz, ondan başkasında kılınan namazdan bin kere daha üstündür. Ancak mescidlerden Mescid-i Haram müstesnadır. Mescid-i Haram'da kılınan namaz, bu mescidde kılınan namazdan yüz kere daha üstündür," buyurmuştur.

Bezzâr'ın rivâyetinde şu ifadeyle gelmiştir ki: "Benim bu mescidimde kılınan namaz, ondan başkasında kılınan namazdan bin kere daha üstündür. Ancak Mescid-i Haram'da kılınan namaz müstesnadır. Çünkü bunda kılınan namaz, ondakinden yüz kere daha fazladır," buyurmuşlar.

Bu takdirde Resûlüllah'ın mescidinde kılınan namaz, Mescid-i Haram'da kılınan namazdan yüz kere daha üstün olur. 

Mâlikîlerin delilleri cümlesinden biri de İbn-i Hubeyb'in Vaziha'da zikrettiğidir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: "Benim mescidimde kılınan namaz, başkasındaki bin namaz gibidir. Benim mescidimdeki cuma, başkasındaki bin cuma gibidir. Benim mescidimdeki Ramazan, başkasında olan bin Ramazan gibidir," buyurmuşlar.

Bu takdirde "Ondan başkası" umumîdir, Mescid-i Haram'a da şâmil olur.

Nakletmişlerdir ki, Ömer bin Hattâb, bazı ashâb ve Medine ehlinin çoğunluğunun mezhebi, Medine'nin daha üstün olduğu şeklindedir. Nitekim Kâdî Iyâd böyle demiştir. İmâm-ı Ahmed'den bir rivâyet böyledir. Bütün İmâmlar ittifak etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem hazretleri'nin kendi şerefli cisminin yattığı yer, yeryüzü topraklarının en üstünüdür. Hattâ Beyt-i şerîften (Kâbe'den) daha üstündür. İbn-i Ukayl-i Hanbelî'den rivâyet edilmiştir ki: "Hattâ Arş'dan daha üstündür," demiştir. Fakihânî, semavâttan da üstün olduğunu tasrih etmiştir. Aynı zamanda: "Bu mânâya kimsenin taarruz ettiğini görmedim. Fakat eğer ümmetin âlimlerine arzolunsaydı bunda ihtilâf etmezlerdi. Göklerin, Resûlüllah hazretleri'nin mübarek ayağını basmasıyle şereflendiği bazı haberlerde gelmiştir. Belki bazıları, "Yeryüzünün bütün ülkelerinden ve göklerin bütün yerlerinden daha üstündür. Zira kâinatın Efendisi'nin orada olmasiyle şereflenmiştir," dediler. Benim katımda açık ve kesin olan budur," demiştir.

Bazıları da: "Peygamberler arzdan halkolunup arzda defnedilmiş oldukları için arz, göklerden daha üstündür," dediler. Ama İmâm Nevevî: "Cumhûrun görüşü şudur ki, gök, yerin üzerine üstün tutulmuştur. Ancak şu yer üzerine değil ki, orada Resûlüllah hazretleri'nin şerefli âzâsı yatar," demiştir.

Mezkûr yerin iki cihetten şerefi vardır:

1 . Her kişi nereden yaratıldı ise oraya gömülür, denilmiştir.

2 . Hak teâlâ hazretleri'nin kesintisiz rahmet ve bereketleri oraya iner. Hak teâlâ hazretleri, oraya kabul yüzü gösterir. Mekânın şerefinin o mekânın kendisinden dolayı olduğunu kabul etmeyiz. Mekânın şerefi, ancak oraya giren kimseden dolayıdır, demişlerdir.

Ebû Ya'lâ'nın naklinde Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Âlem hazretleri'nden, işittim: "Peygamberler, kendilerine en sevgili olan yerlerden başka yerde kabzolunmazlar," diye buyururdu," demiştir.

Şek ve şüphe yoktur ki, O'na en sevgili olan mekân, Hak teâlâ hazretleri'ne en sevgili olandır. Zira O'nun sevgisi, Hak teâlâ hazretleri'nin sevgisine tâbidir. Bir nesne ki, Allah'a ve Resûlüne en sevgili olur, nasıl en üstün olmaz? dediler.

Şu da sabittir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: "Allahım, elbette ibrahim Mekke için sana dua etti. Ben de İbrahim'in Mekke için senden istediği şeyi ve onunla beraber bir mislini Medine için isteyerek sana dua ederim," buyurmuştur.

Şüphe yoktur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'nin duası, İbrahim aleyhisselâmın duasından daha üstündür. Zira duanın üstünlüğü, dua edenin üstünlüğü hasebincedir. Şu da sahihtir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Allahım, bizim Mekke'yi sevdiğimiz gibi bize Medine'yi sevdir. Belki daha ziyade sevdir," buyurmuştur.

Duası elbette makbul olmuştur. Hattâ Medine'yi gördüğü zaman bindiği hayvanı tahrik edip sür'atle gelirdi. Hep bunlar Medine'nin üstünlüğüne delâlet eder, dediler.

Hâkim'in rivâyetinde şu da gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz: "Allahım, elbette sen beni, bana en sevgili olan yerden çıkardın. O halde beni sana en sevgili yere yerleştir," buyurmuştur.

Ama bazıları bu rivâyetin zayıf olduğunu ileri sürmüşlerdir. Doğruluğu teslim edildiği takdirde murad, "Mekke'den sonra sana en sevgili olan" demektir. Zira Mekke'nin, Allah'ın beldelerinin hayırlısı olduğu hakkında hadîs gelmiştir, dediler.

Seyyid Semhûdî der ki: "Bu mânâ, hadîs-i şerifi zahirinden başka yöne çevirmeyi iktiza etmez. Zira murad, 'Hicret yurdunu da bana onun gibi sevgili eyle' demektir. 'Elbette Mekke, Allah'ın beldelerinin hayırlısıdır' hadîs-i şerifi işin başlangıcına hamledilmiştir. Yâni Medine'den dinin parlaması ve beldelerin fethi vâki olarak ona üstünlüğün sâbit olmasından önce idi. Sonradan Medine daha üstün oldu. Hattâ mutlak olarak "En sevgili" oldu. Onun için Hak teâlâ hazretleri, en kerîm Resûlü'ne orada ikamet etmeyi farz kıldı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de orada yerleşmeye ve orada vefat etmeye ümmetini ikna etti. İş böyle olunca Medine niçin daha üstün olmasın? dediler."

Ama Mekke'de kılınan namazın kat kat fazla olmasına gelince üstün kılınmanın sebepleri ona münhasır değildir. Bilirsin ki, Arafat'a yönelmiş olan kimsenin beş namazı Minâ'da kılması, Mescid-i Haram'da kılmaktan daha üstündür. Her ne kadar kat kat fazlalık oradan nefyedilmişse de emre uymaktaki üstünlük ondan daha fazladır. Orada kılınan namazın kat kat üstünlüğünden Mekke'nin daha üstün olduğunu istidlâl eden kimse, isabet etmemiştir. Zira kendisine üstün tutulanda bir meziyet olup da onun üstün olanda olmaması mümkündür. Bununla beraber Fahri Âlem hazretleri'nin Medine için Mekke üzerine kat kat bereket fazlalığiyle duası dünya işlerine şamil olduğu gibi din işlerine de şamildir. Bazen olur ki, az sayıda bir bereket (uğur, iyilik) olur, fakat faydası çokluk üzre ziyade olur. Medine'nin üstünlüğünü onun için bu cihetle istidlal etmişlerdir.

Eğer kat kat fazlalığı bildiren hadîsden murad, yalnız Beytullah ise söz onun dışında kalan yerler hakkındadır. Beytullah'ın kendisi hakkında ve ona ilişkin olan ibadet yerleri haklarında buyrulan hadis-i şeriflerde bizim muradımıza muhalefet çıkmaz.

Sözün özü şudur: Tutalım ki, Beytullah'ın kendisinde kılınan namazın üstünlüğü sair mescidlerden ziyade imiş, bizim sözümüz Beytullah'ın yerinden ve ibadet yerlerinden hariç yerlere göredir. Medine şehrinin yerleri, o hariç yerlerden daha şereflidir, demektir. Bunun içindi ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Abdullah Mahzumî'ye:

— Sen misin Mekke için Medine'den daha üstündür diyen? dedi.

Abdullah:

Mekke, Allah'ın haremidir, emindir ve şerefli Evi oradadır, dedi.

Hazret-i Ömer:

Ben Allah'ın haremi ve Beytullah hakkında bir şey söylemem, dedi.

Ondan sonra Ömer, ilk sözünü tekrar etti. Abdullah da mezkûr cevabı tekrar etti. Yine Hazret-i Ömer:

Ben Allah'ın haremi ve Beytullah hakkında bir şey demiyorum, diye buyurdu.

Sonunda Abdullah'a işaret ettiler, oradan dönüp uzaklaştı.

Kuba Mescidi'ne gitmenin fazileti Medine-i Münevvere'ye umreden ivaz verilmiştir. Peygamber Efendimizin Ravza'sını ve Mescidini ziyaret de hacdan ivaz verilmiştir. Nitekim bunların faziletleri hakkında sahih hadisler gelmiştir. İvaziyeti (karşılık olma durumu) fazilet cihetindendir. Yoksa hac farizasına bedel olmak mânâsına değildir.

Gerçi Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne nübüvvet geldikten sonra Medine'de ikamet Mekke'de ikametten az olmuştur. Ama Medine'de ikamet zamanında dinin yüce eserleri, İslâm'ın ve Müslümanların şiârlarının izharı daha çok olmuştur. Farzların ekseri Medine'de nazil olmuştur. İslâm dini orada kemâlini bulmuştur. Fahr-i Âlem hazretleri, kıyâmete kadar orada karar kılmıştır. Cebrâil aleyhisselâmın gidip gelmesi, oraya Mekke'den ziyade vâki olmuştur. Bu cihetlerdendir ki, İmâm Mâlik hazretleri'ne sual edip:

— Medine'de durmak mı sana daha sevgilidir, yoksa Mekke'de durmak mı? dediler.

— Medine'de durmak daha sevgilidir. Ben nasıl Medine'yi ihtiyâr etmeyeyim ki, orada Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin gelip geçmediği bir yol yoktur. Orada bir saat olmadan Cebrâil aleyhisselâm Âlemlerin Rabbinden Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne nüzul ederdi, diye buyurdu.

Taberanî'nin naklinde: "Medine, Mekke'den hayırlıdır," diye gelmiştir. Cündî'nin rivâyetinde: "Mekke'den daha üstündür," diye gelmiştir. Gerçi bunun senedinde Muhammed bin Abdurrahman da vardır. İbn-i Hibbân, onu sözüne güvenilir kimselerden saymamıştır. Ama "Bazen hatâ ederdi." demiştir. Bazıları da, "Rivâyeti mahfuz değildir," demiş, bazıları ise "Kendisi kuvvetli değildir," demişler. En iyisini Allah bilir.

Yine Medine'nin fazileti hakkında Sofıihayn'da Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Ben bir karye ile emrolundum ki, sair karyeleri yer. Ona Yesrib derler. O, Medine'dir. Halkın kötüsünü sürüp çıkarır, demirci körüğünün demirin kötüsünü çıkardığı gibi," diye buyurmuştur.

Eğer Fahr-i Kâinat hazretleri bu hadis-i şerifi Mekke'de iken buyurdu ise "Ben bir karyeye hicret etmekle emrolundum ki..." demektir. Eğer Medine'de iken buyurdu ise "Ben bir karyede oturmakla emrolundum ki..." demek olur. Kadı Abdülvehhab der ki: "Sair karyeleri yer," demenin mânâsı, "Onların faziletleri ona râcidir, onlardan daha üstündür," demek olur. İbn-i Münir der ki: İhtimaldir ki, murad, "Onun fazileti diğer karyelerin faziletine galiptir," demektir. Sanki diğerlerinin fazileti, onun fazileti yanında yok olur, demektir. Bu tabir, yâni "Karyeleri yer" demek, Mekke'ye "Ummü'lkurâ — Karyelerin anası" demekten daha beliğ ve üstünlüğe daha yakındır. Zira "Karyelerin anası" sözünden diğerlerinin faziletinin bunun fazileti katında yok olması mertebesi lâzım gelmez. Nihayet diğerlerine göre analık hakkı sâbit olur.

Bundan Medine ehlinin, sair karyeler halkına galebesinin murad olunması da muhtemeldir. Zira diğer beldeler oradan fetholunmuştur. Sahâbe-i kirâm, oradan çıkıp çevre ülke ve memleketleri ele geçirmişlerdir. Ganimet malları oraya çekilmiştir.

İbn-i Ebî Cemre, İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde gelen: "Mekke ve Medine'den başka Deccâl'ın ayağını basınadığı bir belde olmayacaktır," hadîs-i şerifinden Mekke ve Medine'nin üstünlükte eşitliği sonucunu çıkarmıştır. Zira bunlardan başka bütün arza Deccâl ayak basıp bunlara gelmeyince fazilette ikisinin birbirine eşit olmasına delâlet eder, demiştir. "Gözle görünen yönlerden de eşitlik mânâsı desteklenir. Zira Fahr-i Âlem hazretleri'nin ikameti, Mescidi ve mukaddes Ravza'sı Medine'de oldu ise doğumu ve peygamber olması Mekke'de olmuştur, kıblesi de Mekke'dir. Velhasıl vücud güneşine doğuş yeri Mekke'dir, batış yeri Medine'dir," diye buyurmuştur.

İmâm Müslim'in rivâyetinde Sa'dın hadîsinden gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri: "Halk üzerine bir zaman gelir ki, kişi, amcası oğlunu ve yakınını ucuzluk yere dâvet eder. Halbuki Medine onlara hayırlıdır. Eğer bilselerdi, gitmezlerdi. Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir kimse, Allah ondan daha hayırlısını onun yerine getirmedikçe Medine'den yüz çevirip gitmez," buyurmuştur.

Hadîs-i şerif, açıkça Medineli bir kimsenin kıtlık veya zorluk sebebiyle Medine'yi terkedip başka bir diyara gitmesinin mezmum olduğunu gösterir. Muhibbiddin Taberî bir topluluktan nakletmiştir ki: "Bu mânâ Fahr-i Âlem hazretleri'nin zamanında yahut ashâbinin zamanındaki terke mahsus değildir. Belki umumîdir, ebedîdir, kıyamet gününe kadar böyledir," demişler.

Yine Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Benim ümmetimden Medine'nin açlığına ve şiddetine sabreden hiç bir kimse yoktur ki, ben kıyamet günü onun için şefaat veya şehadet etmeyeyim," buyurmuştur.

"Şefaat veya şehadet" sözünde "veya" kelimesinin şek için olmayıp belki taksim için olduğu açıktır. Zira hadîs-i şerifi, Câbir bin Abdullah, Sa'd bin Ebî Vakkas, İbn-i Ömer, Ebû Saîd, Ebû Hüreyre, Esmâ binti Umeys ve Safiyye binti Ubeyd (Allah onlardan razı olsun) rivâyet etmişlerdir. Sahâbe-i kirâmden bu denli kimselerin veya bu râvilerin şek etmiş olması olmayacak bir şeydir. Taksim için olduğu meydana çıktıktan sonra mânâsı, "Bazı Medine ehline şefaatçi ve başka bazılarına şâhit olurum," demek olur. Bundan murad ya "Asilere şefaatçi ve mutilere şâhit olurum" demektir ya da "Benim zamanımda olanlara şâhit, benden sonra gelecek olanlara şefaatçi olurum" demektir. Yahut bundan başka mânâya gelir. Resûlüllah'ın muradını Allah daha iyi bilir.

Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nden Medine ehline bu ihsan, kıyâmet gününde bütün günahkârlara yahut bütün âlemlere olan umumî şefaat ve şehadeti üzerine fazladan bir hususiyettir. Bu şereflendirmelerin tahsil edilmesinde ve nass haline gelmesinde onların mertebelerinin yüksekliğini ve kendi katında kadir ve kıymetlerinin fazlalığını bildirme vardır. Eğer "veya" kelimesi şek içindir denirse sundan hâli değildir ki, doğru ibare "şehîden" olur. Bu takdirde şüphe kalmaz. Zira şehâdet, sairleri için toplanan şefaat üzerine fazladan bir şey olur. Yahut "şefîan" olur. Bu takdirde umumî şefaatinden başka Medine ehline hususî bir şefaati murad olunur. Bunun faydası, ya derecelerin yükseltilmesi yahut hesabın hafifletilmesi veya bunlardan başka bir şey olur.

Hâsılı Hak teâlâ hazretleri'nin fazlına ve keremine nihayet yoktur. Hususî şefaat onlardan kimisi için olur. Bu mertebeye lâyık olmak isteyenin Medine'nin mihnet ve meşakkatlerine sabredip Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin komşuluk şerefini terketmemesi gerektir. Zira komşuluk hakkı, elbette riayet edilen ve her zaman yürürlükte olan bir şeydir. Nitekim sahih hadîste: "Mâ zâle Cibrûlu yûsînî bi'l-câri hattâ zanentü ennehu seyuverrisuhu — Cebrâil, komşu hakkında bana öyle tavsiyelerde bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım," buyrulmuştur.

Medine ehlinden bir kimse ne kadar günahkâr olursa olsun ondan "Câr — Komşu" ismi zail olmaz. Onlar, Resûlüllah Efendimiz'in komşularıdır. Onlar hakkında yakışıksız sözlerden kaçınmak gerekir. Onlardan bir kimse İslâm üzere oldukça ve imanla hatmolundukça Fahr-i Âlem hazretleri ona şefaati kendine gerekli kılmıştır. Nitekim Tirmizî, İbn-i Mâce ve İbn-i Hibbân, Abdullah bin Ömer hazretleri'nden rivâyet ederler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

"Sizden bir kimse Medine'de vefat etmeye kadir olursa orada vefat etsin. Zira gerçekten ben, orada vefat edenlere şefaat ederim," buyurmuştur.

Medine'nin faziletleri hakkında gelen hadis-i şeriflerden biri de şudur ki, Sahih-i Buhari'de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fakr-i Kâinat Efendimiz'den rivâyet eder: "Medine'ye ne Deccâl girer ve ne de veba girer," buyurmuşlar.

Fethü'l-Bârî'de zikredilmiştir ki, bazıları:

Tâûn şehitlik sebebi iken Medine'ye niçin girmez? diye bu hadîsi anlamakta müşkülât görmüş ve Deccâl ile beraber söylenmesinin açıklaması nasıldır? demişler.

Bazı âlimler, buna cevap vermişlerdir ki:

Tâûn (vebâ) cinnin ta'nıdır (sataşmasıdır). Böylece Medine'yi övme şu cihetten hâsıl olur ki, cinnin kâfirleri ve şeytanlar ona giremezler. Gireni de kimseye ta'n etmeye kadir olamaz.

Kurtubî, Müfehhem adlı kitabında şöyle cevap vermiştir: "Tâûn girmez demekten murad, diğer yerlere girdiği gibi girmez; amvâs ve cârif vebaları gibi vebalar orada vâki olmaz demektir," demiştir. Bunun gerektirdiği şudur ki, az olarak girmesi câizdir. Bununla beraber ittifak şunun üzerindedir ki, Medine'ye asla girmez, Mekke'ye de girmez. Fakat bir topluluk, "749 senesinde umumî veba olduğu zaman Mekke'ye girdi" demişlerdir. Ama Medine'ye girdiğini hiç bir kimse nakletmemiştir.

Bazıları da şöyle cevap verdiler: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Medine halkına hummayı (sıtmayı) vebaya bedel kılmıştır. Zira veba bazen olur, bazen olmaz. Humma ise her zaman tekrarlanır. Bu takdirde ikisi ecirde beraber olmuştur. Veba girmese de murad hâsıl olur," dediler.

İbn-i Hacer şu yolda cevap vermiştir: "İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Ebû Useyb'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Cebrâil bana hummayı ve vebayı getirdi. Ben, hummayı alıkoydum, vebayı Şam'a gönderdim," buyurmuşlar.

Bunda hikmet şu idi ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine'ye geldiği zaman az kimse ile gelmişti. O zamanlar Medine vebası çok olan bir yerdi. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri onu muhayyer kılıp "Humma ile vebadan her biri bol ecir hâsıl eder. Hangisini seçersen seç," diye buyurdu. O da hummayı seçti. Zira hummadan ölüm hâsıl olması az vâki olur. Bu mertebeden sonra vakta ki, kâfirlerle cihada ihtiyaç oldu, savaşmaya izin geldi, cihada yarar kimseleri sıtma zayıf ve zebûn etmeğe başladı. Fahr-i Kâinat hazretleri dua etti, humma Medine'den Cuhfe'ye naklolundu. Medine-i Münevvere, illetleri ve hastalıkları galip olan bir yer iken Allah'ın beldelerinin en sıhhatlisi oldu. Veba sebebiyle şehadete ulaşamayan, Allah yolunda cihad sebebiyle ulaşır oldu. Cihadla şehitlik müyesser olmayan kimseye hummaki, 'Hazzu'l-müminu mine'n-nâri — Mümin'in ateşten nasibi'dirhâsıl olur oldu. Sonraları bu hal, yâni vebanın girmemesi, Medine'de yerleşti. Tâ ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin duasının kabul olunduğu gerçekleşmiş olup onun haberini tasdik için bu kadar uzun müddet içinde Medine'den veba men edilmiş olmakla O'nun büyük mucizesi meydana çıksın. Velhasıl vebanın girmesinin men edilmesi, Resûlüllah Efendimizin duasının gerekli kıldığı şeylerden ve Medine-i Münevvere'nin hasletlerinden oldu."

Hasletleri cümlesinden biri de şudur ki, tozu toprağı, cüzzam ve baras illetlerine, belki bütün hastalıklara şifadır. Nitekim İbn-i Rezîn, Sa'd'ın hadisinden böyle rivâyet etmiştir. İbn-i Ömer'in hadîsinde: "Onun balçık hurması zehire şifadır," ziyadesi vâki olmuştur. Daha önce beyan olunduğu üzre "Sabah vaktinde yedi tanesini yiyen kimseye o gün zehir kâr etmez," diye buyrulmuştur.

İbn-i Neccâr'ın naklinde Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Bütün beldeler kılıçla fetholundu. Medine Kur'an'la fetholundu," buyurmuş.

Taberanî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Medine, İslâm'ın kubbesi, imanın evi, hicretin toprağı, helâl ve haramın meskenidir," buyurmuşlar.

Netice olarak o mukaddes durağın her yeri gerek taşı, gerek toprağı, gerek etraf ve çevresi, bağı bahçesi, çayırı çimeni ve gerekse sair parçalarından her nesi varsa hepsi Fahr-i Kâinat hazretleri'nin yakınlığı şerefiyle şereflenmiştir. Medine halkı, Resûlüllah Efendimiz'in uğur ve bereketlerinden feyiz almak için kendilerini evlerine dâvet eder ve ziyafet verirlerdi. Aynı zamanda evlerinde namaz kılmasını isterlerdi. Onun içindir ki, İmâm Mâlik hazretleri, Medine içinde hayvana binmekten kaçınırdı:

— Bir yerde ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri yaya gezip mübarek ayağı dokunınuştur, ben oraya hayvan ayağiyle basınam, diye buyururdu.

Allah'ın sevgilisi ve peygamberlerin en şereflisi olan Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin edeplerine riayet eden kimsenin bunları düşünmesi gerektir.

O diyarda müstehap olan şeyler cümlesinden biri de şudur ki, gidip Kubâ Mescidi'ni ziyaret ederek orada namaz kılmalı. Resûlüllah Efendimiz, o mescidi yaya ve binekli olarak ziyaret ederdi. Nitekim İmâm Müslim rivâyet etmiştir. Bir rivâyette: "Resûlüllah Efendimiz, gelir ve orada iki rek'at namaz kılardı," diye gelmiştir.

Yine Müslim'in naklinde İbn-i Ömer hazretleri: "Her Cumartesi günü Kubâ Mescidi'ne giderdi," demişlerdir.

Tirmizî, Beyhakî ve İbn-i Mâce'nin rivâyetlerinde Üseyd bin Zahir Ensarî (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki: "Kubâ Mescidi'nde namaz kılmak umre gibidir," buyrulmuş.

İmâm-ı Ahmed ve İbn-i Mâce katlarında Sehl bin Hanif'ten şu sözle gelmiştir ki: "Her kim evinde güzelce temizlenir, sonra Kubâ Mescidi'ne gelir ve orada namaz kılarsa, o kimseye umre sevabı kadar sevap verilir," buyrulmuş.

Aynı zamanda o diyara varan kimseye lâyık olan şudur: Fahr-i Kâinat hazretleri'nin münevver Ravza'sını ziyaret ettikten sonra orada bulunan mübarek eserleri, mübarek sayılan mezarları ziyaret etmeli. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin namaz kıldığı mescidlere gitmeli, namaz kılıp dua etmeli. Ondan sonra Baki'a çıkmalı, yâni Medine'nin kabirliğine gitmeli. Orada olan mezarları ziyaret etmeli. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ve kendinden sonra vefat eden seçkin sahâbenin çoğu (Allah onların hepsinden razı olsun) orada gömülüdür. Kezâ Ehl-i Beyt'in seyyîdleri ve tabiîn orada vâki olmuştur.

İmâm Mâlik'den rivâyet edilmiş olduğu üzre Medine'de büyük ashâbdan on bin kişi vefat etmiştir. Onlar hep Baki'de gömülüdür. Kezâ müminlerin analarından Hadice ve Meymune'den başkası hep orada yatarlar. Hadice Mekke'de ve Meymune Serf nahiyesinde yatarlar. Allah onlardan razı olsun.

İmâm Müslim rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, geceleyin Baki'a çıkardı da:

Esselâmü aleyküm ey müminler topluluğunun yurdu! diye selâm verirdi.

Arif-i Billâh İbn-i Ebî Cemre (Allah sırrını mübarek eylesin), Resûlüllah hazretleri'nin mescidine girdiği zaman namazdan başka yerde oturmazdı, ayak üzeri dururdu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin karşısında da daima ayak üzeri dururdu. Bir gün Baki'a çıkmak düşüncesi hatırına geldi. Sonra:

— Buradan nasıl giderim? Bu makamın kendisi ihtiyaç sahiplerine, isteklilere ve gönlü kırıklara Hak teâlâ hazretleri'nin açılmış kapısıdır, dedi. Böylece Peygamber Efendimizin şerefli huzurlarından gitmedi.

İbn-i Neccâr merfuan rivâyet etmiştir ki: "İki kabirlik, güneş ve ayın yer halkına ışık vermesi gibi gök halkına ışık verir. Birisi Medine kabirliği ve birisi de Askalân kabirliği," buyurmuşlar.

Kâ'bu'l-Ahbâr'dan rivâyet edilmiştir ki, "Medine kabirleri Tevrat'ta yazılıdır. Bir kubbe gibidir, etrafında hurma ağaçlan bitmiştir. Ona melekler memur olmuşlardır. Her ne zaman dolarsa alıp cennete dökerler, denilmiştir," diye buyurdu.

Ebû Hâtem'in rivâyetinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri'nden nakletmiştir ki: "Ben toprağı yarıp çıkanların ilkiyim. Sonra Ebû Bekir, sonra Ömer çıkar. Daha sonra ben Bâki kabristanına gelirim. Onlar benimle haşrolunurlar. Sonra Mekke halkını beklerim. Sonra haremeyn (iki harem) arasında haşr gerçekleşir," buyurmuşlar.